<![CDATA[Untitled RSS Feed]]>http://bilimveaydinlanma.org/http://bilimveaydinlanma.org/favicon.pngUntitled RSS Feedhttp://bilimveaydinlanma.org/Ghost 2.8Tue, 04 Feb 2025 15:15:30 GMT60<![CDATA[Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022]]>http://bilimveaydinlanma.org/kubada-bilim-ziyaret-notlari-2022/635b0d053899ac0372d9780dThu, 27 Oct 2022 23:34:34 GMT1.0.Küba’da Bilimin Genel Karakteri Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022

Erhan Nalçacı, Nahide Özkan

Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin (BAA) başlıca görevlerinden birini sosyalizm altında bilimin gelişimini incelemek, belgelemek, karalamalara karşı korumak olarak belirlemiş, birçok okuma, yazma çabasının dışında Sovyetler Birliği’nde bilimi daha iyi anlayabilmek için 2019’da Moskova’ya bir arşiv ve kütüphane gezisi düzenlemiştik. Çok verimli geçen bu araştırmayı sürekli hale getirmek istemiş, ayrıca Küba’da bir bilim turu yapmayı planlamıştık. Ancak önce pandeminin bizden çaldığı yıllar, sonra Ukrayna savaşı Rusya’da arşiv ve kütüphane gezilerinin devamını imkânsız kıldı. Küba’da bilim turunu ise 2022 başında planlamaya başlayabildik. BAA etkinliklerine siyasi öncelikler nedeniyle bir süre ara verdiğimiz halde Küba ziyaretini iptal etmedik, çünkü bağlantılar kurulmuş ve ziyaret ekibi oluşmuştu.

Küba’da ziyaret edeceğimiz kurumlardan randevular Jose Marti Küba Dostluk Derneği tarafından alındı, yolculuk ve konaklama ise Bizim Ada Turizm ve Seyahat Acentesi tarafından sağlandı.

Yirmi bir kişilik heyette iki halk sağlıkçı, bir biyolog, bir sinirbilimci, bir biyokimyacı, bir denizbilimci, bir kimya mühendisi, bir psikiyatrist, bir dil bilimci, bir moleküler biyolog, bir mimar, tarım uzmanları ve çeşitli kültür insanları bulunuyordu. 11-19 Eylül 2022 tarihleri arasında gerçekleşen gezinin mihmandarlığı ve İspanyolca tercümanlığı Nahide Özkan tarafından yapıldı.

Ziyaretimiz esnasında Havana Üniversitesi Rektörlüğü ile buluştuk, BioCubaFarma çatısı altında Finlay Aşı Enstitüsü, Sinirbilim Merkezi, Moleküler İmmünoloji Merkezi hakkında bilgi aldık, sunumlar dinledik, sorular yönelttik. Ayrıca Havana içinde bir kent tarım merkezi ile Havana’nın batısında kalan bir biyorezerv alanını ziyaret ettik. Bilimsel kurumlar ile yapılan görüşmelerin dışında 1961’de Küba Devrimini perçinleyen ve ABD’nin bozguna uğradığı Domuzlar Körfezi bölgesinde bir sanat projesini yakından gördük, ayrıca Trinidad’da bir Devrimi Savunma Komitesi ile buluşma fırsatı yakaladık.

1.1.Küba’da bilimin karakteri

Küba bilim gezisinden önce heyetimiz ziyaret konularına göre daha küçük komisyonlara ayrılmış ve araştırmalarına başlamıştı. Bu nedenle dönüşte ziyaret ettiğimiz kurumlarla ilgili raporları yazmak çok zor olmadı.

Raporlarda ayrıntısını bulacağınız Küba’da bilimin karakterine ilişkin ise şu genellemeleri yapabiliriz:

1.1.1. Bilim üretimi kamusaldır

Bilimsel bütün kurumlar Küba devletine aittir, araştırmaların ve araştırmacıların finansmanı devlet bütçesinden karşılanmaktadır. Ancak devlet bünyesindeki işletmeler bir bütün olarak bilim üretimi ve bu bilginin teknolojiye uygulanmasını sağladıktan sonra uluslararası alanda ürünlerin satışını da gerçekleştirmektedir. Elde edilen gelir yine Küba devlet bütçesine dönmektedir. Bu aşamaların hiçbirinde özel sektöre yer yoktur.

1.1.2. Konuya özel araştırmalar enstitülerde örgütlenmiştir

Araştırmaların enstitüleşmesi geçen yüzyıl Sovyetler Birliği ve diğer sosyalist ülkelerin de karakteristiğiydi. Çok disiplinli kadroların tam zamanlı olarak bilimle uğraşmasının bilimin gelişimine büyük bir ivme kazandırdığını biliyoruz, Küba örneği bunu bir kez daha kanıtlıyor.

Enstitüleşme üniversitelerin önemini azaltmıyor; lisans öğrencisi yetiştiren üniversiteler ile enstitüler çok yönlü bir işbirliği yapıyorlar. Bilim insanı yetiştiren ve bu anlamda eğitim görevi de olan enstitülerin üzerinde lisans eğitimi sorumluluğunun bulunmaması ve tam zamanlı bilime odaklanma bilimsel gelişme hızını dramatik şekilde arttırıyor gözüküyor.

1.1.3. Enstitüler sanayiyi bünyelerinde barındırıyor

Küba’da bir bilim enstitüsü aynı zamanda sanayi anlamına gelmektedir; üretilen yenilikler doğrudan aynı çatı altında ürüne dönüştürülür. Bunun çok büyük bir avantaj olduğu raporlarımızdan anlaşılacaktır.

Türkiye gibi ülkelerde ağızdan düşmeyen üniversite-sanayi işbirliğinin nasıl kof bir kavram olduğu da ortaya çıkmaktadır. Zaten odaklı olmayan ve bilim üretiminin yavaş ilerlediği üniversiteyi patronların dar ufuklu çıkarlarına mahkûm eden bu anlayış sosyalizm ile dönüşmektedir.

Raporlarımızda değinilen ve bize yaptıkları sunularda geçen “kapalı devre” kavramı araştırmanın, teknoloji üretiminin ve topluma sunulmasının aynı çatı altında gerçekleştirilmesidir.

1.1.4. Küba’da bilim, merkezi planlamaya bağlıdır

Küba’da bilimin kişilerin keyfi meraklarına ve kariyer planlarına bağlı değil ama toplumun öncelikli sorunlarına odaklanmış olması sosyalizmde bilimin başlıca karakterini sunmaktadır.

Raporlarımızda göreceksiniz, bir çocukluk çağı enfeksiyonu mu sorun, yaşlı nüfus ve buna bağlı olarak beynin dejeneratif hastalıkları mı artıyor, bilim hemen bunlara odaklanmaktadır.

Bu toplumsal mülkün ve emekçi iktidarının mümkün kıldığı merkezi planlama sayesinde gerçekleştirilmektedir. Küba’nın genel olarak biyoteknolojideki üstünlüğü de merkezi planlamanın 30 yıl önceki siyasi kararlarının sonucudur.

Ayrıca merkezi planlama sadece uzun vadeli planları içermez,  anlık müdahaleleri de içerir. Örneğin, bütün bilim kurumlarının COVID-19 pandemisi esnasında salgının önlenmesine odaklanması bu şekilde gerçekleşmiştir.

Devlet ve bilim arasındaki eşgüdüm bütün bilimsel kurumlarla en üst düzeyde haftalık olarak gerçekleştirilen toplantılarla sağlanmaktadır. Sinirbilim Merkezi nasıl salgın esnasında solunum makinesi üretimini üstlendiyse, kent tarım bahçesine de Sağlık Bakanlığı’ndan “hastalarda şu tip bir eser element eksikliği belirtisi ortaya çıktı, bu elementi içeren şu ürünleri yetiştirmeyi önceleyin” yönlendirmesi anlık olarak gelmektedir.

Merkezi planlama sayesinde bilim üretiminde tasarruf sağlanırken aynı zamanda bilim insanları ürünlerinin toplumsal bir gelişmeye, halkın mutluluğuna katkı yaptığına yaşamları boyunca birçok kez şahit olmaktadırlar. Bilim uluslararası yayın üretmek için değil halkın güncel yararı gözetilerek yapılmakta ve bu bilim emekçilerinin yaşamına büyük bir anlam katmaktadır.

1.1.5. Bilim enstitüleri tüm ülke çapında buluş ve yeniliklerine uygulama alanı bulmaktadır

Enstitüler odaklı çalışan aşağı yukarı 500 civarındaki kadroları ile bütün ülkeye ulaşabilmektedirler. Bu, bilim kurumlarının Eğitim Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, Tarım Bakanlığı, Sanayi Bakanlığı gibi kurumlarla çok yoğun ve süreklileşmiş ilişkisi sayesinde gerçekleştirilmektedir. Örneğin, Sinirbilim Merkezi, Eğitim Bakanlığı ile ilişki içinde bütün öğretmenlere ulaşabilmekte ve öğrencilerde özgül öğrenme güçlüklerine karşı ulusal bir programı yönetebilmektedir. Ya da enstitü tarafından üretilen bir aşı yeterliliğini aldıktan sonra hızla ülkedeki herkese uygulanabilmektedir.

Yine örneğin, tıp fakültesi öğrencileri bilim enstitülerinde staj yapmakta ve bu uygulama enstitüler için geleceğin bilim insanlarını seçmeyi kolaylaştırmaktadır.

Bu alanlar arasındaki gelişmiş eşgüdüm sosyalizmde bilim ve toplum bütünleşmesi için eşsiz bir deneyim yaratmaktadır.

1.1.6. Küba’da bilim enternasyonaldir

Küba’da bilim kendi toplumunun sorunlarını çözmeye adanmış ve bu konuda çok başarılı olmasının ötesinde oldukça enternasyonal bir özellik de göstermektedir. Küba bilim kurumlarının 600 kadar uluslararası projesi bulunmakta, bazı üretimler yurtdışında yapılmaktadır.

Küba’da üretilen bilimden bütün dünya emekçi halkları yararlanabilmektedir. Uluslararasılaşma Türkiye’de olduğu gibi sonuçlarından çoğunlukla uluslararası teknoloji tekellerinin yararlandığı ve neoliberal dönüşümün bir veçhesini oluşturan uluslararası yayınlara indirgenmemiştir. Bu Küba’nın uluslararası yayın yapmadığı anlamına gelmez, ancak odak noktasını başka bir yerde kurmuşlardır.

Son söz

Küba’da bilimin incelenmesi; bilim üretiminde, bilim-toplum ilişkisinde, sosyalist yurdun korunması ve bilim konusunda sosyalizmin oynadığı role ilişkin önemli bir birikim ve deneyimi ortaya çıkarmaktadır.

TKP’nin son dönemde toplumla paylaşmaya başladığı Çözüm Belgeleri tartışılırken Küba örneğinin yeniden derinliğine ele alınması çok yararlı olacaktır. Bu inceleme Çözüm Belgeleri’nin gerçekliğini artırırken, tartışmayı ve hayal gücünü zenginleştirecek veriler içermektedir.

Bilim gezisi ise geziyi yapanlarda iki düşünce uyandırmıştır:

İlki, Küba ile Türkiye bilim insanları arasındaki işbirliği ve eşgüdüm eksikliğidir. Bu konuda Jose Marti Küba Dostluk Derneği aracılığıyla bir çalışma yapılabilir.

İkincisi, şimdiye kadar Küba’da yaptığımız çalışmalar eğitim, sağlık, bilim gibi üst yapı kurumlarını hedef almıştı; oysa merkezi planlama, sanayi, enerji ve tarım alanında bir ziyaretin planlanmasının Küba’da sosyalist kuruluşun özelliklerini anlamaya çok yardımcı olacağını düşünüyoruz.


2.0. Havana Üniversitesi Ziyareti Notları

Nazlı Cihan, Özgül Ağbaba, Ozan Akşar

2.1. Küba’da Yükseköğretime Genel Bakış

60 yılı aşkındır ablukaya maruz kalan Küba'da her düzeyde eğitim, toplumsal kalkınmanın başat anahtarı olarak görülüyor ve bugün de bu doğrultuda uzun vadeli, hedef odaklı eğitim politikaları izleniyor. Küba, bilgi toplumu olmanın dayanaklarını, eğitim politikalarında izlediği kararlı tutumdan ve düşünsel birikiminden oluşan güçlü alt yapısından almaktadır. Okul öncesi eğitimden lisansüstü öğrenime kadar tüm eğitim kurumlarının erişimi Kübalılar için eşit ve ücretsiz. İnsana yaraşır bir eğitim ilkesi doğrultusunda eğitim, hiçbir koşulda ticarileştirmeye tabi tutulmaması gereken bir insan hakkı olarak görülüyor. Dünya Bankası’nın verilerine göre Küba devleti, GSYİH'nin yaklaşık yüzde 13'ü ile eğitime dünyadaki diğer ülkelerden daha fazla yatırım yapıyor. %99,8’lik bir oranla Latin Amerika genelinde en yüksek okuryazarlık oranına sahip Küba’da, %100’lük bir okullaşma oranı kaydedilmektedir. Bu tablo, Küba'yı Latin Amerika'da UNESCO'nun “Herkes İçin Eğitim“ programının hedeflerine ulaşan tek ülke haline getiriyor.

Küba'da 240.000'den fazla öğrencisi olan 50 üniversite ve yüksekokul bulunuyor. Buna ek olarak, 126 yerel üniversite şubesi, yani belediye düzeyinde yükseköğretim kurumları mevcut. Lisansüstü programlara ve kurslara kayıtlı öğrenciler (302.734) dâhil edildiğinde, üniversitelerde ve yüksekokullarda kayıtlı öğrenci sayısı 542.000’a ulaşıyor. Yükseköğretimin yanı sıra öğrenciler için yurt giderleri ve konaklama da ücretsiz. Küba, GSYİH'nın ortalama %3'ünü yükseköğrenim alanına ayırıyor. 11,27 milyon Kübalının yaklaşık 1,5 milyonu üniversite mezunu; bu rakam toplam nüfusun yaklaşık %12'sine, çalışan nüfusun %22'sine denk geliyor.


Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022
Fotoğraf 1: Havana Üniversitesi’nin girişi

Küba'daki tüm yükseköğretim ve araştırma kurumları kamuya ait. Önde gelen üniversiteler Universidad de la Habana (Havana Üniversitesi), Universidad Tecnológica de la Habana - CUJAE (Havana Teknoloji Üniversitesi), Santa Clara'daki Universidad Central de las Villas (UCLV) ve Santiago de Cuba'daki Universidad de Oriente (UO)’dir. Araştırma ve öğretimin kalitesi, ilgili bakanlık komisyonları tarafından düzenli olarak değerlendiriliyor (acreditación). 2018'deki son ulusal değerlendirmede, Havana, Santa Clara ve Santiago de Cuba üniversiteleri sıralamanın en üst sıralarında yer aldı ve Mükemmellik Mührü ile ödüllendirildi. İdari olarak Küba üniversiteleri, üniversiteyle ilgili tüm süreçleri ve lisansüstü eğitim ve araştırmalardaki öncelikleri tanımlayan Havana'daki bakanlıklar (özellikle Ministerio de Educación Superior, MES) tarafından yönetilmektedir.

En fazla ilgi gören bilim dalları arasında tıp (%36,4), eğitim (%19,4) ve teknik bilimler (%13,57) yer alıyor. Küba yükseköğretim sisteminde, yüz yüze öğretimin yanı sıra, yarı zamanlı çalışma olanağı sunan ve blok öğretim veya uzaktan eğitim şeklinde düzenlenmiş öğretim programlarının geliştirilmesine özel önem verilmiş. 2018-2019 yıllarında Küba'da blok öğretime toplam 89.000 öğrenci kayıtlıydı. Buna ek olarak, ikincil yollardan (örneğin 2016-2017 yıllarında 77.000'den fazla kayıtlı öğrencisi olan 299 "işçi ve köylü fakülteleri" gibi) yükseköğretime erişimi sağlayan ve iyi işleyen bir sistem geliştirilmiştir.

Küba yükseköğretim sisteminin özü ve temelleri ile yükseköğretimin topluma yayılımı, özellikle Karayipler veya Latin Amerika karşılaştırmasında olağanüstü nitelikte iyi bir derece sergilemektedir. Bununla birlikte, 1990'lardan beri süregelen ekonomik zorluklar, eğitim ve bilim alanında da kendini hissettiriyor, mali kaynaklar konusunda sıkıntıların yaşanmasına neden oluyor. Küba üniversiteleri teorik düzeyde mükemmel denilebilecek bir eğitim ve öğretim sunmaya devam ediyor. Öte yandan, ekipman ve malzeme ihtiyacına dayalı pratik araştırma faaliyetleri, ABD ablukası ve birçok Küba kurumunda bilimsel veya teknik ekipman alımına uygulanan kısıtlamalar nedeniyle ancak sınırlı bir ölçüde gerçekleştirilebiliyor.

Küba'da araştırma ve öğretim 1959'dan beri genel olarak uygulama odaklı bir seyir izlemiştir ve bilimin amacı, ülkedeki sorunların çözümüne adanmış bir katkı biçiminde tarif edilmektedir. Küba Yükseköğretim Bakanlığı’nın (MES) belirlediği akademik odak noktaları ve öncelikli araştırma hatları, ülkenin ihtiyaçlarına ve Birleşmiş Milletler'in Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerinin (SKH) uygulanması alanına yönelik geliştirilmiştir: Tarım ve hayvancılık, gıda üretimi ve güvenliği alanlarını içeren tarım bilimleri; altyapı, ulaşım, kültürel koruma, akıllı şehirler ve temiz enerji alanlarını içeren mühendislik bilimleri, bilimsel çalışma ve araştırma alanlarında önemli bir rol oynamaktadır. Tüm bu alanlar, yerel kalkınma bağlamında da özellikle desteklenmektedir. Doğa bilimlerinde, biyoteknoloji ve enerji konuları öncelikli araştırma alanlarını oluşturmaktadır. Özellikle tıp ve enerji üretimi alanlarındaki uygulamalar için nanoteknoloji, bir kesişme alanı olarak büyük ilgi görmektedir. Bunların yanı sıra eğitim bilimleri, öğretmen yetiştirme (özellikle Fen bilimleri ve teknoloji alanlarında) ve spor bilimleri alanları da Küba yükseköğretiminin son derece önemli araştırma alanlarını oluşturmaktadır.

2.2.Küba’nın ilk üniversitesi: Havana Üniversitesi

Havana Üniversitesi kurulduğu 1728 yılından beri çok çeşitli düşünce akımlarına ev sahipliği yapmış önde gelen kurumlardan biridir. 1728-1842 yılları arasında Papalığın izniyle kurulduğundan dolayı “San Gerónimo Havana Kraliyet ve Papalık Üniversitesi” olarak adlandırılmış, İspanyol yönetiminin egemen olduğu 1842-1898 yılları arasında sekülerleştirilen üniversite “Havana Kraliyet ve Edebiyat Üniversitesi” adını almıştır. 1898-1958 yılları arasındaki Cumhuriyet döneminde ise “Ulusal Üniversite” olarak anılmıştır. 1959 Devriminden bu yana “Havana Üniversitesi” olarak çalışmalarına devam etmektedir.

1842-1898 yılları arasında doğrudan adanın sömürge hükümeti tarafından yönetilen üniversitede, 1898-1958 yılları arasında Küba’daki birinci askeri müdahaleden, yeni sömürge cumhuriyetinin sonuna kadar tüm üniversite dönüşümleri askeri emirlerle yönetildi. 1940’lı yıllarda Fidel Castro’nun da Hukuk Fakültesi öğrencisi olduğu üniversite 1952 yılından itibaren Fulgencio Batista karşıtı hareketin merkezi konumuna geldiğinden 1956 yılında kapatıldı, devrimden sonra 1959 yılında tekrar açıldı. Üniversite Öğrencileri Federasyonu’nun (FEU) kurulması ile üniversite reform süreci başladı. Militarizme karşı ayaklanan öğrencileri bünyesinde toplayan FEU, 1937 yılında Yeni Öğretim Yasasının çıkmasını sağladı.

Devrim öncesinde diktatörlük karşıtı hareketin merkezlerinden biri haline gelen üniversite, Devrim tarafından ilan edilen Üniversite Reformu (Ocak 1959 ve Ocak 1962) sonrasında da ilerici fikirlerin yaşadığı ve bilimin geliştirildiği önemli bir kurum haline gelmiştir.

2.3.Havana Üniversitesi Ziyaretimizden İzlenimler…

Jose Marti Küba Dostluk Derneği ve Bizim Ada Turizm ve Seyahat Acentesi’nin düzenlediği Eylül 2022 Küba gezisi kapsamında Havana Üniversitesi’ne bir ziyaret gerçekleştirildi. Rektör Birinci Yardımcısı Dr. Dionisio Zaldivar Silva Correos beraberinde 4 kişilik bir heyet ile karşıladı grubumuzu. Ziyaretimizden duyduğu mutluluğu paylaşarak selamladı bizleri. Bilim ve Aydınlanma Akademisi (BAA) adına Erhan Nalçacı, grubun kimlerden oluştuğunu, düzenlediğimiz gezinin içeriğinin ne olacağını ve gerçekleştirilen Havana Üniversitesi ziyaretinden beklentimizi aktardı.


Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022
Fotoğraf 2: Havana Üniversitesi Rektör Birinci Yardımcısı Dr. Dionisio Zaldivar Silva Correos ile birlikte

Rektör yardımcısı ilk olarak üniversite hakkında genel bilgiler paylaştı. Havana Üniversitesi’nin Küba’nın en eski üniversitesi olduğunu, gelecek Ocak ayında 295. kuruluş yılını kutlayacaklarını belirtti. Üniversitede toplam 20 fakülte ve 13 araştırma merkezinin bulunduğu ve 16000 lisans, 11000 yüksek lisansüstü öğrencisi mevcut olduğu bilgisini paylaştı.

Konuşma içerisinde, üniversitenin araştırma alanında çok güçlü, Küba yükseköğretim sistemi içinde ise temel bir referans sistemi oluşturduğu vurgulandı. Pandemi sürecinde bilim alanındaki çalışmaların güncel sorunların çözümüne yönlendirildiği, toplum hizmetine odaklı araştırmalar yürütüldüğü söylendi. Güncel örnekler pandemi sürecinde gerçekleştiren projelerden verildi. Havana Üniversitesi öncülüğünde uzaktan eğitim yöntemleri geliştirildiğinden bahsedildi. Havana Üniversitesi öğrencilerinin sosyal misyonlar da üstlendikleri, gönüllü olarak pandemi sürecinde nasıl organize oldukları ve ne gibi görevler üstlendikleri anlatıldı. Bin iki yüzden fazla öğrencinin bu süreçte aktif olarak çalışmalara katıldığı belirtildi. Hastanelerde, PCR testlerinin üretiminde ve uygulanmasında, hastaların izolasyon süreçlerinde, yemek servislerinde, odaların temizlenmesinde görev aldıkları paylaşıldı. Dışarıya çıkamayan profesörlerin ihtiyaçlarının karşılanmasında da öğrencilerin katkısının olduğu belirtilirken, mahallelerde, sokaklarda görev alan öğrencilerin bu sayede çok deneyim kazanmış oldukları söylendi.

Üniversitenin en bilindik çalışma alanının biyoteknoloji konusunda yapılan çalışmalar olduğu, üniversitenin biyoteknoloji sektörü ile işbirliklerinin çok eskilere dayandığı, bu arada biyoteknoloji sektörünün kurulması konusunda Fidel Castro’nun öncülük ettiği vurgulandı. Bu işbirliğinin başka alanlara da örnek teşkil ettiği, şu an farklı bakanlıklar, araştırma merkezleri, özel ve devlete ait olan birçok şirket ile işbirliği içinde olundukları paylaşıldı. Tarım ve gıda, halk sağlığı ve ekonomi bakanlığı ile ortak çalışmalar düzenlendiği, bu sayede üniversitenin bilimsel birikimi toplumun hizmetine sunulduğu vurgulandı.

Bu çalışmalara örnek olarak pandemi döneminde matematik bölümünün gerçekleştirdiği modelleme çalışmaları gösterilebilir. Fizik bölümünün yürüttüğü, insanların lokasyonlarını ve bulundukları konumları takip eden istatistiksel çalışmalar; coğrafya bölümünün de Sağlık Bakanlığı ile iş birliği halinde yürüttüğü benzer haritalandırma çalışmaları ve çevrimiçi eğitim alan çocuklar için psikoloji bölümünün sağladığı destek çalışmaları da pandemi döneminde üniversitenin sunduğu örneklerden bazıları.

Pandemi süresince birçok farklı aşı üzerine çalışmalar başlatıldığı, bunlardan 5 aşının başarılı sonuçlar verdiği ve şu ana kadar 3 aşının sağlık otoritelerince onaylandığı ve uygulandığı bilgisi paylaşıldı. Kimya Fakültesinin Finlay Aşı Ensititüsü ve BioCubaFarma şemsiye kurumunun altındaki diğer bileşenlerle birlikte iki aşının geliştirilmesinde katkıları olduğu belirtildi. Bu sebeple alınan patentlerde buluşçulardan biri olarak yer alıyor Havana Üniversitesi.

Rektör yardımcısının aktardığı bilgilere göre, Havana Üniversitesi bünyesinde toplam 3 laboratuvar işletilmekte; bunlardan ilki, kimyasal sentez gerçekleştirilen bir merkez, Biyoloji Fakültesi’ne bağlı İmmünoloji Merkezi ve Kimya Fakültesine bağlı Genetik ve Biyoteknoloji Merkezi. Uluslararası ilişkiler ve projelerin yürütülmesi sonucunda 600’den fazla anlaşma imzalanmış durumda. Öğrenci değişim programları ile ABD dâhil olmak üzere farklı ülkelerden birçok öğrenci yükseköğretim için Havana’ya gelmekte ve yürüttükleri çalışmalardan oldukça memnun ayrılmaktalar. Havana Üniversitesi bünyesinde bir Türk Dili ve Edebiyatı Kürsüsü, Jamaika’da bir araştırma merkezi bulunduğu; Şangay’da yeni bir araştırma merkezinin yapımının devam etmekte olduğu; Panama, Rusya ve Meksika’da ise benzer araştırma merkezlerinin planlanma ve kurulma aşamasında olduğu bilgileri aktarılırken Türkiye’de de bir araştırma merkezinin açılması yönünde istek dile getirildi.

Küba Devrimi’nden sonra üniversitelerin ülkede yaygınlaştırıldığını aktaran Rektör Yardımcısı Dr. Dionisio Zaldivar Silva Correos, Havana Üniversitesi’nden ayrılan birçok bölümün kendi başına bir üniversiteye dönüştüğü bilgisini aktardı. Tıp Fakültesi kendi başına bir üniversite olurken, mühendislik fakülteleri de Havana Teknoloji Üniversitesi’ni oluşturmuş. Pedagoji, tarım ve spor bölümlerinin de farklı üniversiteler olarak çalışmalarını sürdürdükleri belirtildi.

Küba’daki eğitim sisteminin kurulmasında sosyalist bloğun önemli bir rolü olduğunu söyleyen rektör yardımcısı, Fidel Castro’nun üniversitelerin kurulmasının mimarı olduğunu vurguladı ve abluka olmasaydı çok daha fazlasını yapabileceklerinden bahsetti. Ayrıca biyoteknoloji sektörünün kurulmasında da Fidel’in öncülük ederek sürece birebir dahil olduğunu ve her gün üniversiteyi ziyaret ederek, sadece profesörlerle değil öğrencilerle de fikir alışverişinde bulunduğunu belirtti. Rektör yardımcısı sözlerini, “Vizyon ve heyecanımız vardı, çok daha fazlasını yapabilirdik fakat abluka çalışmalarımızı kısıtlıyor. Buna rağmen biyoteknoloji başta olmak üzere birçok konuda sesimizi dünya çapında duyurabiliyoruz” diyerek bitirdi. Son olarak ekibimizde bulunan akademisyenler, Mayıs 2023 yılında yapılacak olan uluslararası bilim kongresine davet edildi ve konuşma yapılması durumunda mutlu olacaklarını ifade ettiler.

Sorular kısmında sürenin kısıtlı olması sebebiyle yalnızca birkaç soru sorma şansımız oldu. Sorular ve kısa cevapları şu şekilde:

Merkezi planlama ile uyum hangi düzeyde ve nasıl gerçekleştiriliyor?

Bölümlerde okutulan müfredat zaten belirlenmiş durumda. Araştırma konularımız ve uzman olduğumuz alanlar da biliniyor, merkezi planlama ile uyumlu olarak çalışma alanlarımızı güncelleyebiliyoruz. Öğrencilerin bölümlere kabul edilmesi ise, merkezi planlama ile yürütülüyor, hangi alanda kaç kişiye ihtiyaç olduğu biliniyor. Mezun olur olmaz öğrencilerin çalışacakları pozisyonlar hazır oluyor. Yeni üniversitelerin kurulumu ya da yeni bölümlerin açılması da yine ülkenin ihtiyaçları doğrultusunda merkezi planlama ile belirlenmiş kararlar oluyor.

Akademik yükselme kriterleri nelerdir ve uluslararası yayın sayısının bu pozisyon yükseltmelerindeki payı nedir?

Uluslararası alanda yayın yapmak ya da yayın sayısı bir kriter değil akademik yükselmede. Üniversitede bir heyet oluşturuluyor, kişi bilimsel ve metodolojik bir tez sunuyor ve bu tez üzerinden savunma yapıyor. Bunun yanında öğrencilere bir ders vermesi bekleniyor. Çalışmalarını topluma nasıl iletebilir, topluma nasıl bir katkı sunabilir diye bir plan sunması da gerekiyor. Ayrıca İngilizce bilmesi şart.

Üniversitenin yönetimi nasıl yürütülüyor ve öğrenciler karar aşamasında ne kadar yetki sahibi olabiliyor?

Üniversite Yönetim konseyine üye olanlar şu şekilde: Üniversite başkanı, fakülte başkanları, Üniversite Öğrenci Federasyonu temsilcisi, Küba Komünist Gençliği üniversite temsilcisi ve üniversite sekreterliği. Rektör her hafta bu bileşenlerle toplantı yapıyor ve kararlar bu şekilde alınıyor.

İnternet erişiminin kısıtlı olduğunu gözlemledik, internet kullanımı nasıl sağlanıyor?

Belirli sektörler ve kurumlar internet kullanımında öncelikliler ve sorun yaşamıyorlar. Diğerleri için erişim ücretli ve de kısıtlı. Pandemi sürecinde çevrimiçi eğitime geçildiğinde telekomünikasyon şirketi ile anlaşma yapıldı ve öğrencilerin bedava internete erişimi sağlandı.

Kaynak:


3.0. BioCubaFarma

3.1. Sinirbilim Merkezi (CNEURO)

Cem Taylan Erdem, Cihan Demirci Tansel, Erhan Nalçacı

CNEURO, ülkenin zihinsel kapasitesinin korunması için beyin araştırmalarına ve nöroteknolojinin geliştirilmesine adanmış bir yüksek teknoloji şirketidir. BioCubaFarma bünyesindeki kuruluşlardan biri olan CNEURO çalışmalarının tamamını Küba halkının ihtiyaçları doğrultusunda örgütlemektedir.

Olağan zamanlarda çalışma alanları Odyoloji/ İşitme Cihazları, EEG ve uyku çalışmaları, nörogelişimsel bozukluklar, okul çağındaki öğrenmede nörorehabilitasyon, yaşlanmada nörorehabilitasyon, Alzheimer hastalığının erken tanı ve tedavisi, nörocerrahi ve beyin haritalama cihazları ve bilişsel sinirbilimleri olan kuruluş COVID-19 pandemisi boyunca bütün olanaklarıyla medikal maske ve test svabı üretimine yönelmiştir. Yine pandemi döneminde abluka nedeniyle yurtdışından edinilemeyen solunum cihazlarının üretimi üzerine çalışan kurum, Küba halkının ihtiyaçlarını karşılayacak miktarda mekanik solunum cihazlarını başarıyla üretmiştir. Halen kuruluş bünyesinde COVID-19 hastalığının uzun dönemli etkilerine yönelik klinik nörofizyoloji çalışmaları sürmektedir. Yine kuruluş bünyesinde, COVID-19 hastalığına yönelik olarak geliştirilen ve burundan nazal yolla uygulanan Mambisa aşısının nazal atomizasyon cihazı üretilmiştir.

Abluka nedeniyle üretimini İspanya’da açtığı fabrikada sürdüren kuruluşun bünyesinde farklı kademelerde yaklaşık 500 kişi çalışmaktadır. Çok çeşitli işkollarından çalışanı olan kuruluşun bütün çalışanları Kübalıdır. Küba’nın birçok bölgesinde şubeleri bulunan kuruluş tıp profesyonellerine yönelik olarak klinik nörofizyoloji eğitim programları da düzenlemektedir.

Klinikte yürütülen en önemli projelerden biri yeni doğanların işitme ve görme yetilerini ölçen tarama ve tanı cihazlarının geliştirilmesidir. INFANTIX Neuronic adı verilen bu projede üretilen cihazlar sayesinde Küba’da doğan hiçbir çocuk doğuştan gelen işitme ve görme yeti kayıpları yüzünden gelişme geriliği yaşamamaktadır. Kuruluş aynı zamanda işitme yetileri kısıtlı çocuklara yönelik özelleşmiş tedavi cihazları da üretmektedir.


Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022
Fotoğraf 3: Havana’da bulunan Küba Sinirbilim Merkezi

Kuruluş bünyesinde yürütülen projelerden bir diğeri de nörogelişimsel sorunlar gösteren okul çağı çocuklarının tanı ve tedavisini kolaylaştıran dijital uygulamalar geliştirmektir. Ülke çapındaki bütün öğrenme ve davranış bozuklukları gösteren çocukların nörobilişsel profillerinin takip edildiği ve bu verilerin çocuklarla iletişim halindeki bütün kademelerdeki profesyoneller ile paylaşıldığı projede, bu tür sorunların tedavisi ve rehabilitasyonu için kullanılacak dijital içerikler de üretilmektedir.

Tüm dünyada ve Latin Amerika’da Alzheimer hastalığı oranlarının önümüzdeki 30 yılda yaklaşık olarak üç kat artacağını öngören kuruluşun yürüttüğü başka bir proje de Alzheimer hastalığının tedavisinde kullanılacak ilaçların ve yine bu hastalığın tanısında kullanılacak sinirsel görüntüleme ajanlarının geliştirilmesidir. Bu projede üretilen CNEURO 201 molekülünün dünyada ilk kez olarak Alzheimer hastalığını gerileten bir etkiye sahip olduğu bulunmuştur. Yine bu hastalıkla ilgili olarak geliştirilen dijital tarama, müdahale ve bakım uygulamaları ile yapılan erken terapötik müdahalelerin bilişsel işlevi iyileştirmede, depresyonu tedavi etmede, bakıcı ruh halini iyileştirmede ve hastane yatışlarını geciktirmede etkili olabileceği söylenmektedir.

Ablukanın yarattığı bütün ekonomik ve sosyal zorluklara rağmen ayakta kalan ve üretmeye devam eden CNEURO, bilimin halkın ihtiyaçları doğrultusunda nasıl işlev kazanabileceğinin örneğidir. Sadece bilimsel bilgi üretmekle kalmayan kuruluş bu bilgileri somut kazanımlara dönüştüren cihazların üretimini sağlayarak ve bu cihazların ihtiyaç sahiplerine ulaşmasını da örgütleyerek bütünlüklü bilimsel tutumun ancak sosyalizm koşullarında gerçeklenebileceğini kanıtlamaktadır.


3.2. Finlay Aşı Enstitüsü

Iraz Akış, Çiğdem Çağlayan, Layka Abbasi

Finlay Aşı Enstitüsü, BioCubaFarma adlı şemsiye kurumun altında faaliyet gösteren 35 tane ayrı biyoteknoloji kuruluşundan biridir. Bütün bu kuruluşlar tümüyle ulusal ve kamusal finansmana sahiptir ve her biri ulusal gereksinimlerin karşılanmasının ötesinde ihracat yapmaktadır. Adını, Sarı Humma’nın bir sivrisinek aracılığıyla bulaştığını keşfeden, dolayısıyla vektör kaynaklı hastalık araştırmalarının temelini atan Kübalı epidemiyolog Dr. Carlos Juan Finlay'den alan enstitüde günümüzde çok sayıda çocukluk çağı aşısının yanı sıra yetişkin aşıları da üretilmektedir. Şu anda enstitüde idari bölümde 50 kişi, toplam 5 üretim fabrikasında 350 kişi, kalite kontrol ve güvence biriminde 150 kişi, araştırma geliştirme tesisinde 150 kişi, klinik etki değerlendirme biriminde 50 kişi olmak üzere 800 çalışanı bulunmaktadır. Genel Direktörlüğünü Dr. Vicente Verez Bencomo yapmaktadır. Finlay Aşı Enstitüsü, Küba’daki pek çok biyoteknoloji kurumu gibi kapalı devre entegre bir sisteme sahiptir. Her bir aşının araştırma-geliştirme, üretim, pazarlama ve satış sonrası izleme aşamaları enstitü bünyesinde gerçekleşmektedir. Bu işleyiş tarzı Ar-Ge’den üretime ve pazarlamaya kadar kapalı bir döngü şeklinde çalışmakta olup Fidel Castro’nun fikridir. Temel uğraşı alanı çocuk aşıları başta olmak üzere insan aşıları üretimidir. Çoğunluğu Finlay Aşı Enstitüsü tarafından geliştirilen aşılar olmak üzere Küba’da çocukluk çağı aşı programı kapsamında çocuklara 13 hastalığa karşı aşı uygulanmaktadır.


Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022
Fotoğraf 4: Finlay Aşı Enstitüsü Genel Direktörü Dr. Vicente Verez Bencomo ile birlikte.

Finlay Aşı Enstitüsü 1991 yılında, özellikle çocukluk çağı aşılarının Küba’da üretilebilmesi amacıyla kurulmuştur. Enstitünün kurulmasından önce 1980’li yıllarda Küba’da menenjit salgını görülmesi nedeni ile salgının kontrol edilmesi için aşı geliştirilmesi çalışmalarına başlayan Küba’da ilk geliştirilen aşı Menengitis-B (VA-MENGOC-BC )aşısı olmuştur. Bu aşı sayesinde Küba’da menenjit salgınının önüne geçilmiştir. Bu başarının ardından bu alandaki çalışmaların geliştirilmesi amacıyla Finlay Aşı Enstitüsü kurulmuştur. Aynı dönemde başka ülkelerde de (Brezilya, Kolombiya, Uruguay ve Vietnam) benzer salgınlar görülüyordu. Küba’daki salgın kontrolündeki başarılar görülünce bu ülkeler de aşı talep ettiler ve üretim kapasitesi arttırılarak bu ülkelere aşı gönderildi. Aşı 17 ülkede lisanslandı ve 20 yıl boyunca tek aşı olarak kaldı, sonrasındaki diğer uluslararası büyük aşı şirketleri tarafından da üretilmeye başlandı. Bugüne kadar Küba ve diğer Latin Amerika ülkelerinde 60 milyon dozdan fazla aşı uygulandı.

Yaşanılan deneyim ve yanıt verme kapasitesi ülkede önemli bir etki yarattı ve hızla başka aşıların üretimine geçildi. Havana Üniversitesinden araştırmacıların çabalarıyla geliştirilen bu aşılar ve aşı üretimi Küba’da bilim ve sanayi işbirliğinin bir örneğini oluşturmaktadır. İşbirliği konusunda diğer bir örnek uluslararası işbirliğidir.  Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2006 yılında Güney Afrika’daki salgınlar nedeniyle üye ülkelerden yardım istemiştir. DSÖ’nün bu çağrısı üzerine Küba’nın öncülüğünde Brezilya ile ortak bir çalışma yürütülmüş ve aşı üretilmiştir. Bu Güney-Güney işbirliğine önemli bir örnek olmuştur.


Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022
Fotoğraf 5: Ekibimizdeki iki Halk Sağlığı Hocası Zuhal Okuyan ve Çiğdem Çağlayan COVID-19 pandemisi için üretilmiş aşıların maketleri ile

Finlay Aşı Enstitüsü bünyesinde bulunan Biyomoleküler Kimya Merkezi'nde (CQB) araştırma-geliştirme çalışmaları yürütülmektedir. Merkezin en önemli ürünlerinden biri Haemophilus influenzae tip B'ye karşı geliştirilen Quimi-Hib adlı konjuge aşıdır.

Enstitüde farklı platformlara sahip glikokonjuge, sentetik, kombine ve tedavi edici aşılar üzerine çalışmalar yürütülmektedir. Finlay Enstitüsü’nün çoğu çocukluk çağı aşısı olan ürünleri; leptospiroz aşısı, farklı tiplere karşı etkili menenjit aşıları, tifo aşısı, farklı yaş gruplarına özel difteri-tetanos karma aşıları şeklinde sıralanabilir.

Mevcut aşıların yanı sıra yeni aşı adayları üzerinde de çalışmalar sürmektedir. Kolera, meningokok kaynaklı hastalık, streptokok kaynaklı pnömoni ve tifoya karşı aşılar geliştirilmektedir.

Tüm bu deneyim sayesinde COVID-19 pandemisiyle birlikte Finlay Aşı Enstitüsü’ndeki bilim insanları hızla aşı çalışmalarına başlamıştır ve virüsün ülkeye girmesinden önce hazırlıklı olmak için büyük çaba sarf etmiştir. Küba’nın ürettiği beş adet COVID-19 aşısından üçü; SOBERANA 1, SOBERANA 2 ve SOBERANA Plus bu enstitüde geliştirilmiştir. Bunlardan SOBERANA 2 ve SOBERANA Plus ruhsatlandırılarak yaygın kullanıma sokulmuştur. Küba hükümeti, 2021 yılının Ağustos ayında 2-18 yaş arasındaki tüm çocukların aşılanması kampanyasını başlattı ve Kasım ayında tamamlandı. 4 aylık bir sürede çocukların %96’sı aşılanmış oldu, aşının uygulanmasından sonra çocuklarda COVID-19 insidansı hızla azaldı ve geçtiğimiz Kasım ayından bu yana hiçbir Küba’lı çocuk COVID-19 nedeniyle yaşamını kaybetmedi. Bu aşı Küba dışında Venezuela, Nikaragua, İran ve Suriye gibi ülkelerde de uygulandı. Ayrıca Meksika ve Arjantin gibi diğer Latin Amerika ülkeleri, çeşitli Asya ve Avrupa ülkeleri ile aşının ihracıyla ilgili çalışmalar yapılmaktadır.

Araştırma-geliştirme çalışmaları başarıyla sonuçlanan, ardından milyonlarca insan üzerinde uygulanan ve etkileri gerçek yaşam verileriyle kanıtlanan SOBERANA aşılarının DSÖ tarafından onaylanması için hazırlıklar yoğun şekilde devam etmektedir. Aşıların dünya ölçeğinde tanınması için gerekli kriterlerin bir kısmı uluslararası tekellerin yönlendirilmesine tabi olduğundan, Finlay Aşı Enstitüsü’ndeki bilim insanları olası olumsuzluklara karşı çok ayrıntılı bir hazırlık yapmaktadır.

Aşı üretimi ile ilgili olarak elde edilen başarılar Küba’nın en zor ve en karmaşık koşullarda bile önüne koyduğu hedefleri başarma konusunda ne kadar etkili olduğunu bir kez daha gösterdi. ABD ablukası altında yıllardır, büyük bir adanmışlık, odaklanma ve seferberlik haliyle süren ve bu sayede Küba halkının sağlığı açısından büyük başarılarla sonuçlanan aşı araştırmaları, pandemiyle birlikte ek bir zorlukla daha karşılaştı. Tedarik zincirindeki aksaklıklar bütün biyoteknoloji araştırmalarında olduğu gibi aşı araştırmalarını da olumsuz etkiledi. Kübalı bilim insanları, gelişkin bir alt yapıya, bilgi ve deneyime sahip olmalarına rağmen sarf malzemelerine ve bazı teknik cihazlara ulaşımdaki zorluklarla mücadele etmek zorunda kaldılar. Tedarik zincirlerindeki söz konusu aksaklıkların siyasi nedenlerle Küba’yı diğer ülkelere oranla daha fazla etkilemesi de önemli bir etken oldu. Buna rağmen elde edilen sonuca bakıldığında, tüm halkını kendi ürettiği aşılarla bağışıklayan Küba’nın başarısı tüm insanlık için önemli bir örnek oluşturdu. Bu başarıda tek başına Finlay Enstitüsü’nün rolünden bahsetmek yeterli olmayacaktır. BioCubaFarma bünyesindeki tüm biyoteknoloji şirketleri, Havana Üniversitesi, Küba Halk Sağlığı Bakanlığı gibi ulusal tüm kurumlar da aşının üretilmesi için yardımcı oldular ve rekabet değil dayanışma sayesinde başarı elde edildi. Bu süreçte birçok ülkeden Küba ile dostluk ve dayanışma örgütleri de, gereksinim duyulan materyallere ulaşılması konusunda yardımcı oldu (Türkiye’den Jose Marti Küba Dostluk Derneği de bu örneklerden biri). Ayrıca birçok ülkeden araştırmacı hiçbir karşılık gözetmeden aşı geliştirme çalışmalarına bilimsel destek verdi, bu anlamda SOBERANA aşıları hem ulusal hem de uluslararası işbirliği ve dayanışmanın ürünüdür.

Sonuç olarak Finlay Aşı Enstitüsü başta olmak üzere ülkedeki biyoteknoloji sektörünün farklı kurumlarından çalışmalarını durdurarak aşı araştırmalarına odaklanan ekipler, faz çalışmalarına katılan öğrenciler, ekonomik olarak bu araştırmalara verilen öncelik; yani sosyalist Küba’daki merkezi planlama zor pandemi koşulları altında toplum sağlığının korumasını sağlamıştır.


3.3. Moleküler İmmünoloji Merkezi

Iraz Akış, Çiğdem Çağlayan, Layka Abbasi

Fidel Castro’nun öncülüğünde kurulan Moleküler İmmünoloji Merkezi (Centro de Inmunologia Molecular-CIM) de diğer BioCubaFarma enstitüleri gibi entegre bir yapıya sahiptir. Entegre yapının unsurları araştırma geliştirme faaliyetleri, üretim, pazarlama ve sonuçta toplumsal etki olarak tanımlanmıştır. CIM’in misyonu sağlık için innovatif biyoteknolojik ilaçların üretimidir. Merkezin ticari faaliyetleri kapsamında farklı ülkelerde yaklaşık 45 ortaklığı bulunmaktadır. Bunlar arasında Çin (BPL), Singapur (InnoCIMAB) ve Tayland (ABINIS) ile ortak girişim şirketleri (Joint Venture Companies) bulunmaktadır. Aynı zamanda Brezilya, Çin ve Hindistan ile konsolide ortaklıkları bulunmaktadır. Bu ortaklıklar sayesinde 30’dan fazla ülkeye ihracat yapılmaktadır. CIM, kanser araştırmaları ve diğer bulaşıcı olmayan hastalıklar üzerine odaklanmıştır. Özellikle memeli hücre kültürü konusunda uzmanlaşmıştır. Laboratuvarları ve üretim merkezleri birçok ülke tarafından akredite edilmiş ve GMP (Good Manufacturing Practices) - İyi Üretim Uygulamaları belgesine sahiptir.  


Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022
Fotoğraf 6: Moleküler İmmünoloji Merkezi çalışmalarını sunan seminerden bir an.

Moleküler İmmünoloji Merkezi’nde çeşitli tip kanserlerin tedavisinde kullanılmak üzere üzerinde çalışılan biyomoleküller arasında Anti EGFR MoAb:Nimotuzumab, terapötik aşılar olan  CIMAvaxEGF, VAXIRA, HER1-2 ve antiNeuGc-GM3  gibi ürünler bulunmaktadır. Merkezde ayrıca Sedef gibi otoimmün hastalıkların tedavisi için AntiCD6 MoAb:Itolizumab, nörolojik hastalıklar (Alzheimer) için nazal uygulanan NeuroEPO, ateroskleroz için chP3R99MoAb gibi biyomoleküller üzerinde çalışılmaktadır. Merkezin ürettiği ilaçlardan olan Biosimilar Erythropoietin 1998 yılında Küba’da ruhsatlandırılmış, akabinde 23 ülkede ruhsat almıştır. Bu ilaç ile kronik böbrek hastalıkları, HIV ve radyasyon ile ilişkili anemi tedavisi yapılmakta olup son 20 yılda 1 milyondan fazla hasta tedavi edilmiştir. Anti EGFR MoAb:Nimotuzumab; ileri evre akciğer kanseri, ileri evre glioma, özofagus kanseri ve pankreas kanseri tedavilerinde kullanılan bir ilaçtır ve 25 ülkede onaylanarak 75 binden fazla hastanın tedavisinde kullanılmıştır. CIM’in üzerinde çalıştığı umut vadeden ilaçlar arasında bulunan Alzheimer hastalığı için nazal uygulanan NeuroEPO’nun Faz II/III çalışmalarında hastaların %54’ünün FDA kriterlerine göre belirgin klinik iyileşme gösterdiği saptanmıştır. Yine Sedef hastalığının tedavisi için geliştirilen AntiCD6 MoAb:Itolizumab’ın Faz III araştırması Hindistan’da yapılmış olup hastaların %54’ünde %75’ten fazla klinik gerileme saptanmıştır. İlaç Hindistan’da ciddi Sedef hastalığının tedavisinde onaylanmıştır.


Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022
Fotoğraf 7: Moleküler İmmünoloji Merkezi

Moleküler İmmünoloji Merkezi COVID-19 pandemisi ile birlikte diğer tüm bilim kuruluşları gibi çalışmalarını pandemi ile mücadeleye kaydırmış, bütün olanaklarını COVID-19 için aşı ve ilaç geliştirilmesi, pandemi ile mücadelede gerekli araç-gereç ve donanımın sağlanması için seferber etmiştir. Küba’nın COVID-19’a karşı geliştirdiği aşılardan Abdala bu merkez tarafından geliştirilmiştir.

Küba’daki tüm bilimsel kurumların yürüttüğü çalışmalar rekabete değil, dayanışma ve işbirliğine odaklı olup hedefinde toplum sağlığının korunması ve geliştirilmesi bulunmaktadır. Üstelik tüm bu çalışmalar ablukanın getirdiği zorluklara rağmen, Küba hükümetinin ve halkının kararlılığı ve bilim insanlarının özverili çalışmaları sayesinde başarılmıştır.


4.0. Devrim Sonrası Küba’da Yoktan Var Edilen Las Terrazas

*Cihan Demirci Tansel, Şadan Tütüncü, Zuhal Okuyan

Havana’nın batısında, Rosario Sıradağları’nın kalbinde yer alan Las Terrazas 100.000 hektar alanı kapsamaktadır. Bunun 5.000 hektarı biyosfer rezerv alanıdır. Ekoloji odaklı bu kompleks sıradağların farklı ekosistemlerini incelemek ve izlemekten sorumlu olan “Sierra del Rosario Ekolojik Koruma Alanı Araştırma Merkezi”nin sorumluluğundadır. Nemli bir tropikal iklimin hâkim olduğu bölgede yapraklarını dökmeyen ağaçlar ve geniş bir fauna yaşamı sürdürülebilmektedir. 5.000 hektarlık doğal bir alanda başlayan proje bugün yedi milyon ağaca sahip 25.000 hektara ulaşmış bulunmakta. Serçeler, bülbüller ve Küba’nın ulusal sembollerinden tocororo kuşu ve dünyanın en küçük sinekkuşu zunzuncito da dâhil olmak üzere 126 kuş türüne ev sahipliği yapmaktadır ve bu kuşlardan 14 tanesi endemik türdür. Havana’nın 50 km batısında, UNESCO tarafından 1985 yılında Biyosfer Rezerv Alanı olarak onaylanan önemli bir turizm kompleksidir. Koruma altındaki bölgenin flora ve faunası oldukça etkileyici olup, 1200 nüfuslu bir topluluk ile 50 yılı aşkın bir süredir korunup geliştirilerek, sürdürülebilir bir kalkınma deneyimini sergilemektedir.  Oysa 1968 yılından önce burası yöre halkı için hiç de vaatkar olmayan çölleşmiş bir alanmış. Proje kapsamında, 1360 km uzunluğunda teraslar oluşturulup sedir, maun, avokado, mandalina gibi çeşitli ağaçlardan altı milyon adet dikiliyor. Aynı proje çerçevesinde, 170 km yol açılıp San Juan Gölü çevresine ev, okul, klinik gibi yapılar inşa ediliyor.  Bugün köyün ortak alanında yer alan kamusal binalar arasında sağlık ocağı, eczane ve okulların yanı sıra kreş, yaşlı bakım evi ve dans geceleri, konserler, filmler için ayrılmış büyük bir eğlence salonu var. Devrim öncesinde yoksulluk ve cehalet içinde, izole şekilde yaşayan yöre halkı bu sayede kamusal hizmetlere ve ekolojik olarak sürdürülebilir ekonomik faaliyetlere kavuşmuş.


Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022
Fotoğraf 8: Laz Terrazas’tan bir görüntü

İspanyol sömürgeciliği döneminde bölgenin ağaçları kesilerek İspanya’ya götürülmüş. 19. yüzyıl başında Haiti Devrimi’nden kaçan Fransız kahve plantasyonu sahipleri de kahve üretimine devam etmek için Küba’nın doğu ve batı uçlarındaki bölgeleri seçmişler. Bölgenin çölleşmesine neden olan kahve döneminin en büyük plantasyonu Buena Vista’nın ortasında yer alan bina bütünüyle muhafaza edilip restore edilebilmiş, şimdilerde bir restoran olarak hizmet veriyor.

Küba’nın İspanyollar tarafından keşfinden (1492) devrime kadar (1959) doğal zenginlikler sömürülmüş, tüketilmiş, Amerika Birleşik Devletleri de sömürgeye devam etmiş. Sömürgecilik döneminde çevreye yönelik saldırılar; geniş orman alanlarının tüketilmesi,  toprağın verimsizleşmesi, su kalitesinin bozulması, erozyon, bilinçsiz tarım, sığırlar için arazinin kontrolsüz kullanımı oldukça geniş ağaçsız alanlar yaratmış. Ayrıca bu bölgede yaşayan halkın içler acısı durumu, sağlık koşullarının yetersizliği, aşırı yoksulluk, ırk ve cinsiyet ayırımcılığı, sosyal adaletsizlik, cehalet ve genel olarak sömürü düzeni ile bağlantılı ciddi sorunlarla karşı karşıya kalınmış. 1959’da iktidara gelen devrimcilerin hümanist karakterlerinden dolayı en geniş anlamıyla halkın yaşam kalitesinin artırılması temel ilke edinilmiş. Bu bağlamda Las Terrazas projesinin hedefleri; (1) sürdürülebilirliği destekleyen eşitliğin garantisi olan temel sosyal hizmetlere toplu erişimi savunmak, (2) üretim süreçlerinde, alternatif enerji kaynaklarından ve sürdürülebilir tarım uygulamalarından daha fazla verim elde etmek, (3) çevre bilincini artırmaya yönelik daha iyi eğitim, (4) devrimsel sürecin toplumsal kazanımlarını gelecek 1000 yıl için koruyarak, (6) arazi bozulması, su kirliliği, kanalizasyonlar ve insan yerleşimlerinin çevreye etkisi, ormansızlaşma ve biyoçeşitliliğin kaybı gibi ülkedeki temel çevre sorunlarına çözüm bulmaktı.

Las Terrazas; ıssız bir dağ, ormanları ve sakinlerinin doğa ile uyumlu, sürdürülebilir bir yaşam tarzına kavuşmalarını sağlayan kapsamlı bir yeniden ağaçlandırma projesiydi. Sürdürülebilir kalkınmanın üçüncü bir yolunu yaratan girişimciler, ekolojistler ve bölge sakinleri ile çalıştaylar yaparak projeyi hayata geçirdiler. Bu deneyim, başlangıçta bölgenin ekonomisini canlandırmanın ve insanların yaşam standardını iyileştirmenin önemli bir yolu olarak yüksek doğal ve tarihi değerlere sahip güzel bir dağlık alanda turizmi geliştirmeyi amaçlıyordu. Las Terrazas topluluğu, kentsel işleyiş için temel olanakları belirleyerek ve temel unsur olan binaları peyzaj ile uyumlu hale getirerek mimari bir üsluba sahip minyatür bir şehir tasarlamış. San Juan Gölü kıyısındaki küçük bir vadide yer alan bu kasabanın en çarpıcı yanı mimarisidir. Las Terrezas ayrıca geri dönüştürülmüş kâğıt, ahşap ve seramik kullanan zanaat butiği, serigrafi mağazası ve bitkisel elyaf dokuma dükkânları ile de hizmet vermektedirç

Bu proje üç amaca hizmet etmek üzere, devrimden sonra tümüyle ağaçsız olan bu bölgede oluşturulmaya başlanmıştır.

Birinci amaç: Ülkenin ekonomik ve sosyal kalkınmasına çevresel boyutu da dâhil ederek, eğitim ve kültür düzeyinin yükseltilmesine önem verilerek nüfusun maddi ve sosyal ihtiyaçlarının bütüncül bir şekilde karşılanmasıyla yöre halkının yaşam standartlarını yükseltmek. Etraftaki yoksul halkın göç etmeden bulundukları ekosistemde kaliteli yaşam sürmesini sağlamak. Dağlık bölgelerde dağılmış olarak yerleşmiş olan ailelerin birleştirilmesi onlar için ortak bir alt yapının kurulması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin yerelde çözülmesi amaçlanmış. Temiz su, elektrik, kreş, ilkokul, lise ve öğretmen ihtiyacının karşılanması, aile hekimi, eczane, alışveriş merkezi ve sinema salonu gibi sosyal etkinlik alanlarının oluşturulması. Bu tamamen insan odaklı bir yaklaşım olup kimseyi eğitim ya da çalışmak için bulunduğu bölgeden ayırmamayı hedeflemektedir. Las Terrazas’da yaşayan 1.200 kişinin evleri devlete ait olup halka kullanım hakkı verilmiştir. Evin dış tadilatı devlete, iç tadilatı ise yaşayan aileye aittir. Elektrik ve su giderleri için halk minimum ödeme yapmaktadır. Nüfusun %80’i turizm ile geçinirken, %20’si ormancılıkla uğraşmaktadır. Halkın %92’si yerli, kasabada taşıt yok, yürüyerek veya bisikletle bir yerden bir yere gidiliyor. Kasaba dışına toplu taşıma araçları ile seyahat ediliyor. Halk sağlığı oldukça önemli, iki doktor çoğunlukla evleri ziyaret ederek sağlık sorunlarının çözümünü üstleniyor.

İkinci amaç: Adalet ve eşitlik çerçevesinde çevreyi korumak ve doğal kaynakların sürdürülebilir bir şekilde kullanımını garanti altına almak. Bunun için de ekonomik, mali, ticari, enerji, tarım ve sanayi politikalarını bütünleştirmek. Tabii bu çerçevede ormanlaştırma önem arz ediyor.

Üçüncü amaç: Biyoçeşitliliğin korunması, turizm odaklı olarak yerel halkın geçimini sağlamak.

Projenin temel ilkeleri sıralanacak olursa; (1) Hem gelişmiş hem de gelişmemiş alanlarda doğal kaynakları ve ekosistemi korumak, restore etmek ve sürdürmek. (2) Arazi kullanım planlamasının ilk adımı olarak doğal kaynakları değerlendirmek ve çevresel canlılık alanlarını belirlemek ve bunun için en iyi bilimsel yöntemi kullanmak. (3) Önemli ekolojik işleve sahip koruma alanları, kritik habitatlar ve bu alanları halihazırda korunan alanlarla birleştirecek koridorlar oluşturmak. (4) Su kaynaklarını, ovalardaki taşkını, sulak alanları ve diğer tampon bölgeleri koruyarak değerli olan yağmur suyunu yönetmek. (5) İyi bir bitki örtüsü oluşturarak, asfaltlanmış alanları azaltarak hava ve su kalitesini artırmak. (6)  Çevresel eğitim fırsatlarını artırarak açık alan ve doğal alanların yönetimini geliştirmek. (7) Biyoçeşitliliği korumak ve bölgedeki toplum ve doğa arasında sürdürülebilir bir ilişkiyi teşvik etmek için bölgedeki vatandaşları, kuruluşları ve ajansları işin içine katmak. (8) Bölge vatandaşları için yaşam kalitesini zenginleştirmek ve açık alanlara erişimi artırarak turizm ve doğal kaynaklara dayalı endüstriyi desteklemek. (9)  Yeşil alt yapılı arazi kullanılarak, ulaşım, su ve kanalizasyon planlaması yapılarak çevre kalitesini korumak.

Sonuç olarak, doğal alanlar ve yeniden ağaçlandırmalar ile, verimli besin döngüsü, toprak zenginleştirme ve taşkın kontrolü gibi çok çeşitli ekolojik olay gerçekleştirilmiş. Balıklar, doğal yaşam ve bitkiler için uygun habitatlar sağlanmış. Yangın, kuraklık ve sel gibi doğal afetler karşısında çevresel esneklik artırılmış. Yaban hayatı dostu, çevreye duyarlı düzenlemeler ve teşvik programları oluşturulmuş, farkındalık eğitim ve öğretimine önem verilmiş, yerel yönetim kaynakları, bölgesel ortaklıklar ve planlamalar, yasal çerçeveler oluşturulmuş.

Las Terrazas bilgi toplama ve izlemeye dayalı muazzam bir proje olarak sosyalist devrimin insanlığa armağanıdır.

Kaynak

J. D. Davey, After the revolution, sustainable development – Las Terrazas, Cuba, WIT Transactions on Ecology and the Environment, Vol 81, © 2005 WIT Press www.witpress.com, ISSN 1743-3541 (on-line)


4.3.1. Las Terrezas’ta Sağlık Hizmetleri

Çiğdem Çağlayan

Las Terrezas projesinin amaçlarından biri de bölge halkının eğitim, sağlık gibi kamusal hizmetlere ulaşımının sağlanması yoluyla sosyoekonomik açıdan gelişmenin sağlanmasıdır. Bu amaçla ülkenin genelinde olduğu gibi birinci basamak sağlık hizmetleri en ücra yerlere dahi ulaşacak biçimde örgütlenmiştir. Las Terrezas bölgesinde de birinci basamak sağlık hizmetlerinin sunumunda aile hekimliği merkezi rol oynamaktadır. Ziyaretimiz sırasında Laz Terrezas’ta Consultario adı verilen aile hekimliği biriminde iki doktor ve bir hemşire bulunmaktaydı.  Aile hekimi olarak çalışan hekimlerden biri 35 yıldır burada çalışırken diğer hekimin ise 3 yıldır çalıştığını öğrendik. Küba genelinde aile hekimleri sorumlu oldukları nüfusun yaşadığı mahallelerde yaşarlar ve böylece hizmet ettikleri toplumu tüm yönleriyle tanırlar ve o toplumun bir parçası haline gelirler. Bu durum aynı zamanda hizmetin sürekliliği ve hasta hekim arasındaki güven ilişkisinin kurulması açısından da önemlidir. Ziyaretimiz sırasında aile hekimlerinin öncelikli görevlerinin sağlığın korunması ve geliştirilmesi olduğu, sağlık sorunlarının tedavisinin yapıldığı ve gerektiğinde hastaların Policlinicos adı verilen uzmanlık birimlerine sevkinin sağlandığı belirtildi. Sağlığı geliştirici hizmetler arasında hijyen konuları (el yıkama eğitimi), fiziksel aktivite, obezitenin önlenmesi gibi konularda eğitimlerin verilmesi bulunmaktaydı. Koruyucu sağlık hizmetleri bebek ve gebelerin koruyucu sağlık muayenelerinin yapılması, aşılama, yaşlılara yönelik hizmetleri kapsıyordu. Aynı zamanda hemşireler ve hekimler evlere giderek halkın yaşam koşullarını yerinde incelemek, sağlık kurumuna gelemeyecek kişilere hizmet ve sağlık eğitimi vermek amacıyla ev ziyaretleri yaptıklarını belirttiler. Günümüzde “Tek Sağlık” yaklaşımı olarak nitelenen insan ve hayvan sağlığını birlikte ele alan yaklaşımın Küba’da nasıl vücut bulduğunu da yakından dinleme şansımız oldu. Bu kapsamda, Aile hekimi ev ziyaretleri sırasında hanede yaşayan evcil hayvanların da sağlığını gözlemleyerek, hayvanlara yönelik aşılarının yapılıp yapılmadığını, iyi beslenip beslenmedikleri ile de ilgilendiklerini belirtti. Koruyucu sağlık hizmetleri ve ev ziyaretlerinin yaptıkları çalışmaların önemli bir kısmını oluşturduğunu, önceliklerinin sağlığın korunması ve geliştirilmesi olduğunu belirtti. Las Terrezas’ta tüm çocukların COVID-19 aşısı dâhil aşılarının yapılmış olduğunu, COVID-19 nedeniyle ölümün olmadığı belirtildi. Bununla birlikte ablukanın etkileri sağlık hizmetlerinin sunumunda da olumsuzluklara neden olmuş, temel bir takım malzemelere ulaşmakta sıkıntılar yaşandığı belirtilmiştir.


Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022
Fotoğraf 8: Laz Terrazas’ta aile hekimi ile görüşme

Küba’da sağlık sadece hastalıkların tedavisine odaklanmamakta, sağlığın toplumsal belirleyicileri olan barınma, beslenme, sağlık hizmetlerine toplum katılımı gibi toplumsal boyutuyla ele alınmakta ve ülkenin sınırlı kaynaklarına rağmen sağlık hizmetlerine öncelik verilmektedir. Sağlık hizmetleri toplumun tümüne ücretsiz olarak ulaştırılmakta, sağlık için gerekli olan beslenme ve barınma gibi yaşamsal gereksinimler kamusal olarak karşılanmaktadır. Las Terrezas gibi kırsal bir bölgede de bu anlayışla sağlık hizmeti sunulduğunu ve sosyalist sistemin ayrılmaz bir parçası olarak ele alındığını gözlemledik.


5.0. KENT TARIMI BAHÇELERİ

Zuhal Okuyan, Şadan Tütüncü, Özgür Selvi

5.1. Küba'da bir tarım merkezini ziyaret: Vivero Alamar örneği

Küba’da 'organoponico' olarak adlandırılan kent bahçeleri gerek gübre gerekse pestisitler açısından herhangi bir kimyasal kullanmayan, kentlerin içinde ya da çevresinde tarımsal üretim yapan yerler. Ziyaret ettiğimiz ‘Organoponico Vivero Alamar’ üretim merkezi bir kooperatif, ülke dışında da ilgi odağı olmuş kent bahçelerinin ilk örneklerinden biri.  1997 yılında devletin başlattığı bu uygulama, daha önce 1990’ların başında Raul Castro'nun öncülüğünde daha küçük ölçeklerde ordu tarafından uygulanmış.

Özel dönemde ağır petrol ve enerji krizi yaşanınca tarım tüm ülkede durma noktasına gelmişti. Bu dönemden önce Küba'da tarım çok büyük ölçekli ve mekanize bir biçimde yapılıyor, üretimde kimyasal girdilere çok gereksinim duyuluyordu. Özel dönemde bütün bunlar durunca kent tarımı uygulamasına geçildi ve kentlerde ve çevrelerinde tarım yapmak için uygun alanlar seçildi.


Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022
Fotoğraf 9: Havana’da Vivero Kent Tarım Merkezi’ni ziyaret

Burası üretime küçük bir alanda başladı ve önceleri sadece beş kişi çalışıyordu. Başında bir tarım uzmanı olan merkezin kısa sürede elde ettiği başarı mahalleden daha fazla kişinin katılmasına neden oldu. Böylelikle giderek büyüyen bir kooperatifleşme süreci başladı. Çalışanlar çeşitli alanlarda eğitim almaya, konferanslara katılmaya başladılar. Dikilecek bitkiler tartışılarak giderek burada bir bilgi birikimi yaratılmaya başlandı. Bu öğrenme süreci ile birlikte zaman içinde ekilen biçilen alanlar büyüdü ve güzel ve şaşırtıcı sonuçlar alınmaya başladı ve daha fazla aile bu sürecin parçası oldu. Sonuçta Vivero Almera uluslararası alanda da ödüller kazandı. Kent bahçeleri konusunda kısa bir araştırma yapılsa buranın adının uluslararası tanınan bir yere dönüştüğü, başka ülkelere giderek danışmanlık hizmeti verdiği görülür. Burada sebze, meyve ve süs bitkileri üretimi ve hayvan yetiştiriciliği yapılıyor. Üretim için gereken gübre de burada üretiliyor.

Bu bölgede yaşayan ailelerin, iş yerlerinin, okul ve hastanelerin gıda ihtiyacının büyük bir bölümünü karşılayan 11 hektarlık (110 bin m2) bir alandan söz ediyoruz. Şu anda 150 civarında çalışanı var, çalışanlar bu bölgede yaşıyorlar.

Devletin uzman desteği sağladığı çiftliğe ayrıca uluslararası destek ve yardım da gelmiş. Başarının temel sebebi üretimin organik olması, herhangi bir kimyasal kullanılmaması. Dünyada kitlesel ölçekte organik tarım yapılması pek fazla rastlanılan bir durum değil. Burada yapılan organik tarım halkın temel ihtiyaçlarının giderilmesi, iyi ve temiz ürün elde edilmesi için yapılan bir üretim, yoksa iç piyasaya sertifikalı ürün vermek için değil!

Kimyasal maddelerin hiç kullanılmadığı çiftlikte değişik gübre kaynakları kullanılıyor. Bu süreçler şöyle özetlenebilir:

1.Kompost üretimi
2.Hayvansal gübre üretimi
3.Solucan gübresi üretimi (hayvansal gübre bu süreç için de gerekiyor)

Bol miktarda mineral içeren toprak oldukça zengin ve yağmur yağdığında yağmur sularının hızlı bir şekilde drene olmasını sağlayan bir yapıda. Yaz ve kış ürünleri ayrı ayrı belirleniyor, bunların ekim ve hasat zamanları farklı farklı. Böylelikle çok çeşitli ürün elde ediliyor.


Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022
Fotoğraf 10: Vivero Kent Tarım Merkezi’nde ekili bir alanda biyoçeşitlilik göze çarpıyor.

Tarım zararlılarını da dikkate almak gerekiyor, özellikle çok yağış alan dönemde böcek ve mantarlar artış gösteriyor. Bunlara karşı mücadele için birden fazla yöntem kullanılıyor.   Hiçbir şekilde kimyasal kullanılmayan üretimde tuzak ve biyolojik yöntemler kullanılıyor. Bunlar son derece sade ve basit yöntemler; tuzak olarak cazip renkli çiçekler ve yine renkli metal levhalar kullanılıyor, levhaların üstüne yağlı bir sıvı sürülerek böceklere çekici hale getiriliyor.  Biyolojik preparatlar ise değişik yönergeler doğrultusunda kimi toprak kimi bitki üzerinde uzmanlaşmış çok sayıda uzman kurumun rehberliğinde hazırlanıyor. Ortalama olarak bir ailenin 15-20 gün içinde burada üretilen ürünlerden 20-30 kg kadar gereksinimi var. Bazı ürünler, mesela patates ve mısır burada üretilemiyor. Nüfusun özelliklerine ve gereksinimlerine göre de üretim yapılabiliyor. Örneğin, pandemi sırasında gebe kadınlarda ve çocuklarda demir eksikliği olduğu belirtildiği için demirden zengin bitkilerin üretimi yapılmış.  

Tohumlara gelince, içeriği %50 solucan gübresi, %25 kompost ve % 25 de biyokömür olan özel bir karışımın içine ekiliyor. Kendi ürünlerinden elde edilen bir tohum bankası var, ama tohumların önemli bir bölümü ilgili enstitülerden geliyor.

Kuvvetli fırtınaların etkisini kesmek için çoğu meyve ağacı olmak üzere birçok ağaç dikilmiş. Bitkiler mikro klimaya göre seçiliyor. Farklı mikro klimalarda aynı bitkinin farklı türleri daha dayanıklı olarak yetişebiliyor buraya da buraya uygun bitkiler ekilmiş. Hassas bitkiler ise örtü altında ya da özel yataklarda yetiştiriliyor. Burada yapılan tarımın en önemli özelliklerinden biri kullanılan yükseltilmiş yataklar, bu yatakların yapımı için belli standartlar var. Buna göre ekim yapılıyor.

Zararlılarla mücadele çok basit bir biyoçeşitlilik ilkesi ile veriliyor. Bazı bitkiler koku ve renkleri ile çeşitli zararları uzak tutuyorlar. Biyoçeşitlilik ilkesi aslına bakarsanız her türlü sorunun çözümü. Biyolojik mücadelede kullanılan bitkilerin arasında mısır ve ayçiçeği de var, böcekler belli renklere geliyor. Sarı ve mavi renkler en çekici olanlar. Örneğin mavi tabelalar tuzak olarak kullanılıyor, üstleri bir çeşit yağ ile kaplanarak böceklerin yapışması sağlanıyor.

Tonlarca hayvan gübresi bir süre güneş altında bekletildikten sonra sönerek, asit oranı düşürüldükten sonra kullanılıyor. Kırmızı solucanlar bu gübre ile besleniyorlar. Farkı tabakalardan oluşan solucan gübresi 75 günün sonucunda olgun hale geliyor. Zamanı geldiğinde üstteki tabaka kaldırılarak gübrenin hazır hale gelip gelmediğine solucan sayımı yapılarak ve gübrenin ısısı ölçülerek karar veriliyor. Fermentasyon sürecinin tamamlanıp tamamlanmadığına bakılıyor.

Biyokömür üretimine gelince, bir metre derinliğinde iki metre çapında iki çukur yan yana açılıyor. Yollar içine yerleştiriliyor ve bunlar yakılıyor ateşin sönmesine hiç izin verilmiyor.  Bütün madde yandıktan sonra üzerine su atılıyor su atılması ile beraber tahtaların üzerinde gözenekler oluşuyor. Bu maddenin toprağı besleme amacı yok. İşlevi, bitkinin cinsine göre bitki ile minerallerin etkileşimini ve toprağın nemini düzenlemek ve böylelikle toprağın istenen yapısının korunmasını sağlamak.

Tıbbi aromatik bitkiler bölümündeki bitkiler ise tıpta, kozmetik sanayinde ve parfüm yapımında kullanılıyor. Ayrıca bitki zararlılarına karşı yetiştirilen bitkiler de var.

5.2. Günümüz Küba tarımından bir kesit

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra Küba'nın içine düştüğü politik ve ekonomik izolasyon ve ABD'nin uyguladığı abluka nedeniyle yöneticiler Küba halkının aç kalmaması için yeni bir dönem başlatmak zorunda kaldılar. Başta mazot ve makine yedek parçaları olmak üzere kısıtlılıklar ve yoksunluklar yeni bir tarım modeli geliştirilmesine neden oldu. Ayrıca en çok üretilen ürünlerden biri olan şeker kamışının artık eski Sosyalist ülkeler tarafından alınmaması ve karşılığında besin maddesi gelmemesi 1990'lı yıllarda büyük bir sorun oluşturdu. Küba halkı tüm adil ve merkezi gıda dağıtımına rağmen açlıkla karşı karşıya kaldı. Ancak bu yoksunluk yaratıcılığı beraberinde getirdi. Petrol sıkıntısı sadece traktör gibi mekanize tarım araçlarının kullanımını etkilemedi, aynı zamanda ürünlerin nakliyesi de bir problem oluşturmaya başlamıştı. Bütün bu sıkıntılar Kent Bahçeleri modelini doğurdu.  Böylelikle nakliye masrafı da azalacaktı. Tüm nüfusun %20'sini oluşturan başkent Havana başta olmak üzere büyük kentlerin içinde ve yakınlarında uygun yerlere bu bahçelerden kuruldu. Kent Bahçesi deyince değişik büyüklüklerde, tarım yapılan yerleri anlıyoruz. 1998'e gelindiğinde Havana ve civarında 30.000 kişinin çalıştığı 8 binden fazla irili ufaklı Kent Bahçesi kurulmuştu. Büyüklükleri farklılık gösteren bu bahçelerin 5 ayrı tipi oluştu:

  1. Halkın küçük alanlarda özel olarak ekip biçtiği bahçeler (huertos populares)
  2. Kamu kuruluşlarının ya da bireylerin yükseltilmiş yatak ve doğal gübre ile üretim yaptıkları yerler (huertos intensivos)
  3. İş yerleri ve fabrikaların yemekhaneleri için üretim yapan bahçeler (auto consumos)
  4. Çiftçilerin kentlerin çevrelerinde işlettiği bahçeler (campesinos particulares)
  5. Devlet tarafından işletilen, bir şekilde otonomisi de olan, elde edilen kârın kısmen çalışanlara da paylaştırıldığı büyük çiftlikler (empresos estatales)

Küba’da Bilim: Ziyaret Notları 2022
Fotoğraf 11: 2013’de Zuhal Okuyan tarafından belgelenmiş bir kent tarım merkezi ekili alanı.

Ekonomik kısıtlılıklar tarımın yapılma yöntemlerini de etkiledi, örneğin traktör yerine hayvan gücü kullanılması,  pestisitler yerine doğal mücadelenin yer alması devlet tarafından motive edildi. Ekoloji alanında çalışan bilim insanları biyolojik savaş yöntemlerini geliştirdiler, kimyasal gübre yerine doğal gübreler kullanılmaya başlandı. Şu anda ülkenin her yerinde solucan gübresi elde edilen çiftlikler var.  Küba, devlet eliyle ekolojik tarım uygulaması yapan dünyanın tek ülkesi. Bunu organik sertifika almak için değil, önceleri mecbur kaldığı, sonradan da halka zehirsiz ürünler sunmak, biyoçeşitliliği korumak ve doğaya zarar vermemek için devlet politikası haline getirdi. Ekolojik tarıma geçiş süreci çok sayıda devlet kuruluşunun ve bilimsel enstitünün işbirliği ile gerçekleşti, ülke çapında yaygın örgütlenmeler olan Devrimi Savunma Komiteleri ve Küba Kadın Konfederasyonu gibi örgütlerden de katkı alındı.

Ekolojik tarım daha fazla insan gücüne gereksinim duyduğu için işgücü istihdamı da bu tür tarıma göre olmaktadır. Yüksek eğitimli oranı çok yüksek olan Küba'da tarımın tekrar çekici bir iş haline gelmesi devlet tarafından özendirilmektedir. Gerçekten de ekolojik tarım insanlar için önemli bir gelir kaynağı olmaya başlamıştır. Ayrıca tarımın bu şekilde örgütlenmesi gıda egemenliğini sağlamak için de önemlidir. Gıda egemenliği ve gıda güvenliği Küba’da önem verilen bir konudur; bu konuda gerekli mevzuat geliştirilmekte, yeni bir kanun teklifi hazırlanmaktadır.

Ekolojik tarım mikro iklimin iyileşmesine, ürünlerin geri dönüşümüne, su ve biyolojik çeşitlilik yönetimine, kentsel atıkların en aza indirilmesine, daha az ulaşım masrafına ve enerji kullanımının azalmasına katkıda bulunduğundan gerçek anlamda sürdürülebilir bir çevre stratejisi oluşturur. Verimsiz, atıl veya yeterince kullanılmayan alanlardan yararlanılarak gıda üretim birimleri oluşturulmaktadır. Küresel ısınma, Küba’da yüksek yoğunluklu meteorolojik olayların görülme sıklığını arttırmıştır. Bu tarımsal üretkenlik için ciddi sonuçlar doğuran bir durumdur, kentsel tarımda yöntemsel olarak tarımsal ürün çeşitliliğini artırmak etkili çözüm yollarından biridir. Bitki ve hayvan üretiminin entegre yapılıyor olması, çeşitli bitkilerin bir arada yetişmesi, gübrenin de aynı yerde üretiliyor olması ve kimyasal kullanılmaması sürdürülebilir çevre yönetimine katkı sağladığı gibi biyoçeşitliliğin korunması için de önemlidir. Bu tarım yöntemine geçiş ile daha önce unutulan veya yok olmaya başlamış türler korundu. Biyoçeşitlilik, ekolojik tarımın temel ilkesi olduğu için bu bahçelerde uygun prensipler çerçevesinde üretim yapılmaktadır.

Ekolojik tarımın uygulanması ile birlikte yeni sulama sistemlerinin geliştirilmesi gerekti ve özel planlar oluşturuldu. Daha az su tüketen ancak aynı zamanda bitkinin ihtiyacına göre tam zamanında uygulanan damlama ve yağmurlama sulama sistemleri ile tasarruflu sulamaya geçildi.

Küba tarımının en önemli özellikleri

Gıda egemenliği ve gıda güvenliği ulusal bir sorun olarak ele alınır.  

  1. Kurumlar arası işbirliğine dayanır.
  2. Bilimsel temeller üzerinde merkezi planlama ile gelişir.
  3. Kimyasal girdiler minimuma indirilmeye çalışılır.
  4. Biyoçeşitliliğe çok önem verilir.
  5. Halkın temiz ve besleyici gıdaya erişmesi sağlanır.
  6. Su kullanımını azaltan yöntemler uygulanır.
  7. Tek tip değil, çoklu ürün yetiştirilir.

Kaynaklar

]]>
<![CDATA[Madde Diyalektik ve Toplum Cilt 5 | Sayı 2]]>http://bilimveaydinlanma.org/madde-diyalektik-ve-toplum-cilt-5-sayi-2/62b45985f0424b426f6a697eThu, 23 Jun 2022 22:51:00 GMTMadde, Diyalektik ve Toplum
Bilim ve Aydınlanma Akademisi
Haziran 2022 | Cilt5 | Sayı2
Madde Diyalektik ve Toplum Cilt 5 | Sayı 2









SUNUŞ

|

Sunuş: Yayın Tekelleri ve Sermayenin Boyunduruğunda Bir Bilime Hayır!

DOSYA

|

Bilim Emekçilerinin Sömürüsünde Bilimsel Yayınlar

|

Bilim Emekçilerinin Sömürülmesinde Parayla Yayınlar
Bilim ve Aydınlanma Akademisi Yürütme Kurulu

|

For-Profit Publishing in the Exploitation of Scientific Workers
Executive Committee of the Academy of Science and Enlightenment

|

Kapitalizmde Bilgiye Erişim: Aaron Swartz Olayı
Muzaffer Gül

|

Bilimsel Tıbbi Dergilerin İpleri Sermayenin Elinde
Necati Çıtak

DOSYA

|

Bilim Tarihinde Patent

|

İlaç ve Aşılarda Patent Koruması
Özce Esma Pala

|

Yaşasın Tam Bağımsız Langerhans Adacıkları!
Fırat Akat

|

HPV Aşısı: Kanserden Korunmak İçin Mücadele Etmek
Mert Güngör

DOSYA

|

Büyük Veri Analizi Nasıl Kullanılıyor?

|

İnternetin Beş Büyük Şirketi: MAMAA
Onur Güngör

|

Yapay Zekâ, Büyük Veri ve Otomasyon: Mevcut Durum, Beklentiler ve Olanaklar
Seçkin Sunal

|

Bilgisayar Çağı’nın Yeni Sömürü Modeli: Kitle Kaynaklı Çalışma-“Amazon Mechanical Turk” örneği
Kolektif Yaşamı Kurgulama BA, Bilişim Teknolojileri Komisyonu

DOSYA

|

Sovyetler Birliği’nde Bilim ve Kültür

|

Sovyet Bilim İnsanlarının Anadolu’da Yaptığı Bir Tarım Araştırması ve ‘Türkiye’nin Tarımı Kitabı’
Zuhal Okuyan

|

Anatoliy Alekseyeviç Zvorıkin’in Sovyet Sosyalist Kültürüne Bakışı
Umut Bekcan

SÖYLEŞİ

|

Antropolojiyi bir aydınlanma çalışması haline getirmek: Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal

INTERVIEW

|

Making Anthropology an Action of Enlightenment: Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal

KİTAP TANITIMI

|

Yıldız Tozundan Dinozorlara, Dinozorlardan İnsana, İnsandan Yeniden Yıldızlara
Zelal Özgür Durmuş
]]>
<![CDATA[Sunuş: Yayın Tekelleri ve Sermayenin Boyunduruğunda Bir Bilime Hayır!]]>Madde, Diyalektik ve Toplum’un beşinci cilt ikinci sayısı bütün öneki sayılardan farklı bir özelliği ile hatırlanacak. Madde, Diyalektik ve Toplum bugüne kadar hep bilimde yuvalanmış felsefi idealizme ve metafiziğe karşı bir aydınlanma mücadelesi verdi. Ancak ilk kez bu sayıda Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin somut bir konuda başlattığı mücadeleyi

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/sunus-yayin-tekelleri-ve-sermayenin-boyundurugunda-bir-bilime-hayir/62b45ba8f0424b426f6a6990Thu, 23 Jun 2022 22:50:00 GMTMadde, Diyalektik ve Toplum’un beşinci cilt ikinci sayısı bütün öneki sayılardan farklı bir özelliği ile hatırlanacak. Madde, Diyalektik ve Toplum bugüne kadar hep bilimde yuvalanmış felsefi idealizme ve metafiziğe karşı bir aydınlanma mücadelesi verdi. Ancak ilk kez bu sayıda Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin somut bir konuda başlattığı mücadeleyi derginin sayfalarına taşıyor.

Bilim emekçilerinin sömürüsünde bilimsel yayınlar dosyasında bilimsel makalelerin basılması için yayın tekelleri tarafından para talep edilmesine karşı imzaya açılan bir bildiri sunuyoruz. Söz konusu bildiriyi açıklayan Bilim emekçilerinin sömürülmesinde parayla yayınlar başlıklı görüş yazısı Bilim ve Aydınlanma Akademisi Yürütme Kurulutarafından kaleme alındı. Dosyada ayrıca bilimsel yayın tekellerinin eleştirisini içeren iki makale yer alıyor. Bunların ilki Muzaffer Gül’ün yazarı olduğu Kapitalizmde bilgiye erişim:Aaron Swartz olayı. Makale yayın tekellerine karşı mücadele ederken köşeye sıkıştırılan Aaron Swartz olayını anlatıyor.    Necati Çıtak ise Bilimsel dergilerin ipleri sermayenin elindebaşlıklı hacimli yazısında bilimsel yayınların nasıl kapitalist şirketler tarafından yönlendirildiğini belgeliyor.

Bu sayıda aslında ilk dosyanın devamı sayılacak ve birbirlerini bütünleyen bir diğer dosyaya yer veriyoruz: Bilim tarihinde  patent. Kapitalizmin bilimi nasıl suiistimal etiği bu dosya ile boyutlanıyor.

İlaç ve Aşılarda Patent Koruması başlıklı makale Özce Esma Pala tarafından kaleme alındı. Fırat Akat ise Yaşasın Tam Bağımsız Langerhans Adacıkları! makalesi ile insülinin keşfi ve üretilmesi sürecinde ilaç ve teknoloji tekellerinin olumsuz rolünü irdeliyor. HPV Aşısı: Kanserden Korunmak İçin Mücadele Etmek başlıklı makalesinde Mert Güngör toplum sağlığında günümüzde güncel ve yakıcı bir başlık olan HPV aşısının neden yaygınlaştırılamadığını inceliyor.

Üçüncü dosya ile kapitalizmin bilgiyi nasıl sermaye sınıfı lehine ama emekçi sınıfların aleyhine kullandığına ilişkin bir diğer boyutu ele alıyoruz. Büyük veri analizi nasıl kullanılıyor? başlıklı dosya bugün bilgisayar ve internet teknolojileri sayesinde tekellerin bütün toplumu nasıl gözledikleri ve yönlendirildiklerini inceliyor. Onur Güngör İnternetin beş büyük şirketi: MAMAA başlıklı makalesinde başlıca internet teknolojisi sunan şirketlerin çalışma tarzlarını ele alıyor. Yapay Zekâ, Büyük Veri ve Otomasyon: Mevcut Durum, Beklentiler ve Olanaklar başlıklı makalede ise Seçkin Sunal yapay zekâ uygulamalarının nasıl bir emek düşmanlığı ve yabancılaşma yarattığını inceliyor. Bu dosyanın son makalesi ise Bilim ve Aydınlanma Akademisi Kolektif Yaşamı Kurgulama Bilim Alanı - Bilişim Teknolojileri Komisyonu tarafından kaleme alındı. Bilgisayar Çağı’nın Yeni Sömürü Modeli: Kitle Kaynaklı Çalışma - “Amazon Mechanical Turk” örneği başlıklı makale bilgisayar teknolojilerinin emek sömürüsünde nasıl kullanıldığını bir örnek üzerinden anlatıyor.    

Son dosyamız ise Madde, Diyalektik ve Toplum’un özellikle sorumluluk duyarak anlamaya ve belgelemeye çalıştığı reel sosyalizmde bilim ile ilgili. Sovyetler Birliği’nde bilim ve kültür başlığındaki dosyada iki makale yer alıyor.

Bu makalelerden Zuhal Okuyan tarafından yazılan ilki Sovyet bilim insanlarının Anadolu’da yaptığı bir tarım araştırması ve ‘Türkiye’nin tarımı kitabı’ başlığını taşıyor. Zuhal Okuyan bu makalede Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türkiye’ye gelerek kültür bitkilerinin bir envanterini çıkartan ve 1933’te kitap olarak yayınlayan Sovyet bilim insanlarının izini sürüyor. Umut Bekcan ise tüm yaşamını Sovyetler Birliği’nde yeni kültürün inşasına adayan Anatoliy Alekseyeviç Zvorıkin’in görüşlerini belgeliyor: Anatoliy Alekseyeviç Zvorıkin’in Sovyet Sosyalist Kültürüne Bakışı.

Bu sayının söyleşisi Hacettepe Üniversitesi Antropoloji bölüm başkanı olan Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal ile Erhan Nalçacı ve Mevsim Demir tarafından yapıldı. Antropolojiyi bir aydınlanma çalışması haline getirmek: Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal başlıklı söyleşide Erdal hocanın yaşamına ışık tutulurken antropoloji biliminin günümüzdeki açılımları ve aydınlanma mücadelesi arasındaki ilişkiler ele alınıyor. Söyleşi Ekin Sağlıcan tarafından İngilizceye çevrilerek uluslararası okuyucuların ilgisine sunuldu.

Bu sayının kitap tanıtımında ise Zelal Özgür Durmuş Yıldız tozundan dinozorlara, dinozorlardan insana, insandan yeniden yıldızlara başlığında Hoimar von Ditfurth’un doğa tarihine ilişkin üçlemesini tanıtıyor.

Her zamanki gibi okurlarımızdan bu sayının aydınlanma mücadelesinde daha etkili kullanılması ve parayla yayınlara karşı açılan mücadelenin yaygınlaşması için desteklerini istiyoruz.

Madde Diyalektik ve Toplum Yayın Kurulu

]]>
<![CDATA[Bilim Emekçilerinin Sömürülmesinde Parayla Yayınlar]]> Bilim ve Aydınlanma Akademisi Yürütme Kurulu

1.Bilim emekçileri nasıl sömürülüyor?

Laboratuvarından çıkmayan ve pek ortalıkta gözükmeyen bilim emekçilerinin kapitalist bir sömürüye maruz kaldıklarını düşünmek, böyle bir süreci kafada canlandırmak kolay değildir. Bu görüş yazısında bilim emekçilerinin uğradığı sömürü mekanizmasını genelleyeceğiz ve içine “Parayla bilimsel yayın yapma” maddesini yerleştireceğiz.

Aşina

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/bilim-emekcilerinin-somurulmesinde-parayla-yayinlar/62b45d8ef0424b426f6a699aThu, 23 Jun 2022 22:49:00 GMT Bilim ve Aydınlanma Akademisi Yürütme Kurulu

1.Bilim emekçileri nasıl sömürülüyor?

Laboratuvarından çıkmayan ve pek ortalıkta gözükmeyen bilim emekçilerinin kapitalist bir sömürüye maruz kaldıklarını düşünmek, böyle bir süreci kafada canlandırmak kolay değildir. Bu görüş yazısında bilim emekçilerinin uğradığı sömürü mekanizmasını genelleyeceğiz ve içine “Parayla bilimsel yayın yapma” maddesini yerleştireceğiz.

Aşina olmayan okur için önce sömürüden ne anladığımızı tanımlamalıyız. Kapitalist sömürü ücret karşılığı çalıştırılan işçinin çalıştırıldığı zaman diliminde karşılığı ödenmemiş bir değer üretmesi ve bu artı değere patron tarafından el konması anlamına gelmektedir. Bu değer piyasada tüketilmesi için sunulmuş metaların (somun ekmekten cep telefonuna kadar çevremizi kuşatmış bütün mallar) içinde cisimleşmiş olarak bulunur.

Konunun anlaşılması için hizmet üretiminde eğer hizmetler (sağlık, eğitim vb.) piyasaya sunulmuşsa bu sektörlerde çalışan işçilerin de artı değer sömürüsüne tabi olacağını kabul ederiz.

Çerçeveyi tamamlamak için bir de kolektif işçilikten bahsetmemiz gerekir. Günümüzde hemen hemen hiçbir meta başından sonuna bir işçi tarafından üretilmemekte, değer zincirlerinde tüketime sunulacak hale gelene kadar birçok süreçten geçmektedir. Eğer sürecin geneline artı değer sömürüsü hâkimse o zaman kolektif emekçilerin tümü de şu veya bu şekilde sömürülmektedir.

Çok kısaca yapılan bu soyutlamalardan sonra kapitalist üretim ilişkileri içinde bilim emekçilerinin nasıl sömürüldüğünü alt başlıklar halinde somutlayabiliriz (Daha fazla bilgi için  bkz: Arslan ve Olpak, 2020)

a)    Hizmet üretiminde artı değer sömürüsü

Bilim emekçileri çoğu kez salt bilimle değil, eğitim başlıcası olmak üzere hizmet üretiminde de çalıştırılırlar. Ayrıca sağlık sektöründeki üretimler bu tip ilişkiye örnek olarak verilebilir. Eğer çalıştıkları üniversite özel sektöre aitse veya eğitim, sağlık gibi süreçler fiyatlandırılıyorsa ücretle çalışan bilim emekçilerinin sömürüsü kaçınılmaz olur.

b)    Kolektif emekçi olarak

Eğer bilim emekçileri öğretim üyesi olarak meslek insanı yetiştiriyor ve yetiştirdikleri kadrolar aldıkları eğitimi içselleştirilerek sömürüldükleri piyasa koşullarında çalışıyorlarsa ürettikleri her değerde öğretim üye ve görevlilerinin birikmiş emeği bulunur.

Ayrıca sistem sömürüye dayanıyorsa, sermaye her durumda sömürü oranını yükseltmek isteyecektir. Bilim emekçileri kamuda bile çalışsalar emek rejiminin bu özelliğinden etkilenirler. Ücretleri düşük tutulur, sosyal ücretleri (servis, lojman, kreş, dinlenme tesisi vb.) ellerinden alınır, iş güvencesinden yoksun niteliksiz işlere (proje bursu ile çalışma, yarım zamanlı çalışma vb.) mahkûm edilir veya sanayi ve hizmet sektöründe yaygın olarak kullanılan terletme sisteminin [1] bir türü olan performansa dayalı ücretlendirme dayatılır.

c)     Bilimde emeğin sömürüsü

Ancak hala ulvi bir uğraş olarak görülen bilimsel faaliyetin nasıl sömürü konusu olduğunu anlamış değiliz.

Bunun için daha önce Madde, Diyalektik ve Toplum’da tanımlanan bir mekanizmaya göz atmamız gerekir (Nalçacı, 2020). Bilim emekçileri uzun süredir kadro bulabilmek ve yükselebilmek için uluslararası yayın yapmaya sıkı bir şekilde yönlendirilmişlerdir. Yükseltme kriterleri içinde nasıl ders anlattıkları, topluma yararlı olup olmadıkları, hangi eserleri verdikleri önemsiz hale gelmiş, bilimsel yayınları kapsayan dosyanın dolması yaşamsal bir seviyeye yükselmiştir. Çoğu bilim emekçisi emeğine yabancılaşarak bu kriterlere ulaşmak için gece gündüz çalışmaktadır.

Bu süreçte araştırmalar yine bu alandaki şirketler tarafından indekslenmiş uluslararası hakemli dergilere gönderilir, etki düzeyi en yüksek dergilerde yayınlatılmaya çalışılır. Bilim emekçilerinin ürünü olan “bilgi” böylece uluslararası ortama mal olmuş olur.

Ancak bu bilgi nasıl kullanılacaktır? Söz konusu uluslararası yayın havuzuna akan bilgiler bunları teknoloji ürünlerine çeviren tekellerin AR-GE birimleri tarafından alınır ve kullanılır. Milyonlarca bilim emekçisinin dünyada benzer şekilde davrandığı düşünülürse bu bilgi yığını AR-GE’ler tarafından süzülür ve patentle korunmuş bir inovasyonda kullanılır.

Araştırmacıların bu katma değer üreten süreçten çoğu kez haberleri olmaz ve aşılarda olduğu gibi şirketler tekel kârları elde ederken onlara dosyaya bir yayın daha eklemenin sevinci düşmektedir.

AR-GE’deki bilim emekçileri de sömürülmektedir ama onlar hiç olmazsa emeklerinin hangi ürüne dönüştüğünü görebilirler. Milyonlarca bilim emekçisi ise bunun farkında bile olmaz, emekleri insanlığın mutluluğu ve refahına katkı yapmaktan uzaklaşmıştır, katkı yaptıkları ürünün ne olduğunu bile bilmeden aynı döngü içinde devineceklerdir.

2.Parayla bilimsel yayın bu sömürü sürecinde nereye denk geliyor?

Yukarıda milyonlarca bilim emekçisini kendi kölesi haline getiren tekellerin uluslararası yayın mekanizmasını nasıl kullandığına değinmiş olduk. Ancak bu kritik aracı kurum da tekelleşerek süreçten kendi payını talep etmektedir. Bilimsel yayın tekelleri çok sayıda değişik konu ve seviyelerdeki yayınları ile alanı kaplarlar.

Yakın zamana kadar bu yayın tekelleri dergilerini üniversite kütüphanelerine satarak gelir elde ediyorlardı. Üniversiteler ise mali güçlerine göre bu yayınların ancak bir kısmına abone olabiliyor ve üniversite mensuplarına sunabiliyordu. Bu koşullarda birçok bilim emekçisi için bazı yayınlar erişilmez olarak kalıyordu. Oysa bir araştırmanın makale olarak yazılabilmesi için o konuda çıkmış bütün önceki araştırmaların okunması gerekir.

Burada devreye en tanınmışı Aleksandra Elbakyan olan (Altınışık, Öztarhan, Güneş, 2021) “yayın korsanları” girdi. Kapitalist sistem tarafından telif hakları ile korunan yayın tekellerinin dergilerindeki makalelere özel yazılımlarla ulaşıp bilim emekçilerine parasız olarak ulaştırıldı.

Sisteme göre bu eylem hırsızlıktı ve yargı süreçleri ile karşılaştı, bize göre ise olması gerektiği gibiydi, yani bütün yayınlar, bilim emekçilerine parasız olarak sunulmalıydı. Zaten bu bilgi toplumsal olarak kendileri tarafından üretilmişti.

Bunun üzerine yayın tekelleri şeytani bir yola başvurdular: “Madem teknoloji tekellerinin kölesi olan bu işçilerin akademik kariyeri tamamen uluslararası yayınlara indirgendi, o zaman bilimsel bir dergide yayınlanan makalelerinin de parasını ödesinler.”

Yayın tekellerinin büyük çoğunluğu matbaa ve kâğıt parasından kurtularak açık erişime (open access) geçtiler, yani ücretsiz olarak dijital ortamda yayımlanan dergilerini topluma açtılar, ancak makale başına yazarlardan yüklüce bir para talep etmeye başladılar.

Böylece zaten bu süreçte terletme sistemine tabi tutulan ve en nihayet teknoloji şirketleri tarafından sömürülen bilim emekçileri bir de kendi ücretlerinin bir kısmı ile (tabii ücretleri varsa)  makalelerini yayınlatma parası ödemeye başladılar.

Yayın tekelleri; bazen editör sürecin başlaması için, bazen hakem sürecinden geçtikten sonra yayınlanması için, bazen daha erken yayınlanması için, bazen mutlaka o yayınevinin İngilizce düzeltmesinden geçmesi için para talep ettiler.

Bazı durumlarda araştırmacılar yayınlatmak istedikleri makaleleri için dergi tarafından istenen parayı projelerinin gider kalemlerine yazarak karşılamaya çalışıyorlar.  Ama bu da kabul edilebilir bir şey değil. Sonuçta proje paraları çoğunlukla o ulustaki emekçi halkın verdiği vergilerden sağlanıyor. Bir ulusun emekçi halkını patentle korunmuş ürünlerinin pazarı olarak gören tekellere bilgi yetiştirmek için bir de bu işe devlet bütçesinden kaynak aktarılması kadar saçma bir şey olamaz.

3.Paralı bilimsel yayınlara karşı ne yapmalı?

Öncelikle şunu belirtmek gerekiyor, bütün bilimsel yayınlar parasız ve açık erişimli olsalar bile teknoloji üreten tekellerin varlığı korunduğu sürece bilim emekçilerinin sömürüsü ve yaşam koşullarının her geçen gün kötüleşmesi sonlanmayacak.

Ayrıca ister silah, ister ilaç ve aşı, ister telekomünikasyon alanlarındaki dev şirketlere karşı yayın tekellerinin ve dergi editörlerinin tarafsız ve nesnel davrandığını düşünmek saflık olur.

Buna karşılık parayla yayının çürütücü ve akıl dışı varlığına karşı mücadele edilmesi gerekiyor. Bu mücadelenin hem ulusal hem uluslararası ayağı olmalı, çünkü yaşanan sömürü sınır ötesi bir süreç.

İşin asıl noktasının bilimsel yayınların sermayeyle bağı olduğu hemen fark edilecektir. Yayınların kâr amaçlı bir döngüden çıkarılması ve kamulaştırılmaları gerekiyor.

Bu ise kolay olmayan bir tartışmanın kapısını açacaktır. Devlet eliyle yapılan yayınlar tarafsız olacak mıdır? Ulusal devletlere bırakılan yayınlar bilim üretiminin ulus ötesi niteliği ile nasıl bağdaşacaktır?

Bütün bunlar yararlı bir zihin egzersizi sağlıyor.

Bugün laboratuvarına kapanmış bir bilim emekçisinin işçi sınıfının iktidarında kamusal mülkiyeti sağlamış çok sayıda ulus devletinin bir araya gelerek bir dünya devleti oluşturma olasılığını hayal etmesi pek kolay değildir. Tarihin sıçramalı ve hızlı değişimlerle giden özelliğini bilenler için bu anlaşılır olabilir ama bu yöntemi edinme fırsatı bulunmayan çoğunluk etraflarına baktıklarında olumlu hiçbir iz bulamayacaklardır. Koyu bir karanlık, emperyalist rekabet, savaşa varan militarizasyon ile sarılmış durumda etrafımız.

O zaman somut olana dayanan şöyle bir egzersiz yapalım:

Bugün dünyada bulunan 193 ulusu temsil eden Birleşmiş Milletler (BM)’e kurumsal olarak bakalım. Evet, BM de emperyalist düzenin güçlü devletlerinin hegemonyasındadır çoğu kez. Yine de birleşmiş bir dünya devletini en çok somutlayan örnek olarak karşımızda durmaktadır.

Diyelim ki, bütün bilim alanlarında BM altında açık erişimli dergiler olsa ve bütün emekçi halk bu yayınlara parasız olarak erişme hakkına sahip olsa…

Bu tartışmanın zorluklarının farkındayız, ama tartışmalıyız.

BAA bu konuda bir tartışma platformu yaratmak için bir süreç başlatıyor.

Başlangıç olarak şu aşağıdaki taslağı ulusal ve uluslararası düzeylerde tartışmaya açacağız:

Parayla bilimsel yayına son

Biz aşağıda imzası bulunan bilim akademileri, bilimde uzmanlık dernekleri, bilim emekçilerini örgütleyen sendikalar, meslek odaları, siyasi parti ve çevreler, popüler bilim dergileri ve kişiler;

Bilim emekçilerinin yoğun uğraşlar sonucu elde ettikleri araştırma sonuçlarının yayınlanması için bedel talep edilmesini protesto ediyoruz. Özellikle nitelikli bir kadro arayışı içinde olan genç bilim emekçilerinin etki faktörü satan bilimsel dergi tekelleri tarafından köşeye sıkıştırılmasını kabul edilemez buluyoruz.

Bilim bütün insanlığın yararı için kâr peşinde koşan kurumlar olmadan yapılmalı ve sonuçları toplumla paylaşılmalıdır.

Bugünden itibaren;

1-Bilimsel hakemli dergilerin kamusal kaynaklarla dünya çapında parasız olarak yönetilmesi, editörlük süreçlerinin tekellerden bağımsızlığının garanti edilmesi için uluslararası düzeyde bir tartışma ve eylem platformu oluşturacağız.

2-Üyelerimizi bilimsel makalelerin yayınlanması için para talep eden dergilerde editör veya hakem olarak görev yapmamaya çağıracağız.

3-Yine üyelerimizi/üye olduğumuz kurumları yayın için para talep etmeyen bilimsel dergilere yönlenmeleri için teşvik edeceğiz.

Kaynaklar

Altınışık, N. E., Öztarhan, A. ve Güneş, E. (2021). Bilim dünyasında bir modern Robin Hood: Alexandra Elbakyan. Madde, Diyalektik ve Toplum, 4(1), ss.56-59.

Nalçacı, E. (2020). Bilim emekçilerinin sınır tanımayan sömürüsü. Madde, Diyalektik ve Toplum. 3(4), ss. 359-363.

Arslan, F. P. ve Olpak, M. A. (2020). Bilim emeği ve bilim emekçileri. Madde, Diyalektik ve Toplum. 3(4), ss. 364-369.


[1] Terletme sistemi birim zamanda işçinin daha çok çalışmasını sağlayarak sömürü oranını yukarı çeker. En bilinen örneği parça başına prim ödenmesidir.

]]>
<![CDATA[For-Profit Publishing in the Exploitation of Scientific Workers]]> Executive Committee of the Academy of Science and Enlightenment

1. How are scientific workers exploited?

Scientific labor rarely leaves their laboratories and do not roam around as much. It is harder to envision them as victims of capitalist exploitation. In this letter of opinion, we will generalize the mechanism of

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/for-profit-publishing-in-the-exploitation-of-scientific-workers/62b45f8ef0424b426f6a69abThu, 23 Jun 2022 22:47:00 GMT Executive Committee of the Academy of Science and Enlightenment

1. How are scientific workers exploited?

Scientific labor rarely leaves their laboratories and do not roam around as much. It is harder to envision them as victims of capitalist exploitation. In this letter of opinion, we will generalize the mechanism of exploitation suffered by scientific workers and imbed in it the phenomenon of for-profit scientific publishing.

For the unfamiliar reader, we must first define what we mean by exploitation. Capitalist exploitation means that the worker employed for wages produces an unpaid value during the period of employment and this surplus value is appropriated by the boss. This value is embodied in the commodities offered for consumption in the market (all the goods that surround us, from loaf of bread to mobile phones).

In order to clarify the subject, we acknowledge that in service production, if services (health, education, etc.) are offered to the market, workers working in these sectors will also be subject to the exploitation of surplus value.

To complete the framework, we also need to talk about collective labor. Today, almost no commodity is produced from the beginning to the end by a worker, it goes through many processes until it is offered for consumption in value chains. If exploitation of surplus value prevails throughout the process, then all of the collective workers are exploited in one way or another.

After these briefly made abstractions, we can embody how scientific workers are exploited in capitalist production relations under sub-headings (For more information, see: Arslan and Olpak, 2020).

a)    The exploitation of surplus value in service production

Scientific workers are often employed not only in science but also in service production, primarily education. Production in the health sector can also be given as an example of this type of relationship. If the university they work for is privately owned, or if processes such as education and health are paid for, the exploitation of wage-earning scientific workers will be inevitable.

b)    As a collective worker

If scientific workers train professional people as faculty members and if the staff they train work in market conditions where they are exploited by internalizing the education they have received, every value they produce has the accumulated labor of faculty members and staff in it.

Also, if the system is based on exploitation, capital will always want to raise the rate of exploitation. Even if scientific workers work in the public sector, they are affected by this peculiarity of the labor regime. Their wages are kept low, their social wages (service, lodging, kindergarten, recreation facility, etc.) are taken away, they are sentenced to unqualified jobs without job security (working for project scholarships, part-time work, etc.) or performance-based compensation is imposed which is a type of the sweating system [1] commonly used in the industry and service sector.

c)     Exploitation of labor in science

However, we still have not made clear how scientific activity, which is still seen as a divine pursuit, is the subject of exploitation.

For that, we need to take a look at a mechanism previously defined in Matter, Dialectics and Society (Nalçacı, 2020). For a long time, scientific workers have been strictly directed to international publishing in order to find a position and rise. How they taught, whether they were useful to the society or not, what works they produced became unimportant within the promotion criteria while the filling of their record of scientific publications increased to a vital level. Most scientific workers are alienated from their labor and work day and night to reach these criteria.

In this process, research is sent to international peer-reviewed journals indexed by corporations that are also in this field, and they are tried to be published in journals with the highest impact level. “Knowledge”, which is the product of scientific workers, is thus acquired by the international circles.

But how will this information be used? The information flowing into the said international publication pool is received and used by the R&D units of the monopolies that turn them into technology products. Considering that millions of scientific workers behave similarly around the world, this heap of knowledge is filtered by R&D and used in a patent-protected innovation.

Researchers are often unaware of this process that produces added-value and, as with vaccines, while companies gain monopoly profits, they are happy to add one more publication to their record.

Scientific workers in R&D are also exploited, but at least they can see what product their labor has turned into. Millions of scientific workers are not even aware of this, their efforts have moved away from contributing to the happiness and welfare of humanity, they will be precessing in the same cycle without even knowing what the product they contribute to is.

2. Where does for-profit scientific publication fit in this process of exploitation?

We have mentioned above how the monopolies, which have made millions of scientific workers their slaves, use the international publication mechanism. However, this critical intermediary institution also monopolizes and demands its own share from the process. Scientific publishing monopolies occupy the whole place with their publications on many different subjects and levels.

Until recently, these publication monopolies earned income by selling their journals to university libraries. Universities, on the other hand, could only subscribe to some of these publications and present them to university members, depending on their financial strength. In these conditions, some publications remained inaccessible to many scientific workers. However, it is necessary to read all previous research on a subject in order for the new research to be written as a paper.

Here, "publication pirates", the most well-known of whom is Alexandra Elbakyan (Altınışık, Öztarhan, Güneş, 2021), stepped in. The articles in the journals of the publication monopolies protected by the capitalist system were accessed with special software and delivered to scientific workers free of charge.

According to the system, this action was theft and it faced judicial processes. In our opinion, it was as it should be, that is, all publications should be offered to scientific workers free of charge. This knowledge was already socially produced by them.

Thereupon, the publication monopolies resorted to a diabolical method: “If the academic career of these workers, who are slaves of the technology monopolies, has completely come down to international publications, then they should pay for their articles published in a scientific journal.”

Most of the publication monopolies got rid of the printing press and paper money and switched to open access, that is, they opened their journals that were published digitally for free to the public, but they began to demand a large amount of money from the authors per article.

Thus, scientific workers, who were subjected to the sweating system in this process and eventually exploited by tech companies, also started to pay for their articles to be published with a part of their own wages (if they have a fee, of course).

Publication monopolies sometimes demanded money to start the editorial process or to publish a paper after the review process or sometimes to publish it earlier, or to have it go through their own English proofreading.

In some cases, researchers try to cover the money requested by the journal to publish their papers by including it in the expense items of their projects. But this is also not acceptable. After all, the money for the project comes mostly from the taxes paid by the working people in that nation. It is absurd to transfer funds from the state budget to this task, only to supply the monopolies that see the working people of a nation as a market for their patent-protected products with information.

           3. What to do against for-profit scientific publishing?

First of all, it should be noted that even if all scientific publications are free and open access, as long as the existence of monopolies producing technology is preserved, the exploitation of scientific workers and the worsening of their living conditions will not end with each passing day.

In addition, it would be naive to think that publication monopolies and journal editors act impartially and objectively against giant corporations in the fields of weapons, drugs and vaccines or telecommunications.

On the other hand, it is necessary to fight against the corrosive and irrational existence of for-profit publication. This struggle must have both national and international pillars because exploitation is a cross-border process.

It will be noticed immediately that the main point is the connection of scientific publishing with capital. Publishing needs to be removed from a for-profit cycle and expropriated.

This will open the door to a discussion that is not easy. Will state-sponsored publishing be impartial? How will publishing left to national states reconcile with the transnational nature of science production?

All this provides a useful mental exercise.

Today, it is not easy for a scientific worker confined to her/his laboratory to imagine the possibility of many nation-states that have ensured public ownership under the rule of the working class, to form a world state by coming together. This may be understandable for those who know the leaps and rapid changes in history, but the majority who do not have the opportunity to acquire this method will not find any positive traces when they look around. We are surrounded by a deep darkness, imperialist rivalry, militarization leading to war.

So, let's do an exercise based on the concrete:

Let's take an institutional look at the United Nations (UN), which represents 193 nations in the world today. Yes, the UN is often under the hegemony of the powerful states of the imperialist order. Nevertheless, it stands before us as the most concrete example of a united world state.

Let's say, if there were open access journals under the UN in all fields of science and all working people had the right to access these publications free of charge...

We recognize the difficulties of this discussion, but we must discuss it.

BAA is starting a process to create a discussion platform on this issue.

To begin with, we will open the following draft for discussion at the national and international levels:

Stop for-profit scientific publishing

We the academies of science, institutions for scientific specialization, trade unions organizing scientific workers, trade associations, political parties and circles, popular science magazines and individuals with the signatures below:

Oppose fees being charged for the publication of research results laboriously obtained by scientists. It is especially unacceptable that young scientific workers looking for a desirable position are being cornered by scientific publishing monopolies which sell impact factor.

Science must be done for the benefit of all humanity and without for-profit organizations, and its results must be shared with the public.

From now on, we are going to

1-Create an international platform of discussion and action for the worldwide administration of free of charge peer-reviewed journals using public resources and for guaranteeing the independence of editorial processes from monopolies.

2-Call our members to not render any editing or refereeing services for such journals.

3-Encourage our members/institutions we are members of to opt for scientific journals that do not charge for publishing.

References

Altınışık, N. E., Öztarhan, A. ve Güneş, E. (2021). Bilim dünyasında bir modern Robin Hood: Alexandra Elbakyan. Madde, Diyalektik ve Toplum, 4(1), ss.56-59.

Nalçacı, E. (2020). Bilim emekçilerinin sınır tanımayan sömürüsü. Madde, Diyalektik ve Toplum. 3(4), ss. 359-363.

Arslan, F. P. ve Olpak, M. A. (2020). Bilim emeği ve bilim emekçileri. Madde, Diyalektik ve Toplum. 3(4), ss. 364-369.


[1] The sweating system increases the rate of exploitation by making the worker work harder in unit time. The most well-known example is the premium payment per piece.

]]>
<![CDATA[Kapitalizmde Bilgiye Erişim: Aaron Swartz Olayı]]>Access To Knowledge In Capitalism: Aaron Swartz Case

Muzaffer Gül
Doktora Öğrencisi, Bilim Tarihi ve Felsefesi Anabilim Dalı İstanbul Medeniyet Üniversitesi, İstanbul

Özet

Günümüzde bilgiye erişimde internetin yaygın kullanımı, beraberinde bilginin bu mecrada alınıp satılmasına ilişkin tartışmaları da getirmiştir. Tartışmalar genellikle şirketlerin, hükümetlerin ya da hukuk sisteminin

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/kapitalizmde-bilgiye-erisim-aaron-swartz-olayi/62b466e5f0424b426f6a69beThu, 23 Jun 2022 22:46:00 GMTAccess To Knowledge In Capitalism: Aaron Swartz Case

Muzaffer Gül
Doktora Öğrencisi, Bilim Tarihi ve Felsefesi Anabilim Dalı İstanbul Medeniyet Üniversitesi, İstanbul

Özet

Günümüzde bilgiye erişimde internetin yaygın kullanımı, beraberinde bilginin bu mecrada alınıp satılmasına ilişkin tartışmaları da getirmiştir. Tartışmalar genellikle şirketlerin, hükümetlerin ya da hukuk sisteminin eleştirisi üzerinden yürütülmekte ve meselenin merkezinde duran üretim biçimi, ilişkileri ve bu çerçevede oluşturulan toplumsal kurumlar gözden kaçmaktadır. Bilgiye özgür erişim mücadelesinin öne çıkan isimlerinden Aaron Swartz’ın yaşam öyküsü, meseleyi bir kez daha ele alıp tartışmaları bu eksene taşıyabileceğimiz deneyimler barındırır. Makalemiz Aaron Swartz’ın hayatına mal olan olaylar dizisinin arka planında yer alan sistemi açığa çıkarmayı ve bilginin/bilimin metalaşmasına karşı verilen mücadeleyi çeşitli yönleriyle tartışmayı amaçlamaktadır.



Anahtar kelimeler: Aaron Swartz, kapitalizm, bilgiye erişim, bilginin metalaşması.

Abstract

Today, the extensive use of the internet in accessing knowledge has brought with it discussions about buying and selling of knowledge by this vehicle. The discussions are usually carried out over the criticism of companies, governments or the justice system but the mode of production, relations of production and social institutions formed by them are overlooked. The life story of Aaron Swartz, one of the prominent names in the struggle for free-access to knowledge, contains experiences that we can take the issue once again and move the discussions to this context. Our article aims to reveal the system in the background of the events that cost Aaron Swartz's life, and to discuss the struggle against the commodification of knowledge/science from various aspects.



Key words: Aaron Swartz, capitalism, accessing to knowledge, commodification of knowledge.

GİRİŞ

Bilginin güç ile olan ilişkisinin binlerce yıllık bir geçmişi olsa da kapitalist üretim biçiminin gelişmeye başladığı, “erken modern dönem” olarak da adlandırılan 16. ve 17. yüzyıllar, bilginin bilime dönüşmesine[1] sahne olurken, sonrasında gerçekleşen Sanayi Devrimi ve sömürgecilik faaliyetleri bu ilişkiye yeni bir boyut kazandırır. Bilim artık sermaye sınıfının kendisini güçlendirmesi, muhafaza edebilmesi ve meşrulaştırmasının başlıca araçlarındandır. Günümüzü de kapsayan emperyalizm çağında bilim, dünya kaynaklarını ele geçirmek için kullanılan bir silah olmasının yanı sıra eğitim, sağlık, iletişim ve ulaşımdan tarıma, yaşamın her alanında ihtiyaç duyulan bir üretim aracına dönüşmüştür. Böylesine önemli bir gücün, sermaye sınıfının egemenliği altında metalaşmasının, toplumun geneline zarar verdiğini söyleyebiliriz. Yazılımcı ve aynı zamanda bir internet aktivisti olan Aaron Swartz, sermayenin bilim ile kurduğu bu ilişkiye “bilgiye özgür erişim” bağlamında itiraz etmiş ve eylemleriyle konuya ilişkin taleplerin meşruiyetine katkı sunmuştur. Swartz’ın mücadele deneyimini tartışmadan önce onu kısaca tanıyalım.

Aaron Swartz, 1986 yılında Yahudi bir ailenin çocuğu olarak Chicago'da doğdu. 9. sınıfa kadar Chicago yakınlarında bir okula devam etti. Daha sonra bu okuldan ayrılıp Lake Forest College’da kurslara katıldı. Babasının yazılım işinde olması, onun da bu alana ilgi duymasında bir etkendi; daha 12 yaşındayken oluşturduğu “The Info Network” adlı web sitesiyle ödül kazandı. 14 yaşında ise günümüzde büyük çaplı internet içeriklerini izleyebilmemizi sağlayan RSS’nin geliştirilmesine katkıda bulundu. 2005 yılında Stanford Üniversitesi’nde sosyoloji bölümüne kaydoldu ama bir yıl sonra bölümü bıraktı. Aynı dönem internet platformu Reddit’in kurucuları arasında yer aldı. Bilginin metalaşması, Swartz’ın yetişkinlik döneminde hep kafa yorduğu bir konu oldu. 2009 yılında ABD federal mahkemeleri elektronik kayıtlarına erişimin (PACER) veritabanında bulunan ve para karşılığı satılan yaklaşık 18 milyon belgeyi kamuya açık hale getirmesi, FBI tarafından takibe alınmasına neden oldu. 2010 yılında sivil hak ve özgürlük mücadelesi veren “Demand Progress”in (http://demandprogress.org/) oluşumunda yer aldı. Swartz, 2010 yılının sonlarında ve 2011’in başlarında, birkaç hafta boyunca, akademik dergilerde yayımlanmış olan makaleleri satan JSTOR’un sitesinden 4,8 milyon makale ve belgeyi “illegal” olarak indirmesinin ardından tutuklandı. Kefaletle serbest bırakıldıktan sonra, 35 yıl hapis ve 1 Milyon dolar tazminat cezasına çarptırılması istemiyle hakkında dava açıldı. (Keleş, 2013: 91; Schwartz, 2013). 2012 yılında “SOPA” ve “PIPA” olarak bilinen “Çevrimiçi Korsanlığı Durdurma” ve “Entelektüel Mülkiyetin Korunması” başlıklı yasa tasarılarına karşı başlatılan ve başarıyla sonuçlanan internet grevi kampanyasının başlatıcılarından oldu (Keleş, 2013: 90-91).


Şekil 1. 2012 yılında internet yasa tasarılarına karşı düzenlenen bir mitingde halka hitap ederken

ABD hükümetinin, üzerinde kurduğu baskı, FBI tarafından sürekli takip edilmesi ve hakkında açılan davada ceza alma olasılığı onu psikolojik olarak yıprattı; Aaron Swartz 11 Ocak 2013 tarihinde, daha 26 yaşındayken evinde intihar etti.

Swartz olayının ardından yürütülen tartışmalar ne yazık ki ABD hükümetleri, şirketler ve özellikle hukuk sistemi üzerine yoğunlaşmış, Swartz’ın 35 yıl hapis cezası istemiyle yargılanması “insafsızlık” olarak değerlendirilmişti. Sonuç olarak ABD hukuk sisteminin ardındaki sınıfsal irade bu tartışmalardan muaf tutulmuştu.

1.     Kapitalizm, İnternet ve Fikri Mülkiyet

Yirminci ve yirmi birinci yüzyıllarda iletişim teknolojilerinde gerçekleşen yeniliklerin, toplumsal yaşamı birçok yönüyle etkilediğini söyleyebiliriz. Bu yeniliklerin ortaya çıkması askeri ve ekonomik “ihtiyaçlar” doğrultusunda gerçekleşirken, yeni teknolojik ürünler aracılığıyla aynı metinler, görüntüler ve sesler insanlara ulaştırılarak, onların kapitalist sisteme uyumu hedeflenir. Benzer bir şekilde, internetin ortaya çıkmasındaki temel motivasyonun askeri nitelikte olduğu görülmektedir. Sovyetler Birliği ve ABD arasında nükleer bir çatışmanın gerçekleşme ihtimali, Soğuk Savaş sürecinin başta gelen gündemlerindendir. Böylesi bir çatışma esnasında, halihazırdaki iletişim araçlarının devre dışında kalması öngörülmektedir. ABD’li mühendis Paul Baran (1926-2011) bu süreçte nükleer bir saldırıda kesintiye uğramayacak bir iletişim modeli üzerinde çalışır. Baran’ın kavramsal düzeyde ortaya koyduğu iletişim modelini, 1969 yılında ARPA (Amerikan İleri Araştırma Projeleri Birimi), bilgisayarlar arasında iletişimi sağlayan bir ağ sistemi olarak ARPANET adıyla hayata geçirir. Bu, aynı zamanda internetin ilk örneği sayılmaktadır. Bu yeni iletişim ağı, 1970 ve 1980’lerde zamanla daha gelişkin hale getirilerek, üniversiteler ve düşünce kuruluşları gibi sivil kullanıma doğru genişler ve veri trafiğinde önemli bir artış gözlemlenir. İngiliz mühendis Tim Barners Lee’nin 1989 yılında CERN’de “world wide web”i (www) geliştirmesi, internet’in kullanım tarzında bir dönüm noktasına işaret etmektedir. Bu sayede internet ticari bir araç haline gelerek, dünya ölçeğinde kullanılan yaygın bir iletişim ağına dönüşmüştür (Başlar, 2013: 823-824).

İnternetin ticari amaçlara yönelik kullanımıyla, bilginin metalaşma sürecinin bir parçası olarak “fikri mülkiyet” kavramının bu bağlamda tartışılmaya başlanmasının eşzamanlı gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Avrupa Toplulukları Komisyonu’nun 2011 yılında fikri mülkiyet haklarına ilişkin hazırladığı raporda[2], yaşanan bu sürecin, ekonominin rekabetçi yapısına katkı sunacağı, istihdam artışına neden olacağı ve daha üst bir hedef olarak ekonomik krizden çıkışa hizmet edeceğine vurgu yapılmaktadır (Yalçıntaş, 2018: 17).

“Fikri mülkiyet” kavramı genellikle “fikirleri üretenlerin hakları” olarak anlaşılsa da bu kavramla, fikirlerin üretilmesinde aktif herhangi bir rolü olmayan sermaye sınıfının, ortaya çıkan değere el koyması anlaşılmalıdır (Yalçıntaş, 2018: 176). “Kapitalist üretim ilişkilerinde, fikri mülkiyet, sermaye çıkarları için, sermaye tarafından, sermayenin ideolojisine uygun ve sermayenin düzeninin sürekliliği doğrultusunda korunur” (Özoğlu, 2021). Petr Táborský olayı, bu iddiayı doğrular niteliktedir:

“Petr Táborský 1988 yılında, ABD’de bulunan South Florida Üniversitesi’nde atık suların geri dönüşümü üzerine araştırmalar yapan bir laboratuvarda araştırmacı olarak görev yapıyordu. Araştırma projesi bittiğinde beklenilen sonuçlara ulaşılamadığı ilan edildi. Táborský, fakülte dekanının izniyle, çalışma saatleri dışında kalan özel zamanını kullanarak, araştırmalarına devam etti. Bu sayede, orijinal araştırma projesinin kapsamında olmayan başka bazı bulgulara ulaştı. Ancak, araştırma projesi tamamlanmış olmasına rağmen, bu laboratuvarı finansal olarak destekleyen korporasyonlardan biri olan Florida Progress Corporation, Táborský aleyhine, 1990 yılında, bir dava açtı ve Táborský’nin yaptığı icatların mülkiyetinin bu korporasyonda olması gerektiğini iddia etti. Dava, 1996 yılında, Táborský aleyhine sonuçlandı ve araştırmacı, dört ayı yüksek güvenlikli bir hücrede zincirli halde olmak üzere, toplam bir buçuk yıl hapis cezasına çarptırıldı. Hapis yatan Táborský için af süreci işletilebiliyordu ancak kendisi, haklı olduğunu iddia ettiği için, af teklifini geri çevirdi. Táborský halen Çek Cumhuriyeti’nde bulunan Masaryk Üniversitesi’nde profesör olarak çalışmalarına devam ediyor ve hâlâ suçsuz olduğu kanısında” (Yalçıntaş, 2018: 93).

Bu olay üzerinden kapitalist üretim biçiminde bilginin üretilmesine ilişkin birçok tartışma yürütülebilir. Ancak bilginin, bilim insanının mülkiyetinde olması gerektiği gibi bir yanılsamaya düşülmemelidir. Bilgi (bilim), üretim sürecinin bir bütün olarak kamu tarafından örgütlenmesiyle, kamu yararını önceleyebilir.

Aaron Swartz bilginin, sermayenin kontrolü altında olmasına karşı mücadele yürütmüş fakat karşısında “sermayenin hukukunu” bulmuştu.

1.1. Aaron Swartz’ın Mücadelesi ve “Suç”u

Günümüzde internet bilgiye erişim bakımından geniş olanaklar sunar. Onun sayesinde araştırma makaleleri, denemeler, haber yazıları ve diğer sayısız içerikten oluşan sonsuz bir kaynağın içinde araştırma yapabiliriz. Ancak bu içeriklerin çoğuna ücretsiz erişilemez, araştırma yapan kişi abonelik veritabanına yönlendirilir; bilgi, ödeme duvarlarının arkasına gizlenir veya diğer engellere tabi tutulur[3] (Peters, 2016: 31).

Kâr güdüsüyle hareket eden yayın kuruluşları, makale yazarları telif hakkı talep etmese bile akademik makaleleri belirli bir bedel karşılığında erişime açmaktadır. Aaron Swartz bilgiye açık erişimi savunuyordu. Ona göre bilim insanlarının kamu yararı gözeterek ürettiği akademik çalışmalar kamusal bilgidir ve bu bilgilere bedelsiz, hiçbir engelleme olmadan erişilebilinmelidir. Bununla birlikte şirketler sadece günümüzde üretilen bilgileri değil yüzyıllar önce üretilen bilgileri de satmaktadır. Oysa bilim tarihçisi Clifford Conner’ın belirttiği gibi bilgi/bilim, emekçilerin milyonlarca yıllık kolektif emeğinin ürünüdür (Gül, 2022) ve bu bağlamda kamunun ortak malı olmalıdır. Verdiği konferanslardan birinde Swartz, bilginin metalaşmasına itiraz ederken şunları söyler:

(…) bu dokümanlardan bazıları aydınlanma döneminden kalmadır. Birisi akademik bir yayın ortaya çıkarttığında taranır ve bu şekilde dijital koleksiyonlara girer. Bu bize ilginç ve bilimsel işler ortaya çıkaran insanlardan kalan bir miras. Halka ait. Ulaşılabilir olması gereken bir miras. Fakat kâr amacı güden şirketler tarafından en yüksek kârı elde edecekleri şekilde kilit altına alınarak internete koyulmaktadırlar” (Benli, 2017: 131).

Swartz eylemlerini bu bilinçle gerçekleştirir. Buna karşın Aaron Swartz davasının savcısı Stephen Heymann, kendisiyle yapılan bir röportajda: “hırsızlık hırsızlıktır, bilgisayar komutuyla ya da levye ile doküman, veri ya da dolar almak aynı şeydir” (Benli, 2017: 132) derken başka bir demecinde Swartz’ın “işlediği suç”u bir tecavüzcününkine benzetir (Coleman, 2014: 254).

Aaron Swartz’ın 2008 yılında İtalya’da yazdığı “Açık Erişim Manifestosu”, adeta Heymann’a cevap niteliğindedir:

Bilgi güçtür. Fakat her zaman olduğu gibi bu gücü kendine saklamak isteyenler var. Yüzyıllarca dünyanın her yanında, kitaplar ve dergilerde yayınlanmış bütün bilimsel ve kültürel mirasın giderek daha fazlası dijital ortama aktarılıyor ve bir avuç özel şirket tarafından kilit altına alınıyor. Dışarıda bırakılanlar, bu sırada siz de boş durmuyordunuz. Çatlaklardan gözlüyor, çitlerden tırmanıyor ve yayıncıların kilit altına aldığı bilgileri özgürleştirerek arkadaşlarınızla paylaşıyordunuz. Ama bütün bu eylemler karanlıkta, yeraltında gizlenerek ilerliyordu. Hırsızlık veya korsanlık denildi, sanki bir bilgi hazinesini paylaşmak bir gemiyi soyup mürettebatı öldürmekle ahlaken eşdeğermiş gibi. Fakat paylaşmak ahlaken yanlış değildir. Aksine paylaşmak ahlaki bir buyruktur. Adil olmayan yasaları izlemek adaletli olamaz. Aydınlığa çıkmanın, büyük sivil itaatsizlik geleneğimizle, kamusal kültürümüzün şahsi gaspına karşı olduğumuzu ilan etmenin zamanı gelmiştir (Benli, 2017: 133).

Swartz’ın hem PACER ve JSTOR eylemleri hem de tasarladığı ücretsiz bilgi erişiminin olduğu platformlar, onun yukarıdaki düşünceleriyle paralellik taşımış, konuya ilişkin kamuoyu duyarlılığını artırmıştı. Ancak Swartz, sivil itaatsizliğe çağıran söylem ve pratikleriyle hükümet ve sermaye çevrelerinde rahatsızlık kaynağı oldu. Köşe yazarı David Sirota’nın vurguladığı gibi Swartz’a açılan dava, bu çevreler tarafından tüm internet aktivistlerine bir gözdağı olarak okunmalıdır (Benli, 2017: 132; Williams, 2013).  Swartz’ın ailesinin yanı sıra ABD’de konuyla ilgili fikir beyan eden birçok muhalif yazar ve hukukçu Swartz’ın intiharını, ABD hükümeti tarafından gerçekleştirilmiş bir cinayet olarak nitelemektedir. Hacker topluluğu Anonymous, Swartz’ın ölümünün ardından, ABD Ceza Komisyonu’nun web sitesini hackleyerek, sitenin ana sayfasına şu ifadeleri yazdı: “İki hafta önce bugün, Aaron Swartz öldürüldü. Ona kazanamayacağı bir oyun dayatıldı” (Amsden, 2013).

1.2. Kapitalizm ve Aaron Swartz’ın Ölümü Arasındaki İlişki

Üretim biçimi bağlamında kullanılan “iktidar” kavramı belirli bir sınıfa işaret eder. Kavramın kapitalist üretim biçiminde ifade ettiği anlam, sermaye sınıfının egemenliğidir. Ancak buradaki egemenlik, üretim araçlarının yanı sıra siyaset, hukuk, eğitim, sağlık, bilim ve medya gibi kurumları da kapsar. Bu yüzden kapitalist ülkelerde gerçekleşebilecek bir iktidar değişikliği, egemenliğin işçi sınıfına geçmesi ve üretim araçlarının kamulaşmasıyla birlikte tüm toplumsal kurumların kamunun çıkarları doğrultusunda yeniden oluşturulması anlamına gelecektir. Dolayısıyla iktidarı tüm bu kurumlarla birlikte bir bütün olarak değerlendirmek gerekir. İktidarı bir bütün olarak karşısına almayan ve mücadelesini sadece bu kurumların herhangi biriyle sınırlayan bir örgütlenme tarzı, mücadelesinin sonucunda bir kazanım elde etse dahi onu koruyabilmesi zordur. Bilgiye serbest erişim mücadelesinin sembol isimlerinden Aaron Swartz bu bağlamda tipik bir örnektir.

Swartz’ın bilgiye erişime ilişkin talepleri kesinlikle meşrudur, ancak kapitalist üretim biçiminde metalaşma sadece bilgiye içkin bir sorun değildir; toplumun eğitim, sağlık ve barınma gibi en temel hakları da metalaşmıştır ve tüm bunlar hükümetlerin iradesinden bağımsız sistemsel sorunlardır. Swartz’ın bilginin dolaşımına ilişkin mücadelesi, sisteme bir bütün olarak karşı durmaktan ziyade onun çıktılarıyla sınırlı kalmıştı. Bununla birlikte Swartz, her ne kadar bazı başlıklarda çeşitli platformlar içinde faaliyetler yürütse de eylemleri büyük ölçüde bireyseldi; iktidarı değiştirmeye yönelik bir programın veya kolektif bir mücadelenin parçası değildi. Dolayısıyla iktidar tarafından yalnız yakalandı ve onu bir şekilde ortadan kaldırmak, çok da zor olmadı. Swartz iktidarın bilim kurumuna itiraz ederken, iktidar onu başka bir kurumu olan hukuk eliyle “öldürdü”.

Justin Peters, Aaron Swartz’ın yaşamını konu edindiği The Idealist adlı kitabında: “Aaron Swartz dünyayı kurtarmak istedi. Ama dünya, Aaron Swartz'ın kendini kurtarmasına asla izin vermeyecekti” şeklinde bir yorum yapar (Peters, 2016: 34). Bu yorum ve benzerleri aslında kapitalizmin neden olduğu her türlü felaketin ardından karşımıza çıkar ve hedefi olmayan soyut bir insanlık ve dünya eleştirisine dönüşür. Hepsinden önemlisi muhalif gibi görünen bu eleştirmenler asıl sorumluyu, yani sermaye sınıfını aklamaktadırlar.

SONUÇ

Aaron Swartz olayı bize bilginin kamulaşması meselesinin teknik ve hukuki bir mesele değil siyasal bir mesele olduğunu göstermiştir. Sermaye sınıfı tüm toplumsal kurumları kendi çıkar ve ihtiyaçları doğrultusunda oluşturur ve onları yeniden ve yeniden yapılandırır. Dolayısıyla bu başlıkta verilmesi gereken mücadele iktidarı hedeflemelidir.

Kapitalizmin kar maksimizasyonuna dayalı yapısından dolayı ortaya çıkan olumsuzluklar, hükümet temsilcileri ya da şirket müdürlerinin sorumluluğuyla açıklanmaya çalışılır. Sistemin devamlılığı için böylesi bir bireysellik desteklenir. Bununla birlikte kolektifi temsil eden muhalif siyasal bir öznenin var olması düzeni tehdit edeceğinden, mücadelenin, projeleri olan siyasiler ya da aktivistler üzerinden yürütülmesi sermayenin tercihidir.

Aaron Swartz’ın durduğu yer son derece meşru bir zemindi ve talepleri de öyle. Bu zeminde kolektif bir siyasal özne oluştuğunda, Swartz’ın taleplerini de aşacak büyük bir toplumsal dönüşüm gerçekleşecektir.


KAYNAKLAR

Amsden, D. (2013). The brilliant life and tragic death of Aaron, Erişim Tarihi: 17.03.2022. https://www.rollingstone.com/culture/culture-news/the-brilliant-life-and-tragic-death-of-aaron-swartz-177191/

Başlar, G. (2013). Yeni Medyanın Gelişimi ve Dijitalleşen Kapitalizm, Akademik Bilişim 2013 – XV. Akademik Bilişim Konferansı Bildirileri, 823-824.

Benli, N. (2017). Akademik Bilgiye Bedelsiz Açık ve Özgür Erişim Hakkı. Akademik Bakış Dergisi, (61), 117-140.

Colleman, G. (2014). Hacker, Hoaxer, Whistleblower, Spy: The Many Faces of Anonymous. London: Verso.

Gül, M. (2022). Conner ile söyleşi: Bilim milyonlarca isimsiz emekçinin ürünüdür, Madde, Diyalektik ve Toplum. Erişim Tarihi: 17.03.2022. http://bilimveaydinlanma.org/clifford-d-conner-ile-soylesi-bilim-milyonlarca-isimsiz-emekcinin-urunudur/

Keleş, A. R. (Ed.). (2013). Hack Kültürü ve Hacktivizm: Yeni Bir Siyaset Biçimi. İstanbul: Alternatif Bilişim.

Özoğlu, B. (2021). Mâl etmek ya da etmemek! Erişim Tarihi: 10.04.2022. https://haber.sol.org.tr/yazar/mal-etmek-ya-da-etmemek-30094

Peters, J. (2016). The Idealist: Aaron Swartz and the Rise of Free Culture on the Internet. New York: SCRIBNER.

Schwartz, J. (2013). Internet activist, a creator of RSS, is dead at 26, apparently a suicide. Erişim Tarihi: 19.03.2022.https://www.nytimes.com/2013/01/13/technology/aaron-swartz-internet-activist-dies-at-26.html

Williams M. (2013). Aaron Swartz's family condemns MIT and US government after his death. Erişim Tarihi: 17.03.2022. https://www.theguardian.com/technology/2013/jan/13/aaron-swartz-family-mit-government

Yalçıntaş, A. (2018). Bırakınız Kopyalasınlar, Bırakınız Paylaşsınlar: Dijitalleşme ve İnternet Çağında Fikri Mülkiyet İlişkileri. Birinci Edisyon (EPUB). Open Science Framework. https://osf.io/as8pc/. Erişim tarihi: 10.04.2022.


[1] Modern döneme kadar Batı’da tüm bilgi etkinliklerini “scientia” (bilgi) terimi karşılamaktaydı ve bu daha çok aşkınsal bir içeriğe sahipti; yani bilgi, evreni aşan bir güç ile anlamlandırılıyordu. Modern dönemde ise bilgi etkinlikleri, “science” (bilim) terimiyle ifade edildi ve evren sınırları içinde kalınarak “bağlamsal” bir yapıya büründü. Dolayısıyla bilginin bilime dönüşmesi, bu yöntemsel değişime işaret eder. Ayrıntılı bilgi için bkz. Garber, D. ve diğerleri (2010). Scientia in Early Modern Philosophy. London: Springer.

[2] Rapor hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. https://eur-lex.europa.eu/legal-content/EN/TXT/PDF/?uri=CELEX:52011DC0287&from=DE

[3] Justin Peters’in ifade ettiği “ödeme duvarları” günümüzde çeşitli yollarla aşılsa da kapitalist üretim biçiminde bu duvarlar yasallığını korumaktadır. “Duvarların” bazen kaldırılması (örneğin pandemi sürecinde), ya da bazen güçlendirilmesi sermayenin insiyatifindedir.

]]>
<![CDATA[Bilimsel Tıbbi Dergilerin İpleri Sermayenin Elinde]]>The Strings of Scientific Medical Journals Are in the Hands of Capital

Necati Çıtak
Doç. Dr.,Göğüs Cerrahisi Uzmanı, Dr. Suat Seren Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İzmir

Özet

Günümüzde bilimsel ilkelerin ve etik değerler sisteminin temelinin aşındırılmış olduğu ortadadır. Mevcut

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/bilimsel-tibbi-dergilerin-ipleri-sermayenin-elinde/62b46af6f0424b426f6a69ddThu, 23 Jun 2022 22:45:00 GMTThe Strings of Scientific Medical Journals Are in the Hands of Capital

Necati Çıtak
Doç. Dr.,Göğüs Cerrahisi Uzmanı, Dr. Suat Seren Göğüs Hastalıkları ve Göğüs Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İzmir

Özet

Günümüzde bilimsel ilkelerin ve etik değerler sisteminin temelinin aşındırılmış olduğu ortadadır. Mevcut kapitalist düzen ile birlikte araştırma değerleri toplumun yararına değil piyasa değerlerine göre yönetilmeye başlandı. Bilimsel söylemin aktarım alanlarından en önemlilerinden biri olan akademik bilimsel yayıncılıkta da benzer bir dönüşüm gerçekleşti.

Bilimsel yayıncılığın ipleri sermayenin ellerindedir. Bunun asıl sorumlusu bireysel kirlilik sorunu olarak bireyler düzeyine indirilemeyecek boyutlardadır. Belirleyici olan ana faktör bu alanın sermaye tarafından ele geçirilmiş olmasıdır. Her ne kadar bu değişimde bilim insanları suçlansa da bunun amacı asıl sorumlu olan bilimin piyasa koşulları tarafından belirlenmesi tartışmasının arka plana atılma isteğidir.

Burada bilimsel yayıncılığın tıbbi-ilaç endüstrisi tarafından hangi yollar ile ele geçirildiğinin ortaya konulması amaçlanmaktadır. Bu çalışmada öncelikle bilimsel ilkelerin nasıl dönüştüğüne bakılacak sonrasında ise bu dönüşüme bilim insanlarının, akademik bilimsel dergilerin ve tıbbi-ilaç endüstrisinin nasıl etki ettikleri detaylandırılacaktır.



Anahtar kelimeler: Bilimsel tıbbi dergiler, bilim insanı, tıbbi-ilaç endüstrisi, ticarileşme, yanlılık.

Abstract

Nowadays, it is obvious that the foundation of scientific principles and ethical values system has been eroded. With the current capitalist system, research values have begun to be managed according to market values, not for the benefit of society. A similar transformation took place in academic scientific publishing, which is one of the most important transfer areas of scientific discourse.

Scientific publishing is in the hands of capital. The main culprit for this is the individual pollution problem, which cannot be reduced to the level of individuals. The main determining factor is that this area has been taken over by capital. Although scientists are blamed for this change, the main purpose of this is the desire to put the debate on the determination of science by market conditions into the background.

Here, it is aimed to reveal the ways in which scientific publishing is taken over by the medical-pharmaceutical industry. The present study, first of all, will be looked at how scientific principles are transformed and then it will be detailed how scientists, academic scientific journals and the medical-pharmaceutical industry have affected this transformation.



Key words: Scientific medical journals, scientist, pharmaceutical industry, commercialization, bias.

GİRİŞ

Bilimin evrensel sosyal yapısı yirminci yüzyılın ortalarına doğru komünalizm, evrensellik, tarafsızlık ve örgütlü (organize) kuşkuculuk ilkeleri gibi ana alt başlıklar ile tanımlanmış ve geniş bir kabul görmüştür (Bermúdez ve Jover, 2021; Merton, 1938, 1942; Terzi ve ark., 2013).[1] Merton, bilime ve bilim insanlarına, birçoklarına göre sınırlamalar bazılarına göre ise gereklilikler getiren bu normları öne sürmüş ve bu normları "bilimin ve bilim insanının ethosu" diye nitelendirmiştir (Merton, 1972). Bu normlar, bilimsel alanı bilim-dışı etkilerden koruyan bir savunma duvarı olarak da adlandırılabilir.

Bilimin ortak çalışmaya dayalı olmasından dolayı, araştırma sonuçlarının paylaşımını teşvik eden komünalizm aslında bilimsel yöntemin temeli olarak kabul edilir. Komünalizme göre bilimsel bulgular daha önce üretilen bilimsel bilgilerin devamı niteliğinde olduğundan bilimsel araştırma ürünü kamusaldır ve sahibi doğal olarak toplumdur. Bilimsel bilgi bir kişinin değil tüm insanlığın müşterek mülküdür ve gizlenemez.[2] Bu nedenle her araştırmanın sonucu şartsız ve koşulsuz olarak toplumla paylaşılmalı, gerçek bilgi sınır tanımadan herkese ulaşmalıdır. Bilimin ortak çalışmaya dayalı olması, bilginin toplumsallığı ve bilimsel bulguların daha önce üretilen bilimsel bilgilerin devamı olduğuna dair en güzel örneklerden birine Karl Marks’ın Kapital kitabının üçüncü cildinde rastlarız; ‘’Her tür bilimsel emek, her tür keşif, her tür buluş, evrensel emektir. Kısmen canlı emekle el birliğine, kısmen geçmiş emeklerin kullanımına bağlıdır’’ (Marx, 2017a: 113).

Evrensellik ilkesine göre bilim öznellikten uzaktır ve bilginin ulusal anlayış ve kültürlerle bir ilgisi yoktur. Bu nedenle bilgi bir sınıfa / klike / kültüre ait ve özel değildir. Ayrıca herhangi bir bilimsel iddia / sonuç bunları öne süren bilim insanının / topluluğun statüsüne ve gücüne bakılmaksızın tekrardan değerlendirmeye tabi tutulmalıdır.

Tarafsızlık ilkesine göre ise bilim insanı yöntemleri tasarlarken ve uygularken, sonuçları analiz ederken, yorumlarken kişisel kazanç, mevcut konforunun kaybı ve diğer maddi/manevi çıkarlar gibi herhangi bir şeyin etkisi altında kalmadan sadece gerçeğin peşinde koşmalıdır[3].

Bilimin temel değeri olan ‘’örgütlü (organize) kuşkuculuk’’ ilkesine göre ise tek bir otoritenin tekelinde ol(a)mayacak gerçeğe ulaşılana kadar her şeyden kuşku duyulmalıdır ve bilim insanlarının tek amacı gerçeği aramak olmalıdır.[4]Bilimsel yöntemin can alıcı unsuru olan bu norma göre bilim insanı kendi ürettiği bilgi dahil tüm bilgilere örgütlü ve sistemli bir şüpheyle bakmalıdır.[5]

Hepimiz bilim ve bilim insanları için belirtilen bu ilkelere uyulmadığına sıkça tanıklık ediyoruz. Her ne kadar bu normların değişiminde bilim insanları suçlansa da bunun amacı asıl sorumlu olan bilimin piyasa koşulları tarafından belirlenmesi tartışmasının arka plana atılma isteğidir. Bu çalışmada öncelikle bilimsel ilkelerin nasıl dönüştüğüne bakılacak sonrasında ise bu dönüşüme bilim insanlarının, akademik bilimsel dergilerin ve tıbbi-ilaç endüstrisinin nasıl etki ettikleri detaylandırılacaktır.

BİLİMSEL İLKELERİN DÖNÜŞÜMÜ

Bir tür bilgiye dayalı “altına hücum” yaşadığımız bu zamanlarda, bilimsel ilkelerin ve etik değerler sisteminin temelinin aşındırılmış olduğu ortadadır. Oysa bilginin toplumsal olarak paylaşılarak bilim insanları arasındaki iş birliğini kolaylaştırması ve büyük insanlığın hizmetinde kullanılması gerekmekteydi (Bermúdez ve Jover, 2021). Neoliberalizm, sermayenin kâr elde etmesi uğruna bilginin özelleştirilmesi ve metalaştırılmasından başka bir şey olmayan “bilişsel kapitalizm” denilen olguyu da beraberinde getirdi (Restakis, 2014). Bilişsel kapitalizm, bilgi üretimi ve bilim insanları için yeni araçlar ve amaçlar yarattı. Böyle olunca da bilim insanları ticarileşti ve kendilerini artık topluma karşı değil, endüstriye karşı sorumlu hissetmeye başladı. Akademisyenler ticarileştikçe de araştırma değerleri piyasa değerleri tarafından yönetilmeye başlandı (Terzi ve ark., 2013).

Öte yandan bilimsel ve teknolojik gelişmeler bir avuç ülkede yoğunlaştı[6] ve pandemi döneminde bir kez daha gördüğümüz üzere öncelikle bu ülkelerde belirli sınıfların bilimin yararlarından faydalanması sonucu oluştu. Böyle olunca da üretilen bilgi doğru bile olsa toplumların yararına bir etkisi olmamaya, bireysel kazanımlara, hatta sınıfsal kayıplara yol açmaya başladı. Bu durumun en açık ifadelerinden biri Karl Marks’ın Kapital kitabının ilk cildinde William Thompson’un 1824 tarihli İnsan Mutluluğuna En Çok Yardımcı Olan Zenginliğin Dağılım İlkeleri Üzerine Bir Araştırma kitabından yaptığı şu alıntıdır; "Bilim adamı ile üretken işçi arasında büyük bir uzaklık var ve bilim, işçinin elinde, onun üretici güçlerini onun için çoğaltacak yerde, neredeyse her yerde işçinin karşısında yer alıyor... Bilgi, emekten ayrılabilen ve onun karşısına çıkarılabilen bir alet haline geliyor (W. Thompson, "An Inquiry into the Principles of the Distribution of Wealth", London 1824, s. 274.).’’ (Marx, 2017b: 349).

Sınıflı toplumlarla birlikte bilim, üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran egemen sınıfların egemenliği haline gelmiştir. Bilimsel ürünlerin artı ürüne dönüşmesiyle bilim alanında da özel mülkiyet ve emeğe el koymanın farklı biçimleri gelişmiştir. Egemen sınıfın gereksinimlerini karşılamak üzere toplumsal iş bölümünde bilgi üreten, bilgiyi depolayan ve aktaran bilim insanları ilk kez profesyonelleşmiş/uzmanlaşmış ve bu kişiler doğrudan üretime katılmadıkları için egemen sınıfın topladığı artı değerin bir kısmından yararlanmaya başlamıştır. Bilgi üretiminin uzmanlaşması bilimsel gelişmeyi hızlandırmış ancak halen kendiliğinden bilgi üretimini sürdüren emekçi kitleler[7], kapitalist devletin ve/veya sermayenin elinde tekelleşen bilgiden yoksun kaldıkları için tarihte cahillik kategorisine itilmişlerdir (Nalçacı, 2017). Bilim egemen sınıfın gereksinimlerine göre şekillendirilmiş ve onlar için kullanılmış, zamanla günlük hayatın dışında, yaşam pratiği için yararsız, ulaşılması/anlaşılması zor bir şeye dönüşmüştür. Böyle olunca ‘’bağımlı sınıflar’’ bilimin verileriyle yaratılan zenginliklerden mahrum bırakılmış[8], hatta bu durum, pandemi döneminde tekrardan gördüğümüz gibi, kendilerine karşı bile kullanılmıştır (Çıtak, 2021).

Diğer yandan sınıflı toplum ve de bilimin ticarileşmesiyle tarafsızlık ilkesi[9] yitirilmiştir (Terzi ve ark, 2013). Küresel tıbbi-ilaç endüstrisinin / tekellerinin düsturu piyasa kurallarına göre kazanmak için her şey mubahtır ve amaçları kârlarını maksimize etmek olduğu için tarafsızlık egemen sınıf taraflılığına evrilmiştir. Tarafsızlığın kaybıyla, bilim ve bilim insanının toplumsal konumu ters yüz olmuştur. Oysa bilimsel bilginin bir Robinson Crusoe'su yoktur ve toplumsal bağlarından arınmış bilim insanı yalnızca bir illüzyondur (Arslan, 1991). Ancak günümüzde bilimsel çalışmaların uluslararası tekellerin ve halktan kopuk bir bilim bürokrasisinin denetiminde olmadığını kim iddia edebilir (Okuyan, 2020). Halktan kopukluğun sonucu olarak bilim insanları bütünlüğü[10] kaybetmiş bilimsel sürece yabancılaşmıştır (Nalçacı, 2017).

Evrenselliğin ve tarafsızlığın kaybı doğal olarak örgütlü kuşkuculuğun da sonunu hazırlamıştır. Bilimdeki özgürlük alanının endüstriye terk edilmesiyle birlikte toplumsal amaçların yerini şirket amaçları almıştır. Araştırma destekleri için şirketler ile ters düşmeme yazılı olmayan bir kural haline gelmiştir. Bu nedenle bilim insanları sermayenin ürünleri veya sermeye tarafından desteklenen yayınlara karşı yayın yaptıklarında kişisel olarak saldırıya uğrayacaklarından, bu şirketlerden aldıkları veya alacakları araştırma desteklerini kaybedeceklerinden, çalıştıkları üniversiteler bu şirketler tarafından fonlandığından üniversiteleri ile ters düşeceklerinden, hatta kendilerine karşı maddi/manevi kayba yol açmaktan davalar açılmasından korktuklarından kuşkuculuk tabiri caizse bir korkuluk halini almıştır (Terzi, 2010)[11].

Yeni bilimsel normlar bilimde çarpıtma stratejileri olarak tariflenen bilimi şekillendirmek, bilimi saklamak, bilime ve bağımsız bilim insanlarına saldırmak, bilim emekçilerini taciz etmek/tahakküm altına almak, bilimi ambalajlamak, bilimi yönlendirmek gibi şeyler olmuştur (Terzi, 2013).

Komünalizm yerini patent yasaları ile özel mülkiyete ve doğal olarak ticarileşmeye yani kapitalist bilime, evrensellik yerini üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran egemen sınıfların egemenliğine ve bunun sonucunda bilimin ekonomik ve endüstriyel büyüme için üretilmesine yani endüstriyel bilime, tarafsızlık yerini ticarileşme ile birlikte sınıflı bir taraflılığa yani piyasaya dayalı bilime, örgütlü kuşkuculuk ise yerini araştırmaların sonuçlarına ilişkin neyin abartılabileceğine yani sosyal medya bilimine ve araştırma sonuçlarına itiraz edenlerin bilim dışına itilmesi tehdidiyle itaatkarların bilimine bırakmıştır (Etzkowitz, 2003)[12].

BİLİMİN İPLERİ SERMAYENİN ELİNDE

Feodal dönemde bilimle uğraşmanın birkaç koşulu vardı, bilim insanı ya kendi kendini finanse eden bir feodal olmalı ya da feodal birini veya vakfı arkasına almalıydı. Burjuva devrimi sonrasında oluşan burjuva devleti ise üretici güçlerdeki büyük gelişmeye bağlı olarak öncesine göre çok fazla sayıda bilim insanı istihdamına başladı. Böylece önceki üretim tarzları dönemlerinden farklı olarak bilim insanları ücretli emekçiler haline geldiler (Nalçacı, 2017).

1900’lü yılların ortasında, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin bilimsel faaliyetlerde olan başarısıyla[13], bilim faaliyetleri ve doğal olarak bilim insanları merkez kapitalist devletler tarafından da geniş bir şekilde finanse edilmeye başlandı. İkinci Paylaşım Savaşı’nın sonuna denk gelen bir dönemde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı’na sunulan “Bilim, Sınırsız Hudut” başlıklı rapor[14], bu devletlerin bilim alanında politika üretmesinde öncü oldu (Bermúdez ve Jover, 2021). Bu dönemde özellikle askeri gereksinimler ile birlikte bilim insanları emperyalist devletlerin emrine girmeye başladı (Nalçacı, 2017).[15]

Aynı dönemlere denk gelen bilim ve bunun ardılı olarak teknolojinin gelişimine dair ortaya atılmış belki de ilk model olan Sábato Üçgeni’nde bilimsel kalkınma için ana güçler; devlet, şirketler ve üniversiteler olarak tariflenmişti (Sábato ve Botana, 1970). Ancak o dönemde en önemli şirketler devlete ve üniversitelerin de çoğu kamuya aitti (Bermúdez ve Jover, 2021). Sonraki yıllarda ise bilim insanları için başlatılan finansman modeli neoliberalizmin temel ilkelerinden biri olan “Minimal Devlet” teziyle bir ekonomik sorun haline gelmeye başladı. Neoliberal politikalar ile birlikte son 40 yılda endüstri, önce sponsor olarak bilimsel çalışmaların her aşamasına dahil olmaya başladı, ardından da sermaye, bilim insanının finansmanını bu finansman altında ‘’ezilen’’ kapitalist devletin üzerinden almaya başladı[16]. Şirketler üniversiteleri fonlayarak kendi istekleri doğrultusunda götürmeye zorladı, şirket üniversiteleri oluştu, rekabetçi finansman önemini artırdı. Böyle olunca da daha önce kamunun elinde şekillenmesi için örgütlenen Sábato Üçgeni’nin her bir köşesi sermayenin eline geçti.[17]

Böylelikle günümüzde bilimsel çalışmaları genellikle endüstri tasarlar ve istatistiksel analizleri gerçekleştirir duruma gelmiş, bazı çalışmalarda yazarlar kendi verilerine bile erişememeye başlamış, hatta endüstri makalelerin nasıl yazılacağına sonuçların nerede, nasıl ve ne şekilde yayımlanacağına karar verir hale geçmiştir (Rasmussen ve ark., 2018). İlaç firmaları bu işe çok ciddi bir bütçe ayırmakta ve parlak bilim insanlarını kendi ürünleri ile ilgili çalışmaların sonuçlarını çarpıtmak üzere işe almakta, danışma kurullarındaki bilim insanlarını başka çalışmalarda fonlayarak kendisine bağlamakta, klinik araştırmalardan istedikleri sonuçları alabilecekleri yeni yöntemler geliştirmekte ve yanlılık daha çalışmanın tasarlanması aşamasında başlamaktadır (Terzi, 2010) (Tablo 1).[18]


Daha düşük etkinliği olduğu bilinen bir tedaviye/ilaca karşı tedaviyi/ilacı denemek

Tedaviyi/ilacı çok düşük dozdaki rakip bir ilaca/tedaviye karşı denemek

Çok yüksek dozda rakip bir tedaviye/ilaca karşı kendi tedavisini/ilacını denemek (ilaçlarının daha az toksik görünmesini sağlar)

Rakiplerin tedavilerinden farklılık gösteremeyecek kadar küçük denemeler yapmak (örneklem büyüklüğü azaldıkça istatistiksel anlamlılık yetersiz kalacaktır)

Araştırmada birden fazla uç sonlanım noktası kullanmak ve bu sonlanım noktalarından hangisinde tedavi lehine sonuç bulunursa sadece o sonuç üzerine yayın yapmak, diğerlerini gizlemek

Çok merkezli araştırmalar kurgulamak ve sonuçları sizin tedavinize göre uygun olan merkezlerden seçmek

Alt grup analizleri yaparak uygun olanları yayınlamak

Etkileme olasılığı en yüksek olan sonuçları sunmak; örneğin, mutlak riskten ziyade göreceli riskte azalmayı sunmak

Tablo 1. Tıbbi-ilaç şirketlerinin klinik araştırmalardan istedikleri sonuçları alabilecekleri yöntem örnekleri Terzi, 2013.  


Örneğin ABD’de üç binden fazla bilim insanına uygulanan bir ankete göre her üç kişiden biri bilimsel normlara uymayan davranışlarda bulunduğunu itiraf ederken kariyerinin ortasında olan her beş bilim insanından biri (%20,6) fon kaynağından gelen baskıya yanıt olarak çalışmalarının tasarımını, metodolojisini veya sonuçlarını değiştirdiğini belirtmiştir (Martinson ve ark., 2005).

2015 yılında ABD’de yayınlanan bir başka çalışmaya göre son 10 yılda endüstri tarafından desteklenen / yaptırılan çalışma sayısı %43 artarken Ulusal Sağlık Enstitüleri (NIH) tarafından desteklenen çalışma sayısı %23 azalmıştır (Ehrhardt ve ark., 2015). NIH tarafından desteklenen çalışmaların da aslında yine endüstri tarafından desteklendiği unutulmamalıdır.  Örneğin 2018 yılında 100 milyon dolarlık bir alkol tüketim araştırmasının bira ve likör şirketleri tarafından finanse edildiği ve sonucunda ılımlı alkol tüketiminin risklerinin değil faydalarının vurgulanmasının amaçlandığı NIH’da çalışan bilim insanları ile şirketlerin arasındaki yazışmalarda görülmüştür (Achenbach, 2018).  

2005 yılında yayınlanan bir Avam Kamarası raporuna göre ise klinik ilaç araştırmalarının yaklaşık %90'ı ve büyük tıp dergilerinde bildirilen araştırmaların %70'i ilaç endüstrisi tarafından yürütülmekte veya yaptırılmaktadır (House of Commons Health Committee, 2005). The New England Journal of Medicine’da (NEJM) tek bir yıl boyunca yeni ilaçlar ile ilgili 73 çalışma yayınlanırken bunların %82’si ürünü satan ilaç şirketi tarafından finanse edilmişti ve bu çalışmaların yazarlarının %68’si bu şirketlerin çalışanları iken baş yazarların %50’si bu şirketlerden para alan kişilerdi (Strong, 2022).

2008-2009 yıllarında Lancet dergisinde yayınlanan tüm randomize klinik çalışmaları inceleyen bir araştırmaya göre yayınlanan araştırmaların yaklaşık yarısı (%48) tamamen endüstri tarafından finanse edilmekte ve bu çalışmaların %75’i çalışma veri tabanına veri girişi, akademik yazarların katılımı olmaksızın sponsor veya sponsor tarafından işe alınmış bir kuruluş tarafından yapılmakta ve sadece %14’ünde sponsor firma makalenin yazımına dahil olmamaktadır (Lundh ve ark., 2012).

2010 yılında şeker hastalarında kullanılan Rosiglitazon (Avandia) isimli ilacın kullanımına bağlı kalp krizi riskinde önemli bir artış olduğunu gösteren bir meta-analizin yayınlanması ile başlayan tartışma ilacı üreten şirketin fonladığı bilimsel topluluğun, hakemli dergilerde ve basında bir dizi mektup, yorum, yeni sistematik inceleme ve meta-analiz ile karşılık vermesiyle artmıştı (Terzi, 2013). Yayınlar, ilacın kullanımının güvenliği konusunda, bazıları taban tabana zıt farklı görüşler sunuyordu. Bunun sonucunda yapılan soruşturmaya göre ilaç üreticisinin bu ilacın şeker hastalarında kalp krizi riskini artırdığını daha önceden saptamasına rağmen ilgili kurumları uyarmadığı saptandı (Nissen, 2010; Terzi, 2010). Aynı yıl yapılan bir başka çalışma bilim insanlarının Rosiglitazon tartışması hakkında ifade ettikleri görüşlerin yönelimi ile ilaç şirketleriyle olan finansal çıkar ilişkileri arasında açık ve güçlü bir bağlantı (neredeyse %90) olduğunu ortaya koydu (Wang ve ark., 2010). Rosiglitazon ile kalp krizi riskinin artmadığı görüşüne sahip yazarların riskin arttığına dair görüşe sahip yazarlara göre genel olarak şeker ilacı üreticileriyle ve özel olarak Rosiglitazon üreticileriyle finansal çıkar ilişkisi içinde olma olasılıkları daha yüksekti (sırasıyla, oran oranı 3,3 ve 4,2). Benzer şekilde Rosiglitazon kullanımına ilişkin olumlu tavsiyeler ile finansal çıkar ilişkileri arasında güçlü bir ilişki vardı (oran oranı 3,3).

Cem Terzi’nin 2010 yılında Türk Tabipleri Birliği’nin yayın organı olan Toplum ve Hekim dergisinde Rosiglitazon tartışması ile ilgili bir başka makaleden yaptığı alıntıda yer alan cevapları içinde saklı sorular aslında sürecin nasıl işlediğini çok güzel açıklamaktadır;

1-Prestijli bir derginin akademisyen olan hakemi niçin etik standartları hiçe sayarak kendisine değerlendirmesi için gönderilen bir makaleyi gizlilik kurallarını çiğneyerek kâr amacı güden bir firma ile paylaşır? 2- Bir ilaç firmasının hekim olan yöneticileri, niçin görmeleri yasak olan hakem değerlendirmesi sürecindeki bir makaleyi temin edip buradaki gizli bilgileri kendi firmalarının lehine, rakip firmaların aleyhine kullanmak için çaba gösterir? 3- Kâr amaçlı bir firmada çalışan bir hekim niçin firmanın bu etik dışı davranışına ortak olur / hoş görür / durdurmaya çalışmaz? 4- Bir araştırmacı niçin orijinal çalışma planında yer almayan bir teklifi kabul ederek klinik çalışmanın ara sonuçlarını rapor etmeye ikna olur? 5- Çalışmada gözlemci olarak görev yapan bir hekim ilacın olası zararlarını görmesine rağmen niçin sessiz kalır? 6- Bir dergi, veri yönetimi ve istatistiksel analizin doğru ve etik olduğundan emin olmadan bir çalışmayı niçin yayımlar?

Soruların cevabını aynı yazı içinde kendisi verir; Para, para, para, para, para, para (Terzi, 2010).

Tasarım, metodoloji veya sonuçların değiştirilmesi ile ilgili başka kanıtlar ilaç şirketlerine karşı açılan davalardan gelmektedir. 2012'de GlaxoSmithKline (GSK) şirketi, ilaçların yasa dışı tanıtımı, güvenlik verilerinin bildirilmemesi ve yanlış raporlama dahil olmak üzere çok sayıda cezai ve hukuki suç nedeniyle 3 milyar dolar para cezasına çarptırılmıştı (Roehr, 2012).  GSK ayrıca "sahte danışma kurulları ve sözde bağımsız bilim insanı programları" oluşturmakla da suçlanmıştı. Johnson and Johnson şirketi de riskleri gizleme ve faydaları abartma dahil olmak üzere aldatıcı uygulamalar nedeniyle 2013'te 2,2 milyar dolar para cezasına çarptırıldı (Department of Justice. 2012).  

Bir başka örnek ise sözde bağımsız olan kuruluşların da bu oyunlara alet olduğu yönündedir. 2010 yılında Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), bağımsız bilim insanlarının itirazlarına rağmen, Amerikan Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi’nden (CDC) gelen tavsiyelere dayanarak H1N1 influenza salgını için Oseltamivir adlı antiviral ilacı temel ilaçlar listesine eklemişti[19]. Oysa bu ilaç ile ilgili temel verilerde bile tutarsızlık vardı ve ilgili bilimsel bulgular için organize kuşkuculuk yapılmasına izin verilmemişti (Doshi ve ark., 2012; Jack, 2014). 2017 yılında bu ilaç DSÖ tarafından temel ilaç listesinden sessizce çıkarılana kadar ilaç ABD’de yıllık 3 milyondan fazla oranda reçete edilmeye devam edilmiş ve şirket 20 milyar dolardan fazla haksız kazanç sağlamıştı (Brophy, 2020). Bu örneklerin daha fazla olduğu açıktır.[20] Bilimin ve bilimsel yayıncılığın ipleri sermayenin elindedir (Şekil 1).


Şekil 1. Bilimsel dergilerin tek elden kontrolü (Smith, 2005)

Sermaye akademik yayıncılığa neden ilgi duyar?

1973 yılında ilaç tekeli Pfizer’ın satış rakamı 1 milyar dolar iken şirket 2021’de yılda 81 milyar dolar ile dünyanın en zengin 28. şirketi haline gelmiştir. Bir başka tıbbi endüstri tekeli olan Johnson and Johnson şirketi ise 94 milyar dolar ile 15. sırada yer almaktadır (Strong, 2022). Bu tekeller dünyadaki çoğu ülkeden daha zengindir. 2021 yılında Big Pharma’nın reçeteli ilaçlardan kârının 610 milyar dolar olduğu tahmin edilmektedir (Compton, 2022).

Astronomik kâr marjları ilaç ve sağlık ürünleri endüstrisini bilimsel olmayan ve bilimsel faaliyetlerde lobi faaliyetlerine diğer tüm endüstrilerden daha fazla harcama yapmalarının önünü açmıştır. Big Pharma lobisinin etkili olduğu birçok farklı yer olsa da bunlardan en önemlisi bilimsel dergilerdir.  Çünkü ilaçların, aşıların ve tıbbi cihazların güvenli ve etkili olup olmadığını bağımsız gibi görünen kamu kurumları (Avrupa İlaç Ajansı-EMA, Amerika Birleşik Devletleri Gıda ve İlaç İdaresi-FDA) değerlendirmekte ve bu kurumların onay verme mekanizmaları saygın bilimsel dergilerde yayımlanan bilimsel çalışmaların sonuçlarına göre ilerlemektedir[21]. Endüstri için, etkisi yüksek dergilerde yayın yapmak, akademik prestij ve araştırmaya küresel ilgi sağlar ve söylediğimiz gibi yasal onayları hızlandırabilir, satışları artırabilir ve hatta hisse senedi fiyatlarını artırabilir (Rothenstein, 2011).[22]

AKADEMİK YAYINCILIĞIN OLİGOPOLLEŞMESİ; BİLİMSEL LİTERATÜRE KATKIYI VE ERİŞİMİ KONTROL EDİYORSANIZ, BU, BİLİMİ KONTROL ETMEK GİBİ TÜM NİYET VE AMAÇLARA YÖNELİKTİR

Bilimsel dergilerin öncüleri 1600’lü yılların sonuna denk gelse de bir sektör haline gelmesi 1950’lere uzanır. Buna ikincil olarak bilimsel çalışma sayısı 1960’lardan sonra artışa geçmiş ve 1980’lerden sonra ise artış belirginleşmiştir. Örneğin aynı dönemlerde bilim insanlarının çoğunun o dönemdeki hızlarıyla yayın yapmaya devam ederlerse yüzyılın sonunda dergilerinin kütlesinin dünyadan daha ağır olacağı ifade edilmiştir. Bu artışla birlikte bilimsel suistimallerde de belirgin bir artış görülmüştür. Hem yayın sayısının hem de bilimsel suistimallerin artmasının en önemli etmeninin akademik yükseltme kriterleri olduğu belirtilse de sadece bu okuma eksik kalacaktır. Sorun aslında üç ayaklı olarak tariflenebilir; bireysel kirlilik, kurumların suistimalleri önlemedeki başarısızlığı/uygunsuzluğu ve düzenin krizi (Sovacool, 2005). Ancak asıl sorun bireysel kirlilik sorunu olarak bireyler düzeyine indirilemeyecek boyutlara ulaştığından belirleyici olan ana faktör bu alanın sermaye tarafından değerlendirilebilir bulunmasıdır.

Hem kanıta dayalı tıbbın 1990’ların başında yeni bir paradigma olarak ilan edilmesi hem de akademik yükseltme kriterlerinin de etkisiyle dergilere gönderilen bilimsel makale sayılarında belirgin bir artış olmuştur. 1960’ların akademik dünyasında ortaya atılan ‘’ya bir şeyler yayınla ya da silinip gitmeye mahkumsun - Publish or Perish’’[23] anlayışı şüphesiz ki bunda çok etkili oldu. Aslında bu söylemin ilk amacı düşünmeye ve araştırmaya zorlamak ve bilginin paylaşılması, kamulaştırılması idi. Ama sonrasında bu söylemin yayın yapma zorunluluğuna evrilmesi gerçekleşti. İnsanlar için prestij/marka önemli bir şey olduğu için akademisyenler yayınlarını daha çok okunan ve göz önünde olan bilimsel dergilere yollamaya başladı. Ayrıca bilim insanları için, üst düzey dergilerde yayın yapmak, hibe finansmanı ve kariyer gelişimi elde etmede çok önemli bir rol demektir. Bu da belli dergilere daha fazla araştırma makalesi gönderilmesine, dergiler tarafından yayınlanacak çalışmaların seçilmesine ve doğal olarak belli başlı dergilerin daha ‘’saygın’’ olarak kabul edilmelerine sebep olmuştur. Bilimsel yayınlarda olan artışa endüstrinin bilimsel yayınlara müdahalesinin eklenmesiyle metodolojisi, içeriği, sonuçları takip edilemeyen bir bilimsel yayın akışı oluşmuş ve de ‘’saygın’’ dergiler endüstrinin ilgi alanlarına girmiştir.

1973-2013 döneminde indekslenen 45 milyon çalışmanın analiz edildiği bir araştırmaya göre ilk beş akademik dergi yayınevinin 1990’dan itibaren incelemeye aldıkları, yayınladıkları ve atıf aldıkları yayın oranı belirgin bir şekilde artarken diğer yayınevlerinde aynı oranlarda belirgin bir düşüş olmuştur (Larivière ve ark., 2015). Son on yılda yayınlanan tüm makalelerin %50'sinden fazlasının bu beş yayınevi tarafından basılmıştır. Tahmin edilebileceği gibi, yayıncılık sektöründeki bu konsolidasyon, yayıncıların kârlarının artmasına neden olmuştur. Akademik yayıncılık endüstrisinin büyük bir finansal cirosu vardır. 2017 yılında dünya çapındaki satışları 19 milyar doları aşmıştır (Buranyi, 2017). Buradan da anlaşılacağı üzere dergi yayıncılığı ticarileştirilmiş ve bilimsel ve teknik literatürün geniş bir bölümü artık çok uluslu yayıncılık holdinglerinin tekeline girmiştir.


Şekil 2. Reed-Elsevier'in kâr ve kâr marjının bir bütün olarak (A) ve Bilimsel, Teknik ve Tıp bölümünün (B) (milyon USD) (Larivière ve ark., 2015).

Şekil 2’deki Elsevier örneğinde görüldüğü gibi yayınevinin 1991 ve 1997 yılları arasında hem kârı hem de kâr marjı bir bütün olarak istikrarlı bir şekilde artmıştır. Bu dönemde kâr 665 milyon dolardan 1,4 milyar dolara iki kattan fazla artarken, kâr marjı da %17'den %26'ya yükselmiştir. Sonrasında da kârının arttığı görülmektedir. Bununla birlikte, şirketin kârı ve kâr marjı 2008-2009 krizinde azalsa da (Şekil 2A) Bilimsel, Teknik ve Medikal kısmının kârı ve kâr marjı hep yükselmiş (Şekil 2B) ve 2012-2013'te tüm zamanların en yüksek seviyesi olan 2 milyar doların üzerine çıkan kârlarla sonuçlanmıştır.

Benzer şekilde 2012 yılında Springer Science+Business Media (%35,0) ve 2013 yılında John Wiley & Sons'un Bilimsel, Teknik, Tıbbi ve Akademik bölümü (%28,3) ve Taylor and Francis (%35,7) yüksek kâr marjları elde etmiştir (Larivière ve ark., 2015). Bu oranlar aynı dönemde kâr marjı en yüksek olan on büyük şirket arasında yer alan Pfizer (%42), Çin Sanayi ve Ticaret Bankası (%29) ve Hyundai Motors'un oranları (%10) ile karşılaştırılabilir düzeydedir. 2015 yılında şirketlerin kâr marjlarını karşılaştıran Şekil 3’de de benzer bir durum izlenmektedir. Aynı yıl Elsevier bilimsel dergi pazarının %24'üne sahiptir (Buranyi, 2017). Kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olduğunu belirten Massachusetts Medical Society’in sahibi olduğu NEJM’in ise, 2017 yılı için yayıncılıktan elde ettiği gelirin 103 milyon Sterlin olduğu tahmin edilmektedir (Smith, 2019). Klasik araştırma dergilerinin yıllık gelirleri 1 milyon İngiliz Sterlin'i civarındadır (Terzi, 2010).


Şekil 3. Akademik yayıncılık şirketi Elsevier’in 2015 yılı kâr marjının bilimsel yayıncılık dışı şirketler ile karşılaştırılması 

AKADEMİK YAYINCILIĞIN KÂRI NEREDEN GELİYOR?

Giderleri makalenin basılı hale hazırlanması ve sayfa düzeni, kopyaların basılması, pazarlama, maaşlar ve kiradan oluşan dergiler ve yayınevleri nasıl böyle bir kâr marjına ulaşmışlardır? Akademik dergilerin kazandıkları paralar dört farklı yerden gelmektedir; reklam ücretleri, ayrı basım (reprint) ücretleri, üyelik ücretleri ve son 10 yılda artan bir oranda açık erişim (open access) için yazarlardan alınan ücretler.

Günümüzde bilimsel yayınların kendileri, yüksek sabit ve düşük değişken maliyetleri olan ‘’bilgi malları’’ olarak kabul edilebilir. Para kazanmak bilindiği üzere bir ürünü/malı satmaya bağlıdır. Bu ürünün/malın ne kadar iyi sattığı ise kalitesine bağlıdır. Geleneksel olarak, akademik dergilerin kalitesi, dergilerin iyi araştırmaları ve daha fazla aboneyi çekmek için yüksek sesle yaydıkları bir ölçü olan ‘etki faktörleri’ (impact factor) açısından ölçülür. Etki faktörü, iki yıllık bir süre boyunca dergi makalelerinin atıf sayısına göre hesaplanır. Ancak bu, bir dizi temel sorunu gündeme getirir. Öncelikle atıf sayısının kalite ile uyumlu olduğunu kabul eder ki bu büyük bir iddiadır. Çünkü atıfların sayısı disiplinler arasında önemli ölçüde değişmektedir. Örneğin, klinik endokrinoloji dergileri için ortalama etki faktörü, bir disiplin diğerinden daha önemli olarak değerlendirilmese de, cerrahi dergilere göre iki kattan fazladır (Hagve, 2020). Öte yandan aslında, bir makalenin kendisinin etki faktörü ve kalitesi ile yayınlandığı dergi arasında çok az korelasyon vardır, çünkü dergilerin etki faktörü, yüksek atıf alan birkaç makale tarafından yönlendirilir. Örneğin 211 geri çekilmiş makalenin[24] yakın tarihli bir araştırması, alıntıların üçte birinin makaleler geri çekildikten sonra gerçekleştiğini saptamıştır (Smith, 2006). Bir diğer sorun da etki faktörü hesaplanırken yazarın kendisine veya dergi tarafından yapılan alıntılara da yer verilmesidir. Dergilerin, yazarları kendi dergilerine atıf yapmaları konusunda cesaretlendirdikleri ve konuya özel uzmanlaşmış özel dergilerde kendine atıf oranın yüksek olduğu bilinmektedir (Sanfilippo, 2021). Kendine atıflar çıkarıldıktan sonra dergilerin etki faktörlerinde en azından %15’lik düşme olmaktadır. Öte yandan dergi atıf sayılarında Matta etkisinden[25] de bahsetmek yanlış olmaz. Buna göre çok atıf alan dergi ve/veya araştırmacı, sonraki atıflarda da tercih edilir ve böylece atıf sayısı beklenenin üzerine çıkar. Yukarıda örnek verdiğimiz üzere ilk beş akademik dergi yayınevinin yıllar geçtikçe atıf aldıkları yayın oranları belirgin bir şekilde artarken diğer yayınevlerinde aynı oranlarda belirgin bir düşüş olmuştur. Bunun sebeplerinden biri Matta etkisidir.

Bir dergi için etki faktörü finansal başarı için çok önemlidir ve bu nedenle dergiler için makalelerinin sık sık alıntılanması ilk önceliktir. Bu durum dergilerin yayınlayacakları yazıları seçmelerini etkiler (pozitif ayrımcılık/yayın yancılığı), ancak ne yazık ki bu yazıların ileriki araştırmalara fayda sağlayıp sağlamayacağı tutarlı değildir. Bu nedenle dergilerin kârının nereden geldiğine bakmadan önce etki faktörünü incelemek daha doğru olacaktır.

1. Hangi yazılar dergilerin etki faktörünü etkiler? Endüstri destekli etki faktörü oyunu

Endüstri destekli çalışmaların yayınlanması ve randomize kontrollü çalışmalar dergi etki faktörlerindeki artışla ilişkilidir (Flacco ve ark. 2015; Lundh ve ark., 2010; Vinkers ve ark., 2021).

Endüstri destekli çalışmalar daha çok atıf alma potansiyeli taşımaktadır. Endüstri destekli araştırmalara genellikle diğer denemelerden ve diğer araştırma türlerinden daha fazla atıfta bulunulmasının birkaç nedeni vardır. Birincisi, bu çalışmalar sıklıkla randomize kontrollü olarak sunulur, indeks çalışmalardır ve sıklıkla kullanılan müdahaleler ilaçlardır ve bu durum alıntıları artırır. İkincisi, bunu destekleyecek çok az kanıt olmasına rağmen, birçok kişi tarafından endüstri destekli çalışmaların endüstri destekli olmayanlara göre daha yüksek kalitede olduğu kabul edilmektedir (Lexchin ve ark., 2003). Aslında şirketler çok büyük kaynaklara sahip oldukları ve en yüksek standartlarda araştırmalar yürütmeye çok aşina oldukları için bu çok şaşırtıcı değildir. Üçüncüsü, endüstri destekli çalışmalar endüstri dışı çalışmalara göre daha sık olumlu sonuçlara sahiptir veya sonuçlar olumsuz çıkmış olsa bile genellikle gerçekte olduğundan daha olumlu görünecek şekilde sunulur, ve pozitif sonuçlu endüstri destekli çalışmalar, negatif sonuçlu çalışmalara göre daha çok atıf almaktadır (Conen ve ark., 2008; Kulkarni ve ark., 2007; Terzi, 2013). Dördüncüsü ve en önemlisi, sponsor şirketler, çalışmalarından olumlu bahseden hayalet yazarlı veya bilindik yazarlı incelemeler, ayrı basımların (reprint / hardcopy) satın alınması ve ücretsiz dağıtılması ve medyanın ilgisinin yaratılması dahil olmak üzere çalışmalarının farkındalığını pozitif yönde artırmak için çeşitli piyasa stratejileri kullanırlar.

Endüstri destekli yapılmış klinik çalışmaların saygın dergilerde basılma oranının giderek artığını ve bu durumun, bu dergilerin etki faktörlerinin artmasında ciddi rol oynadığını gösteren en bilinen bilimsel kanıt 2010 yılında ortaya konmuştur (Lundh ve ark., 2010). Bu çalışmada endüstri destekli araştırmaların 6 derginin (Annals of Internal Medicine, Archives of Internal Medicine, British Medical Journal (BMJ), Journal of the American Medical Association-JAMA, The Lancet ve NEJM) etki faktörlerine olan etkisi incelenmiştir. 1996-1997 yıllarında bu dergilerin dördünde yayınlanan çalışmaların aldıkları atıf sayısı yayının endüstri destekli veya desteksiz olup olmamasına bakılmaksızın istatistiksel olarak farksız iken 2005-2006 yıllarında altı dergide de yayınlanan çalışmaların aldıkları atıf sayısı yayının endüstri destekli olması durumunda istatistiksel olarak daha fazladır (Tablo 2). Endüstri destekli araştırmalar endüstri destekli olmayanlara göre bazı dergilerde iki kattan daha fazla atıf almıştır.


Tablo 2. Başlıca bilimsel tıp dergilerinde yayınlanan randomize araştırmaların alıntıları ve endüstri destekli araştırmalar hariç tutulduğunda etki faktörlerindeki değişim (Lundh ve ark., 2010). 

Aynı çalışmada gösterilmiştir ki endüstri destekli araştırmaların etki faktörü hesaplamasından çıkarılması dergi etki faktörlerini azaltmaktadır. Düşüş, BMJ için %1 iken NEJM için %15 olmak üzere dergiler arasında önemli ölçüde farklılık göstermektedir. Öte yandan endüstri ve karma desteğe sahip çalışmaların analizine, yalnızca alıntı yapılabilir makalelere (yani orijinal araştırma ve incelemelere) yapılan alıntılar dâhil edildiğinde NEJM'nin 2007’deki etki faktörünün %15 yerine %24 azaldığı görülmüştür. Hesaplamadaki bu ciddi eksiklik nedeniyle, endüstri destekli araştırmaların etki faktörü üzerindeki gerçek etkisinin önemli ölçüde hafife alındığına inanılmaktadır.

Randomize kontrollü çalışmalar da dergi etki faktörlerindeki artışla ilişkilidir. 2000’li yıllarda saygın dergilerde yayımlanan randomize çalışmaların, ki endüstri kanıta dayalı tıp için bu tip çalışmalara çok önem vermektedir[26], dörtte üçü endüstri sponsorluğunda gerçekleştirilen çalışmalardı (Terzi, 2010). Bire bir (head-to-head) karşılaştırmalı randomize çalışmalara günümüzde de endüstri hâkimdir. 1965-2017 yılları arasında yayınlanan 40 bine yakın randomize kontrollü çalışmayı inceleyen yeni bir araştırmaya göre en fazla randomize kontrollü çalışmanın sırasıyla The Lancet (%9,1), Journal of Clinical Oncology (%8,5) ve NEJM’de (%8,3) yayınlandığı saptanmıştır. Bu çalışmalar için ilk kırk fon sağlayıcı arasında sadece yedi tanesi endüstri dışı kurumdur, geri kalan 33 fon destekleyicisi (%82,5) endüstridir (Catalá-López ve ark., 2020). Bu nedenle birçok randomize kontrollü çalışma taraflıdır ve metodolojik kusurlar ve yetersiz raporlama nedeniyle yeniden üretilmesi zordur (Vinkers ve ark., 2021).

Taraflıdır, çünkü endüstri destekli çalışmalarda pozitif sonuçların elde edilme ihtimali daha çoktur ve sponsorlar için sistematik olarak olumlu sonuçlar verir. İlaç şirketleri, ürünleri için olumlu sonuçları teşvik etmek ve olumsuz sonuçları en aza indirmek için doğal bir teşvike sahiptir; para. Üç yüz on dokuz randomize kontrollü çalışmayı inceleyen bir araştırmaya göre endüstri finansmanı “olumlu” bulgularla güçlü bir şekilde ilişkilidir [olasılık oranı 2,8; %95 güven aralığı: 1,6-4,7] ve endüstri tarafından finanse edilen çalışmalardan %96,5’inde “olumlu” sonuçlar alınmıştır (Flacco ve ark., 2015). Üç sistematik derlemede endüstri tarafından finanse edilen çalışmaların olumlu sonuçlar bildirme olasılığının iki ila dört kat daha fazla olduğu saptanmıştır (Every-Palmer ve Howick, 2014). İnfluenza aşıları ile ilgili yayınlanmış çalışmaları kamu veya endüstri tarafından finanse edilmesine göre olumlu/olumsuz sonuçlar açısından karşılaştıran bir başka çalışmada endüstri tarafından finanse edilen çalışmaların influenza aşılarını destekleyen sonuçlara sahip olma olasılığının 2,2 kat daha fazla olduğu saptanmıştır. Öte yandan kamu tarafından finanse edilen 92 çalışmanın ortalama dergi etki faktörü 3,7 ve ortalama atıf indeksi faktörü 33,7 iken tamamen veya kısmen endüstri tarafından finanse edilen 52 çalışma için ortalama etki faktörü 8,7 ve ortalama atıf indeksi faktörü 58,3 olmuştur (Jefferson ve ark., 2009). Yakın zamanlı bir başka çalışmaya göre de randomize kontrollü çalışmalardaki sorumlu araştırmacının ilaç endüstrisi ile arasında finansal bir bağ olması pozitif sonuç ile önemli ölçüde ilişkilendirilmiştir (olasılık oranı 3,5 %95 güven aralığı: 1,7-7,7) (Ahn ve ark., 2017).  Bu sonuçlar finansman kaynağı ile çalışma sonuçlarının türü ve yayınlandığı dergilere olan etki faktörü etkisi hakkında kurulan ilişkiyi doğrulamaktadır.

Ayrıca daha temkinli ve popüler bir başka yaklaşım negatif sonuçlu araştırmayı yayınlamamak veya yayınlatmamaktır.[27] Olumlu sonuçların seçici olarak yayınlanması ve olumsuz sonuçların yayınlanmaması, yayın yanlılığına sebep olacaktır. Başlatılan geniş ölçekli her dört randomize kontrollü çalışmadan biri tamamlanmadan sonlandırılmaktadır (Kasenda ve ark., 2014).  Mevcut en iyi tahmine göre tamamlanmış olan tüm klinik araştırmaların yarısının ise akademik dergilerde hiç yayınlanmadığı ve bazılarının hiçbir zaman dergilere değerlendirilmek üzere yüklenmediği yönündedir (Song ve ark., 2010). Bu her büyüklükteki araştırmalar için yayın yanlılığıdır ve kanıt tabanını önemli ölçüde bozar.

Pozitif ve negatif sonuçların hangi oranlarda yayınlandığını inceleyen bir çalışmada yazarlar FDA’e kayıt edilmiş ancak sadece üçte biri yayınlanmış 74 antidepresan ilaç denemesinin sonuçlarını incelemişlerdir (Turner ve ark., 2008). Denemelerin 38’inde incelenen antidepresan karşılaştırıcıdan (plasebo veya başka bir aktif tedavi) daha etkili bulunurken (pozitif grup) 36’sında çalışılan antidepresan ilaç daha etkili bulunmamıştır (negatif grup). Pozitif sonuçları olan 38 denemeden otuz yedisi yayınlanırken (%97,3) negatif sonuçlu denemelerin sadece üçü doğru bir şekilde yayınlanmış (%8,3), 22’si hiç yayınlanmamış ve 11'i yanlış bir şekilde olumlu bir sonuç iletecek şekilde yayınlanmıştır (Şekil 4). Yani ulaşılabilecek literatüre göre, %94 antidepresan ilaç denemeleri pozitif çıkmıştır. Ancak gerçekte tamamlanan çalışmaların %51'i pozitif sonuçludur (%50 yayın yanlılığı).

Görüldüğü gibi ana çalışma hipotezi kanıtlanmadığında veya çalışmadaki tedaviler arasında herhangi bir fark görülmediğinde, endüstri bu araştırmayı yayınlatmamak ve tıp dergileri ise, araştırmaların sonuçları dergilere sunulmasına rağmen, çalışmaları yayınlamak konusunda çekingen davranmaktadır. Sonuç olarak, “negatif” çalışmalardan elde edilen verilerin dağıtımının önünde doğal olmayan bir engel oluşmaktadır.


Şekil 4. Amerikan İlaç Dairesi Başkanlığı’na (FDA) kayıt edilmiş randomize antidepresan ilaç araştırmalarında bulunan pozitif ve negatif sonuçlar hangi oranlarda yayınlanmaktadır.

Birçok randomize kontrollü çalışma metodolojik olarak kusurludur, çünkü hem yazarlar tarafından hem de sponsorlar tarafından yanlılık (bias) ihtimali yüksektir. 1966 ve 2018 yılları arasında yayınlanan 176 bin randomize kontrollü çalışmayı inceleyen bir araştırmaya göre en az iki çalışmadan birinde yanlılık mevcuttur (Vinkers ve ark., 2021).

Birçok randomize kontrollü çalışma yeniden üretilemez, çünkü hem genel popülasyonu temsil etmeme potansiyeli taşır hem de yeniden üretildiğinde negatif sonuç elde edilmesi ihtimali bile endüstri ile karşı karşıya kalma açısından yayıncılar ve akademisyenler arasında bir endişe yaratır. Aslında yeniden üretme bilim normları arasındaki evrenselliği karşılaması açısından çok önemlidir ve bilimsel çerçeve ve birçok klinik rehber, biyomedikal bilimlerde, araştırmaların altın standardı olan randomize klinik çalışmaların sistematik incelemelerinden türetilen protokollere dayanmaktadır.[28]

Çalışma örneği gerçek hasta popülasyonunu temsil etmiyorsa, randomize kontrollü çalışmalardan elde edilen sonuçlar gerçek dünya popülasyonlarına uygulanamayabilir. Kardiyoloji, ruh sağlığı ve onkoloji alanlarında yürütülen çalışmaların sistematik bir incelemesine göre incelenen 52 araştırmanın %70'inden fazlasında elde edilen sonuçların, çalışma örneği ile tipik hasta popülasyonu arasında dış geçerliliği ve genellenebilirliği engelleyen önemli farklılıklar olduğunu ortaya koymuştur (Habibzadeh, 2022). Sınıfsal eşitsizliğin toplumun tüm katmanlarına olduğu gibi randomize çalışmalara da etki ettiği bilinmektedir. Binden fazla onkoloji çalışması üzerinde yapılan bir araştırma, Hispanik olmayan beyaz bir hastanın bir araştırmaya dahil olma olasılığının Hispanik bir hasta için olanın üç katı ve bir Afrikalı Amerikalı hasta için olanın yaklaşık iki katı olduğunu ortaya koymuştur (Duma ve ark., 2018).

Öte yandan daha önce yayınlanmış araştırmaların sonuçlarını test eden negatif çalışmalar ve replikasyon çalışmaları, bilimin toplum yararına gelişmesini sağlar. Ancak bu tür çalışmaların daha az haber değeri veya atıf potansiyeli vardır, bu da bu yazıların saygın olarak tabir edilen dergilerde yayınlanması için daha az fırsat anlamına gelir. Olumlu sonuçlar genellikle hızlı ve eleştirmeden yayınlanırken olumsuz sonuçlar içeren yayınlar daha zor yayınlanır ve çok eleştiri alır. Bu nedenle çok az tekrarlama çalışması yapılır.

1500’den fazla araştırmacı üzerinde yapılan bir anket çalışmasına göre araştırmacıların %70'inden fazlası başka bir bilim insanının çalışmasını yeniden üretmeye çalıştığında başarısız olduğunu ve yarısından fazlası kendi çalışmalarını bile yeniden üretemediğini belirtmiştir (Baker, 2016). Aynı ankete göre yeniden üretilen sonuçların olumlu olmasının olumsuz olmasına göre yayınlanma olasılığını iki kat artırdığı ortaya konmuştur. Anket, bilim insanlarına tekrarlanabilirlik sorunlarına neyin yol açtığını sorduğunda ankete katılanların %60'ından fazlası, iki faktörün üzerinde durmuşlardır; yayınlama baskısı ve seçici raporlama.  

Binden fazla atıf alan ve saygın dergilerde yayınlanan klinik araştırmaların incelendiği bir başka araştırmaya göre etkin tedaviler öneren çalışmaların, ki bu çalışmalar tıp dünyasında köşe taşı olmuş ve de sonuçları tüm dünyada uygulanan popüler tedavilere yol açmıştır, %70’i daha sonradan başka çalışmalar ile yeniden test edilmiş ve %41 indeks çalışmanın iddiaları ya yanlış ya da ciddi biçimde abartılı bulunmuştur (Terzi, 2013). Bu bize sonuçları kabul görmüş çalışmaların üçte birinin güvenilirliğinin olmadığını göstermektedir (Terzi, 2010).

2. Gelir olarak endüstri reklamları

Etki faktörü hakkında böyle haklı tartışmalar olsa da etki faktörü yüksek olan dergiler daha kaliteli olduğu kabul edilerek daha çok hekim tarafından okunmaktadır. Bu da dergileri tıbbi-ilaç endüstrisinin reklamları için tüketilebilir bir alana dönüştürmüştür. Bu nedenle dergiler endüstri ile arasını iyi tutmalıdır. BMJ bir sayısını eleştirel bir tarzda hekim endüstri ilişkilerine ayırmasından sonra dergi ilaç endüstrisi tarafından 750 bin İngiliz Sterlini kadar reklam gelirini kaybetmekle tehdit edilmiştir (Terzi, 2010). 1992'de Annals of Internal Medicine, önde gelen 10 tıp dergisinde ilaç reklamlarının bilimsel doğruluğunu eleştirel bir şekilde inceleyen bir makale yayınlamıştır (Wilkes, 1992). Yapılan değerlendirme sonrasında her üç reklamdan birinin (%28) kesinlikle yayınlanmaması gerektiği ve her üç reklamdan birinin (%34) ise büyük değişiklikler sonrasında yayınlanabileceği belirtilmiştir. Reklamları inceleyen hakemler neredeyse her iki reklamdan birinin (%44), bir hekimin ilaç hakkında reklamda yer alan bilgiler dışında başka bir bilgiye sahip olmaması durumunda, reklamın uygunsuz reçete yazmaya yol açacağını belirtmişlerdir. Bu makalenin yayınlanmasından sonra, derginin ilaç reklamlarında belirgin bir düşüş olmuş ve dergi tahminen 1-1,5 milyon dolarlık reklam geliri kaybetmiştir (Lexchin ve Light, 2006).

2007 yılında ABD özelinde yapılan bir çalışmaya göre ise endüstri akademik tıp dergi reklamları için 10 yıllık periyodda toplam 5,2 milyar dolar harcamıştır (Donohue ve ark., 2007). 2010 yılında yapılan bir başka çalışmada dergi gelirlerinin %16 ile %53’ünün reklam gelirlerinden geldiği belirtilmiştir (Lundh ve ark., 2010). Dergilerin daha çok elektronik ortama geçmesi ile beraber reklam için ödenen ücretler anlamlı ölçüde azalsa da halen önemli bir düzeydedir. ABD’de tıp dergileri için ödenen reklam ücretleri 1997'de 744 milyon dolar iken 2016'da 119 milyon dolara gerilemiştir (Schwartz ve Woloshin, 2019).

3. Gelir olarak ayrı basımlar

Akademik dergilerin en önemli gelir kaynaklarından bir diğeri ayrı basımlardır (reprint). Büyük bir dergide yayınlanan büyük bir araştırma, derginin onay damgasına sahiptir ve bir ilaç şirketi için, saygın bir dergide yayınlanan olumlu sonuçlanmış bir araştırma binlerce sayfa reklama bedeldir. Bu çalışma dünya çapında dağıtılacaktır ve özellikle hem dergiden hem de denemeye sponsor olan ilaç şirketinin diğer finansal ilişkileri yoluyla basın bültenlerinin konusu olacak ve hekimlere ‘ücretsiz’ şekilde ulaştırılacaktır. Bu nedenle endüstri, dünya çapında dağıtım için çalışmanın ayrı basımlarına bazen bir milyon dolardan fazla harcama yapabilir (Terzi, 2010). BMJ’nin 13 yıl editörlüğünü yapan Richard Smith tek bir araştırmanın bir dergi için ayrı basım satışlarından gelecek gelirin yaklaşık %70'lik büyük bir kâr marjı sağlayabileceğini belirtmiştir (Smith, 2003; 2005). 2007 yılı verilerine göre saygın olarak kabul edilen bazı dergilerin gelirlerinin yarısından biraz daha azı ayrı basımlardan gelmektedir (BMJ’nin gelirinin %3’ü, JAMA’nın gelirinin %12’si ve The Lancet’in gelirinin %41’i) (Lundh ve ark., 2010).

Yedi saygın dergide (Lancet, Lancet Neurology, Lancet Oncology, BMJ, Gut, Heart ve Journal of Neurology, Neurosurgery&Psychiatry) yayınlanan çalışmaları ve bu yayınların kontrol gruplarını inceleyen bir başka araştırmaya göre ise ilaç endüstrisi tarafından sağlanan finansman, yüksek sayıda ayrı basım siparişi ile ilişkilidir. Yüksek ayrı basım siparişleri olan yayınların, kontrol grubuna kıyasla ilaç endüstrisi tarafından finanse edilme olasılığı daha yüksektir (olasılık oranı 8,6, %95 güven aralığı: 5,0 ila 14,6 arası). (Handel ve ark., 2012).

Çok yakın zamanlı başka bir araştırmada 159 dergide yayınlanan 128 bin makaleden oluşan bir veri seti kullanılarak ticari yayıncılık uygulamaları ve rapor edilen yazar çıkar çatışmaları arasındaki ilişkiler değerlendirilmiştir (Graham ve ark., 2020). Bu çalışma ayrı basım ücretlerini kabul eden dergilerin, ilaç endüstrisinden fon alan yazarlar tarafından yazılmış makaleleri içerme olasılığının neredeyse üç kat daha fazla olduğunu göstermiştir.

Bu nedenlerle NEJM’in web sitesinin ayrı basım bölümünde ‘’NEJM’den alınan ayrı basımlar tıpta önemli atılımları iletmenin etkili bir yoludur’’ (NEJM, 2022), BMJ’in web sitesinin ayrı basım bölümünde ‘’BMJ Grubun ayrı basım hizmeti aracılığıyla okuyuculara kolayca ulaşın’’ (BMJ, 2022) ve Dove Medical Press’in ayrı basım bölümünde ‘’Dove Medical Press tanıtım faaliyetlerinizi desteklemek için son derece alakalı bilimsel makaleler sağlamayı taahhüt eder.’’ yazmaktadır (Dove Medical Press, 2022).

4. Gelir olarak açık erişim

Daha önceleri kamu ve üniversiteler, yayımlanacak çalışmaları üretmekte; kâr amacı gütmeyen yayıncılar bilginin dağıtımını organize etmekte; kamu ve üniversite kütüphaneleri, toplum yararına eğitimin devamı için bir sübvansiyon olarak yayınlanmış eserleri belirli bir cüzi fiyata satın almakta; ve son olarak da kamu ve üniversite bu yayımlanmış çalışmalarını daha fazla araştırma ve öğretim için temel olarak kullanmaktaydı. Bu kâr amacı olmayan dergilerin tam bağımsız olmasını sağlamasa da dergileri piyasa koşullarına da bırakmıyordu. Öte yandan kamu, araştırma üretiminin tüm aşamalarını finanse etmekte, ancak daha sonra araştırma sonuçlarına erişmek için tekrar ödeme yapmak zorunda kalmaktaydı. Her ne kadar bu durum tartışmalara sebep olsa da araya para açısından rekabetçi bir sistem girmediği ve kamunun endüstri gibi bilimsel sonuçlara belirgin müdahalesi bulunmadığı için bu döngü birçokları açısından kabul edilebilir bir yöntemdi.

Sonrasında ise şirketler ile formal veya informal bağları olan bilim insanları ve üniversiteler tarafından üretilen çalışmalar, şirketler tarafından binlerce ayrı basım alınacağı bilindiğinden, kâr amacı güden ‘’saygın’’ dergiler tarafından kabul edilip oligopolleşen yayınevleri tarafından basılmaya ve böylece şirketler için ‘’kanıta dayalı tıp’’ oluşturulmaya başlandı. Bir zamanlar tamamen olmasa da açıkça kamunun ve toplumun yararlarını gözeten araştırma sistemi giderek yozlaştı (Relman, 2002; Terzi, 2010). Böyle olunca dergilerin topluma karşı sorumlulukları ve kamudan aldıkları abonelik ve benzeri ücretler dergiler için önemsiz bir hal aldı. Bunun sonucunda bilim insanlarının ve kamu kuruluşlarının dergilere erişimi için fahiş üyelik ücretleri istenmeye başlandı. Örneğin AB’ye üye ülkelerdeki kamu kurumlarının süreli yayınlar, veri tabanları ve e-kitap abonelikleri için 2015 yılında yaklaşık 420 milyon Euro ödediği tahmin edilmektedir ve bu hesaplamanın kurumların yaptığı en pahalı üç sözleşme üzerinden yapıldığı düşünüldüğünde gerçek rakamın çok daha yüksek olduğu düşünülmektedir (Morais ve ark., 2018). Aynı yıl çıkan bir başka araştırmaya göre ise açık erişim (open access) yayıncılık sistemine geçişin yalnızca süreli yayınlar için %45'e varan tasarruflarla sonuçlanabileceği tahmin edilmiştir (Schimmer ve ark., 2015). Bu tasarruf rakamları ülkelerin açık erişim dergilerin sübvanse edilmesi yolunu açmasına sebep olmuştur. 2018 yılında on iki Avrupa ülkesinden ulusal araştırma ajansları ve fon sağlayıcılarından oluşan bir konsorsiyum olan "cOAlition-S" tarafından açık erişim bilim yayıncılığı için ‘’Plan S’’ isimli bir girişim başlatılmıştır (Science Europe, 2018). Bu plan kapsamında kamu fonları ile desteklenen tüm araştırmaların açık erişimli akademik dergilerde yayınlanması şartı getirilmiştir. Bunun sonucunda 2020 yılında, örneğin Norveç’te yapılan araştırmalarının %70'inden fazlası açık erişimli dergilerde yayınlanmıştır (Karlstrøm ve Røeggen, 2021).

Öte yandan makalenin ücretinin makalenin yazarlarından istenir hal almasının endüstrinin çalışmalardan elini çekmesine sebep olacağını ve hatta bilimi demokratikleştireceğini ileri sürenler olmuştur (Hagve, 2020). Ancak unutulmamalıdır ki bu yöntemle yayın endüstrisi hammaddesini aldığı kişilere bu malzemelerin kalite kontrolünü yaptırmakta (akran değerlendirmesi) ve daha sonra da aynı malzemeleri yine bu kişilere çok şişirilmiş bir fiyatla yayınlatabilmeleri için geri satmaktadır (Şekil 5).


Şekil 5. Oligopolleşen bir bilimsel yayınevinin (Elsevier) bilim insanlarının (Academics) açık erişim yöntemi ile paralarını gasp etmesini anlatan bir karikatür (Elsevier; ‘’Bundan daha fazla paran olduğunu biliyorum’’)

Yayıncı tarafından, dergi makalelerinin ortalama ilk kopya maliyetlerinin, ret oranlarına bağlı olarak sayfa başına 20 ila 40 dolar arasında değiştiği tahmin edilmektedir (Larivière ve ark., 2015). Bu fiyatlar açık erişim yayın ücretleri olarak istenen 5 bin dolara kadar varan yüksek ücretleri açıklayamamaktadır. Bu ücretleri özellikle orta ve düşük gelirli ülkelerdeki çoğu bilim insanı karşılayamamaktadır. Bir açık erişim makalesi bu ülkelerde yaşayan bilim insanlarının aylık maaşlarının 5-6 katına ve kamudan aldıkları desteklerin bazen 6 ay veya 1 yıllık tutarına eşit olmaktadır. Bu nedenle açık erişimin bilimsel yayıncılığı demokratikleştireceği söylemi asılsızdır. Bu yöntem hem bir başka yayın yancılığının hem de dergilerin kâr elde etmeleri için tamamen yeni bir yolunun önünü açmıştır.

Açık erişim yayıncılığın bir başka sorunlu alanı ise bilimsel anlamdan yoksun, bariz hata ve eksiklikler içeren birçok yayının basılmasının önünü açmasıdır. 2013’de bir araştırmacı bariz metodolojik hata ve bilimsel eksiklikler içeren sahte bir makale üretip bu çalışmayı 300'den fazla açık erişimli dergiye gönderdiğinde bu dergilerin 150'den fazlası, neredeyse hiçbir kontrol veya akran incelemesi yapmadan makaleyi yayınlamak üzere kabul etmiştir (Bohannon, 2013).

BİLİMSEL YAYINCILIKTA EDİTÖRÜN ROLÜ

Dergi editörleri bilimsel söylemde çok önemli bir rol oynamaktadır. Yeni bir makalenin akran değerlendirmesine gidip gitmeyeceğine ve gideceklerin inceleme için kime gideceğine, akran değerlendirmesi sonrasında incelenen çalışmalar için, tüm yorumlar ile birlikte kendi yorumunu harmanlamakta ve hangi makalelerin yayınlanacağına karar vermektedir. Bu bakımdan dergi editörleri makale seçimi, makale içeriği ve hangi makalelerin başyazıları olduğu dahil olmak üzere muazzam bir güce sahiptir. Karar süreçlerin ana sorumlularından biri olmaları nedeniyle editörler hem yazarlara hem de topluma karşı sorumludurlar (Terzi, 2013).

Ancak yazar çıkar çatışması ile karşılaştırıldığında, editöryal çıkar çatışmasının daha az oranda şeffaf olduğu bilinmektedir. Birçok bağımsız toplumcu bilim insanının editöryal çıkar çatışmaları politikalarına ilişkin tavsiyelerine rağmen, dergilerin yalnızca üçte biri editöryal çıkar çatışmaları politikasına sahiptir ve ABD’de her iki prestijli dergiden birinin (%50,9’u) editörü endüstriden hem genel ödeme hem de araştırma ödemesi almaktadır (Liu ve ark., 2017). Öte yandan yeni yayınlanan bir çalışmada NEJM ve JAMA’da yayınlanan çalışmalarda yazarların %80’den fazlasının endüstriden ödeme almış olmasına rağmen bunu açıklamadıklarının saptanması göz önüne alındığında editörlerin endüstri ile çıkar ilişkilerinin daha fazla olduğu kabul edilebilir (Baraldi ve ark., 2022). Pandemi döneminde yaşanan birkaç olay da bunu desteklemektedir (Editors of The Lancet, 2021).[29]

Diğer yandan editöryal çıkar ilişkisine toplum yararı tarafından bakan editörler de olduğunu belirtmek gerekmektedir (Terzi, 2013). Lancet dergisinin editörü Richard Horton, Mart 2004'te dergiler ilaç endüstrisi için bilgi aklama operasyonlarına dönüştü diye yazmıştır (Horton, 2004). Aynı yıl, NEJM'in editörü Marcia Angell, endüstrinin bir pazarlama makinesi olduğunu ve yolunda durabilecek her kurumla işbirliği yaptığını belirtmiştir (Smith, 2005). NEJM’in eski editörlerinden Jerry Kassirer endüstrinin birçok doktorun ahlaki pusulasını saptırdığını savunmuştur (Kassirer, 2005).Bir başka NEJM eski editörü olan Arnold Relman tıp araştırmalarının ticari boyutuyla hasta hekim arasındaki özel ilişkinin her yandan paranın saldırısına uğradığını belirtmiştir (Relman, 2002). Aynı dönemlerde PLoS Medicine editörleri, dergiler ve ilaç endüstrisi arasındaki bağımlı ilişki döngüsünün bir parçası olmayacaklarını açıklamışlardır (The PLoS Medicine Editors, 2004). BMJ’nin uzun süre editörlüğünü yapan Richard Smith ise dergilerin, ürünlerini destekleyen araştırmalar yayınlamada endüstrinin pazarlama kolunun bir uzantısı olmasını nasıl önleyebileceğini sormuştur (Smith, 2005).

20 yıldır NEJM’in editöryal bölümünde çeşitli görevler almış Dr. Marcia Angell, JAMA dergisinde çıkmış olan Endüstri Destekli Klinik Araştırma Kırık Bir Sistem adlı derlemesinde son yirmi yılda, endüstrinin kendi ürünlerinin değerlendirilmesi üzerinde benzeri görülmemiş bir kontrol kazandığını belirtmiş ve yazısının bir bölümünde yayımlanan klinik araştırmaların genellikle önyargılı olduğunu ve genellikle bu çalışmaların kaçınılmaz olarak uygun hale getirilerek planlandığını belirtmiştir (Angell, 2008). Örneğin, karşılaştırıcı ilaçların ya çok düşük bir dozda uygulandığını veya hiçbir ilaç uygulanmadan karşılaştırma yapıldığını belirterek aslında bir yanlılık oluşturulduğunu ve bu yazıların ‘’saygın’’ dergilerde yayınlanarak yazıya ve içeriğine karşı gelebilmenin engellendiğini iletmiştir.

Peki bu çarpıtma stratejilerinin olduğu bu yayınlara güvenebilir miyiz? Yukarıda alıntı yaptığım Angell 2008’deki yazısında sorduğum soruya şu cevabı vermiştir: Geçerli bilgi için hekimler tıbbi literatüre güvenemez (Terzi, 2010). Yazısından aynen alıntılıyorum;

Resme tamamen bakıldığında, yanlılığın sadece birkaç izole örneğin meselesi olduğu sonucuna varmak naiflik olurdu. Yanlılık artık tüm sisteme nüfuz etmiştir. Doktorlar artık geçerli ve güvenilir bilgi için tıbbi literatüre güvenemezler. Bu, New England Journal of Medicine'ın editörü olarak 20 yılın sonunda isteksizce ulaştığım bir sonuçtur. Klinisyenler artık reçete ettikleri ilaçların gerçekte ne kadar güvenli ve etkili olduğunu bilmiyorlar, ancak bu ürünler muhtemelen yayınlanan literatürün gösterdiği kadar iyi değillerdir (Angell, 2008: 1070-1071).

Angell 2005 yılında editör Jerome P. Kassirer’in görevden alınması sonrasında editör olmuştu. Kassirer 2001 yılında NEJM için editöryal makale yazarlarının firmalar ile herhangi bir finansal bağı olmaması kuralını getirmişti. Bunun sonucunda editöryal makalelerin sayısı neredeyse yarıya düşmüştü (Terzi, 2013). Çünkü NEJM’de editöryal yazı yazan yazarların neredeyse yarısı endüstriden sponsorluk alıyorlardı. Editöryal yazıların azalmasını endüstri sponsorluğunda yapılmış klinik çalışmaların azalması ve endüstrinin reklamlarında azalma izlemişti. Çünkü böyle ‘’saygın’’ dergilerde yayınlanan çalışmaların çoğunluğunu ‘’saygın’’ endüstri sponsorlu çalışmalar oluşturmaktaydı. Örneğin 2006 yılında yapılan bir çalışmaya göre BMJ, NEJM, JAMA, Lancet gibi etki faktörü yüksek olan 10 dergide yayınlanan her üç çalışmadan ikisi endüstri sponsorluğunda yapılmış çalışmalardı (Egger ve ark. 2001). Yazısını yayınlatamayan endüstri reklam desteğini de kesmişti. Hem reklam gelirlerinin azalması hem de bu çalışmaların ayrı basımlarının endüstriye satılması ile elde edilen gelirin kaybolması nedeniyle NEJM kâr kaybetmeye başlamıştı. Dr. Kassirer tarafından yazılıp 2005 yılında yayınlanan Tıbbın Büyük İşletmelerle Suç Ortaklığı Sağlığınızı Nasıl Tehlikeye Atabilir? adlı kitabın giriş bölümündeki ‘’…ilaç endüstrisi pek çok hekimin ahlaki değerini saptırmıştır…’’ cümlesi bardağı taşma noktasında getirmişti (Kassirer, 2005). Bardak ise NEJM’in ticari açılım yapması sonrasında taşmıştı. NEJM’in sahibi olan Massachusetts Medical Society derginin adını daha fazla kazanç sağlayacağı yeni alanlarda kullanmak isteyince editör Kassirer buna karşı çıkmış ve işinden olmuştu. Editörlükten alınmasının tek sebebi tamamen ticariydi (Terzi, 2013). Yerini ise çok güvendiği Angell’e bırakmıştı. Aslında Angell’in de görüşü aynıydı. Ticarileşen her şeyin sonunda piyasa değerleri tarafından yönetileceğini o da biliyordu. Yaptığı birçok itiraz sonrasında kendisi de bir yıl sonra editörlükten alınmıştı (Terzi, 2010).

SONUÇ

Bilimsel tıbbi yayıncılığın ipleri sermayenin elindedir. Tıbbi-ilaç endüstrisi bilimsel literatüre nelerin dahil olacağını, nelerin dışarıda tutulacağını, bunu kimlerin yapacağını, dahil olacakların nasıl dahil olacağını, hatta bu literatüre erişimi kontrol etmektedir. Bu eylem, aslen bilimi kontrol etmek amacını içermektedir. Her ne kadar bu konuda bilim insanları suçlansa da bunun amacı asıl sorumlu olan bilimin piyasa koşulları tarafından belirlenmesi tartışmasının arka plana atılma isteğidir. Asıl sorumlu bireysel kirlilik sorunu olarak bireyler düzeyine indirilmeye çalışılsa da belirleyici olan ana faktör hem bilimsel söylemin hem de bilimsel söylemin yayılması eyleminin sermaye tarafından ele geçirilmiş olmasıdır.

Hekimler geçerli ve güvenilir bilgi için mevcut akademik literatüre güvenemezler. Bu nedenle bilimsel yayıncılık sistemin üreticileri, okuyucuları ve kullanıcıları olarak yapabileceğimiz şeyler, gerçeklerin farkında olmak ve okuduğumuz yayınevlerine, dergilere ve akademik makalelere organize bir şüphecilikle yaklaşmaktır. Editörler ve akran değerlendirmesi yapan bilim insanları, araştırmaların raporlanması ve olumsuz sonuçların da yayınlanması, istatistik ve yöntemlerin doğru kullanımı ve kaynak verilere ücretsiz erişim için gereklilikleri standartlaştırmaya çalışmalıdır.

Ancak sistemin tümüne olmayan müdahaleler yetersiz kalacaktır. Sadece bireysel pansuman müdahaleler ile tıbbi-ilaç endüstrisinin bilime ve bilimsel yayıncılığa etkisini sonlandırabileceğimizi / sınırlandırabileceğimizi sanmak sadece saflık değil aynı zamanda kötü niyettir. Diğer bütün toplumsal sorunlara olduğu gibi bu soruna da kapitalist sistemde kalarak çözüm üretilemeyeceği bilimsel bir gerçektir. Çözüm bilimin ve bilimsel üretimin, toplumunun tümüne ait ve yararlı olması ve de toplumsal kaynaklardan finanse edilmesi ile sağlanabilir ve bu çoktan gününü doldurmuş mevcut üretim tarzında değil toplumsal ilişkilerin bütünüyle değiştirilmesinde yatmaktadır. Bunun için de bilim emekçilerinin bilimin egemen sınıfın elinin altından çekilip alınması, sınıfsız şekilde üretilip dağıtılmaya başlanması ve sınıf yararına uygulanmaya başlanması gerçeği çevresinde örgütlenmesi ilk şarttır.


KAYNAKLAR

Achenbach, J. (2018). NIH halts $100 million study of moderate drinking that is funded by alcohol industry. Erişim tarihi: 11.04.2022 https://www.washingtonpost.com/news/to-your-health/wp/2018/05/17/nih-halts-controversial-study-of-moderate-drinking/

Ahn, R., Woodbridge, A., Abraham, A., Saba, S., Korenstein, D., Madden, E., Boscardin, W. J., & Keyhani, S. (2017). Financial ties of principal investigators and randomized controlled trial outcomes: cross sectional study. BMJ (Clinical Research ed.), 356, i6770. https://doi.org/10.1136/bmj.i6770

Angell, M. (2008). Industry-sponsored clinical research: a broken system. JAMA, 300(9), 1069–1071. https://doi.org/10.1001/jama.300.9.1069

Arslan, H. (1991). Epistemik Cemaat Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi. Doktora tezi. Erişim tarihi: 10.04.2022. http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/19854.pdf

Baker, M. (2016). 1,500 scientists lift the lid on reproducibility. Nature, 533(7604), 452–454. https://doi.org/10.1038/533452a

Baraldi, J. H., Picozzo, S. A., Arnold, J. C., Volarich, K., Gionfriddo, M. R., & Piper, B. J. (2022). A cross-sectional examination of conflict-of-interest disclosures of physician-authors publishing in high-impact US medical journals. BMJ Open, 12(4), e057598. https://doi.org/10.1136/bmjopen-2021-057598

Bermúdez, M.D. ve Jover, J.N. (2021). COVID-19’la Mücadelede Devlet Yönetimi ve Küba Bilimi. Madde, Diyalektik ve Toplum, 4(1). 7-16.

Bohannon, J. (2013). Who's afraid of peer review? Science (New York, N.Y.), 342(6154), 60–65. https://doi.org/10.1126/science.2013.342.6154.342_60

Brophy, J. M. (2020). US purchases world stocks of remdesivir: why the rest of the world should be glad to be at the back of the queue. BMJ (Clinical Research ed.), 370, m2797. https://doi.org/10.1136/bmj.m2797

Buranyi, S. (2017). Is the staggeringly profitable business of scientific publishing bad for science? Erişim tarihi: 12.04.2022 https://www.theguardian.com/science/2017/jun/27/profitable-business-scientific-publishing-bad-for-science

Catalá-López, F., Aleixandre-Benavent, R., Caulley, L., Hutton, B., Tabarés-Seisdedos, R., Moher, D., & Alonso-Arroyo, A. (2020). Global mapping of randomised trials related articles published in high-impact-factor medical journals: a cross-sectional analysis. Trials, 21(1), 34. https://doi.org/10.1186/s13063-019-3944-9

Compton, K. (2022). Big Pharma and Medical Device Manufacturers. Erişim tarihi: 12.04.2022 https://www.drugwatch.com/manufacturers/

Conen, D., Torres, J., & Ridker, P. M. (2008). Differential citation rates of major cardiovascular clinical trials according to source of funding: a survey from 2000 to 2005. Circulation, 118(13), 1321–1327. https://doi.org/10.1161/CIRCULATIONAHA.108.794016

Çıtak, N. (2021). Pandeminin Bir Yıllık Değerlendirmesi; “Bilim Yeterli Değildir!’’ Madde, Diyalektik ve Toplum, 4(1); 3-6.

Department of Justice. (2012). GlaxoSmithKline to plead guilty and pay $3 billion to resolve fraud allegations and failure to report safety data. Erişim tarihi: 12.04.2022  https://www.justice.gov/opa/pr/glaxosmithkline-plead-guilty-and-pay-3-billion-resolve-fraud-allegations-and-failure-report

Donohue, J. M., Cevasco, M., & Rosenthal, M. B. (2007). A decade of direct-to-consumer advertising of prescription drugs. The New England Journal of Medicine, 357(7), 673–681. https://doi.org/10.1056/NEJMsa070502

Doshi, P., Jefferson, T., & Del Mar, C. (2012). The imperative to share clinical study reports: recommendations from the Tamiflu experience. PLoS Medicine, 9(4), e1001201. https://doi.org/10.1371/journal.pmed.1001201

Dove Medical Press. (2022). Bulk reprints for the pharmaceutical industry. Erişim tarihi: 14.04.2022 https://www.dovepress.com/bulk_reprints.php

Duma, N., Vera Aguilera, J., Paludo, J., Haddox, C. L., Gonzalez Velez, M., Wang, Y., Leventakos, K., Hubbard, J. M., Mansfield, A. S., Go, R. S., & Adjei, A. A. (2018). Representation of Minorities and Women in Oncology Clinical Trials: Review of the Past 14 Years. Journal of Oncology Practice, 14(1), e1–e10. https://doi.org/10.1200/JOP.2017.025288

Editors of The Lancet. (2021). Addendum: competing interests and the origins of SARS-CoV-2. Lancet, 397(10293), 2449-2450.

Egger, M., Bartlett, C., & Jüni, P. (2001). Are randomised controlled trials in the BMJ different?. BMJ (Clinical Research ed.), 323(7323), 1253–1254.

Ehrhardt, S., Appel, L. J., & Meinert, C. L. (2015). Trends in National Institutes of Health Funding for Clinical Trials Registered in ClinicalTrials.gov. JAMA, 314(23), 2566–2567. https://doi.org/10.1001/jama.2015.12206

Etzkowitz, H. (2003). Research groups as ‘quasi-firms’: the invention of the entrepreneurial university. Research Policy, 32(1), 109-121.

Every-Palmer, S., & Howick, J. (2014). How evidence-based medicine is failing due to biased trials and selective publication. Journal of Evaluation in Clinical Practice, 20(6), 908–914. https://doi.org/10.1111/jep.12147

Flacco, M. E., Manzoli, L., Boccia, S., Capasso, L., Aleksovska, K., Rosso, A., Scaioli, G., De Vito, C., Siliquini, R., Villari, P., & Ioannidis, J. P. (2015). Head-to-head randomized trials are mostly industry sponsored and almost always favor the industry sponsor. Journal of Clinical Epidemiology, 68(7), 811–820. https://doi.org/10.1016/j.jclinepi.2014.12.016

Habibzadeh, F. (2022). Disparity in the selection of patients in clinical trials. Lancet (London, England), 399(10329), 1048. https://doi.org/10.1016/S0140-6736(22)00176-3

Handel, A.E., Patel, S. V., Pakpoor, J., Ebers, G. C., Goldacre, B., & Ramagopalan, S. V. (2012). High reprint orders in medical journals and pharmaceutical industry funding: case-control study. BMJ (Clinical Research ed.), 344, e4212. https://doi.org/10.1136/bmj.e4212

Hagve, M. (2020). The money behind academic publishing. Erişim tarihi: 12.04.2022 https://tidsskriftet.no/en/2020/08/kronikk/money-behind-academic-publishing

Horton, R. (2004). The dawn of McScience. New York Rev Books 51(4): 7–9.

House of Commons Health Committee. (2005). The Influence of the Pharmaceutical Industry Fourth Report of Session 2004–05. Erişim tarihi: 12.04.2022 https://publications.parliament.uk/pa/cm200405/cmselect/cmhealth/42/42.pdf

Ioannidis, J.P. (2005). Contradicted and initially stronger effects in highly cited clinical research. JAMA, 294(2), 218–228. https://doi.org/10.1001/jama.294.2.218

Jack, A. (2014). Tamiflu: "a nice little earner". BMJ (Clinical Research ed.), 348, g2524. https://doi.org/10.1136/bmj.g2524

Jefferson, T., Di Pietrantonj, C., Debalini, M. G., Rivetti, A., & Demicheli, V. (2009). Relation of study quality, concordance, take home message, funding, and impact in studies of influenza vaccines: systematic review. BMJ (Clinical Research ed.), 338, b354. https://doi.org/10.1136/bmj.b354

Graham, S. S., Majdik, Z. P., Clark, D., Kessler, M. M., & Hooker, T. B. (2020). Relationships among commercial practices and author conflicts of interest in biomedical publishing. PloS One, 15(7), e0236166. https://doi.org/10.1371/journal.pone.0236166

Karlstrøm, N., Røeggen, LWOV. (2021). Åpenhetens Pris. Erişim tarihi: 14.04.2022 https://khrono.no/apenhetens-pris/588481

Kasenda, B., von Elm, E., You, J., Blümle, A., Tomonaga, Y., Saccilotto, R., Amstutz, A., Bengough, T., Meerpohl, J. J., Stegert, M., Tikkinen, K. A., Neumann, I., Carrasco-Labra, A., Faulhaber, M., Mulla, S. M., Mertz, D., Akl, E. A., Bassler, D., Busse, J. W., Ferreira-González, I., Briel, M. (2014). Prevalence, characteristics, and publication of discontinued randomized trials. JAMA, 311(10), 1045–1051. https://doi.org/10.1001/jama.2014.1361

Kassirer, J.P. (2005). On the take: How medicine's complicity with big business can endanger your health. New York: Oxford University Press.

Kulkarni, A. V., Busse, J. W., & Shams, I. (2007). Characteristics associated with citation rate of the medical literature. PloS One, 2(5), e403. https://doi.org/10.1371/journal.pone.0000403

Larivière, V., Haustein, S., & Mongeon, P. (2015). The Oligopoly of Academic Publishers in the Digital Era. PloS One, 10(6), e0127502. https://doi.org/10.1371/journal.pone.0127502

Lexchin, J., Bero, L. A., Djulbegovic, B., & Clark, O. (2003). Pharmaceutical industry sponsorship and research outcome and quality: systematic review. BMJ (Clinical Research ed.), 326(7400), 1167–1170. https://doi.org/10.1136/bmj.326.7400.1167

Lexchin, J., & Light, D. W. (2006). Commercial influence and the content of medical journals. BMJ (Clinical Research ed.), 332(7555), 1444–1447. https://doi.org/10.1136/bmj.332.7555.1444

Liu, J.J., Bell, C. M., Matelski, J. J., Detsky, A. S., & Cram, P. (2017). Payments by US pharmaceutical and medical device manufacturers to US medical journal editors: retrospective observational study. BMJ (Clinical Research ed.), 359, j4619. https://doi.org/10.1136/bmj.j4619

Lundh, A., Krogsbøll, L. T., & Gøtzsche, P. C. (2012). Sponsors' participation in conduct and reporting of industry trials: a descriptive study. Trials, 13, 146. https://doi.org/10.1186/1745-6215-13-146

Lundh, A., Barbateskovic, M., Hróbjartsson, A., & Gøtzsche, P. C. (2010). Conflicts of interest at medical journals: the influence of industry-supported randomised trials on journal impact factors and revenue - cohort study. PLoS Medicine, 7(10), e1000354. https://doi.org/10.1371/journal.pmed.1000354

Marx, K. (2017a). Kapital. Ekonomi Politiğin Eleştirisi III.Cilt. Bir bütün olarak kapitalist üretim süreci, 1.Baskı, (M. Selik ve E. Özalp, Çev.). İstanbul: Yordam Kitap.

Marx, K. (2017b). Kapital. Ekonomi Politiğin Eleştiris. I.Cilt. Sermayenin Üretim Süreci, 1.Baskı, (M. Selik ve E. Özalp, Çev.). İstanbul: Yordam Kitap

Martinson, B. C., Anderson, M. S., & de Vries, R. (2005). Scientists behaving badly. Nature, 435(7043), 737–738. https://doi.org/10.1038/435737a

Merton, R. K. (1938). Science and the social order. Philosophy of Science, 5(3), 321-337.

Merton, R. K. (1942). Science and democratic social structure. R.K. Merton (Ed.), Social theory and social structure, New York:         Glencoe. Sayfa aralığı: 550-61.

Merton R.K. (1972). The Normative Structure of Science. N.W. Storer (Ed.), The Sociology of Science/Theoretical and Empirical Investigations. Chicago and London, University of Chicago Press. Sayfa aralığı: 323-331

Morais, R., Bauer, J., Borrell-Damián L. (2018). EUA Big Deals Survey Report - The First Mapping of Major Scientific Publishing Contracts in Europe. Erişim tarihi: 14.04.2022 https://eua.eu/resources/publications/321:eua-big-deals-survey-report-the-first-mapping-of-major-scientific-publishing-contracts-in-europe.html

Nalçacı, E. (2017). Bilim tarihinin neresindeyiz? E. Nalçacı (Ed.), Tarihselci yöntem ve bilim tarihi. İstanbul: Yazılama Yayınevi. Sayfa:11-39

Nissen, S. E. (2010). Setting the RECORD Straight. JAMA, 303(12), 1194–1195. https://doi.org/10.1001/jama.2010.333

Okuyan, K. (2020). Siyaset alanı ile bilim arasındaki ilişki üzerine: Sosyalist iktidarın bilim arayışı. Madde, Diyalektik ve Toplum, 3(1), 3-6.

Rasmussen, K., Bero, L., Redberg, R., Gøtzsche, P. C., & Lundh, A. (2018). Collaboration between academics and industry in clinical trials: cross sectional study of publications and survey of lead academic authors. BMJ (Clinical Research ed.), 363, k3654. https://doi.org/10.1136/bmj.k3654

Relman, A.S. (2002) Sponsorship, authorship, and accountability. N Engl J Med.;346(4):290-2.

Restakis, R. (2014). Sosyal Bilgi Ekonomisinin Sosyo-Ekonomik Etkileri. [Las implicaciones socio-económicas de una Economía Social del Conocimiento.] Erişim adresi:https://book.floksociety.org/ec/3-1-institucionalidad-sociedad-del-conocimiento-economia-social-y-partner-state/

Roehr, B. (2012). GlaxoSmithKline is fined record $3bn in US. BMJ (Clinical Research ed.), 345, e4568. https://doi.org/10.1136/bmj.e4568

Rothenstein, J. M., Tomlinson, G., Tannock, I. F., & Detsky, A. S. (2011). Company stock prices before and after public announcements related to oncology drugs. Journal of the National Cancer Institute, 103(20), 1507–1512. https://doi.org/10.1093/jnci/djr338

Sábato, J., Botana, N. (1970). La ciencia y la tecnología en el desarrollo de América Latina. Erişim tarihi: 10.04.2022 https://repositorio.esocite.la/346/1/Sabato-Botana1970-LaCienciaYLaTecnologiaEnElDesarrollodeAL.pdf        

Sanfilippo, F., Tigano, S., Morgana, A., Murabito, P., & Astuto, M. (2021). Self-citation policies and journal self-citation rate among Critical Care Medicine journals. Journal of Intensive Care, 9(1), 15. https://doi.org/10.1186/s40560-021-00530-2

Science Europe. (2018). Open Access. Erişim tarihi: 14.04.2022 https://www.scienceeurope.org/our-priorities/open-access

Schimmer, R., Geschuhn, K.K., & Vogler, A. (2015). Disrupting the subscription journals’ business model for the necessary large-scale transformation to open access. doi:10.17617/1.3 Erişim tarihi: 14.04.2022 https://pure.mpg.de/pubman/faces/ViewItemOverviewPage.jsp?itemId=item_2148961

Schwartz, L. M., & Woloshin, S. (2019). Medical Marketing in the United States, 1997-2016. JAMA, 321(1), 80–96. https://doi.org/10.1001/jama.2018.19320

Smith, R. (2003). Medical journals and pharmaceutical companies: uneasy bedfellows. BMJ (Clinical Research ed.), 326(7400), 1202–1205. https://doi.org/10.1136/bmj.326.7400.1202

Smith, R. (2005). Medical journals are an extension of the marketing arm of pharmaceutical companies. PLoS Medicine, 2(5), e138. https://doi.org/10.1371/journal.pmed.0020138

Smith, R. (2006). Commentary: the power of the unrelenting impact factor--is it a force for good or harm?. International Journal of Epidemiology, 35(5), 1129–1130. https://doi.org/10.1093/ije/dyl191

Smith, R. (2019). The New England Journal of Medicine, open access, Plan S, and undeclared conflicts of interest. Erişim tarihi: 13.04.2022 https://richardswsmith.wordpress.com/the-new-england-journal-of-medicine-open-access-plan-s-and-undeclared-conflicts-of-interest/

Song, F., Parekh, S., Hooper, L., Loke, Y. K., Ryder, J., Sutton, A. J., Hing, C., Kwok, C. S., Pang, C., & Harvey, I. (2010). Dissemination and publication of research findings: an updated review of related biases. Health Technology Assessment (Winchester, England), 14(8), iii–193. https://doi.org/10.3310/hta14080

Sovacool, B.K. (2005). Using criminalization and due process to reduce scientific misconduct. The American Journal of Bioethics: AJOB, 5(5), W1–W7. https://doi.org/10.1080/15265160500313242

Strong, R. (2022). The Anatomy of Big Pharma’s Political Reach. Erişim tarihi: 12.04.2022. https://brownstone.org/articles/the-anatomy-of-big-pharmas-political-reach/

Terzi, C. (2010). Hekimler geçerli ve güvenilir bilgi için tıbbi literatüre güvenemezler. Toplum ve Hekim, 25(5); 346-379

Terzi, C, Yuvayapan, E, ve Başer, E. (2013). Bu kitap neden yazıldı, ne anlatıyor? C. Terzi, E, Yuvayapan, ve E. Başer (Eds.), Kapitalizmin kıskacında doğa, toplum ve bilim Onur Hamzaoğlu olayı. İstanbul: Yordam Kitap. Sayfa:11-21

Terzi, C. (2013). Bilimi kim nasıl ve neden çarpıtıyor? C. Terzi, E, Yuvayapan, ve E. Başer (Eds.), Kapitalizmin kıskacında doğa, toplum ve bilim Onur Hamzaoğlu olayı. İstanbul: Yordam Kitap. Sayfa:190-247

The BMJ. (2022). Reprints. Erişim tarihi: 14.04.2022 https://www.bmj.com/company/products-services/rights-and-licensing/reprints/

The New England Journal of Medicine. (2022). Reprints. Erişim tarihi: 14.04.2022 https://www.nejm.org/about-nejm/reprints

The PLoS Medicine Editors. (2004). Prescription for a healthy journal. PLoS Medicine, 1(1), e22. https://doi.org/10.1371/journal.pmed.0010022

Turner, E. H., Matthews, A. M., Linardatos, E., Tell, R. A., & Rosenthal, R. (2008). Selective publication of antidepressant trials and its influence on apparent efficacy. The New England Journal of Medicine, 358(3), 252–260. https://doi.org/10.1056/NEJMsa065779

Vinkers, C. H., Lamberink, H. J., Tijdink, J. K., Heus, P., Bouter, L., Glasziou, P., Moher, D., Damen, J. A., Hooft, L., & Otte, W. M. (2021). The methodological quality of 176,620 randomized controlled trials published between 1966 and 2018 reveals a positive trend but also an urgent need for improvement. PLoS Biology, 19(4), e3001162. https://doi.org/10.1371/journal.pbio.3001162

Wang, A. T., McCoy, C. P., Murad, M. H., & Montori, V. M. (2010). Association between industry affiliation and position on cardiovascular risk with rosiglitazone: cross sectional systematic review. BMJ (Clinical Research ed.), 340, c1344. https://doi.org/10.1136/bmj.c1344

Wilkes, M. S., Doblin, B. H., & Shapiro, M. F. (1992). Pharmaceutical advertisements in leading medical journals: experts' assessments. Annals of Internal Medicine, 116(11), 912–919. https://doi.org/10.7326/0003-4819-116-11-912


[1] Merton'un bilimin ilkelerine ilişkin iki makalesi, bilimde yoğun bir siyasi faaliyet döneminde yazılmış ve bu bağlamda klasik sosyoloji ve zamanın Harvard düşüncesinden kavramlarla ilgilidir. Bu bakımdan normların diyalektik materyalist düzlemde tartışılması gerektiği açıktır. Ayrıca Merton'un sınıfları göz ardı eden yaklaşımı da kabul edilemez. Ancak bu normları Merton’un solun dili ile kavramlaştırdığı birçok yazar tarafından belirtilmiştir. Bunun için Stephen Turner tarafından 2007 yılında yazılan ve Journal of Classical Sociology dergisinde yayımlanan Merton's `Norms' in Political and Intellectual Context başlıklı yazıya, Cem Terzi ve ark. tarafından yazılan Kapitalizmin kıskacında doğa, toplum ve bilim Onur Hamzaoğlu olayı başlıklı kitaba ve Miguel Díaz-Canel Bermúdez ve Jorge Núñez Jover tarafından yazılıp 2021 yılında Madde Diyalektik ve Toplum dergisinde yayınlanan COVID-19’la Mücadelede Devlet Yönetimi ve Küba Bilimiyazılar örnek verilebilir. Ayrıca konu hakkında daha geniş bilgiye Vefa Saygın Öğütle ve Bekir Balkız tarafından yazılan Doğu Batı Yayınları’ndan çıkan Bilim Sosyolojisi İncelemeleri kitabından ulaşılabilinir.

[2] ‘’Bilim bütün topluma aittir, kişiler tarafından mülk edinilemez.’’ Marie Curie. Nalçacı, E. (2017). Bilim Tarihinin Neresindeyiz?, Ed: E. Nalçacı, Tarihselci Yöntem ve Bilim Tarihi, İstanbul: Yazılama, sayfa: 34.

[3] Tarafsızlık ilkesine göre sınıfının çıkarını korumaktan uzaklaşılması emekçi sınıfların çıkarını korumaktan uzaklaşmaya denk düşmemektedir. Bu konu yazının ileri kısımlarında tartışılacaktır.

[4] ‘’Bilime giden düz bir yol bulunmuyor ve yalnızca onun dik patikalarını tırmanmaktan çekinmeyenler, aydınlık doruklarına ulaşma şansına sahiptir.’’ Kapital. Ekonomi Politiğin Eleştirisi. I. Cilt Sermayenin Üretim Süreci. Yordam Kitap, Karl Marx. Syf:30

[5] İngiltere’nin önde gelen bilimcilerinin toplandığı Royal Society’in üniversite skolastisizmine karşılık ilkesi, nullius in verba [kimsenin sözünü kanıt sayma] idi.

[6] Erhan Nalçacı Yazılama Yayınevi’nden çıkan Tarihselci Yöntem ve Bilim Tarihi kitabında bu durumu, mikrobiyoloji ve biyoteknoloji konusunda binlerce yayın yapılmasına rağmen ülkemizde son 30 yıldır aşı üretilememesi, ziraat alanında yüzlerce akademik kadro varken ülkemizin uluslararası tohum tekellerinin tohumuna muhtaç bırakılması örneklerini vererek ‘’taşeron bilim’’ olarak tariflemiştir.

[7] İlk insandan günümüze kadar emek süreçlerine içkin olan bilgi üretimi olmuştur. Madenciler, köylüler, denizciler, kısacası emekçiler halen bilgi üretmeye devam etmektedir. Bilgi üretiminin kökünün aslında emekçi sınıflar olduğu ile ilgili bir örnek için Vsevolod Koçetov’un Jurbinler, Yordam Kitap incelenebilir.

[8] Bu konuya bir örnek olarak New Jersey’de yaşanan ‘’Radyum Kızları’’ olayı verilebilir. Detaylı bilgi için; https://tr.wikipedia.org/wiki/Radyum_K%C4%B1zlar%C4%B1

[9] Kapitalist toplumsal yapıda toplumun homojen olmaması toplumun üyelerinin çıkarlarının da ortak olmamasına sebep olmuştur. Çıkarların ortak olmamasının tek sebebi de sınıflı toplumdur. Toplumun bu sınıflı durumu sınıflar arası çıkar çakışma ve çatışmalarını oluşturduğundan bilim insanı olmak, sınıfsız topluma ulaşana kadar, egemen sınıfın karşısında taraflı olmayı gerektirir.

[10] Bilimde bütünlük, sorunun tanımlanmasından bilginin üretimine ve en sonunda toplum için bu bilginin nasıl kullanıldığına/kullanılacağına kadar olan bir süreci tariflemektedir.

[11] Endüstrinin kendi çıkarına ters düşen bir çalışmayı yayınlatmamak için bilim insanı Dr. Betty J. Dong’u ve yazının gönderildiği JAMA dergisini tehdit etmesi, Dong’un çalıştığı üniversitenin avukatlarının Dr. Dong'a çalışmayı yayınlatmamasını önermesi, aksi takdirde kendisini mahkemede savunmayacaklarını belirtmeleri ve kendi üniversitesinin avukatlarını bile yanında bulamayan Dr. Dong’un makalesini geri çekmesi buna bir örnektir. Bu olayda bir ilaç firması kendi ilacı ile piyasadaki diğer ilaçları karşılaştıran bir çalışmayı yapması için Dr. Dong ile sözleşme yapar. Sözleşmede tüm verilerin gizli olduğu ve ilaç şirketinin izni olmadan yayımlanamayacağı şeklinde bir madde vardır. Çalışmanın sonucunda ilaçlar arasında fark olmadığının ortaya çıkması üzerine firma çalışmanın yayınlanmasını engellemek ister. Dr. Dong yayınlamak istemesine rağmen arkasında çalıştığı kurumu bile bulamayınca yazıyı geri çeker. Uzun süren mücadeleler sonucu çalışma yayınlanır.

[12] Bilim ve bilim insanlarının kapitalizm öncesi dönemde belirtilen ilkeler ışığında hareket ettiğini belirtmek yanlış olacaktır. Her yerde olduğu gibi her dönemde bilim insanlarının da sınıf çatışmaları boyunca iki farklı sınıfa bölündükleri ve ait oldukları sınıfın yanında yer aldıkları unutulmamalıdır. Bilim sadece sosyalist toplumlarda gerçekten bütün insanlığa aittir.

[13] Bunun ile ilgili sayısız örnek verilebilir.

https://haber.sol.org.tr/blog/sinifin-sagligi/kurtulus-ovali/sovyetlerde-organ-nakli-218068  

http://bilimveaydinlanma.org/erken-donem-sovyet-sosyalizminin-psikiyatriye-ozgun-katkisi-noropsikiyatri-dispanserleri/

https://bilimveaydinlanma.org/content/images/pdf/mdt/mdtc2s2/madde-diyalektik-ve-toplum-cilt-2-sayi-2.pdf

[14] ‘’Bilim kanatlarda olmuştur oysa sahnenin merkezine getirilmelidir - çünkü gelecek için umudumuzun büyük bir kısmı orada yatıyor.’’ Bilim, Sınırsız Hudut, Vannevar BUSH. Erişim tarihi 12.04.2022 https://www.nsf.gov/about/history/EndlessFrontier_w.pdf

[15] Bir örnek olarak 5500 bilim insanının çalıştığı ve bugünkü karşılığı 23 milyar dolara denk düşen harcama yapılan Manhattan Projesi. Her ne kadar geri dönüşü olmayan bir süreçten sonra olacakları anlamış olsalar da birçok bilim insanı atom bombasının üretilmesinde etkili olmuşlardır. Daha geniş bir okuma için; https://haber.sol.org.tr/haber/savasin-hizmetinde-bilim-manhattan-projesi-12613

[16] Ancak pandemi döneminde bir kez daha gördüğümüz üzere şirketler bilim üretebilmek için halen kamunun finansmanını kullanmaktadırlar. Ayrıca halen kamuda çalışan birçok bilim insanı patent almak için bilimin bütünlüğünden kopmuş olduğu bir modern bilim peşinde koşmaktadır.

[17] ’’Sermaye, bilimi hizmetine aldığı anda, işçinin söz dinlemez eli, uysallığı öğrenecektir.’’ Marx, K. (2003). Kapital. Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili. I.Cilt. 3.Baskı, (A. Bilgi, Çev.). Eriş Yayınları. Syf:377

[18] Çok güncel bir örnek olarak Lancet'te yayınlanan 671 merkezin dahil olduğu hidroksiklorokin ilacı ile ilgili çalışmanın fabrikasyon bir çalışma olduğunun anlaşılması sonrası geri çekilmesi ve New England Journal of Medicine’da benzer bir makalenin yayınlanması sonrası geri çekilmesi verilebilir. Bilim insanların, araştırma şirketlerinin veritabanına erişmelerini reddetmesini üzerine, "Birincil verilerin kaynaklarının doğruluğu için bir garantimiz yok" diyerek bu kararı aldıklarını açıklamıştır. https://tr.euronews.com/2020/06/05/the-lancet-dergisi-covid-19-a-kars-kullan-lan-hidrosiklorokin-ilac-hakk-ndaki-makaleyi-ger

[19] Temel ilaç listesi ulusal hastalık yönetimi için kararlara rehberlik etmeyi amaçlamakta ve yalnızca “öncelikli koşullar için en etkili, güvenli ve uygun maliyetli ilaçları” içermektedir.

[20] Bu konuda daha geniş bir inceleme için okuyucu Terzi, C. (2010). Hekimler geçerli ve güvenilir bilgi için tıbbi literatüre güvenemezler. Toplum ve Hekim, 25(5); 346-379 ve Strong, R. (2022). The Anatomy of Big Pharma’s Political Reach. Erişim tarihi: 12.04.2022. https://brownstone.org/articles/the-anatomy-of-big-pharmas-political-reach/ yazılarına bakabilir.

[21] FDA, CDC, EMA, DSÖ gibi kurumların ne kadar bağımsız oldukları ile ilgili tartışma başka bir konu olduğu için burada detaylandırılmayacaktır. Ancak burada okuyucuya endüstrinin FDA’in bütçesinin yaklaşık üçte ikisine katkıda bulunduğunu ve DSÖ’nün harcadığı her 10 dolardan sekizinin özel bağışçılardan geldiğini belirtmekte yarar vardır. Gates Vakfı son 10 yılda DSÖ’nün en önemli bağışçılarından biri olmuştur ve 2016-2017 dönemi bütçesinin %13’ünü Gates Vakfı’nın fonları oluşturmaktadır (yılda yaklaşık 300 milyon dolar).  

[22] Hisse senetlerinde olan artış ile ilgili yakın zamanlı bir örnek için; https://haber.sol.org.tr/haber/pfizerin-sarlatanligi-medyanin-sefaleti-18968

[23] ‘’ Bu "yayınla ya da yok ol" işi bir felakete dönüştü. İnsanlar asla yazılmaması ve asla basılmaması gereken şeyler yazıyorlar. Kimse bunlar ile ilgilenmiyor. Ancak işlerini sürdürmeleri ve uygun terfi almaları için bunu yapmaları gerekiyor. Bu durum entelektüel hayatın tamamını küçük düşürmekte.’’ Hannah Arendt, 1972, Korkuluksuz Düşünme'deki “Çağdaş Toplumda Değerler” başlıklı bir panel tartışmasından. https://medium.com/quote-of-the-week/crises-in-academia-today-74fcbe1a80f4

[24] Eksiklik veya hatalar içeren bir makalenin düzeltilmesi gerekir. Bu düzeltme bazen yazarın veya başka bilim insanlarının yeni yazıları ile olabilir. Ancak verilerin çarpıtılması, uydurulması veya çalınması söz konusu ise, bir düzeltme yerine makalenin dergi tarafından geri çekilmesi gerekir. Bu işlem bilim camiasında “retraction/geri çekilme” olarak bilinir.

[25] Matta etkisi; Birikmiş üstünlük; Robert K. Merton tarafından 1968 yılında ortaya atılmış ve ismini İncil'deki Matta bölümünden almıştır; ‘’...o sahip olanlara, dahası verilecek ve bereket sahibi olacaklar; ama hiçbir şeyi olmayanların ise sahip oldukları bile alınacak...’’ Konu hakkında daha geniş bilgi için; http://garfield.library.upenn.edu/merton/matthewii.pdf

[26] Yapılan çalışmalar FDA’in yeni bir tedavi edici ilacın onayı için en azından iki pivot çalışmayı (prospektif çift kör randomize çalışmalar) incelediğini göstermektedir.  

[27] Okuyucuya bu konuda 10 numaralı dipnotu tekrar okumasını öneririm

[28] 1657’de Florasan’da kurulan Academia Del Cimento’nun en önemli ilkelerinden birisi, provare e riprovare [deneyle doğrula, yeniden doğrula] idi.

[29] Editöryal bir yazıda yazarlardan birinin çıkar ilişkililerini beyan etmemeleri üzerine okuyuculardan gelen itiraz üzerine yazarlardan biri üç farklı yerden finansman sağladığını açıklamıştır

]]>
<![CDATA[İlaç ve Aşılarda Patent Koruması]]>Patent Protection in Drugs and Vaccines

Özce Esma Pala
Arş. Gör.Farmasötik Toksikoloji Anabilim Dalı, Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Özet

Yüzyıllardır nesilden nesile, bilim insanından bilim insanına adım adım geliştirilerek aktarılagelen bilimsel bilginin, egemen iktisadi sistemin ideolojisine uygun olarak, kamusal niteliği yok sayılmakta ve bilimsel bilgi özel

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/ilac-ve-asilarda-patent-korumasi/62b473f8f0424b426f6a6a5bThu, 23 Jun 2022 22:44:00 GMTPatent Protection in Drugs and Vaccines

Özce Esma Pala
Arş. Gör.Farmasötik Toksikoloji Anabilim Dalı, Yeni Yüzyıl Üniversitesi

Özet

Yüzyıllardır nesilden nesile, bilim insanından bilim insanına adım adım geliştirilerek aktarılagelen bilimsel bilginin, egemen iktisadi sistemin ideolojisine uygun olarak, kamusal niteliği yok sayılmakta ve bilimsel bilgi özel mülkiyetin sınırları içerisinde değerlendirilmektedir. Kapitalist iktisadi düzen patent sistemini, insanlığın ortak mirası olan bilimin her yeni kazanımını, yalnızca sermayedarın hizmetine sunan ve sermayedarı kâr maksimizasyonuna taşıyan bir araç olarak görevlendirmiştir.

Bu yazıda ilaç sermayesi özelinde, patent sisteminin günümüzdeki şeklini alıncaya dek geçirdiği tarihsel süreçler, bu süreçleri yönlendiren sınıfsal çıkarlar doğrultusunda tartışılmıştır. Ulusal ve uluslararası sermayenin gelişkinlik durumlarına tekabül eden hukuksal düzenlemeler ve beraberinde gelen yaptırımların, hangi aygıtlar vasıtasıyla dayatıldığı ve bu dayatmanın yarattığı halk sağlığı sorunları gösterilmiştir. Sağlığa erişim ve mülkiyet hakları çatışmasında terazinin ikinciden yana ağır bastığı ve bunun normalleştirildiği bir düzende yaşamamıza rağmen, gayriinsani uygulamaları reddederek milyonlarca hayat kurtaran bilim emekçilerinden bahsedilmiş ve tüm bu tecrübeler ışığında; yaşanacak tüm felaketleri sonlandırabilecek nihai çözüme işaret edilmiştir.



Anahtar kelimeler: patent, ilaç, özel mülkiyet, kapitalizm, ekonomi-politik.

Abstract

In accordance with the ideology of the dominant economic system, the public nature of scientific knowledge which developed and transmitted step by step from scientist to scientist for centuries, is ignored and scientific knowledge is evaluated within the boundaries of private property. The capitalist economic system order has assigned the patent system as a device that presents every new acqisition of science, which is the common heritage of mankind, exclusively to the service of the capitalist and carrying the capitalist to the maximization of profit.

In this article, the historical processes that the patent system went through until it took its current form, especially in pharmaceutical capital, are discussed in accordance with the class interests that guide these processes. The legal regulations corresponding to the development situations of national and international capital and the accompanying sanctions have been imposed through which devices and the public health problems created by this imposition have been shown. Although we live in an order in which the scales outweigh the second in the conflict of access to health and property rights and that is normalized, scientists who have saved millions of lives by rejecting non-human practices have been mentioned and in the light of all these experiences; the final solution that can end all the disasters that will happen has been pointed out.



Key words: patent, drug, private property, capitalism, political economy.

GİRİŞ

Bir dünya sistemi olarak kapitalizm iktisatçılar tarafından farklı şekillerde tanımlanmıştır. Özel teşebbüse ve piyasa serbestliğine dayanan üretim sistemi, özel mülkiyet ve iktisadi hürriyete dayanan piyasa ekonomisi düzeni, sermaye ve sermayedarın hakimiyetindeki rejim (Zarakolu, 1975:30; Ergin, 1961:91) ... Tüm bu tanımlamaların ortak paydası olan, kapitalizmin kutsalı “özel mülkiyet” kendi yapılanmasını korumak amacıyla hukuksal düzenlemelerini de dayatmaktadır.

Devletlerin sanayi, tarım, hayvancılık gibi ekonomik faaliyetlere dair belirli periyotlarla ortaya koydukları ulusal hedefler, üretim araçlarına sahip olan egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda belirlenmektedir. Dolayısıyla üretim araçlarının ve koşullarının geliştirilmesi için yapılacak çalışmalar, maliyetleri düşürerek kâr maksimizasyonunun sağlanması ve rekabet üzerindeki rolleri nedeniyle hayati önem taşımaktadır (Abacıoğlu, 2004; Abacıoğlu ve Dikmen, 2005). Bu nedenle Ar-Ge çalışmalarının çıktıları sermayedara ait bir “özel mülkiyet” ögesi olarak değerlendirilmekte ve patent sistemi adı altında hukuken korunmaktadır. Bu yazı, bahsedilen hukuki korumanın taraflarını ve nedenlerini, sağlığa erişim hakkı çerçevesinde tartışacaktır.

KAPİTALİZME İÇKİN BİR MÜLKİYET BİÇİMİ: FİKRİ VE SINAİ MÜLKİYET

Bilim, edebiyat, müzik, güzel sanatlar ve sinema eserleri üzerindeki, telif hakları olarak da bilinen mali ve manevi haklar Fikri Mülkiyet Hakları; sanayi ve tarımdaki buluş, tasarım, yenilik ve özgün çalışmaların sahipleri adına kayıt edilmesini ve ürünü üretme ve satma hakkına sahip olunmasını sağlayan patentler, faydalı modeller, markalar, endüstriyel tasarımlar ve coğrafi işaretler ise Sınai Mülkiyet Hakları adı verilen yasal düzenlemelerle korunmaktadır (Türk Patent Enstitüsü, 2012; Fikir ve Sanat… (1951); Sınai mülkiyet… (2016).

Tanımlarda anlaşıldığı üzere Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları insan zihninin eseri olan ürünlerin haricinde fikirleri de metalaştırarak özel mülkiyet kapsamında korumaya almakta, ayrıca özel anlaşmalar sayesinde bu korumanın bir başka üreticiyle kâr karşılığı paylaşımını/transferini de mümkün kılmaktadır (Abacıoğlu ve Dikmen, 2005).

Tüm bu düzenlemelerin temelinde; yeni bir ürün veya üretim yöntemi geliştirilmesinin sermayedarın kârlılığı üzerindeki etkisi yatmaktadır. Yeni ürün ve üretim yöntemleri, daha iyileri veya kopyaları yapılana kadar sermayedara alanı kapatarak “tekel” olma imkânı sunmaktadır. Bunun için güçlü bir Ar-Ge altyapısına sahip olmak gerekmektedir. Bu nedenle Ar-Ge “rekabete yönelik buluş” süreci olarak tanımlanmaktadır (Abacıoğlu, 2009). Kapitalizm bu buluşların “sanayiye uygulanabilirlik”, “yenilik” ve “tekniğin bilinen durumunun aşılması” vasıflarına sahip olması durumunda patent sistemini devreye sokmakta ve buluşu özel mülkiyetin sınırlarına hapsederek sermayedarın hizmetine sunmaktadır (Abacıoğlu ve Dikmen, 2005).      

SINAİ MÜLKİYETİN YASAL SÜREÇLERİ VE PATENT KAVRAMI

Bir buluşun sahibine, devlet tarafından verilen patent, sınai mülkiyet haklarından biri olup, sahibinin izni olmadan başkalarının buluşu üretmesini, kullanmasını veya satmasını belirli bir süre boyunca engelleme hakkıdır. Patent, başvuru tarihinden itibaren 20 yıllık bir koruma sağlamaktadır. Patentler yalnızca alındığı ülke içinde hak sahipliği yaratmaktadır, dolayısıyla uluslararası bir üretim söz konusu olduğunda bu ayrıcalıktan faydalanmak için her ülkede ayrı ayrı başvuru yapılması gerekliliği ortaya çıkmaktadır (Türk Patent Enstitüsü, 2012).

Bu gerekliliğin ortaya çıkardığı kayıp zaman ve maliyeti azaltmak amacıyla atılan ilk adım 1883 yılında “Paris Sözleşmesi” adı verilen uluslararası anlaşmadır. Paris Sözleşmesi sayesinde, buluş sahibinin sözleşmeye üye herhangi bir ülkede yaptığı patent başvurusu; takip eden 12 ay içinde olması şartıyla, diğer ülkelerde de öncelik kazanmasını sağlamaktadır. “Rüçhan hakkı” adı verilen bu öncelik, üye ülkelerde yapılacak başka başvuruların reddedilmesini sağladığından patent sahibine önemli bir ayrıcalık sunmuş ancak her ülkede ayrı başvuru yapılması gerekliliğini ortadan kaldıramamıştır (WIPO, t.y.a). 1970 yılında imzalanan “Patent İşbirliği Antlaşması (PCT)” ise bu gerekliliği de ortadan kaldırılmış, uluslararası bir kuruluş olan Dünya Fikri Mülkiyet Örgütü’ne (WIPO) yapılan bir patent başvurusu, antlaşmaya tabi 20 ülkede de geçerli kabul edilmiştir. Ancak bu antlaşma da yalnızca başvuru aşamasında geçerli olup patentin tescilinin yine her ülkede ayrı ayrı yapılması gerekliliğini ortadan kaldıramamıştır (WIPO, t.y.b).

1980’li yıllardan itibaren neoliberal politikalar doğrultusunda küreselleşme sürecine giren ABD ve AB kökenli ilaç firmaları, patent korumasının “ilaç üretim yöntemleri ve ürünlerini” de kapsaması konusunda gelişmekte olan ülkelere baskılar uygulamışlardır (Eren, 2004). Bu baskılar 1994 yılında TRIPS (Ticaretle İlgili Fikri Mülkiyet Hakları) Anlaşması olarak sonuç vermiştir. Dünya Ticaret Örgütü’nün kurulmasını da önceleyen GATT (Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması) Uruguay müzakerelerinde kabul edilen 29 anlaşmadan biri olan TRIPS, bahsedilen diğer anlaşmalardan başvuru sürecinin işleyişiyle ilgili değil, içeriği ile ilgili olması bakımından ayrılmaktadır. Türkiye’yi de kapsayan 125 ülke tarafından imzalanan anlaşma sonucu “insan veya hayvanların tedavisi için tanı, tedavi ve cerrahi yöntemler” patent koruması altına alınmıştır (Telif Hakları, t.y.; WTO, t.y.).

BİR META OLARAK İLAÇ

Meta, “kullanım” ve “mübadele” değerlerine sahip emek ürünü olarak tanımlanmaktadır ve “ilaç” da her iki özelliği taşıması bakımından bir meta olarak değerlendirilmektedir. Dünya Sağlık Örgütü tarafından da, fizyolojik sistemleri veya patolojik durumları, alanın yararına değiştirmek veya incelemek amacıyla kullanılan veya kullanılması öngörülen bir madde ya da “ürün” olarak tanımlanmaktadır. Bir nesne, bir ürün olarak ilacı gördüğümüz biçim farmakolojik olarak ilacın “farmasötik şekli” olarak değerlendirilmektedir ve tablet, kapsül, şurup, merhem, supozituvar gibi formları bulunmakta, bu formlar gereklilik haline göre çeşitli yollarla uygulanmakta, tıpkı diğer metalar gibi bir ihtiyacı gidermek amacıyla kullanılmaktadır. Fakat ilacın kullanım değeri incelendiğinde onu diğer metalardan ayıran özellikleri öne çıkmaktadır. Farmakolojide “endikasyon” olarak tanımlanan özelliği nedeniyle ilaç; hastalığa ve kişiye özgü uygulanmak zorundadır, ne ilaç yerine bir başka ürün kullanılabilmekte ne de ilaçlar birbiri yerine ikame edilebilmektedir. Kanser hastası bir kişi, antineoplastik ilaçlar kullanılarak; tansiyon hastası bir kişi, antihipertansif ilaçlar kullanılarak tedavi edilmek zorundadır, bu ilaçların birbiri yerine kullanımı söz konusu değildir (Abacıoğlu ve Dikmen, 2005).

İlacın fiyatı ise onun “mübadele” değerini ifade etmektedir. Fakat tıpkı kullanım değerinde olduğu gibi, mübadele değerinde de ilacı diğer metalardan ayıran özellikler bulunmaktadır. İlacın talebinde, hayati fonksiyonu nedeniyle esneklik bulunmamaktadır. Ayrıca metalar için, tüketicinin ilk kullanımda bilgi sahibi olmasa dahi edindiği tecrübe ile diğer kullanımlarda bilinçli seçim yapabileceği varsayılmaktadır. Sağlık hizmetleri ve ilaç kullanımında ise bilgiye sahip olan neredeyse tamamen doktor ve eczacı olmaktadır. Hastanın tecrübe edinerek bilgi sahibi olması; tercihleri veya beğenisiyle seçim yapması mümkün değildir. Dolayısıyla ilaca ödeyeceği değişim değerini de koşulsuz kabul etmek zorundadır. Burada ortaya çıkan zorunluluk oldukça can alıcıdır: ilacın kabul edilmek zorunda olan fiyatı edinilebilir ve ilacın da ihtiyaç duyulduğu anda ulaşılabilir olması gerekmektedir. Sorulması gereken bu gerekliliklerin; ilacın keşif aşamasındaki bilimsel verilerden, üretim süreçleri ve üretim araçlarına kadar tamamen sermayedarın mülkü haline gelmiş bir işleyiş içerisinde ne kadar yerine getirilebileceğidir (Belek, 2009:156; Abacıoğlu ve Dikmen, 2005).

İLAÇTA PATENT KORUMASININ EKONOMİ-POLİTİĞİ

II. Dünya Savaşı sonrası uygulanan ithal ikameci politikalar, hem yatırım teşvikleri ve yüksek gümrük duvarlarıyla ulusal sermayenin oluşturulması ve geliştirilmesini hem de ucuz hammadde, işgücü ve sübvansiyonlarla uluslararası sermayenin yayılmasını sağlayarak orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin özellikle 1980 sonrasında emperyalist düzene eklemlenmesini mümkün kılmıştır. Bu politikalar yerli ve uluslararası sermaye arasında teknoloji, hammadde ve ara maddelerin transferi gibi ortaklıklar yaratmasının yanında; pazarlarda rekabet, yerel sermayenin hükümetlere kendi çıkarları doğrultusunda baskılar uygulaması gibi karşıtlıklar da doğurmuştur (Abacıoğlu ve Dikmen, 2005).

1960’lı ve 1970’li yıllarda kamuculuğun siyasi olarak tercih edildiği çeşitli ülkelerde, ilaç üretim yöntemleri ve ürünlerindeki patent koruması kaldırılması da bu politikalar kapsamında değerlendirilmelidir. Patent korumasının kaldırılması bu ülkelerdeki yetersiz sağlık hizmetlerinin geliştirilmesini ve halkın ilaca ucuz erişimini sağlamış aynı zamanda hem yerli sermayenin uluslararası ilaç sektörüne girişini mümkün kılmıştır. Türkiye ilaç üretim yöntemleri ve ürünlerine uygulanan patent koruması Kurucu Meclis tarafından 1951 yılında, birçok gelişmekte olan ülkeye göre erken bir tarihte kaldırmıştır. Bunun en önemli nedeni, daha evvel uygulanmış devletçi politikalar sayesinde gelişebilmiş bir yerli sermayenin bulunması ve bu yerli sermayenin 1950 sonrasında yayılmaya başlayan uluslararası sermayeye karşı kendini koruma refleksi geliştirmesidir. Bu erken manevranın sonucu olarak yerli ilaç üreticileri birçok patentsiz teknoloji ve etken maddeye kolaylıkla ulaşabilmiş ve üretim kapasitesini ciddi ölçüde büyütmüştür. Öyle ki; 1980'Ierin ortasına gelindiğinde Türkiye ilaç tüketimini %90 oranda yerli üretimle karşılamaktaydı ve gelişmekte olan ülkeler arasında yerli sermayenin üretim ve satışlardaki payının, uluslararası sermayeden yüksek olduğu sayılı ülkeler arasında bulunmaktaydı (Eren, 2004).

Uluslararası ve yerel sermaye sınıfı bir yanda çıkarları doğrultusundaki iktisadi önlemleri almaya çalışırken diğer yanda dünyanın her yerinde, etkinlik ve güvenlik değerlendirmeleri yetersiz olduğu halde üretilip piyasa sürülen ilaçların beklenmeyen etkilerinden kaynaklanan facialar yaşanmaktaydı. Örneğin 1938 yılında ABD’de bir ilaç şirketi, suda çözünmeyen sülfonamid grubu bir antibiyotiğin dietilen glikol ile şurup formuna getirilip satılması sonucu 34’ü çocuk 105 kişinin ölümüne neden olmuştur (Nogues, 1990). Yaklaşık 20 yıl sonra bir Nazi olan Heinrich Mückter tarafından geliştirilen talidomit, önce grip ilacı olarak Batı Almanya’da, daha sonra ise hipnotik ve antiemetik etkileri nedeniyle gebelik bulantıları için birçok Asya ve Avrupa ülkesinde satışa çıkarılmıştır (Gillman, 2001; Franks ve ark., 2004). Ne var ki gebelere satılan bu ilacın bebeğe olan etkilerine dair kapsamlı teratojenite çalışmaları yapılmamış, takip eden 1,5 yıl içerisinde de gebeliğin 34. ve 50. günleri arasında talidomite maruz kalan bebeklerde Şekil-I’de görüldüğü gibi damar ve organların oluşumda bozukluklar ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Ortaya çıkan bu etkiler raporlanmasına rağmen, firma bir süre ilacı geri çekmek istememiş ancak -bilinen- 2000 bebeğin bu yüzden ölmesi, 10-15 bin çocuğunsa ciddi uzuv eksikleri ile yaşamak zorunda kalması sonucunda talidomit 1961 yılında geri çekilmiştir (Vargesson, 2015). Doğu Almanya, Türkiye ve sülfonamid faciasından ders alan ABD, firmadan gelen verilere güvenmeyerek teratojenite testlerini yapmış, ilaca ruhsat vermeyerek felaketin önüne geçmiştir (Nogues,1990; Mansour ve ark., 2018).


 Şekil 1: Talidomit maruziyeti sonucu uzuv bozuklukları ile doğan bir bebek (Cullen, 1964)

Yaşanan birçok felaketle beraber, ilaçların etkinliği ve güvenliliğinin ispatlanmadan piyasaya sürülmesini engellemek amacıyla sıkı yasal düzenlemelere gidilmiştir. Örneğin 1962 yılında ABD’de Gıda, İlaç ve Kozmetik Yasası'nda yapılan değişikliklerle FDA’in yeni ilaç başvurularını 60 gün içinde onaylama zorunluluğu kaldırılmış, istenen testlerin sayısı ve süresi konusunda serbest bırakılmıştır. 1963'te FDA'in yeni bir ilaca karar vermesi için geçen ortalama süre on dört ayken, 1979 Yılına gelindiğinde ortalama süre otuz beş aya çıkmış ve 1986'da otuz yedi ay olmuştur. Dünya genelinde alınan önlemlerin sıkılaştırılması neticesinde firmaların Ar-Ge maliyeti artmış, ayrıca molekülün bulunuşu ile piyasaya sürülmesi arasında geçen zaman da uzamıştır. Özellikle 1980 sonrasında jenerik ilaçların (muadil ilaç olarak da tanımlanabilir) üretiminin hızlandırılması ve kolaylaştırılmasının yanında; satışının artırılmasını da sağlayan farklı yasal düzenlemeler de yapılmıştır. Bu düzenlemeler uluslararası ilaç tekellerine rakip yerel sermaye gruplarının ortaya çıkması ve doğalında kazanç kaybıyla sonuçlanmıştır (Nogues, 1990).

Hem rekabet unsuru hem de artan Ar-Ge maliyetleriyle kârlılık krizine giren uluslararası ilaç sermayesi ise çareyi orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerde, kaldırılmış olan patent korumasında bulmuştur.  

1980’li yıllarda gelişmekte olan ülkelere finansman sağlayan Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu, finansmanın devamını, ülkelerin dünya pazarına entegrasyonunu sağlayacak yapısal uyum politikalarının gerçekleştirilmesine şartlamıştır. Dış kaynak aktarımını devletler üzerinde bir baskı unsuru olarak kullanan uluslararası sermaye bu sayede ithal ikameci politikalar neticesinde yaşadığı kısıtlamalardan kurtulmuştur (Eren, 2004). ABD ve AB’nin hegemonyasıyla uluslararası sermayenin tüm dünyada yayılması ve uluslararası alanda faaliyet gösteren tekellerin önündeki engellerin temizlenmesiyle kapitalizmin yeniden yapılanması süreci başlamıştır. Bu yapılanma sürecinin siyasi, hukuki ve iktisadi temelleri Türkiye’de 1980 yılı 12 Eylül darbesi ve 24 Ocak kararlarıyla somutlanmıştır (Abacıoğlu, 2009).

Tüm bu liberalizasyon sürecinde uluslararası ilaç sermayesinin en büyük kazanımı ise patent korumasını yeniden devreye sokmayan ülkelere karşı yaptırımların geliştirilmesi olmuştur (Eren, 2004). Daha önce anlatıldığı üzere 1994 yılında imzalanan TRIPS Anlaşması ile emperyalizme bağımlı olan ülkeler iç yasalarını, ABD standartlarıyla uyumlu hale getirmek zorunda bırakılmıştır (Chapman, 2001).

Türkiye’de Patent Yasası, TRIPs kararları uyarınca 10 yıl sonra uygulamaya konmak üzere 24 Haziran 1995 tarihinde kabul edilmiştir. Ancak DYP genel başkanı Tansu Çiller tarafından çıkarılan kararname sonucu 5 yıl daha erken uygulamaya konmuştur. Bu kararname Türk Eczacıları Birliği ve yerli ilaç sermayesi tarafından Türkiye’nin çıkarlarını korumadığı gerekçesiyle sert tepkiler almasına rağmen Patent Yasası 1999 Ocak ayında resmen uygulanmaya başlamıştır (Güçlü, 2007; Bak, 2011).

TRIPS ANLAŞMASI: BİR HALK SAĞLIĞI SORUNU OLARAK İLAÇTA PATENT

İlaç üretim yöntemleri ve ürünlerinin de patent koruması kapsamına alındığı TRIPS Anlaşması ile firmalar, patent başvurusundan itibaren 20 yıllık bir süre boyunca geliştirdikleri ilaç ve aşıların tüm üretim ve satış haklarını saklı tutabilir hale gelmiştir. Böylece özellikle orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerin tedavi maliyetini düşürmek için başvurduğu jenerik ilaçların üretimi patent süresi dolana dek yasaklanmıştır. Emperyalist devletlere bağımlı ülkelerde bu düzenlemelerin sonucu, çok ciddi halk sağlığı sorunlarının ortaya çıkması olmuştur.

TRIPS Anlaşmasından önce Brezilya ve Hindistan gibi ülkeler, Avrupa ve ABD’de patent korumasına sahip birçok ilaç ve aşıyı, çok düşük maliyetlerle jenerik olarak üretip yoksul ülkelere de düşük fiyatlarla satmaktaydı. TRIPS Anlaşması, bu ülkelerde HIV/AIDS, malarya, tüberküloz gibi hayatı tehdit eden birçok bulaşıcı hastalıkla boğuşan halkı patent hakkına sahip olan firmanın belirlediği ücretlere mecbur etmekte, ilaca erişim hakkını engellemektedir. Örneğin, hala kesin bir tedavisi olmayan HIV/AIDS hastalığında, 1996 yılından beri, hastanın hayat kalitesini ve yaşam süresini yükseltmek amacıyla kombine anti-retroviral ilaçlar kullanılmaktadır.


Şekil 2: HIV/AIDS tedavisinde kullanılan orijinal ve jenerik ilaçların fiyatları (Özdemir, 2016)

Şekil-2, 2000 yılında jenerik ilaçlar yasaklandığı andaki patentli (orijinal) ve jenerik anti-retroviral ilaçların satış fiyatlarını göstermektedir.  Cipla, Hetero ve Ranbaxy Hindistan menşeili anti-retroviral jenerik ilaç üreten firmaları ifade etmektedir. Şekilde görüldüğü gibi patentli, orijinal ilacın maliyeti hasta başı yıllık 10,000 dolardan fazla iken, jenerik ilaç firmaları bu maliyeti 300 doların altına kadar düşürebilmektedir (Özdemir, 2016). Yine 2000’li yıllarda Hindistan’da Shigella kaynaklı kanlı ishalin tedavisi için üretilen bir jenerik ilaç, patentli eşdeğerinin sekizde biri fiyatına satılabilmekteydi. HIV’li hastalarda ortaya çıkan sekonder bir mantar enfeksiyonu olan kriptokokal menenjit tedavisi, patent sahibi firma Pfizer’in flukanazol müstahzarıyla yapıldığında yıllık 3000 dolar iken Tayland’da üretilen jenerik ilaçla 104 dolara düşürülebilmekteydi. 2000’li yıllarda nüfusunun dörtte biri HIV pozitif olan Kenya, jenerik ilacı ithal etmek isteyince, Pfizer firması bu ithalatı durdurmak için PhRMA Derneği aracılığı baskılar uygulamıştır. Aynı yıllarda Gana ve Uganda da GSK firmasının hedefi haline gelmiştir, sebepse yine HIV tedavisinde kullanılan Combivirin bir jenerik ilaç firmasından yarı fiyatına ithal edilmesidir (OXFAM, 2010). Patent sahibi firmalar aradaki fiyat farkının Ar-Ge masrafları olduğu iddia etseler de sadece reklam giderlerinin bile Ar-Ge masraflarından daha yüksek oluşu fiyat yüksekliğinin arkasındaki sebebi tek başına açıklamaya yetmektedir.  

2000’ler Türkiye için de baskıların arttığı bir dönem olmuştur. Pfizer, Bayer, Novartis, Johnson & Johnson gibi uluslararası ilaç tekellerinin temsilcilerinden oluşan yönetim kurulu ile Amerika Araştırmacı İlaç Üreticileri Derneği (PhRMA), 2002 yılında AB’ye ve ABD Ticaret Temsilciliği’ne Türkiye’yi şikâyet etmiştir. Şikayetin gerekçesi ise SGK’nın aynı etken madde ve farmasötik forma sahip ilaçlar arasında en ucuzunu (jenerik ilacı) ödeme kararı olmuştur (PhRMA, t.y.; Güçlü, 2007).

Son yıllarda ilaç sermayesinin patent koruması ısrarının hayatlara mal olduğu durumlardan biri de SMA Tip I hastalarında kullanılan Zolgensma ilacı olmuştur. Zolgensma FDA ve EMA tarafından onaylanmış, etkili ve güvenli bir gen terapisidir. Tıpkı bir virüsün vücuttaki hücreleri enfekte etmesi gibi, istenen geni ifade etmek üzere biyoteknolojik yöntemlerle geliştirilen özel “virüslerin” hastalara verilmesi prensibi ile çalışmaktadır. İlacın patent hakkı Novartis firmasında bulunduğundan jeneriği üretilememektedir, bu da ilacın fiyatının yasal olarak tamamen firmanın inisifiyatinde olması anlamına gelmektedir. Şu an ABD’de satış fiyatı 2,1 milyon dolar olan ilaca erişemeyen yüzlerce bebeğin hayatı şirketin kârlılık politikası sebebiyle tehlikeye girmektedir. Şirketler hastaların kendilerine muhtaç oldukları patent süresi boyunca uyguladıkları astronomik fiyatları Ar-Ge masrafı ve aldıkları riskin bedeli olarak savunsalar da örneğin Zolgensma için ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü ve birçok farklı SMA derneğinin ilaç araştırmalarına yaklaşık 500 milyon dolar kaynak aktardığı bilinmektedir (KEİ, 2019; SMA, t.y.; FDA, t.y.). Bu durum; yüzlerce bilim emekçisinin sayesinde, kamu kaynaklarıyla geliştirilen bir ilaca halkın erişiminin engellenmesinin yasal dayanaklarını ve bu dayanakların kimi gözettiğini ispatlayan örneklerden yalnızca biridir.  

İçinde bulunduğumuz, bugüne dek 6 milyon kişinin ölümüne neden olan Covid-19 pandemisinde de geliştirilen aşılardaki patent koruması tartışmalara neden olmaktadır. 2020 Aralık ayından itibaren başlayan aşılamalarda, az gelişmiş ülkelerin aşıya erişemezken gelişmiş ülkelerin firmalarla milyonlarca dozluk ikili anlaşmalar yapmaları tepki çekmiştir. Henüz aşılar üretilmediği dönemde Hindistan ve Güney Afrika, 2 Ekim 2020 tarihinde Dünya Ticaret Örgütüne Covid-19’da kullanılacak her türlü ilaç, aşı ve diğer teknolojinin sürü bağışıklığı kazanılana dek TRIPS Anlaşması kapsamından çıkarılması talebinde bulunmuş, ancak bu talep AB, Avustralya, Brezilya, Kanada, Japonya, Norveç, İsviçre, Birleşik Krallık ve ABD tarafından reddedilmiştir (MSF, 2021).

Bahsedilmesi gereken bir diğer konu da 2002 ve 2012 yıllarındaki SARS ve MERS salgınlarıdır. Bu salgınlar, ortaya çıkabilecek yeni bir koronavirüs hastalığına işaret etmesine rağmen ilaç şirketleri tarafından riskli görüldüğünden, bilimsel çalışmalar finanse edilmemiştir. Burada halk sağlığının korunması için gerekli tedbirlerin alınmasının dahi sermayenin kârlılık oranına bağlı olduğu gerçeğiyle bir kez daha yüzleşilmektedir (Independent, 2020).  

BULUŞ YAPMAK İÇİN TEŞVİĞE İHTİYACI OLMAYANLAR: TARİHTE PATENT KARŞITI BİLİM İNSANLARI

Kapitalizmin ideolojik savunucuları, geliştirilen buluş ve diğer yenilikleri insanlığın ortak kazanımı olarak değil tersine bireysel çıkarları gözeten “özel mülkiyet” sınırları içinde değerlendirdiğinden, patent korumasını da mucide verilen bir ödül olarak tanımlayarak patentin buluş yapmayı özendirmesi/teşvik etmesi işlevleri olduğunu iddia etmektedir. Ancak tarih pek çok kritik dönemeçte bilim insanlarının patent korumasını reddettiğine ve buluşlarını insanlığa mal ettiğine şahitlik etmiştir.

1898 yılında radyumu keşfeden Marie ve Pierre Curie, yıllarca uğraşarak elde ettikleri 1 gram radyumu Radyum Enstitüsüne bağışlamışlardır. 1920 yılında ABD’li gazeteci Meloney yaptığı röportajda Marie Curie’ye “Marie Curie bir şey isteyebilseydi bu ne olurdu?” diye sorduğunda aldığı cevap “1 gram Radyum” olmuştur. O dönem enstitü tüm radyumu tıbbi uygulamalar için kullanmakta, Curie’lerin hiç radyumu bulunmamaktadır. Meloney, Curie’ye patentten hakkından ve elde edebileceği kazançtan bahsettiğinde ise Curie “Radyumun kimseyi zengin etmemesi gerekir. O bir elementtir. Herkesin malıdır.” şeklinde cevap vermiştir. Bir çözüm arayan Meloney, ABD’li kadınlarla Marie Curie Radyum Fonu olarak bilinen bir kampanya başlatarak 1 yıl içerisinde 1 gram radyum için gereken 100.000 doları toplamıştır. Marie Curie, ABD’ye hediyesini almak üzere geldiğindeyse, radyumun bizzat kendisine hediye edildiğini anlayarak karşı çıkmış, hediye senet bir gece önce değiştirilerek bağışın yine Radyum Enstitüsü’ne yapılmasını sağlamıştır (Helvacıoğlu, 2018; Hanel, 2017; Langevin-Joliot, 1998).

1923 yılında Tip I diyabetin tedavisinde hala alternatifsiz bir ilaç olan insülini üretten Banting ve arkadaşları, patent hakkını sembolik bir ücret olarak kişi başı 1 dolara Toronto Üniversitesi’ne devretmişlerdir. Banting patent hakkından vazgeçme sebebini “İnsülin bana ait değil, dünyaya ait!” sözleriyle açıklamıştır. Banting sayesinde 100 ünite insülin bu dönem yaklaşık 1 dolara halka ulaştırılabiliyordu ancak günümüzde uzun etkili insülinlerin geliştirilmesi ve patentlenmesi neticesinde, 100 ünite insülinin ücreti 30 doların üzerine çıkmış durumdadır (Fralick ve Kesselheim, 2019).

Banting’ten birkaç yıl sonra 1929’da Alexander Fleming penisilini keşfettiğinde aynı etik sebeplerden patentini almamış ve keşfiyle özellikle II. Dünya Savaşı’nda ve sonrasında bakteriyel enfeksiyonlardan ölecek binlerce kişinin hayatını kurtarmıştır (Katz ve ark. 2006; Bennett ve Chung, 2001).

1940 ve 50’li yıllarda pik yapan Çocuk Felci hastalığı (polio) binlerce çocuk ve adolesanın ölümüne, binlercesinin de hayatına kalıcı sakatlıklarla devam etmesine neden olmuştur. O yıllarda kullanılan 3 aşı da (çiçek, sarıhumma ve kuduz) zayıflatılmış canlı virüsler içermekteydi ve bu yöntemle polio aşısı üretmek riskli görülmekteydi. Bu riski ortadan kaldırmak isteyen Jonas Salk, yeni bir yaklaşımla, UV ışınlarıyla inaktive edilmiş virüslerle bir polio aşısı geliştirmiştir. Aşı uluslararası bir konferansta tanıtılıp dünya çapında büyük bir coşkuya neden olmuştur. Konferansın ardından Edward R. Murrow’un See It Now adlı programına katılmış, patentin sahibi kim olacak sorusu sorulduğundaysa “Sanırım insanlar. Patent diye bir şey yoktur, Güneş’i patentleyebilir misiniz?” şeklinde cevaplamıştır (Valiunas, 2018).

1955 ve 1957 yılları arasında Salk’ın inaktive polio aşısı ABD’de çocuk felci vakalarında ciddi bir düşüş sağlamıştır. Ancak 1958’de vakaların tekrar yükselme eğilimine girmesi ve 1959’da pik yapmasıyla gözler bir başka aşı üzerinde çalışan Albert Sabin’e çevrilmiştir. Sabin farklı polio suşları içeren ve inaktive değil zayıflatılmış virüsler içeren oral bir aşı geliştirmiştir. 1960 yılına gelindiğinde Mikhail Chumakov ile koordineli çalışarak %80’i Sovyetler Birliği’nde olmak üzere 60 milyondan fazla çocuk Sabin suşları sayesinde polio bağışıklığı kazanmıştır. Bu başarıdan sonra oral polio aşısı dünyanın birçok yerinde inaktive Salk aşısına tercih edilip uygulanmaya başlamıştır. 1962 yılında ülke çapında ilk kitlesel aşılama kampanyasına başlayan ve 1963 yılında da polioyu eradike eden ilk ülke Küba olmuştur. Dünyaya yol gösteren Küba örneği sayesinde bugün polio bir halk sağlığı sorunu olmaktan çıkmıştır (Hinman, 1984; Sabin, 1985; Belek, 2019:173).

SONUÇ

Covid-19 pandemisiyle ilaç ve aşılardaki patent koruması tartışması yükselmekte, uluslararası sömürüye uğrayan ülkelerde insanların halen aşıya ulaşamaması ciddi bir halk sağlığı sorunu olarak karşımızda durmaktadır. Uluslararası yapılanmaya sahip birçok ilaç firması (Pfizer, AstraZeneca, Moderna, Johnson & Johnson...) milyonlarca hayat kurtarabilecek formülasyon ve üretim imkânlarına sahip olduğu halde, kârlılıklarına zarar vereceği gerekçesiyle kısıtlı bir süre için dahi patent korumasından vazgeçmemektedir.

Pandemi döneminde çok geniş bir toplamı etkileyerek daha görünür hale gelmesine rağmen ilaç ve aşıda patent sistemi, uzun yıllardır milyonlarca insanın hayatını sürdürebilmesi için ihtiyacı olan tedavi edici ve koruyucu sağlık hizmetlerine ulaşamamasına ve son tahlilde ölümlerine neden olmaktadır. Patent korumasına ilişkin yasal düzenlemeler günümüz şeklini alıncaya dek birçok kez değişime uğramıştır. Bu değişimler ulusal ve uluslararası sermayedarların birbirleriyle ortaklıkları ve çatışmalarının yarattığı diyalektik çerçevesinde belirlenmiştir. Patent korumasının yaptırımlarla desteklenerek sıkılaştırılmasının, 1980 sonrası neoliberal yapılanma dönemine denk düşmesi de bu arka plana oturmaktadır.

Kapitalizm yapısı gereği, sermayedarın kâr maksimizasyonuna odaklanmakta ve her türlü yasal düzenlemeyi de bu odak doğrultusunda, egemen sınıfın çıkarlarını koruyacak biçimde gerçekleştirmektedir. Bu haliyle sermaye sınıfının patent koruması gibi bir kazanımdan geri adım atamayacağı görülmektedir. Ortaya çıkan halk sağlığı sorunlarına semptomatik bir tedavi ile müdahale edilemeyeceğinin görülmesi önemlidir zira çözümün, sorunun kökenini ortadan kaldırmakla mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Sınıfların ve çıkarlarının çatıştığı bir iktisadi düzende dünya halklarının yaşama haklarını elde edebilmek için tek yolu bu sınıfları ortadan kaldırmak olacaktır.


KAYNAKLAR

Abacıoğlu, N. (2004). Sınai ürün boyutuyla ilaç pazarı ve uluslararasılaşma. Toplum ve Hekim, 19(6), 404-430.

Abacıoğlu, N. (2009). “Sermaye Küreselleşmesinde Kavşak Bir Sektör: İlaç Sanayi”,

Uluslararası Sosyal Haklar Sempozyumu Tam Metin Bildiri Kitabı, 50-64, 22-23 Ekim 2009, Antalya.

Abacıoğlu, N. ve Dikmen, A.A. (2005). Meta olarak ilaçta sınai ve fikri mülkiyet rejiminin ekonomi politiği. Türkiye Sosyalist İktisat Kongresi. 17/18 Aralık 2005 Erişim Adresi: https://docplayer.biz.tr/757515-Meta-olarak-ilacta-sinai-ve-fikri-mulkiyet-rejiminin-ekonomi-politigi.html Erişim Tarihi: 14.04.2022

Bak, B. (2011). İlaçta zorunlu patent lisansı, Ankara Barosu Dergisi, 2011(3),105-126.

Belek, İ. (2009). Sağlığın politik ekonomisi sosyal devletin çöküşü, İstanbul: Yazılama Yayınevi.

Bennett, J. W. ve Chung, K.-T. (2001). Alexander Fleming and the discovery of penicillin. Advances in Applied Microbiology, 163–184.

Chapman, R.A. (2001). Approaching intellectual property as a human right: Obligations related to Article 15(I) (c), Copyright Bulletin, Unesco Publishing, XXXV(3), 4-36.

Cullen, J. F. (1964). Ocular defects in thalidomide babies. British Journal of Ophthalmology, 48(3), 151–153.

Eren, İ. (2004). Gelişmekte olan ülkeler ve Türkiye’de ilaç ürünlerine yönelik fikri mülkiyet rejimi değişikliklerinin siyasal iktisadı, Toplum ve Hekim, 19(6), 383-393.

Ergin, F. (1961). İktisat, İstanbul: Sermet Matbaası, s.91.

FDA, t.y. Erişim Adresi: https://www.fda.gov/media/126109/download Erişim Tarihi: 10.03.2022

Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu, (1951). T.C. Resmi Gazete (5846, 13 Aralık1951). Erişim Adresi: https://www.mevzuat.gov.tr/mevzuatmetin/1.3.5846.pdf. Erişim Tarihi: 20.03.2022

Fralick, M. ve Kesselheim, A. S. (2019). The U.S. Insulin Crisis — Rationing a Lifesaving Medication Discovered in the 1920s. New England Journal of Medicine, 381(19), 1793–1795.

Franks, M. E., Macpherson, G. R. ve Figg, W. D. (2004). Thalidomide. The Lancet, 363(9423), 1802–1811.

Gillman, M. (2001). Dark motives, dark remedy. The Lancet, 357(9271), 1893.

Güçlü, S. (2007), Jenerik ilaç da el değiştiriyor, Havan, 54, 28-32.

Hanel, S. (2017). Marie Curie’s American adventures. Erişim Adresi: https://www.lindau-nobel.org/marie-curies-american-adventure/ Erişim Tarihi: 19.03.2022

Helvacıoğlu, E. (2018). Curie’ler radyumun patentini almayı reddediyor: Radyum bir elementtir, nasıl bir kişinin malı olabilir? Bilim ve Gelecek. Erişim Adresi: https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2018/02/18/curieler-radyumun-patentini-almayi-reddediyor-radyum-bir-elementtirnasil-bir-kisinin-mali-olabilir/ Erişim Tarihi: 19.03.2022

Hinman, A. R. (1984). Mass Vaccination Against Polio. JAMA: The Journal of the American Medical Association, 251(22), 2994.

Independent, 2020 Erişim Adresi: https://www.indyturk.com/node/145612/sa%C4%9Flik/korona-a%C5%9F%C4%B1s%C4%B1na-ramak-kala-k%C3%A2r-getirmez-diye-vazge%C3%A7ilmi%C5%9F Erişim Tarihi: 20.02.2022

Katz, M. L., Mueller, L. V., Polyakov, M. ve Weinstock, S. F. (2006). Where have all the antibiotic patents gone?Nature Biotechnology, 24(12), 1529–1531.

KEİ. (2019). Erişim Adresi: https://www.keionline.org/charity-nih-funding-related-to-zolgensma Erişim Tarihi: 19.03.2022

Langevin-Joliot, H. (1998). Radium, Marie Curie and Modern Science, Radiation Research, 150(5), 3-8.

Mansour, S., Baple, E. ve Hall, C. M. (2018). A clinical review and introduction of the diagnostic algorithm for thalidomide embryopathy (DATE). Journal of Hand Surgery (European Volume), 175319341880063, 1-13.

MSF 2021: Erişim Adresi: https://www.msf.org/msf-urges-wealthy-countries-not-block-covid-19-patent-waiver?gclid=CjwKCAjwrfCRBhAXEiwAnkmKmYFDYIe5NvlNt4aV7C1mdHzY9drgW47-LNkwNPL7S1yBHg4aULyRpxoCX2MQAvD_BwE Erişim Tarihi: 20.02.2022

Nogues, J. (1990). Patents and Pharmaceutical Drugs: Understanding the Pressures on Developing Countries." World Bank Working Paper Series in International Trade, WPS 502.

OXFAM, Patent injustice: How world trade rules threaten the health of poor people, 2010. Erişim Adresi: https://oxfamilibrary.openrepository.com/bitstream/handle/10546/114044/bp-patent-injustice-010201-en.pdf;jsessionid=4F0B5A873B8DCBD4DBADC5DE19A49644?sequence=1 Erişim Tarihi:19.03.2022

Özdemir, A. (2016). Patent yönünden ticaretle bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşmasının temel ilaçlara ulaşımda getirdiği kısıtlamalar, Uludağ Journal of Economy and Society, 35(2), 25-54.

PhRMA, t.y. Erişim Adresi: https://phrma.org/About   Erişim Tarihi:20.03.20222

Sabin, A. B. (1985). Oral Poliovirus Vaccine: History of Its Development and Use and Current Challenge to Eliminate Poliomyelitis from the World. Journal of Infectious Diseases, 151(3), 420–436.

Sınai Mülkiyet Kanunu, (2017). T.C. Resmi Gazete (6769, 22 Aralık 2016). Erişim Adresi: https://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.6769.pdf. Erişim Tarihi: 20.03.2022

SMA, t.y. Erişim Adresi: https://smabenimleyuru.org.tr/arastirmalar-ve-tedavi/zolgensma/ Erişim Tarihi: 19.03.2022

Telif Hakları, t.y.  Erişim Adresi: https://www.telifhaklari.gov.tr/Dunya-Ticaret-Orgutu-WTO Erişim Tarihi: 17.03.2022

Türk Patent Enstitüsü, (2012). Erişim Adresi: https://www.turkpatent.gov.tr/TURKPATENT/resources/temp/FA599AB0-8F21-48A5-9CCE-42A8745A0187.pdf;jsessionid=A30A6982EEF617E003CE9B7E3636B612.  Erişim Tarihi: 20.03.2022  

Valiunas, A. (2018). Jonas Salk, the People’s Scientist, The New Atlantis, Number 56, Summer/Fall 2018. Erişim Adresi: https://www.thenewatlantis.com/publications/jonas-salk-the-peoples-scientist Erişim Tarihi:19.03.2022

Vargesson, N. (2015). Thalidomide-induced teratogenesis: History and mechanisms. Birth Defects Research Part C: Embryo Today: Reviews, 105(2), 140–156.

WIPO t.y.b  Erişim Adresi: https://www.wipo.int/export/sites/www/pct/en/texts/pdf/pct.pdf  Erişim Tarihi: 25.03.2022        

WIPO, t.y.a Erişim Adresi: https://www.wipo.int/treaties/en/ip/paris/summary_paris.html  Erişim Tarihi: 25.03.2022

WTO, t.y. Erişim Adresi: https://www.wto.org/english/docs_e/legal_e/31bis_trips_04c_e.htm#5 Erişim Tarihi: 17.03.2022

Zarakolu, A. (1975). İktisat ilminin temel ilkeleri, Cilt I, Ankara: Sevinç Matbaası, s.30.

]]>
<![CDATA[Yaşasın Tam Bağımsız Langerhans Adacıkları!]]>Long Live the Fully Independent Langerhans Islets!

Fırat Akat
Dr.Öğr.Üyesi, Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, Ankara

Özet

Diyabet insülin yetersizliği veya insülin etkinliğinde bozulma ile ortaya çıkan metabolik bir hastalıktır. Diyabetin neden oluştuğuna dair bilgimilerimiz oldukça yenidir. Laboratuvar tekniklerinin gelişmediği dönemlerde hastaların çok

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/yasasin-tam-bagimsiz-langerhans-adaciklari/62b47790f0424b426f6a6a73Thu, 23 Jun 2022 22:43:00 GMTLong Live the Fully Independent Langerhans Islets!

Fırat Akat
Dr.Öğr.Üyesi, Ankara Üniversitesi, Tıp Fakültesi, Fizyoloji Anabilim Dalı, Ankara

Özet

Diyabet insülin yetersizliği veya insülin etkinliğinde bozulma ile ortaya çıkan metabolik bir hastalıktır. Diyabetin neden oluştuğuna dair bilgimilerimiz oldukça yenidir. Laboratuvar tekniklerinin gelişmediği dönemlerde hastaların çok idrara çıkması ve idrarlarında şeker bulunması nedeniyle diyabetin bir böbrek hastalığı olduğu düşünülmüştür. Kanda şeker olduğunun ve insan vücudunda şeker moleküllerinin üretilebildiğinin keşfi tıpta bilimsel yöntemin öncüsü Claude Bernard tarafından gerçekleştirilmiştir. Ancak Bernard diyabeti merkezi sinir sisteminde meydana gelen bozulmalara bağlar. Farklı ülkelerden birçok bilim adamı 19. yüzyılın sonlarına doğru farklı ülkelerden birçok bilim adamı pankreasın rolüne işaret eden çalışmalar yaparlar. Hatta bazıları pankreas özütlerini (ekstraktlarını) deney hayvanlarına enjekte ederek kan şekerinin düştüğünü dahi göstermeyi başarmıştır. Romanyalı bilim insanı Nicolae Paulescu pankreas özütüne “pankrein" ismini vererek patentini alır. Ancak buluşun kredisini ve Nobel ödülünü Kanadalı cerrah Frederick Banting ve ekibi alacaktır. Banting, Charles Best, James Macleod ve Bert Collip ortak bir çalışma ile sığır pankreasından insülini saflaştırarak diyabete karşı kullanılabilecek bir preparat geliştirirler. İlk defa 1922 yılında Leonard Thompson adında 14 yaşında bir diyabet hastasına insülin uygulanır ve çocuk iyileşir. Banting ve ekibi insülinden kâr elde etmenin Hipokrat yeminine aykırı olduğunu düşündükleri için insülinin patentini 1 $ karşılığında Toronto Üniversitesi’ne verirler. Toronto Üniversitesi Eli Lilly isimli ilaç firması ile anlaşır. Firma insülini küresel ölçekte üretmeye başlar. Günümüzde insülin üretiminin %90’ı üç adet ilaç şirketi tarafından yapılmaktadır. Rekabetin olmadığı bu alanda insülinin fiyatı 1940’lardaki insülin fiyatından dahi fazladır. Özellikle ilaç piyasasının tamamen serbest piyasaya bırakıldığı ABD gibi ülkelerde insülinin fiyatı inanılmaz yükselmiş durumdadır. Hâlihazırda yüksek olan fiyatları çoğu zaman hastanın karşılaması gerekmektedir. Bu nedenle ABD’de yaşayan diyabet hastalarının önemli bir bölümü doktorun öngördüğü insülin dozunu azaltarak kullanmaktadır. Bu tasarruf çoğu hastaların sağlığına ciddi zararlar vermekte hatta kimi zaman ölümlerine neden olmaktadır. Yaklaşık 100 yıl önce keşfedilen ve ilk kez Amerika’da üretilen bir ilaca Amerikalıların maddi nedenlerle ulaşamaması ancak çılgınlık olarak tanımlanabilir. İnsülin örneği insan sağlının ilaç tekellerinin insafına bırakıldığında aldığı hali göstermek adına çok kritiktir.



Anahtar kelimeler: Diyabet, İnsülin, Frederick Banting, Nicolae Paulescu, İnsülinin Patent Hakkı.

Abstract

Diabetes is a metabolic disease that is characterized with insulin deficiency or impaired insulin efficiency. Our knowledge related to the mechanisms that cause diabetes is relatively new. Before the modern laboratory techniques, diabetes was thought to be a kidney disease due to the fact that patients urinate a lot and sugar was found in their urine. The discovery that there is sugar in the blood and that sugar molecules can be produced by the human body was made by Claude Bernard, the pioneer of the scientific method in medicine. However, Bernard attributes diabetes to disturbances in the central nervous system. Towards the end of the 19th century, many scientists from different countries conducted studies pointing out the role of the pancreas. Some have even managed to show a decrease in blood sugar by injecting pancreatic extracts into experimental animals. Romanian scientist Nicolae Paulescu patents pancreatic extract, naming it “pancreain”. However, Canadian surgeon Frederick Banting and his team will receive the credit for the invention and the Nobel Prize. Banting, Charles Best, James Macleod and Bert Collip jointly develop a preparation that can be used against diabetes by purifying insulin from bovine pancreas. In 1922, a 14-year-old diabetic named Leonard Thompson was first administered insulin and the boy recovered. Banting and his team gave the patent for insulin to the University of Toronto for $1 because they thought it was against the Hippocratic oath to make profit from insulin. The University of Toronto makes an agreement with the pharmaceutical company Eli Lilly. The firm begins producing insulin on a global scale. Today, 90% of insulin production is done by three pharmaceutical companies. In this area where there is no competition, the price of insulin is even higher than the price of insulin in the 1940s. Especially in countries such as the USA, where the pharmaceutical market has been completely freed, the price of insulin has risen unbelievably. The already high prices often have to be borne by the patient. For this reason, a significant portion of diabetes patients living in the USA use insulin by reducing the dose prescribed by the doctor. These reductions cause serious damage to the health of many patients and sometimes even causes their deaths. The fact that Americans cannot reach a drug that was discovered about 100 years ago and produced for the first time in America for financial reasons can only be described as madness. The example of insulin is critical to show the state of human health when it is left at the mercy of drug monopolies.



Key words: Diabetes, Insulin, Frederick Banting, Nicolae Paulescu, Insulin patent.

Ülkemizde diyabet veya şeker hastalığı olarak bilinen “Diabetes mellitus” pankreasın insülin hormonunu yeterli düzeyde üretememesi ve/veya üretilen insülinin dokulardaki etkinliğini yitirmesine bağlı olarak gelişen ve kan şekeri kontrolünde bozulmaya yol açan metabolik bir hastalıktır. Vücudun kendi antikorlarının saldırısı nedeniyle (otoimmün) tahrip olan pankreas hücrelerinin insülin üretemediği Tip I diyabet [juvenil (=0-16 yaş) diyabet] hastalığında belirtiler çocukluk çağında ortaya çıkar. Hastalar dışarıdan insülin alamazlar ise hastalığın başlangıcından en geç 1-2 sene sonra hayatlarını kaybederler. Tip II diyabette ise yıllar süren kötü beslenme ve hareketsiz yaşam tarzının getirdiği bir pankreas harabiyeti söz konusudur (American Diabetes Association, 2009). Günümüzde Tip II diyabet, özellikle 2000’li yıllarla birlikte inanılmaz bir artış göstermiştir. Tip II diyabet hastaları başlangıçta dışarıdan verilen insüline muhtaç olmasalar da hastalığın ilerlemesiyle insüline bağımlı hale gelebilirler. Günümüzde dünya genelinde 172 milyona ulaşan diyabetli sayısının 2030 yılında 366 milyona ulaşması beklenmektedir (Wild ve ark., 2004).

Diyabet hastalığının tarihin her döneminde tüm detaylarıyla bilindiğini söylemek zordur. Gelişmiş laboratuvar imkânlarının olmadığı yıllarda bir diyabet hastasını sağlıklı insanlardan ayıran en önemli belirtiler hastanın çok su içmesi (polidipsi), çok idrara çıkması (poliüri), çok yemek yemesi (polifaji) ve buna rağmen kilo kaybetmesidir. Hatta hastalık adını aşırı idrara çıkma özelliğinden almıştır. Diabetes Yunanca sifon anlamına gelir. Hastalık ilk kez M.Ö. 1500’lü yıllarda Mısırlılar tarafından fark edilmiştir. Ancak semptomların detaylı açıklanması M.S. 2. yy’da yaşayan Kapadokya’lı hekim Aretaeus tarafından yapılmıştır (Laios ve ark., 2012). Aretaeus diyabeti şöyle tanımlar:

“Diyabet hastalığında insanın eti ve eklemleri eriyerek idrara dönüşür.” (Bliss, 2017: 20)

Aretaus’un yazıları 1552 yılına kadar Avrupalılar tarafından bilinmez kalmıştır. Galen ve Hipokrat gibi yıllarca Avrupa tıbbını belirleyen hekimler diyabet ile ilgili pek fazla bilgi aktarmamışlardır. Sağlıklı insanların idrarında bulunmaması gereken glikoz, diyabet hastalarında kan şekerinin çok yükseldiği durumlarda idrara geçer. Eski çağlardan beri diyabetli insanların idrarına çok fazla sineğin üşüştüğü fark edilmiş, buradan hareketle antik çağlarda diyabet için “ballı idrar”, “tatlı idrar” gibi isimler kullanılmıştır (Zajac, 2017: 3). Zamanla hekimler hastalığın tanısını idrarın tadına bakarak koymaya başlamışlardır. Hatta İbn-i Sina (980-1037) diyabetlilerin idrarını buharlaştırmış ve kalıntılarda “bala benzer maddeyi” gösterebilmiştir (Zarshenas ve ark., 2014). Ancak bu maddenin şeker olduğu, hele hele kanda şeker bulunduğu fikri insanlık için hala inanması çok güç bir gerçektir. Kanda şeker bulunduğuna inanmayan bilim dünyası aynı zamanda pankreasın diyabetteki rolünden de habersizdir. Diyabet yüzyıllar boyunca bir böbrek hastalığı olarak kabul edilmiş ve yapılan ölüm sonrası (post-mortem) incelemelerde böbreklerde herhangi bir bozulmaya rastlanmaması hastalığın gizemini çözmeyi zorlaştırmıştır.

Araştırmaların çehresi Stanley Rossiter Benedict’in (1884 –1936), kendi adıyla anılan Benedict reaktifini bularak şeker konsantrasyonunu ölçmeyi mümkün hale getirmesi ile değişecektir (Hirsch, 2018: 1). Günümüzdeki ölçüm tekniklerine kıyasla çok fazla kan gerektiren, ilkel bir yöntem olmakla beraber şeker konsantrasyonunun ölçülebilmesi diyabet alanına önemli katkılarda bulunur. İnsanlık artık kanda şeker bulunduğunu bilmektedir. Tıpta bilimsel yöntemin öncüsü olan Claude Bernard (1813-1878) günlerce aç bırakılan hayvanların kanında dahi şeker bulunduğunu göstererek, karaciğerin glikoz üretebildiğini ve glikojen formunda depolayabildiğini (glikojenik teori) gösterir (Young, 1937). Ayrıca glikojenin yapısının bitkilerdeki depo formu nişastadan farklı olduğunu, dolayısıyla hayvanlara özgü bir form olduğunu kanıtlar. Ancak bu öncü keşiflere rağmen Bernard diyabet hastalığının kökenini merkezi sinir sistemine dayandırır. Çeşitli beyin lezyonlarında vücudun glikoz üretme kapasitesinin azaldığını söyler. Buradan hareketle diyabetin bir tür beyin hastalığı olduğunu açıklar (Feldberg ve ark., 1985).

Claude Bernard’ın sadece sindirim enzimleri salgıladığını düşündüğü pankreas ile diyabet ilişkisini gösteren ilk kişi Oskar Minkowski (1858-1931) olacaktır (Kyle ve ark., 2015). Pankreası alınan köpeklerin tuvalet eğitimine rağmen tuvaletini tutamamasından şüphelenen Minkowski köpeğin idrarında glikoz olduğunu gösterir. Bu basit deney metabolizma alanında çalışan ve pankreas üzerinde hipotezleri olan Minkowski’ye ilham kaynağı olur. Pankreası alınan (pankreatomi)köpeklerde diyabet geliştiğini bildirir. O güne kadar hiç şüphelenilmeyen bir organın tarih sahnesine çıkışı bilim dünyasında sürpriz etkisi yaratır. Minkowski’nin bulguları kısa sürede Fransa ve Almanya’daki araştırıcılar tarafından da doğrulanır. Minkowski transplantasyon deneyleri ile hipotezini bir kez daha doğrulamayı başarır. Pankreasın bir parçasını keserek karın (abdomen) duvarına diken ve orada köklenmesine izin veren Minkowski, geride kalan parçayı çıkardığında diyabetin gelişmediğini gözlemler. Daha sonra karın duvarına eklenen parçayı da uzaklaştırdığında diyabetin geliştiğini gösteren Minkowski artık pankreasın rolünden emindir (Luft, 1989). Gözlemlerini şu hipotezlerle açıklamaya çalışır:

1.     Pankreas kan içerisinden geçerken şekeri yok eden bir mekanizmaya sahiptir.

2.     Pankreas kana şekeri parçalayan bir enzim verir.

3.     Pankreas vücudun başka yerinde üretilen ve şeker metabolizmasını bozan bir zehri (toksini) baskılar.

4.     Pankreas çeşitli değişimlere yol açan bir iç salgı üretir ve bu şekerin azalmasına neden olur (bu hipotez doğrulanacak ve iç salgıya Ernest Starling (Bayliss ve Starling, 1902) tarafından hormon ismi verilecektir)

Edouard Hédon (1861-1932) ve Jules Thiroloix (1861-1927) benzer deney modelleri ile benzer sonuçlar bularak Minkowski’yi desteklerler. Gustave Laguesse (1861-1927) iç salgı hipotezini doğru bulur ve iç salgının kaynağının pankreastaki “küçük, düzensiz, parlak sitoplazmalı, poligonal hücreler” olduğunu ortaya koyar. Laguesse bu hipotezini Paul Langerhans’ın 1869’da doktora tezini yaparken keşfettiği hücrelere dayandırmıştır (Sakula 1988). Laguesse bu hücrelere “Langerhans hücreleri” ismini veren ilk kişidir (Bkz. Şekil 1).


Şekil 1: Pankreasın fonksiyonel anatomik görünümü (Hall, 2016: 983 adlı kaynaktan değiştirilerek alınmıştır). Ortada bulunan Langerhans adacığının içerisinde bulunan alfa, beta ve delta hücreleri çeşitli hormonları sentezleyerek kana verirler. Asini hücreleri ise sindirim enzimlerini üreterek sindirim kanalına verir. Elbette Laguesse zamanın iptidai teknikleri ile adacıkta farklı tipte hücreler olduğunu fark edememiştir.

Ölüm katılığı (rigor mortis) kavramının kâşifi Charles Edouard Brown-Sequard (1817-1893) iç salgı fikrini ayakları yere basan bir teori haline getirmiş, hatta hormonal hastalıklara karşı bir tedavi yöntemi olarak kullanmaya başlamıştır. Brown-Sequard endokrin (salgılarını kana veren) salgı, ekzokrin (salgılarını vücut boşluğuna veren) bezler ayrımını yapan ilk bilim insanıdır. Ayrıca Sequard çeşitli organ ekstraktlarının saflaştırılarak kişiye enjekte edilmesini öneren “organoterapi” akımını başlatmıştır (Borell, 1976) (Bkz. Şekil 2). Sequard pankreasın ezilmesi ile elde edilen sıvının (ekstraktın) diyabet tedavisinde kullanılmasını öneren ilk kişi de olmuştur. George Redmayne Murray’ın (1865-1939), 1891 yılında bir tiroit hastasını tiroit ekstraktı vererek tedavi etmesi ile organoterapi akımı daha da güçlenmiştir (Murray, 1891). Ancak diyabet için üretilen pankreas ekstraktlarında başarı sağlanamamıştır. Sonuç alınamaması ve yapılan otopsilerde pankreasta gözle görülebilir bir harabiyete rastlanmaması pankreas ile diyabet arasındaki ilişkiyi tekrar tartışmaya açacaktır.


Şekil 2: İlanda Profesör Brown-Sequard’ın yöntemine göre, New York Aşı Enstitüsü tarafından hazırlanan hayvan organ ekstraktlarının (testis ve gri cevher) iyi geldiği hastalıklar ve ekstraktların fiyatları bulunmaktadır (Medvei, 1982:302).

1899 yılında Leonid V. Sobolev (1876-1919) Langerhans adacıklarının pankreasın diğer yapılarından bağımsız olduğunu ve karbonhidrat metabolizmasını kontrol ettiğini deneylerle göstermiştir (Van Beek, 1958). Ek olarak, daha detaylı otopsiler yapmış; 15 diyabetik vakada adacıkların azaldığını kanıtlamayı başarmıştır. Sobolev’in post-mortem bulguları Eugine Opie’nin (1873-1971) gerçekleştirdiği otopsiler ile desteklenmiş, adacıkların bağımsız bir salgı bezi olduğu anlaşılmıştır (Kidd, 1971).

Beş farklı araştırmacı 1900-1921 yılları arasında “varlığı hipotezlenen adacık hormonunun” keşfine çok yaklaşmıştır. Hatta 1909 yılında ilk kez Jean de Meyer bu meçhul hormon için “insülin” ismini önermiştir (Diem ve ark., 2022).

Eugine Gley (1857-1930), John Rennie (1865-1988), Thomas Fraser (1872-1951) ve en önemlisi Nicolae Paulescu (1869-1931) birbirlerinden bağımsız olarak pankreas ekstraktı enjeksiyonu ile deney hayvanlarında diyabeti iyileştirici etkiler gösterebilmişlerdir (McHardy ve Petrie, 2020: 73). Hatta Paulescu 10 Nisan 1922 yılında Romanya Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’na başvurarak pankrein (pancreine) adını verdiği hormonun üretim yöntemi için patent almıştır (Patent no. 6254) (Drury, 1972).

Bilim dünyası 20. yüzyılın başında onlarca ülkeden sayısız bilim insanı ve laboratuvarın maddi ve manevi katkıları ile glikoz metabolizması ve diyabet konusunda deyim yerindeyse bitiş çizgisine çok yaklaşmıştır. Ancak bitiş çizgisi 1891 yılında Kanada’nın Ontario eyaletinde doğan Frederick Banting adında bir köylü çocuğu tarafından geçilecektir. Dindar bir çiftçi ailenin beş çocuğundan en küçüğü olan Banting babası tarafından din adamı olmaya yönlendirilse de ısrarlarına dayanamayan babasını ikna ederek Toronto Üniversitesi’nde 5 yıllık tıp eğitimine başlar (Woodward ve ark., 2008: 263-265). O yıllara kadar usta çırak ilişkisinin ötesine geçemeyen tıp eğitimi 1890’larda dünya genelinde bilimsel yöntem ile donatılarak modernize edilmektedir. Toronto Üniversitesi bu değişimin öncülerindendir. Çağına göre bilimsel yanı kuvvetli bir eğitim alan Banting 1916 yılında cerrahi uzmanlığını da tamamlayarak Birinci Dünya Savaşı’na hekim olarak katılır. Koluna isabet eden şarapnel parçası ile 27 Eylül 1918’de ağır yaralanır. Doktorlar kolunu kesmek istese de Banting’in razı olmadığını ve kendini iyileştirdiğini biliyoruz. Fedakârlıkları nedeniyle  “Askeri Haç (military cross)” ile ödüllendirilir. Savaş dönüşü çeşitli kliniklerde geçici sürelerle çalışır ancak tam anlamıyla dikiş tutturamaz. En son Ontario’da bulunan Western Üniversitesi’nde anatomi ve cerrahi dersleri verirken kendisinden diyabet ve karbonhidrat metabolizması ile ilgili bir ders istenir. Dersi hazırlarken konuya ilgi duymaya başlayan Banting fikirlerini fizyoloji kürsüsü başkanı F.R. Miller’a açar. Miller, Banting’e karbonhidrat metabolizması konusunda uzman olan John James Rickard Macleod’a gitmesini tavsiye eder (Bliss, 2017: 51-52). Banting Kasım 1920’de Macleod’un yanına gider. Macleod hala Claude Bernard’ın izinden gitmekte, beyinde glikoz metabolizmasının kontrolü ile ilgili bir bölüm aramaktadır. Banting ona pankreası daha iyi ekstrakte ederek elde edilecek maddenin diyabete çözüm olacağına dair görüşünü aktarır. Macleod, Banting’in fikrini beğenmediği gibi, metabolizma ve diyabet ile ilgili bilgisini de yetersiz bulur. Banting’in bilgisi gerçekten de yetersizdir[1]. Bu alanda yapılan çalışmaların çoğunu incelemediğini biliyoruz. Ayrıca İskoç ve varlıklı bir aileden gelen Macleod, Banting’in köylü mizacından da rahatsız olur ve onu kibarca reddeder. Laboratuvarın yoğun olduğunu “belki gelecek yaz” müsait olabileceğini söyleyerek Banting’i atlatır. Banting geçen süre zarfında Macleod’a çokça mektup yazar ancak olumlu cevap alamaz. Mart ayı geldiğinde pes eden Banting diyabet araştırmasını bırakarak, Kuzey Kutbu’na yapılacak bir geziye hekim olarak katılmayı düşünmeye başlar. Hatta daha sonraları bu konuda yazı tura attığını, beş atıştan üçünün kutup gezisi lehine olduğunu ve kararını ancak bu şekilde verebildiğini söyleyecektir. Başvurusunu yapar ancak sonradan gezide doktora ihtiyaç kalmadığını öğrenir (Woodward ve ark., 2008: 272). Tam bu sırada Macleod yaz tatili için ülke dışına çıkmaya karar verir. Ülke dışında olduğu sürece laboratuvarı ve öğrencileri ile ilgilenecek birilerine ihtiyaç duymaktadır (Rosenfeld, 2002). Banting için aranan fırsat bulunmuştur. Plana göre öğrencilerden Charles Best ve Clark Noble birer aylık sürelerle Banting’e yardım edecek, Banting de bu sayede deneylerini yürütebilecektir. İlk ay kimin geleceği yine yazı tura ile belirlenir. Charles Best ilk ay gelmekle görevlendirilir. Çalışmalar hızlanınca Best kalmaya devam eder ve Noble laboratuvara hiç gelmez (Bliss, 2017: 58). Banting’in hedefi tıpkı daha önce diğer araştırmacıların öngördüğü gibi pankreas ekstraktları elde ederek bunları diyabet tedavisinde kullanmaktır. Banting bu ekstrakta “isletin” adını verir. Bazıları umut vaat etse de çok sayıda köpek üzerinde yaptıkları denemelerin çoğu iyi sonuçlar vermez. Banting çok miktarda köpekten veri alabilmek adına neredeyse tüm servetini köpek temini yolunda harcar. Best ile birlikte geceli gündüzlü bir çalışma içerisine girerler (Bkz. Şekil 3).


Şekil 3: Charles Best (solda) ve Frederick Banting (sağda) deney yaptıkları laboratuvarın çatısında görülüyor. Yaz mevsiminde laboratuvar çok sıcak olduğu için deney yaptıkları köpekleri sık sık çatıya çıkarmak zorunda kalıyorlardı (https://www.sciencehistory.org/historical-profile/frederick-banting-charles-best-james-collip-and-john-macleod sitesinden alınmıştır).

Tatilden dönen Macloed verileri inceler. Olumlu yönde bazı veriler olsa da deneylerin daha fazla köpekle ve daha uzun sürelerde tekrarlanması gerektiğini söyler. Ancak köpek pankreasından elde edilebilen “isletin” miktarı çok sınırlı olduğu için deneylerin uzun dönem sürdürülebilmesi ve tekrarlanması oldukça zordur. Çıkmaza girmiş gibi gözüken deneyler Banting’in aklına gelen bir fikirle yeniden yoluna girecektir. Banting anne karnındaki fetüsün pankreasında erişkine kıyasla oransal olarak daha fazla adacık olduğunu öne süren bir histoloji makalesinden esinlenerek yeni doğan sığırlar ile çalışmaya karar verir. Best ile birlikte mezbahadan aldıkları sığırlardan elde edilen “isletin” köpeklere uygulanır. Sonuç tam da istenildiği gibidir. Miktar sorunu da böylelikle aşılmış olur (Gündoğan, 2009: 80-81). 1921 yılında kimya konusundaki uzmanlığı ile bilinen Bert Collip’in de takıma katılması ile ekstraktlar daha kararlı ve saf hale getirilir (Noble, 1965). Köpekler uzun süre yaşamaya başlayıp sonuçlar tekrar edilebilir hale gelince Macleod çalışmayı sahiplenmeye başlar. İşe “isletin” ismini “insülin” olarak değiştirerek başlar. İsim Latince adacık adına gelen insula’dan türetilmiştir (Woodward ve ark., 2008: 277).

11 Ocak 1922 insanlık açısından tarihi bir gündür. 14 yaşında geri döndürülemez bir ölüm fermanı ile yaşayan Tip I diyabet hastası Leonard Thompson ilk insülin tedavisi alan insan olacaktır[2]. Tedavi başlangıçta sonuç vermese de Collip’in daha yüksek saflıkta ekstrakt elde etmeyi başarması ile Thompson kurtulur. Thompson 13 yıl daha yaşayacak ve zatürreden hayatını kaybedecektir (Markel, 2013). Thompson’un pankreası hala Toronto Üniversitesi’nde saklanmaktadır (Bkz. Şekil 4).


Şekil 4: İnsana uygulanan ilk insülin (Solda). Ortada 14 yaşında diyabetten dolayı perişan hale gelmiş Leonard Thompson annesinin kucağında görülüyor (15 Aralık 1922, 7 kg). Sağda ise tedaviden sonra normal kilosuna ulaşan sağlıklı hali (15 Şubat 1923, 15 kg). 

Elde edilen başarı küresel ölçekte inanılmaz bir etki yapar. Binlerce insan çocuklarını alarak tedavi için Toronto Üniversitesi’nin yolunu tutar. Maalesef Macleod’un laboratuvarı herkese yetecek kadar insülin üretecek kapasiteye sahip değildir. Tedavisine başlanan çocuklardan bazıları tekrardan komaya girer, hatta ölenler dahi olur (Woodward ve ark., 2008: 279).

Tam bu sırada Eli Lilly isimli ilaç firması Toronto Üniversitesi ile temasa geçer. Firma insülini kitlesel düzeyde üretmek üzere patentini almak istemektedir. Banting ve ekip arkadaşları insülinin patentini sadece 1 dolarlık sembolik bir ücret ile Toronto Üniversitesi’ne devrederler (Bkz. Şekil 5). Banting sonraları insülinden para kazanmanın Hipokrat yeminine aykırı bir davranış olduğunu, insülinin herkesin malı olduğunu söyleyecektir.


Şekil 5: İnsülin’in patentinin 1 dolara Toronto Üniversitesi’ne verildiğini gösteren imzalı belge. İlk belgede Collip ve Best’in imzası bulunmaktadır. Daha sonra Banting ve Macleod da eklenmiştir (Hegele, 2017).

Kendisini trilyoner yapabilecek bir patenti elinin tersi ile iten Banting’in son kahramanlığı bu olmayacaktır. İkinci Dünya Savaşı öncesinde savaş tehlikesinin yaklaştığını gören Banting pilotların G kuvvetine karşı mukavemetini arttıracak G-Suit adlı özel bir giysi üzerine çalışmaya başlar (Bliss, 2017: 255). 1941’de askeri bir görev için İngiltere’ye giderken bindiği savaş uçağının düşmesi sonucu hayatını kaybeder. Ölmeden önce enkazdan pilotu çıkartmış, ilk müdahalesini yaptıktan sonra fenalaşarak hayatını kaybetmiştir (Stevens, 2006: 41-43).

26 Ekim 1923 yılında Banting ve Macleod Nobel ödülüne layık görülür. Ancak Banting Best’in dahil edilmemesine çok sinirlenerek ödülü reddetmeyi düşünür. Arkadaşları tarafından ikna edilen Banting ödül parasını Best ile paylaşır. Bunun üzerine Macleod da parayı Collip ile paylaşacağını ilan edecektir (Shampo ve Kyle, 2006). Ne var ki, Nicolae Paulescu’nın patentini de ortaya koyarak yaptığı itirazlar kabul edilmeyecek ve Paulescu ödüle ortak edilmeyecektir (Drury, 1972). Bilim tarihçilerinin önemli bir kısmı Paulescu’nun ödüle en azından ortak edilmemesinin hatta insülinin ilk patentini alan kişi olarak takdim edilmemesinin oldukça adaletsiz olduğunda birleşmektedir (Murray, 1971). (Bkz. Şekil 6). Paulescu’nun saflaştırdığı ürünü kitlesel miktarlarda üretecek fırsatı elde edemeyişi, Banting ve ekibinin ise Eli Lilly firmasının katılımı sayesinde ilacı kitlesel ölçekte üretebilmesinin Nobel ödülündeki terazinin yönünü belirlediği düşünülmektedir.


Şekil 6: Nobel ödülüne haksız yere dahil edilmeyen Paulescu ülkesi Romanya’da hak ettiği takdiri görmektedir. Şekilde Paulescu’nun yer aldığı bir hatıra pulu görülüyor.

Her ne kadar Banting “yüce gönüllü” bir hareket ile insülinden para kazanmayı reddetse de insülin bir kere ilaç firmalarının kontrolüne girmiştir. Eli Lilly firması uzun yıllar boyunca insülinin üretim tekelini elinde tutar. Daha sonra Lilly firmasına Novo Nordisk ve Sanofi firmaları eklenir. Günümüzde dünya çapında üretilen insülinin %90’ı bu üç firmadan birisi tarafından üretilmektedir (Luo ve ark., 2015). İnsülin gibi biyolojik olarak aktif bir molekülün üretimi sıradan kimyasal ilaçlara göre daha zordur. Üretici firmanın ürettiği insülinin saflığını bir sürü test ile kanıtlama zorunluluğu bulunmaktadır. Çoğu ilaç firması bu zorlukları nedeniyle insülin pazarına girmek istememektedir. Ek olarak, tekeli elinde bulunduran firmalar gerekliliği tartışılan yenilikler ile yeni patentler alarak, insülin patentinin kamuya açılmasına engel olmaktadır (Greene ve Riggs, 2015).

İnsülinin ilk üretilmeye başladığı yıllarda tipik 100 ünitelik bir kısa-etkili insülinin fiyatı 1 $’dır (enflasyon göz önüne alındığında günümüzün 15 $’ına karşılık gelir). Bu fiyat, 1940larda üretim maliyetlerinin düşmesi ile 20 sentin altına da inecektir (günümüzün parasıyla yaklaşık 3$) (Fralick ve Kesselheim, 2019). Son yirmi yıllık zaman zarfında insülinin (100 ünitelik) fiyatı özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde inanılmaz bir artış göstermiş ve 18 $’a ulaşmıştır (Luo ve ark., 2015). Genellikle bu doz 70 kilogramlık bir diyabetli hastaya iki günden az bir süre yetmektedir. Ek olarak, günümüzde hastaların çoğu aynı zamanda uzun etkili insülin preparatlarına da ihtiyaç duydukları için ödedikleri miktar katlanmaktadır. Kamu bütçesinden karşılansa dahi ilaç firmalarına haksız bir kazanç sağlayan bu artış Amerika Birleşik Devletleri’ndeki sağlık sisteminin insanlık dışı organizasyonu nedeniyle daha da dramatik bir hal almakta ve çoğunlukla hastalar tarafından karşılanmaktadır.

Yapılan araştırmalar ABD vatandaşlarının insülini finanse etme zorlukları nedeniyle almaları gereken dozu azaltma yoluna gittiklerini göstermektedir. 199 diyabetik katılımcı ile 2018 yılında yapılan bir çalışmada, hastaların %25,5’inin ödeme güçlüğü nedeniyle insülin dozunu azaltma yoluna gittikleri tespit edilmiştir (Herkert ve ark., 2019). Elbette ki insülin dozunun azaltılması bu hastalarda kan glikozu kontrolünü bozmakta ve bazı durumlarda halk arasında “şeker koması” olarak bilinen “diyabetik ketoasidoz” tablosuna yol açmaktadır (Rosenthal, 2019). Musey ve ark. insülin alımını keserek diyabetik ketoasidoz ile hastaneye kaldırılan hastalarla yaptıkları çalışmada hastaneye yatırılan hastaların üçte birinin parası olmadığı için insülin alamadığını tespit etmişlerdir. Tahmin edileceği gibi bu oran Afro-Amerikanlar gibi daha fazla ezilen gruplarda daha yüksek bulunmuştur (Musey ve ark., 1995). Kanada sınırına yakın yaşayan ABD’liler insülin ihtiyaçları için sık sık sınırı geçerek Kanada’da reçetesiz ve ucuza satılan insülini satın alma yoluna gitmektedir. Bölgeler arası farklılık olmakla birlikte ABD’de yaklaşık olarak 300 $ tutarındaki bir kutu insülinin Kanada’daki fiyatı yaklaşık 20 $ kadardır. ABD’de ilaç fiyatları tamamen serbest piyasa ve şirketlerin insafına bırakılmışken, Kanada’da herhangi bir ilaç fiyatının yıllık artışını sınırlandıran yasalar bulunmaktadır (Fralick ve ark., 2017).

İnsülinin fiyatlandırılması hususunda ABD sadece Kanada ile değil dünyanın geri kalanıyla ciddi oranda ayrışmaktadır. İlaç piyasasında herhangi bir denetim uygulamayan ABD’de insülin fiyatları insanların ulaşabilecekleri seviyeleri çoktan aşmıştır (Bkz. Şekil 7). ABD’deki insülinlerin (tüm insülin tiplerinin ortalaması) ortalama fiyatı dünyanın diğer ülkelerine göre 8-10 kat arasında daha fazladır.


Şekil 7: ABD ve çeşitli gelir grubuna dahil ülkelerde, değişik tipteki insülinlerin fiyatlarını gösteren grafik (https://www.3axisadvisors.com/projects/2021/11/3/insulin-price-comparison-report sitesinden ulaşılabilen rapordan Türkçeleştirilerek alınmıştır) (The McPike-Zima Foundation, 2021).

Milyonlarca diyabetlinin hayatını ilaç tekellerinin insafına bırakan ABD’de elbette bu akılsızlığa karşı duranlar da olmaktadır (Bkz. Şekil 8). Çeşitli eyaletlerde halk baskısı nedeniyle politikacılar insülin fiyatlarında üst sınır belirleyen yasalar için mücadele etmektedir (Rajkumar, 2020).


Şekil 8: Avukatlar Eli Lilly firmasının önünde insüline ulaşımın bir insanlık hakkı olduğunu haykırıyor (Manhattan, NY, ABD; 05.09.2019)(https://www.gettyimages.com/photos/erik-mcgregor sitesinden alınmıştır).

Ülkemizde diyabet hastaları insüline ücret ödemedikleri gibi, diyabet tanı ve tedavisinde kullanılan birçok ilaca ücretsiz olarak erişebilmektedir. 2020 yılında SGK'nin diyabet hastalarına sağladığı tüm sağlık hizmetlerinin tutarı 6,9 milyar lira olarak kayıtlara geçmiştir (Gemici, 2021). Ancak ülkemizde de her geçen gün sağlık ticarileşmekte ilaçların ithalatı tamamen firmalara bırakılmaktadır. Firmaların kârlı görmedikleri ilacın ithalatını yapmadığı ve hastaların gereksinim duydukları ilaçlara (645 kalem ilaca) ulaşamadığına dair haberler her geçen gün artmaktadır (Türk Eczacılar Birliği, 2021). Gelinen bu noktada insülin gibi yüzyıl önce insan kullanımına sunulan ve ilk defa ABD’li bir şirket tarafından kitlesel düzeyde üretilen bir ilaca Amerikalıların şirketlere devredilen piyasa nedeniyle ulaşamaz hale gelmesi bizler için uyarıcı görevi görmelidir. İnsülin örneği, devletlerin halklarını şirketlere karşı savunmasız bıraktığı anda olabilecekleri göz önüne sermesi anlamında çok çarpıcı bir örnektir. Ek olarak, aslında yaşam tarzından kaynaklanan bir rahatsızlık olan diyabeti sadece insülin maliyeti ve ulaşılabilirliği ile ele almak da oldukça kısır bir bakış açısı olacaktır. Ülkemizde derinleşen gıda krizi besleyici ve sağlıklı gıdalara ulaşımı zorlaştırmakta; uzun, yorucu çalışma saatleri ve düşük ücretler insanların spor ve benzeri rekreasyonel aktivitelere katılımını imkânsız hale getirmektedir. İstanbul’da üç farklı hastanede diyabet hastaları ile yürütülen bir çalışmada daha ziyade devlet hastanelerini tercih eden alt gelir grubunda obezitenin daha yaygın olduğu ve glisemik kontrolün (kan şekeri kontrolünün) daha zayıf olduğunu göstermektedir (Önsüz ve Topuzoğlu, 2018).

İnsanların hayat ve sağlıklarını kaybettiği noktada fikir mülkiyeti kavramının altını doldurmak ne denli mümkün olacaktır? Söylemek güç. En nihayetinde tüm bu araştırmaların nihai amacı hastaların iyi edilmesi değil midir? Banting’in sadece son adımını attığı binlerce yıllık uzun bir yürüyüşün fikri mülkiyetine ne kadar sahip olabileceği tartışması bir kenara, elde ettiği patent hakkını bağışlamasına rağmen insülinin ilaç tekellerinin kıskacından kurtulamayışı gerçek bir dramdır. Gelinen bu noktada insülin, sağlık hizmeti ve araştırmalarının kimin için yapıldığının sorgulanmasının gerekliliğine işaret etmektedir.


KAYNAKLAR

American Diabetes Association (2009). Diagnosis and classification of diabetes mellitus. Diabetes Care, 32 Suppl 1, S62-67. doi:10.2337/dc09-S062

Bayliss, W.M., Starling E.H. (1902). The mechanism of pancreatic secretion. J Physiol 12;28(5):325-53. doi: 10.1113/jphysiol.1902.sp000920.

Borell, M. (1976). Brown-Séquard's organotherapy and its appearance in America at the end of the nineteenth century. Bulletin of the history of medicine, 50(3), 309–320.

Bliss, M. (2017). The discovery of insulin. 25th anniversary edition. Chicago: The University of Chicago Press.

Diem, P., Ducluzeau P.H., Scheen A. (2022). The discovery of insulin. Diabetes Epidemiology and Management, 5: 100049.

Drury, M.I. (1972). The golden jubile of insulin. J Ir Med Assoc, 65(14), 355-363.

Feldberg, W., Pyke, D., Stubbs, W.A. (1985). Hyperglycaemia: imitating Claude Bernard's piqûre with drugs. Journal of the autonomic nervous system, 14(3), 213–228. https://doi.org/10.1016/0165-1838(85)90111-0

Fralick, M., Avorn, J.,  Kesselheim, A.S. (2017). The Price of Crossing the Border for Medications. New England Journal of Medicine, 377(4), 311-313. doi:10.1056/NEJMp1704489

Fralick, M.,  Kesselheim, A.S. (2019). The U.S. Insulin Crisis — Rationing a Lifesaving Medication Discovered in the 1920s. New England Journal of Medicine, 381(19), 1793-1795. doi:10.1056/NEJMp1909402

Gemici, O.O. (2021). SGK'den diyabet hastalarına 2020'de yaklaşık 7 milyar liralık destek. Erişim Tarihi: 10.05.2022, https://www.aa.com.tr/tr/gundem/sgkden-diyabet-hastalarina-2020de-yaklasik-7-milyar-liralik-destek/2419812#

Greene, J.A., Riggs, K.R. (2015). Why is there no generic insulin? Historical origins of a modern problem. N Engl J Med, 372(12), 1171-1175. doi:10.1056/NEJMms1411398

Gündoğan, N.Ü. (2009). İnsülinin keşfinin 80. yıldönümü nedeni ile diyabet hastalığı ve insülinin keşfinin tarihi, bir Nobel ödülünün öyküsü. Ankara: Başkent Üniversitesi

Hall, J.E. (2016). Guyton and Hall textbook of medical physiology. 13th edition. Amsterdam: Elsevier Health Sciences.

Hegele, R.A. (2017). Insulin affordability. The Lancet Diabetes & Endocrinology, 5(5), 324.

Herkert, D., Vijayakumar, P., Luo, J., Schwartz, J.I., Rabin, T.L., DeFilippo, E., & Lipska, K.J. (2019). Cost-Related Insulin Underuse Among Patients With Diabetes. JAMA Internal Medicine, 179(1), 112-114. doi:10.1001/jamainternmed.2018.5008

Hirsch, I.B. (2018). Role of continuous glucose monitoring in diabetes treatment. Arlington (VA): American Diabetes Association.

Kidd, J.G. (1971). Eugene Lindsay Opie, MD, 1873-1971. The American journal of pathology, 65(3), 483–492.

Kyle, R.A., Steensma D.P., Shampo M.A. (2015) Oscar (Oskar) Minkowski: Discovery of the Pancreatic Origin of Diabetes. Mayo Clin Proc. 90(2), 17-18

Laios, K., Karamanou, M., Saridaki, Z., Androutsos, G. (2012). Aretaeus of Cappadocia and the first description of diabetes. Hormones (Athens, Greece), 11(1), 109–113. https://doi.org/10.1007/BF03401545

Luo, J., Avorn, J.,  Kesselheim, A.S. (2015). Trends in Medicaid Reimbursements for Insulin From 1991 Through 2014. JAMA Intern Med, 175(10), 1681-1686. doi:10.1001/jamainternmed.2015.4338

Luft, R. (1989). Oskar Minkowski: Discovery of the pancreatic origin of diabetes, 1889  Diabetologia, 32:399-401

Markel, H. (2013). How a boy became the first to beat back diabetes. Erişim Tarihi: 21.04.2022, https://www.pbs.org/newshour/health/how-a-dying-boy-became-the-first-to-beat-diabetes

McHardy, K.C., Petrie, J.R. (2020). First among Equals: Macleod, Banting, and the Discovery of Insulin in Toronto. Jörgens, V., Massimo, P. (Ed.), Unveiling diabetes - historical milestones in diabetology. Basel: Karger Publishers.

Medvei, V.C. (1982). A history of endocrinology. Berlin: Springer Science & Business Media.

Murray, G.R. (1891). Note on the Treatment of Myxoedema by Hypodermic Injections of an Extract of the Thyroid Gland of a Sheep. British medical journal, 2(1606), 796–797. https://doi.org/10.1136/bmj.2.1606.796

Murray, I. (1971). Paulesco and the isolation of insulin. J Hist Med Allied Sci, 26(2), 150-157. doi:10.1093/jhmas/xxvi.2.150

Musey, V.C., Lee, J. K., Crawford, R., Klatka, M.A., McAdams, D., Phillips, L.S. (1995). Diabetes in urban African-Americans. I. Cessation of insulin therapy is the major precipitating cause of diabetic ketoacidosis. Diabetes Care, 18(4), 483-489. doi:10.2337/diacare.18.4.483

Noble, R.L. (1965). Memories of James Bertram Collip. Canadian Medical Association journal, 93(26), 1356–1364.

Önsüz, M.F.,  Topuzoğlu, A. (2018). İstanbul İlinde Üç Hastanede Ayaktan İzlenen Tip II Diyabetik Hastalarda Glisemik Kontrolün Maliyet Etkinliğinin Değerlendirilmesi. ESTÜDAM Halk Sağlığı Dergisi, 3(2), 1-14.

Rajkumar, S.V. (2020). The High Cost of Insulin in the United States: An Urgent Call to Action. Mayo Clinic Proceedings, 95(1), 22-28. doi:10.1016/j.mayocp.2019.11.013

Rosenfeld, L. (2002). Insulin: discovery and controversy. Clinical chemistry, 48(12), 2270–2288

Rosenthal, E. (2019). When High Prices Mean Needless Death. JAMA Intern Med, 179(1), 114-115. doi:10.1001/jamainternmed.2018.5007

Sakula, A. (1988). Paul Langerhans (1847-1888): a centenary tribute. Journal of the Royal Society of Medicine, 81(7), 414–415.

Shampo, M.A., Kyle, R.A. (2006). John J. R. Macleod--Nobel prize for discovery of insulin. Mayo Clinic proceedings, 81(8), 1006. https://doi.org/10.4065/81.8.1006

Stevens, J. (2006). The maw: Searching for the Hudson Bombers. Kanada: Trafford Publishing

The McPike-Zima Foundation (2021). A global comparison of insulin prices. Erişim Tarihi: 21.04.2022, https://static1.squarespace.com/static/5c326d5596e76f58ee234632/t/618b3af402c03725b63672a4/1636514553353/MPZ_FINAL_2021_11_09.pdf

Türk Eczacılar Birliği. (2021). Halk Sağlığı Tehdit Altında: 645 Kalem İlaç Piyasada Yok. Erişim tarihi: 10.05.2022, https://www.teb.org.tr/news/9451/Halk-Sa%C4%9Fl%C4%B1%C4%9F%C4%B1-Tehdit-Alt%C4%B1nda-645-Kalem-%C4%B0la%C3%A7-Piyasada-Yok

Van Beek C. (1958). Leonid V. Sobolev; 1876-1919. Diabetes, 7(3), 245–248. https://doi.org/10.2337/diab.7.3.245

Wild, S., Roglic, G., Green, A., Sicree, R., King, H. (2004). Global Prevalence of Diabetes. Estimates for the year 2000 and projections for 2030, Diabetes Care 27(5), 1047-1053. doi:10.2337/diacare.27.5.1047

Woodward, B., Shurkin, J., Gordon, D. (2008). Scientists greater than Einstein: the biggest lifesavers of the twentieth century. Fresno, CA: Quill Driver Books.

Young, F.G. (1937). Claude Bernard and the theory of the glycogenic function of the liver, Annals of Science, 2:1, 47-83, DOI: 10.1080/00033793700200401

Zajac, J., Shrestha, A., Patel, P., Poretsky, L. (2017). The Main Events in the History of Diabetes Mellitus. Poretsky. L. (Ed.), Principles of Diabetes Mellitus. Berlin: Springer

Zarshenas, M.M., Khademian, S.,  Moein, M. (2014). Diabetes and related remedies in medieval Persian medicine. Indian journal of endocrinology and metabolism, 18(2), 142–149. https://doi.org/10.4103/2230-8210.129103


[1] Banting’in notları arasında diyabet kelimesinin “diabetus” diye çoğu kez yanlış yazıldığı, çeşitli başka hataları nedeniyle konuya yabancı olduğu anlaşılmaktadır (Bliss, 2017: 50).

[2] Banting ve Best toksik olmadığını kanıtlamak adına yeni preparatı öncelikle kendilerinde denemişlerdir.

]]>
<![CDATA[HPV Aşısı: Kanserden Korunmak İçin Mücadele Etmek]]>HPV Vaccine: Fighting to Prevent Cancer

Mert Güngör
Dr., Etlik Zübeyde Hanım Kadın Hastalıkları ve Doğum EAH, Ankara

Özet

HPV enfeksiyonu, kansere yol açma mekanizmaları çözümlendiğinden beri tıp dünyasında önemli bir yer teşkil ediyor. Kadınlarda rahim ağzı kanseri başta olmak üzere, erkeklerde ve kadınlarda pek çok kanser

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/hpv-asisi-kanserden-korunmak-icin-mucadele-etmek/62b4804ef0424b426f6a6aa8Thu, 23 Jun 2022 22:42:00 GMTHPV Vaccine: Fighting to Prevent Cancer

Mert Güngör
Dr., Etlik Zübeyde Hanım Kadın Hastalıkları ve Doğum EAH, Ankara

Özet

HPV enfeksiyonu, kansere yol açma mekanizmaları çözümlendiğinden beri tıp dünyasında önemli bir yer teşkil ediyor. Kadınlarda rahim ağzı kanseri başta olmak üzere, erkeklerde ve kadınlarda pek çok kanser türüne yol açtığı bilinen HPV’nin, günümüzde farklı alt tiplerine karşı koruyuculuk sağlayan üç adet aşısı bulunuyor. Bu aşılarla ilgili güncel tartışmalar, bizi ilaç tekellerinin ve piyasanın sağlık hizmeti üzerindeki etkisine götürüyor. Bu yazıda da HPV enfeksiyonu ve HPV aşısına dair sadece tıbbi bilgiler vermekle yetinilmeyerek, kapitalizmin insanoğlunu götürdüğü çıkmazın sağlık sistemine etkisi ele alınacaktır.



Anahtar kelimeler: HPV aşısı, HPV enfeksiyonu, rahim ağzı kanseri, ilaç tekelleri, kapitalizm.

Abstract

Since the mechanisms that result in carcinogenesis are revealed, HPV infections are considered to be important in the world of medicine. It is known as the reason for many cancer cases in both males and females, mainly cervical cancer. Currently, there are three vaccines that are effective against different subtypes of HPV. Controversies about these vaccines point out the effect of medical monopolies and market economy on health services. In this article, medical information on HPV infections and HPV vaccines are given along with a discussion on the consequences of the capitalist dead-end for the health sector.



Key words: HPV vaccines, HPV infections, cervical cancer, drug monopolies, capitalism.

GİRİŞ

Human Papilloma Virus (HPV) aşısına dair tartışmalar, aşının rahim ağzı kanserine karşı korunmada önemli bir silah olarak önerilmeye başlandığı 2006 yılından beri, gitgide daha fazla popülarite kazanarak devam ediyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün verilerine göre 2020 yılında tahmini ortalama 604 bin yeni vaka ve 342 bin ölüm ile rahim ağzı kanseri, kadınlar arasında en yaygın dördüncü kanser olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca dünya çapındaki bu yeni teşhis ve ölümlerin %90’ı düşük ve orta gelirli ülkelerde gerçekleşmiş durumdadır (Sung ve ark., 2021). Elbette bu dramatik oran, düşük ve orta gelirli ülkelerdeki kanser teşhis ve tedavi ekipmanlarına olan erişim kısıtlılığına da bağlı olabilir. Ancak HPV aşısı, kanserin teşhisi ya da tedavisinden ziyade, yaşam boyu koruyuculuk ve kanserden birincil korunma konusunda önem taşımaktadır. Bu nedenle bu yazı ilerleyen bölümlerde rahim ağzı kanserinden birincil korunmada HPV aşısının üstlendiği role ve bu halk sağlığı sorununun neden ülkemizde ve dünyanın muhtelif yerlerinde çözümsüz kaldığına odaklanacaktır.

HPV VE RAHİM AĞZI KANSERİ

Yıllar içerisinde kanser türlerinin etyolojilerine dair yapılan araştırmalar, bize bazı virüslerin insan DNA’sında çeşitli genetik değişikliklere yol açarak çeşitli kanserlerin oluşumuna neden olabileceğini gösterdi. Günümüzde bazı lenfomaların, mide, karaciğer,  yutak ve gırtlak kanserlerinin bazı alt tiplerinin çeşitli virüslerle olan ilişkisi gayet iyi bilinmektedir. (Liao, 2006). Rahim ağzı kanserlerinin yaklaşık %95’i HPV ile ilişkilidir. Üreme çağının en yaygın viral enfeksiyonu olarak karşımıza çıkan HPV enfeksiyonu, birçok insanın hayatlarında bir kez karşısına çıkmaktadır (CDC, 2022). Ancak virüsle etkileşen insanların %90’ı tarafından enfeksiyon tamamen geçirilmekte ve vücuttan temizlenmektedir (WHO, 2022).  Buna rağmen pek çok kadın için bu enfeksiyonun kronikleşmesi ve kansere ilerlemesi riski bulunur. Üreme çağında bulunan ve bağışıklık sistemi sağlam bir kadında HPV’nin rahim ağzı kanserine yol açması en az 15 yılı bulacaktır (Castellsagué, 2008). Ancak HIV, kemoterapi, radyoterapi gibi bağışıklık sisteminin baskılandığı durumlarda bu süre 5-10 yıla kadar düşmektedir (Stelzle ve ark., 2021).

HPV’nin 150’yi aşkın alt tipi bulunmaktadır. Bunlar içerisinde 14’ünün rahim ağzı kanserine yol açtığı gösterilmiştir (Zhang ve ark., 2020). Bu 14 alt tipin dışında kalanlar daha çok genital siğil vb. lezyonlar ile karşımıza çıkar ve rutin pratikte tedavileri oldukça kolaydır. HPV tip 16 ve 18, kansere yol açan alt tipler arasında dünya genelinde en çok saptanan aktörlerdir. Güncel olarak piyasada bulunan HPV aşılarının ortak özelliği bu iki alt tipe de etkili olmalarıdır. HPV enfeksiyonu daha nadir olmakla birlikte, rahim ağzı kanseri dışında başka kanser türlerinin de etyolojisinde yer almaktadır. Vajina kanseri, vulva kanseri, erkeklerde penis kanseri, anüs kanseri, orofarinks kanserleri bu kanser türlerine örnek olarak verilebilir (Saraiya ve ark., 2015).

Rahim ağzı kanserlerinin en önemli risk faktörü HPV enfeksiyonudur. HPV dışında da bazı risk faktörleri elbette bulunmaktadır. Düşük sosyoekonomik düzey, sigara içimi, <16 yaşında cinsel ilişki, çoklu cinsel partner, yüksek parite vb. pek çok faktör rahim ağzı kanserinin risk faktörleri arasında sayılabilir.  Ancak bu risk faktörlerinin de neredeyse tamamına yakını HPV ile bağlantılıdır (Cohen ve ark., 2019).

Rahim ağzı kanserine yol açabilen HPV enfeksiyonları; klinik olarak üç aşamaya ayrılabilir: latent, subklinik ve klinik dönem. Latent dönem hastalığın asemptomatik olduğu dönemdir. Bu dönemde hastalığa dair gözle görülür herhangi bir lezyon olmadığı gibi sitolojik (smear vb.) olarak da herhangi bir bozukluk saptanamaz. Bu dönemde sadece hassas yöntemler (PCR vb.) ile HPV DNA’sının gösterilmesi mümkündür (Cubie, 2013). Klinik dönemde ise hastalık kendisini genellikle anormal vajinal kanama (ara kanama, menapoz dönemi kanamaları ya da cinsel ilişki sonrası kanama) ile gösterir (Aref-Adib ve Freeman-Wang, 2016). Bunun yanında anemi, idrar yapmada güçlük, kötü kokulu vajinal akıntı gibi pek çok müphem semptom görülebilir (Aydoğdu ve Özsoy, 2018). Toplumun önemli bir kısmı tarafından önemsenmeyen bu belirtiler hastaların geç tanı almalarına sebebiyet vermektedir. Bu durum da ulusal tarama programları ve aşılamanın bu kanser türü için ne kadar önemli olduğunu göstermektedir.

RAHİM AĞZI KANSERİ TARAMA PROGRAMLARI VE TÜRKİYE’DE GÜNCEL DURUM

Rahim ağzı kanserine ait pre-kanser lezyonların tarama testleri ile yakalanabilmesi mümkündür. Bu sayede pek çok hasta erken tanı almakta ve yaşam süreleri belirgin bir biçimde uzamaktadır.  Zira rahim ağzı kanserinde tedavinin başarı şansı, kanser erken tespit edildiğinde bir hayli yükselmektedir. Tarama programları sayesinde HPV enfeksiyonları da erken dönemde tespit edilerek, kansere yol açmadan tedavi edilmektedir.

HPV-DNA ve HPV mRNa testleri günümüzde tarama programları için önerilen en duyarlı testler olarak karşımıza çıkıyor. Özellikle HPV-DNA testleri neredeyse rahim ağzı kanserine yol açan bütün alt tipleri tespit etmektedir. Ayrıca maliyet olarak da sitoloji, yani pap-smear, testlerinden çok daha uygundur. Smear, dökülen rahim ağzı hücrelerinin toplanarak incelenmesine dayanan bir yöntemdir.

Son zamanlarda tarama kılavuzlarına eklenen 21-29 yaş arası üç yılda bir smear testi önerilerine rağmen Dünya Sağlık Örgütü, HPV taraması için henüz başlangıç yaşını 30 olarak belirlemiştir. Bu yaştan itibaren her kadına 5-10 yılda bir düzenli tarama önerilmektedir (WHO, 2022). Türkiye’de de kağıt üzerinde bu tarama programına uyulmakta ve 30-65 yaş arası kadınlara HPV-DNA testi veya pap-smear testi ile tarama önerilmektedir. Ancak rutin pratikte bu önerilerin herhangi bir karşılığı bulunmamaktadır.  Zira Sağlık Bakanlığı tarafından açıklanan verilere göre tarama için hedeflenen kadın nüfusunun en fazla %20’sinin bu programlara dahil olduğu tahmin edilmektedir (T.C. Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü, 2021). %20’lik bir tarama oranı (ne kadar sağlıklı bir taramanın yapıldığından bağımsız) oldukça düşük bir orandır. Ve maalesef Türkiye’de kadınların yaklaşık %80’i bu programın dışında kalarak, tedavi edilebilir bir kanser türü olan rahim ağzı kanseri açısından risk altında kalmaya devam etmektedir. Bunun en büyük nedeni Türkiye’de ve pek öok kapitalist ülkede koruyucu sağlık hizmetlerinin ön planda tutulmamasıdır. Koruyucu sağlık hizmetlerinin ön planda olduğu bir toplumsal düzende, tarama programları kişilerin inisiyatiflerine bırakılmadan, merkezi planlama ile gerçekleşecektir.

HPV AŞISI: KEŞFİ, TÜRLERİ VE ÜRETİCİLERİ

HPV aşısı keşif hikâyesi açısından bünyesinde pek çok ders barındırmaktadır. Günümüzde piyasada bulunan aşıların öyküsü, 1970 ve 1980’li yıllarda Alman virolog Harald zur Hausen’in rahim ağzındaki tümörlerden HPV’yi izole etmesiyle birlikte başlamıştır. Zur Hausen’in bu başarısı ile HPV’nin rahim ağzı kanserine yol açtığı doğrulanmıştır (Gissman ve ark., 1984).

Kansere karşı koruyucu nitelik taşıyan ilk aşı olma özelliği bulunan HPV aşısına ait moleküller, bir şirket tarafından fonlanarak ya da kaynak ayrılarak üretilmemiştir. Bu aşının keşfi, üç üniversite ve ABD Ulusal Kanser Enstitüsü dahil olmak üzere iki kıtadan kamu kurumlarının eş zamanlı çalışması ile gerçekleşmiştir. HPV aşısının üretimini sağlayacak olan moleküller ilk olarak Avustralya'daki Queensland Üniversitesi bünyesinde çalışan Frazer ve Zhou tarafından geliştirilmiştir. Bu ikili 1990 yılında virüsü taklit eden ve daha sonra HPV aşısının üretimini sağlayacak olan parçacıkları izole etmeyi başarmıştır (Zhou ve ark., 1991). Her ne kadar bu parçacıkları üretmede başarılı olsalar da ufak bir kusurdan kaynaklı olarak yapılan deneylerde bağışıklık sistemi, bu parçacıklara karşı antikor üretmemiştir. Bu kusur ABD Ulusal Kanser Enstitüsünde çalışmalarını sürdüren Lowy, Schiller ve Kirnbauer tarafından giderilmiş ve parçacıklara karşı işlevsel bağışıklık sağlanmıştır (Kirnbauer ve ark., 1993). Bu arada eş zamanlı olarak Georgetown Üniversitesi'nde Ghim, Jenson ve Schlegel önemli başka keşifler yapmakta ve spesifik HPV alt tiplerine karşı etkili olan antikorların üretimini sağlamaktaydı (Ghim ve ark., 1992). Ayrıca ilerleyen zamanlarda bu üç ekipten bağımsız olarak Rochester Üniversitesi’nden Rose tarafından virüse ait parçacıklar başarılı bir şekilde üretilmiştir (Rose ve ark., 1993).

İnsanlığın bilim sayesinde kazandığı her mevzi gibi, HPV aşısı da kolektif bir emeğin eseri olmuştur. Ancak aşının üretim sürecinin ve klinik deney evresinin başlaması gerekirken yoğun patent tartışmaları gerçekleşmiştir. Zira 4 ayrı kurum ve çalışma grubu patent için ayrı ayrı başvuru yapmıştır. Bu başvuru neticesinde ABD Patent ve Ticari Marka Ofisi bu 4 başvuru arasında seçim yapamamış ve 24 Haziran 1997’de “ilk girişim” ilan etmiştir. “İlk girişim” karmaşık patent süreçlerini yönetmede kullanılır ve patent başvuruları arasındaki “yarışma” esasına dayanır. Bu yarışmanın sonucunda, 2005’te patent, Schlegel’e verilmiştir. Ancak Frazer bu karara itiraz etmiş ve temyize götürmüştür. 2007’de mahkeme kararı bozmuş ve patent Frazer’e verilmiştir. Tüm bu süreç devam ederken ilaç tekelleri de elbette devreye girmiştir. Georgetown Üniversitesi, 1993 yılında MedImmune ile; Queensland Üniversitesi, 1995 yılında The Commonwealth Serum Laboratories (CSL) ve Merck ile (Kısa bir süre sonra Merck, CSL ile anlaşacaktır.) ve Rochester Üniversitesi, 1995 yılında MedImmune ile lisans anlaşmaları yapmıştır. İki yıl sonra, ABD Ulusal Kanser Enstitüsü de MedImmune ile anlaşma imzalamıştır. MedImmune ise 1997 yılında SmithKline ile dünya çapında aşı üretiminde ittifak yaptığını açıklamıştır. 2005 yılında ise Merck ve Smithkline çapraz lisans anlaşması imzalamıştır (Padmanabhan ve ark., 2010). Bugünden bakıldığında, insanlığın bu yeni buluşu yaklaşık 20 yıl boyunca patent tartışmaları ve karlılık hesaplamalarının arasında kaybolmuş ve bilimsel bilgi üretimi sekteye uğramıştır.

Sonuç olarak günümüze gelindiğinde, piyasada üç farklı HPV aşısı bulunmaktadır. Klinik deneyler bu üç aşının da HPV enfeksiyonlarının önlenmesinde, pre-kanseröz lezyonların ve invaziv kanserin önlenmesinde güvenli ve etkili olduğunu göstermektedir (Lei ve ark., 2020). Piyasaya sürülen ilk HPV aşısı Gardasil’dir. Bu aşı dört farklı HPV alt tipine karşı koruma sağlar. Bu dört alt tip arasında HPV tip 16 ve HPV tip 18 de yer almaktadır.  Ayrıca aşı genital siğillerin %90’ına yol açan HPV tip 6 ve tip 11’e karşı da koruyucudur. Gardasil, virüsün rekombinant DNA teknolojisi ile üretilen bir proteinini içerir ve Merck isimli ABD merkezli çok uluslu bir şirket tarafından üretilir. Bu şirket, ABD dışında MSD ismiyle bilinmektedir. Büyük bir ilaç tekeli olan Merck, pek çok başka virüsün, kanser ilacının vb. üreticisi konumundadır.  Ayrıca şirket FDA (Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi) tarafından da desteklenmektedir. Bu aşı dışında şirket, Gardasil-9 ismi ile HPV Tip 6, 11, 16, 18, 31, 33, 45, 52 ve 58’e karşı koruma sağlayan bir başka aşı daha üretmektedir. Cervarix isimli bir diğer HPV aşısı ise yalnızca HPV tip 16 ve tip 18’e karşı koruyuculuk sağlar. Bu aşı ise İngiltere merkezli bir şirket olan GlaxoSmithKline (GSK) tarafından üretilmektedir. Türkiye’de Gardasil ve Cervarix bulunmaktadır.

Yukarıdaki bilgiler ışığında konuşmak gerekirse, günümüzde piyasada bulunan bütün HPV aşıları iki adet ilaç tekelinin kontrolü altında ve tamamen piyasa koşullarında insanlara ulaşmaktadır. Ülkemizde pek çok erkek ve kadın bu aşıya ulaşamamakta ve yakıcı bir halk sağlığı sorunu bu sayede palazlanarak sorun olmaya devam etmektedir. Son yıllarda sağlık emekçilerinin de aşılanması gerektiği gündeme gelmiştir. Özellikle kadın doğum alanında çalışan hekim, ebe, hemşire ve diğer personelin invaziv işlemler sırasında virüse maruz kalabildiği bilinmektedir. Orofaringeal kansere de yol açabildiği bilinen HPV enfeksiyonundan bu nedenle aşı ile korunulması gerektiği dillendirilmeye başlanmıştır.

TÜRKİYE’DE HPV AŞISINA DAİR GÜNCEL TARTIŞMALAR

HPV aşısının rahim ağzı kanseri ve genital siğillere dair etkinliği bilimsel olarak çoktan ortaya konmuş olmasına rağmen, pek çok ülkede olduğu gibi ülkemizde de HPV enfeksiyonu için bir aşılama programı bulunmamaktadır.  Ayrıca yapılan çalışmalar HPV aşılama oranının oldukça düşük olduğunu göstermektedir. İzmir’de belirlenen bir hastanenin jinekoloji polikliniklerine başvuran yaş ortalaması 40,6 olan kadınlar arasında yapılan bir farkındalık araştırmasında HPV aşısı yaptırma oranı yalnızca %5,5 olarak saptanmıştır (Atlas ve Er Güneri, 2022). Yine Orta Anadolu’da belirlenen bir hastanede yapılan bir başka çalışmada daha aşılanma oranı %2,2 olarak saptanmıştır (Görkem ve ark., 2015). Bu oranlar ülkemizin HPV aşılaması açısından oldukça yetersiz olduğunu kanıtlamaktadır.

Aşılama oranlarının düşüklüğünün yanında, HPV ve rahim ağzı kanserine dair bilgi düzeyi de ülkemiz için bir hayli düşüktür. Bu durum dünyanın gelişmiş olarak gösterilen ülkelerinde bile pek iç açıcı değildir. Ulusal bir HPV aşılama programı bulunan İngiltere’nin Londra şehrinde, bunu gösteren bir çalışma yapımlmıştır. Toplamda 13 okulda yapılan çalışmada, 3 yıl önce HPV aşısı yapılmış öğrencilerin farkındalık düzeyi ölçülmüş ve katılımcıların yalnızca yarısının HPV’nin serviks kanserine neden olduğu ve kondomun bundan koruyacağını bildiği saptanmıştır (Bowyer ve ark., 2013). Bu oranlar Türkiye’de yapılan toplum tabanlı çalışmalarda daha da düşük saptanmıştır (Görkem ve ark., 2015).

Son zamanlarda toplumsal bir talep olarak HPV aşısının ulusal aşılama programına alınması ve ücretsiz olması gündeme gelmiştir. Özellikle emekçi kadınların aşıya ulaşımı bir hayli zor olmaktadır. Zira mevcut durumda tam doz aşılı olabilmek için 3-4 bin TL’yi gözden çıkarmak gerekiyor. Rahim ağzı kanseri gibi ciddi bir hastalık için %100 koruyucu olduğu bilinen bir aşının ücretsiz olması ve ulusal aşılama programının bir parçası olması talebi meşrudur ve ancak toplumcu bir düzen için verilen mücadele ile birleştirilse anlam kazanacaktır.

HPV AŞISI: KİMLERE VE NEDEN?

HPV aşıları, HPV virüsüne maruz kalmadan önce uygulandığında en iyi sonucu vermektedir. Bu nedenle aşının cinsel aktiviteye başlamayan 9-14 yaş grubundaki kız çocuklarına yapılması önerilmektedir. Ayrıca bazı ülkelerde erkek çocuklarına da bu yaşlarda HPV aşısı yapılmaya başlanmıştır (WHO, 2022). Her ne kadar hedef yaş adölesan dönem olsa da cinsel olarak aktif olan ya da olmayan 13-26 yaşındaki kadınların da aşılanması önerilmektedir.  Ancak 27-45 yaş arasında tartışmalar mevcuttur. Bu nedenle klinisyenler tarafından karar verilmesi uygun görülmüştür (ACOG, 2017). HPV aşısı rahim ağzı kanserinde koruyucu olduğu kadar HPV enfeksiyonunun neden olduğu bütün kanser türlerinde koruyucu etki gösterir. Örneğin, ABD’de 14-19 yaş arasındaki orofaringeal kanser insidansı aşının piyasaya sürüldüğü 2006 yılından 2014 yılına kadar %71 azalmıştır (Markowitz ve ark., 2018).

İLAÇ VE AŞI TEKELLERİNİN GÜDÜMÜNDE BİR SAĞLIK HİZMETİ

Türkiye’de sağlık hizmeti, özellikle 2002 yılında başlatılan sağlıkta dönüşüm programı ile tamamen piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda örgütlenmeye başlamış ve halk sağlığı açısından önem teşkil eden pek çok konu arka plana atılmıştır. Özellikle koruyucu sağlık hizmetleri için de bu durum geçerlidir. HPV aşısı için ulusal bir program başlatılmasını savunmak elbette insani ve doğru bir taleptir. Ancak bir kanser türünden çok büyük ölçüde korunma sağlayan bir aşılama ve tarama programı için insanların talepte bulunmak zorunda kalması bile gülünçtür. Ülkemiz, kendi aşısını üretecek bir merkezi bir planlamaya ve ortak akla ne yazık ki sahip değildir.

Bilimin gücünün en fazla hissedildiği alanlardan birisi hiç şüphesiz tıptır. Bu durum tıbbın alanına giren konuları her zaman gerici ideolojinin saldırılarına daha açık hale getirmiştir. Ülkemizde de modernizme ve aydınlanmaya olan düşmanlığın ilk saldırdığı alanlardan birisi tıp olmuştur. Özellikle 12 Eylül sonrası gitgide güçlenen bu saldırılar neticesinde günümüzde sağlık, ilaç tekelleri ve gerici ideolojinin hâkimiyet kurduğu bir alan haline gelmiştir. 2022 Türkiye’sinde bu nedenle koruyucu sağlık hizmeti adına neredeyse hiçbir şey yapılmamakta, hatta hacamat, sülük polikliniklerinin sayıları artmaktadır. Bu kıskaçtan ancak ve ancak toplumun topyekün kurtuluşu ile çıkılabileceği açıktır. HPV aşısı gibi, bilimin insanlığa kazandırdığı yeni buluş ve tedaviler de ancak ve ancak o sayede toplumun tamamına ulaşabilecektir. Zira bir gün mevcut koşullarda HPV ulusal aşılama programının başlatılması vb. bir gelişme yaşansa bile bu, yine kapitalist ilaç tekelleri ve piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda hayata geçecektir. Bu nedenle doğru talep, kapitalizmin ve onun etkilerinin topyekün yıkılması ve toplum sağlığını önceleyen her türlü tedavinin kamusal olarak karşılanması olmalıdır, olacaktır.

SONUÇ

HPV enfeksiyonu, kansere yol açma mekanizmaları büyük ölçüde bilinen, maliyet olarak uygun bir tarama programı bulunan, etkinliği gösterilmiş üç adet aşısı bulunan, özellikle kadınlarda uzun dönem sonuçları nedeniyle kontrol altında tutulması gereken bir viral enfeksiyondur. Bu virüsün 150’den fazla alt tipi bulunmakla beraber, yalnızca 14 tanesi kansere yol açmaktadır. Bu 14 alt tipten de özellikle HPV tip 16 ve tip 18’in kontrol altına alınması virüsün toplum sağlığında yol açtığı etkilerin büyük ölçüde kaybolmasını sağlayacaktır.

HPV’nin piyasada bulunan üç aşısı iki büyük ilaç tekeli tarafından üretilmektedir. Bu ilaç tekelleri aşıların patentini elinde bulundurmaktadır. “Gelişmekte olan” bir kapitalist ülke olarak Türkiye, günümüzde HPV için aktif bir ulusal aşılama programına sahip değildir. HPV enfeksiyonundan uzak kalmak, rahim ağzı kanserinden neredeyse %100 oranında koruyuculuk sağlayacaktır. Bunun yanında erkeklerin aşılanması da penis kanseri, orofaringeal kanser, anal kanser gibi pek çok kanser türünün toplumdaki sıklığını önemli ölçüde düşürecektir.

HPV aşısının ulusal aşılama programına alınması talebi, güncel olarak yükselmeye devam etmektedir. Dünya Sağlık Örgütü ve uluslararası jinekoloji otoritelerinin önerileri doğrultusunda tüm toplumun aşılanması, meşru bir taleptir. Mevcut istatistiklere rağmen, Türkiye’nin yakın vadede etkili bir aşılama ve tarama programını hayata geçirmesi mümkün görünmemektedir. Zira sağlıkta dönüşüm programı, şehir hastaneleri vb. pek çok politika ile sağlık sistemimiz tamamen kaotik ve piyasa çıkarları doğrultusunda bir örgütlenmeye sahip hale gelmiştir. Ülkemizin kendi ilaç ve aşılarını üretebilmesi, toplumun sağlığını koruyucu sağlık hizmetleri ile öncelemesi ancak ve ancak özel mülkiyetin kaldırılması ve kamucu bir anlayış ile hayata geçebilir.


KAYNAKLAR

Aref-Adib, M. ve Freeman-Wang, T. (2016).  Cervical cancer prevention and screening: the role of human papillomavirus testing. The Obstetrician & Gynaecologist, (18)4, 251-263.

Atlas, B. ve Er Güneri, S. (2022). Kadınların Jinekolojik Kanserlerle İlgili Farkındalığı ve farkındalığı etkileyen faktörler. İzmir Kâtip Çelebi Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi Dergisi, 7(1), 77-85.

Aydoğdu S.G.M. ve Özsoy, Ü. (2018). Serviks kanseri ve HPV. Androloji Bülteni, (20)1, 25-29.

Bowyer, H., Marlow, L., Hibbitts, S., Pollock, K. ve Waller, J. (2013). Knowledge and awareness of HPV and the HPV vaccine among young women in the first routinely vaccinated cohort in England. Vaccine, 31(7), 1051-1056.

Castellsagué, X. (2008). Natural history and epidemiology of HPV infection and cervical cancer. Gynecologic Oncology, (110)3, 4-7.

CDC. (2022) Genital HPV Infection – Fact Sheet. Erişim Tarihi: 12.4.22 https://www.cdc.gov/std/hpv/stdfact-hpv.htm

Cohen, P., Jhingran, A., Oaknin, A. ve Denny , L. (2019). Cervical cancer. The Lancet, 393(10167), 169-182.

Committee on Adolescent Health Care Immunization, Infectious Disease, and Public Health Preparedness Expert Work Group. (2020). Human papillomavirus vaccination. Obstetrics & Gynecology, (136)2,  e15-e21.

Cubie, H.A. (2013). Diseases associated with human papillomavirus infection. Virology, 445(1-2), 21-34.

Ghim, S., Jenson, A.B.ve Schlegel, R. (1992). HPV-1 L1 protein expressed in cos cells displays conformational epitopes found on intact virions. Virology, (190)1, 548-552.

Gissman, L., Boshart, M., Dürst, M., Ikenberg, H., Wagner, D. ve Zur Hausen, H. (1984). Presence of Human Papillomavirus in genital tumors. Journal of Investigate Dermatology, (83)1, 26-28.

Görkem, Ü., Arslan, E., Toğrul, C., Efetürk, T. ve Güngör, T. (2015). Human papilloma virüs enfeksiyonu farkındalığı açısından kimler hedef kitle olmalıdır? Anket çalışması. Türk Jinekolojik Onkoloji Dergisi, 18(3), 93-98.

Kirnabuer, R., Taub, J., Greenstone, H., Roden, R., Dürst, M., Gissman, L., Lowy, D.R. ve Schiller J.T. (1993). Efficient self-assembly of human papillomavirus type 16 L1 and L1-L2 into virus-like particles. Journal of Virology, (67)12, 6929-6936.

Lei, J., Ploner, A., Elfström, K., Wang, J., Roth, A., Fang, F., Sundström, K., Dillner, J. ve Sparén, P. (2020). HPV Vaccination and the Risk of Invasive Cervical Cancer. The New England Journal of Medicine, 383(14), 1340-1348.

Liao, J.B. (2006). Viruses and human cancers. Yale Journal of Biology and Medicine, 79(3-4), 115-122.

Markowitz, L., Drolet, M., Perez, N., Jit, M. ve Brisson, M. (2018). Human papillomavirus vaccine effectiveness by number of doses: Systematic review of data from national immunization programs. Vaccine, 36(32), 4806-4815.

Padmanabhan, S., Amin, T., Sampat, B., Cook-Deegan, R. ve Chandrasekharan, S. (2010). Intellectual property, technology transfer and developing country manufacture of low-cost HPV vaccines - A case study of India. Nature Biotechnology, (28)7, 671-678.

Rose, R.C., Bonnez, W., Reichman, R.C. ve Garcea, R.L. (1993). Expression of human papillomavirus type 11 L1 protein in insect cells: in vivo and in vitro assembly of viruslike particles. Journal of Virology, (67)4, 1936-1944.

Saraiya, M., Unger, E., Thompson, T., Lynch , C., Hernandez, B., Lyu, C. W., Steinau, M., Watson, M., Wilkinson, E.J., Hopenhayn, C., Copeland, G., Cozen, W., Peters, E.S., Huang, Y., Saber, M.S., Altekruse, S., Goodman M.T. ve HPV Typing of Cancers Workgroup. (2015). US assessment of HPV types in cancers: implications for current and 9-valent HPV vaccines. Journal of The National Cancer Institute, 107(6).

Stelzle, D., Tanaka, L., Lee, K., Khalil, A., Baussano, I., Shah, A., McAllister, D.A., Gottlieb S.L., Klug, S.J., Winkler, A.S., Bray, F., Baggaley, R. ve Dalal, S. (2021). Estimates of the global burden of cervical cancer associated with HIV.The Lancet Global Health, 9(2), E161-E169.

Sung , H., Ferlay, J., Siegel, R. L., Laversanne, M., Soerjomataram, I., Jemal, A. ve Bray, F. (2021). Global Cancer Statistics 2020: GLOBOCAN Estimates of Incidence and Mortality Worldwide for 36 Cancers in 185 Countries. CA: A Cancer Journal for The Clinicians, 71(3), 209-249.

T.C. Sağlık Bakanlığı Halk Sağlığı Genel Müdürlüğü (2021). Türkiye Kanser Kontrol Programı 2021. Erişim Tarihi: 12.3.22 https://hsgm.saglik.gov.tr/depo/birimler/kanser-db/yayinlar/raporlar/2021_Kanser_Kontrol_Programi_/17.Agustos_2021_Kanser_Kontrol_Programi_versiyon-1.pdf

WHO (2022). Cervical cancer. Erişim tarihi: 05.03.22 https://www.who.int/news-room/fact-sheets/detail/cervical-cancer

Zhang, S., Xu, H., Zhang, L., & Qiao, Y. (2020). Cervical cancer: Epidemiology, risk factors and screening. Chinese Journal of Cancer Research, 32(6), 720-728.

Zhou, Sun, X.Y., Stenzel, D.J. ve Frazer, I.H. (1991).  Expression of vaccinia recombinant HPV 16 L1 and L2 ORF proteins in epithelial cells is sufficient for assembly of HPV virion-like particles. Virology, (185)1, 251-257.

]]>
<![CDATA[İnternetin Beş Büyük Şirketi: MAMAA[1]]]>The Five Big Companies Of The Internet: Mamaa

Onur Güngör
Dr., Bilgisayar Mühendisi

Özet

İnternet üzerinde verilen birçok ücretsiz servis insanların davranış kalıplarını ayırt etmek için büyük internet şirketleri tarafından kurulan sistemlerle izlenmektedir. Temel amaç bu sistemler tarafından toplanan veriler aracılığıyla gösterilen reklamlardan veya bu verilerin doğrudan

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/internetin-bes-buyuk-sirketi-mamaa/62b48652f0424b426f6a6abaThu, 23 Jun 2022 22:41:00 GMTThe Five Big Companies Of The Internet: Mamaa

Onur Güngör
Dr., Bilgisayar Mühendisi

Özet

İnternet üzerinde verilen birçok ücretsiz servis insanların davranış kalıplarını ayırt etmek için büyük internet şirketleri tarafından kurulan sistemlerle izlenmektedir. Temel amaç bu sistemler tarafından toplanan veriler aracılığıyla gösterilen reklamlardan veya bu verilerin doğrudan satılmasından kâr etmektir. Bunun yanında bu veriler ve bunları toplayan sistemler toplumların kontrol altında tutulmasını kolaylaştırıcı araçlar haline gelmiştir. Bu yazıda bu internet şirketlerinin etkin olduğu sektörlerdeki kâr etme yolları incelenecek ve internetin ticarileşmesinden seçtiğimiz çeşitli örneklerle bir çözüm yolu olup olmadığı tartışılacaktır.



Anahtar kelimeler: internetin tarihi, büyük veri, izleme aygıtları, MAMAA, FAANG.

Abstract

Most of the free services provided on the Internet are monitored by systems set up by large internet companies to distinguish people's behavior patterns. The main aim is to profit from the advertisements displayed through the data collected by these systems or the direct sale of this data. In addition, these data and the systems that collect them have become tools that facilitate keeping the society under control. In this article, the ways that these internet companies are making profit in their relevant sectors will be examined and a discussion will be given on whether there is a solution while enumerating various examples of the capitalization of the internet.



Key words: the history of internet, big data, tracking mechanisms, MAMAA, FAANG.

1. GİRİŞ

Büyük internet şirketlerinin kendileriyle etkileşime giren insanların nasıl hissettiklerini, nelerden hoşlandıklarını, zayıf noktalarının ne olduğunu bilmek için kurduğu çok gelişkin sistemleri mevcuttur. Bu şirketler internet aracılığıyla verdikleri hizmetleri genel olarak ücretsiz bir biçimde sunarlar. İlk bakışta bu şirketlerin ticari amaçları için kullanmalarına izin verdiğimiz davranış verilerimiz karşılığında bu hizmetleri ücretsiz aldığımız, dolayısıyla adil bir alışveriş gerçekleştiği sanılabilir. Ancak kullanıcılardan para tahsil edilmemiş olması kullanıcıların bu şirketlere değer aktarmadığı anlamına gelmez.

Literatürde bu alışverişin ortalama internet kullanıcısının zannettiği gibi adil bir alışveriş olmadığına dair birçok araştırma vardır (Gallego, 2021; Robinson ve ark., 2021; Nardi, 2015; McKenzie ve ark., 2012; Mühlbach ve Arora, 2020). Bu araştırmalar en büyük beş internet şirketinin (kısaca MAMAA) toplam etkinliğinin internet kullanıcılarının neredeyse tamamının davranış verisine dokunduğunu göstermiştir. Bu verilerin kâr elde etmek için kullanılmasının yanında, bu şirketlerin çeşitli platformlarını kullanan diğer kişilerin büyük manipülasyon operasyonları yapabildikleri görülmüştür (Ma ve Gilbert, 2019). İnternetin yaygınlaşmasıyla dünyanın en en çok zaman geçirilen kamusal alanları haline gelen bu platformlardan önce toplumların düşüncelerini izlemek ve buradan elde edilen bilgi ile toplumun davranışlarına müdahale etmek ölçeklenebilir değildi. Çünkü bu tür işler yapmak isteyen odaklar ancak insan kaynaklarının yettiği kadar çok insanı hedefleyen bir uğraş içinde olabiliyorlardı. Ancak internet teknolojileri ve çeşitli otomatik sistemler aracılığıyla bir insan başına düşen takip etme kapasitesi artmış oldu. Daha somut bir anlatımla, artık tüm iletişim kaydedildiği için bu odaklar ihtiyaç duydukları çeşitli bilgilere ya toplu işlemlerle ya da daha önceden hedeflerinde olmayan bir kişiyle ilgili bilgilere kayıtlar arasından ulaşabiliyorlar. Bu da toplumların düşüncelerini daha önce yapılamayacak kadar iyi izlemek ve yönlendirmek için kullanılabilecek bu platformların nasıl, kimler tarafından ve ne amaçla yönetildiklerini çok önemli kılıyor.

Bu yazıda dünya üzerinde internete erişimi olan nüfusun söz konusu şirketleri var eden kaynaklar olduğu örneklerle gösterilecek, bu tür verilerin şirketlerin eline geçmesini engellemek için bir yol olup olmadığı tartışılacaktır.

2. İnternetin dev şirketleri


Şekil 1. MAAMA şirketlerinin piyasa değerleri (milyar $), (18 Mart 2022 NASDAQ verilerine göre).

Bu konuyla ilgili literatürde yerleşiklik kazanmış bir kısaltma var: MAMAA. Bu kısaltma dünyadaki en yüksek piyasa değerine sahip beş şirket olan Microsoft, Alphabet (eski adı Google), Meta (eski adı Facebook), Amazon ve Apple’ın baş harflerini temsil ediyor. En küçüğü 900 milyar dolarlık bir değere sahip olan bu şirketlerin toplam büyüklüğü ABD’deki teknoloji şirketlerinin hisselerinin alınıp satıldığı bir borsa olan NASDAQ 100 endeksindeki şirketlerin toplam değerinin %40’ını oluşturuyor (Şekil 1) (Morning Star, 2022).

Bu piyasa değerlerini her bir şirketin çeşitli çevrimiçi sektörlerde pazarın hakimi olmaları sağlıyor olmalı. Amazon’la başlayalım.

Amazon, ABD e-ticaret sektörünün %40’ına hakim (Insider Intelligence, 2021). Kurulduğunda sadece kitap satan bir web sayfası olan Amazon kısa süre içerisinde müzik ve video içerikleri de satmaya başladı. Bu ürünlerin arasına tüketici elektroniği, ev aksesuarları, dijital oyunlar ve oyuncaklar gibi ürünleri de katarak büyümeye devam etti.  Bir süre sonra da her şeyin satıldığı bir internet mağazası haline geldi. Amazon e-ticaret alanında kurulan ilk veya tek şirket değildi ama aldığı kararlarda tüketici memnuniyetini önde tutmasının, örneğin tüketiciye geleneksel perakende pazarında görülmemiş avantajlar sunmasının onu diğerlerinden ayırmış olduğu iddia ediliyor (Knee, 2021). Burada bu iddianın doğru olup olmadığını tartışmayacağız. Amazon’da çalışan işçilerin çalışma koşullarının bizzat Jeff Bezos tarafından çok kötü bir hale getirildiğini belirtmekle yetinelim. Örneğin Bezos hissedarlara gönderdiği bir mektupta çalışanlarının ‘uzun, sıkı veya akıllı’ çalışma tarzlarından birini seçme şanslarının olmadığını, bütün tarzları birden gerçekleştirmeleri gerektiğini belirtmiş. Beyaz yakalı işçilere dair bu yaklaşımın mavi yakalı işçilere de sirayet ettiği biliniyor. Amazon’un e-ticaret alanındaki liderliğinin temel nedenlerinden biri depolarında çok sıkı vardiyalarla çalışan işçileri sayesinde hızlı teslimat sağlayabilmesi. Ancak bu çalışanların sağlıksız koşullarda ve stres altında çalıştırıldığı birçok haberin konusu oldu (Kelly, 2021).

Amazon’un lider olduğu başka bir pazar da bulut bilişim adı verilen işlem gücü ve dosya alanı kiralama hizmetleri. Dünya çapındaki bulut bilişim hizmetleri satışlarının %31’i AWS adındaki platformu üzerinde gerçekleşiyor (Seattle Times, 2021). Bu platformlar internet üzerinden hizmet vermek isteyen küçük veya büyük şirketlerin hizmet altyapısını oluşturmak için kullanılıyor. Bulut bilişim platformları geliştirilmeden önce internete dokunan bir iş girişiminde bulunmak için kendi başınıza gerekli bilgisayarları edinmeniz, ağ bağlantısı anlaşmalarını yapmanız, bu bilgisayarların kurulumunu ve bakımını yapmanız, güvenli bir şekilde çalışmalarını sağlayacak bir fiziksel ortam kiralamanız veya satın almanız gerekiyordu. 2006 yılında Amazon bulut bilişim hizmetini başlattıktan hemen sonra listemizdeki diğer iki şirket olan Google ve Microsoft da bulut bilişim platformları kurdular, ancak onların pazar payları sırasıyla  %20 ve %7’de kaldı.

Amazon’un yine Google, Microsoft ve Apple’la rekabet ettiği başka bir sektör de ev içi akıllı asistan uygulamaları. Bir araştırmaya göre Amazon’un Echo adını verdiği akıllı asistan pazarın %69’unu kapsıyor, en yakın rakibi Google ise pazarın %25’ine sahip (globenewswire, 2021). Başka araştırmalarda daha eşit sonuçlar da yayımlanmış. Ama ilk beşte MAMAA’nın olduğu kesin.

Apple ise cep telefonu sektöründe %25’lik pazar payına sahip. Geri kalan cep telefonlarının neredeyse hepsi de Google’ın sahip olduğu Android adlı işletim sistemiyle çalıştığı için diğer büyük oyuncu da Google sayılıyor. Android işletim sistemini kullanan diğer telefon markalarının pazar payı sıralaması ise Samsung, Xiaomi ve OPPO olarak belirleniyor. Apple aynı zamanda önemli bir bilgisayar ve tablet üreticisi. Ayrıca Apple TV+ adında bir çevrimiçi yayın platformunun da sahibi.

Google herkesin tahmin ettiği gibi arama hizmetinde birinci durumda. Bunun yanında video paylaşımı pazarında YouTube, e-posta hizmeti pazarında Gmail, internet tarayıcı pazarında Google Chrome, çevrimiçi dosya paylaşımı pazarında Google Drive ve harita ve yol tarifi pazarında Google Maps ile en yüksek pazar payına sahip şirket. Google tüm bu hizmetlerin başlangıç seviyelerini ücretsiz olarak sunduğu için çok büyük bir nüfusun bilgisayar başında geçirdiği vakti izleme şansına sahip. Bu sayede reklam verenlere hem arama hem de internet gezintisi sırasında ürünlerini en çok ilgilenebilecek kullanıcılara gösterme şansı sunan bir reklam platformu haline geldi. Google gelirlerinin %82’sini bu reklam platformundan sağlıyor (Google, 2021).

Meta, eski adıyla Facebook, hem Facebook ve Instagram adındaki çevrimiçi sosyalleşme platformlarının, hem de WhatsApp adındaki dünyadaki en yaygın mesajlaşma platformunun sahibi. Bu üç uygulama vasıtasıyla Google gibi dünya nüfusunun önemli bir kesiminin çevrimiçi davranışlarını gözleme imkanına sahip. Bu yolla gelirlerinin %97’sini elde ediyor.

Microsoft geleneksel olarak işletim sistemleri, ofis uygulamaları, bunların çevrimiçi sürümlerini, dokunmatik ekranlı bilgisayarlar, klavye, mouse ve benzeri aksesuarlar satarak gelir elde ediyor. Bunların yanı sıra Amazon ve Google gibi bir bulut bilişim sistemi de işletiyor. Gelirlerinin %30’luk bir kısmı bulut bilişim hizmetlerinden gelirken, geri kalan kısmı da şirketlere sattıkları yazılımlarla doğrudan bireysel müşteriye sattıkları yazılımlar tarafından eşit olarak sağlanıyor.

3. İnternetin ticarileşmesi

Bilindiği üzere son 30 yılda elektronik ve bilgisayar bilimleri alanındaki gelişmeler nedeniyle dünya üzerindeki üretim, iletişim ve zaman geçirme yolları çok büyük bir değişime uğradı.

Bu değişime, bu yazıda bahsettiğimiz şirketlerin büyük bir etkisi oldu. Bu süreci internetin dünya üzerinde yaygınlaşmaya başladığı ilk yıllar olan 90’lı yıllardan başlatabiliriz. O yıllarda kullanılan teknolojileri geliştirenlerin felsefesi, bilgiye erişimin özgür ve ücretsiz olduğu, isteyenlerin kendi fikirlerini yayımlamasının kolay ve mümkün olduğu bir platform kurmayı öngörüyordu. Ancak bu teknolojilerin getireceğini tahmin ettikleri olanakları kendi ticari çıkarları için kullanmayı hedefleyen kişiler bu teknolojilere sermaye birikimini en yüksek seviyeye çıkaracak şekilde müdahale ettiler.

Bu müdahaleye bir örnek vermek için e-posta kullanım tarzının değişimine bakabiliriz. E-posta sistemi her alan adına ait bir sunucu ve bu sunuculara bağlanarak posta alıp veren istemci yazılımlarını öngörür. Bu sistem günümüze kadar değişmeden kalmıştır. Ancak bu sistemin dezavantajı size gelen e-postaları kontrol etmek için bilgisayarınızda ayrı bir programın yüklü olmasının gerekmesi ve okumak istediğiniz e-postaların hepsini bilgisayarınıza indirmek zorunda olmanızdır. Bu sorunu çözecek bir teknoloji o zaman da mevcuttu; ama çoğu hizmet sağlayıcı ya bu teknolojiyi sağlamıyordu ya da size yeterli disk alanı vermiyordu. Eğer size sağlanan disk alanını da dolmuşsa yeni e-posta alamıyordunuz. Dolayısıyla sorunsuz bir şekilde e-posta almaya devam etmek istiyorsanız düzenli olarak hesabınıza bağlanıp gelen e-postaları kendi bilgisayarınıza indirmeniz gerekiyordu.

Google, Gmail web uygulamasını ilk sunduğunda bu örnekteki birkaç sorunu bir anda çözüyordu. Birincisi, e-posta istemcisine ihtiyaç duymuyordunuz, çünkü yapmanız gereken sadece bir web sayfasını tarayıcınızla ziyaret etmekti. İkincisi Google’ın size sağladığı alan o zamanlar için görülmemiş bir miktar olan 1 GB idi. Dolayısıyla kullanıcılar tarafından büyük bir ilgiyle karşılandı.

Google’ın bu hizmeti sizin bilgisayarınızda çalışması gereken bir istemci aracılığıyla yapmamasının ana nedeni e-posta alma, verme ve okuma işlerinin kendi kontrollerinde olan bir alanda olmasını istemeleriydi. Bu şekilde hem e-postaları şifrelemek çok zor olduğu için içeriğine bakabiliyor hem de kullanıcılara reklam gösterebiliyorlardı. Daha da önemlisi e-posta içeriklerine göre kullanıcıları sınıflandırabildikleri için hem Gmail içinde hem de başka sitelerde gösterecekleri reklamları daha iyi seçebiliyorlardı. Bu da reklam verenlerden elde ettikleri gelirleri artırmalarını sağladı.

E-posta kullanım tarzının değişimine dair verdiğimiz örnek, geliştirilen teknolojilerin kâr amacı gütmeden insanların kullanımına sunulması yerine internet etkinliğinin şirketlerin kapalı ortamlarına çekilmesine dair verebileceğimiz onlarca örnekten yalnızca bir tanesi. Günümüzde, internette bir konuyu araştırmak veya alışveriş yapmak, dijital kitap indirip okumak, müzik dinlemek, dizi, film ya da belgesel izlemek, arkadaşlarınızla mesajlaşmak veya kamusal alanda konuşulanlara göz atmak da neredeyse tümüyle bu tür şirketlerin kapalı platformları üzerinden yapılmak zorunda.

3.1. İnternette bir konuyu araştırmak

Günümüzde geleneksel akademik yöntemlere en aşina olanımız da dahil olmak üzere, yeni duyduğumuz bir konu veya kavram hakkında bilgi edinmek istiyorsak ilk yaptığımız iş hep kullandığımız arama motoruna o konuyu belirten sözcükleri yazmak oluyor. Hatta arkadaşlar arasındaki bir sohbette bahsi geçen bir konuyu bile hemen o an arama motorlarında sorgulamaya kalkıyoruz. Eskiden olduğu gibi duyduğumuz şeyi aklımızın bir köşesinde tutup veya not alıp ilgili bir yazılı kaynak bulduğumuzda araştırmak gibi bir yöntem neredeyse kalmadı.

Bu araştırma yöntemi sadece belirli bir literatürün konusu olmuş kavramlar için değil, insan yaşamının her alanındaki konu, kavram veya sorular için geçerli. Yemek yaparken bilmediğimiz bir tarife ulaşmaya çalışırken de, balinaların kaç yıl yaşadığıyla ilgili kabaca bir bilgi edinmeye çalışırken de, havanın o gün nasıl olacağını merak ettiğimizde de arama motorlarına başvuruyoruz.

İnternetin henüz bu kadar yaygın olmadığı zamanlarda aradığınız bilgiyi sunan web sayfasının hangi adreste olduğunu bulmak başlı başına bir işti. Bunu kolaylaştırmak için aradığınız bilginin kütüphanedeki hangi kitapta olduğunu bulmanız için taramanız gereken kitap dizinleri gibi bir işlev gören internet dizinleri oluşturuldu. Bunlardan da önce web adresleri ya başka web adreslerinin atıf vermesiyle ya da haber grupları denen insanların yazılı olarak iletişim kurabildikleri forumlar aracılığıyla kulaktan kulağa geçen bilgilerle yayılıyordu. Çok kısa bir süre içinde bu dizinlerin tüm interneti gezen robotlar tarafından otomatik olarak oluşturulması fikri arama motorları çağını başlattı.

İlk arama motoru Yahoo adlı firma tarafından yine aynı firmanın web sayfası dizini üzerinde arama yapmak için yazılmıştı. Daha sonradan birkaç şirket daha arama motoru hizmeti vermeye başladı. 1997 yılında Google adlı yeni bir şirketin yayına aldığı arama motorunun diğerlerinden farkı aranan kelimelerin bulunduğu sayfaları sıralama yöntemiydi. ‘Daha çok sayfa tarafından atıf verilen siteler daha önemlidir’ gibi bir mantığa dayanan bir puanlama sisteminin kullanıcıların memnun kaldığı arama sonuç listeleri ortaya çıkardığı görüldü. Bunun yanında, oluşan sonuçları diğer arama motorlarından çok daha sade bir arayüzle sunan Google 2000 yılına gelindiğinde  kullanıcıların en çok tercih ettiği arama motoru olmuştu. Google kullanıcıların bu ilgisini paraya çevirmek için iki yöntem kullanıyordu. Öncelikle reklam verenler tüm aranan kelimeler üzerinde her an süren bir açık artırmaya katılıp hedefledikleri arama kelimelerini aratan kullanıcılara reklamlarını gösterebiliyorlardı. İkincil olarak kullanıcıların ziyaret ettikleri sitelerde de reklam alanları belirleyip bu alanları da reklam verenlere pazarlıyordu. İki yöntem de küçük veya büyük tüm reklam verenlere açıktı. Dolayısıyla bu yöntemler reklam verenlerin geleneksel olarak büyük şirketler olduğu reklam sektörüne küçük şirketlerin veya bireylerin de katıldığı bir süreç başlatmıştı. Bu yeni reklam verme yöntemleri arama motorlarını çok kârlı işletmeler haline getirmekle kalmadı, Google’ı daha önceden hayal edilemeyecek kadar büyük bir şirket haline getirdi.

Günümüze geldiğimizde Google dünya arama motoru pazarının %92’sine hakimken geri kalan kısım ise Microsoft Bing, Çin arama motoru Baidu ve Yahoo tarafından kapsanıyor. Bu şirketlerin arama motorlarını kullanarak yaptığımız tüm aramalar hem bu şirketlerin ticari çıkarları için hem de sızan bazı belgelerle öğrendiğimiz üzere ABD ve belli başlı NATO ülkelerinin izleme faaliyetleri için kullanılıyor (Greenwald ve ark., 2013). Bir önceki bölümde verdiğimiz Gmail örneği gibi Google’ın arama motorunu kullanarak yaptığınız aramalar ve ziyaret etmeyi tercih ettiğiniz siteler değerlendirilerek çeşitli konularda sizi diğer insanlardan farklılaştıran özellikleriniz tespit edilerek sınıflandırılmanız sağlanıyor. Bu sınıflandırma Google’ın reklamlarının gösterildiği sitelere girdiğinizde tıklama olasılığınızın daha yüksek olduğu reklamların gösterilmesini mümkün kılıyor. Bahsettiğimiz devletler ise arama sonuçları ve ziyaret edilen sitelerin değişim trendlerini öncelikli olarak hedef kitlenin merak ettiği ve önemsediği kavramlardaki zamansal değişimi takip etmek için kullanıyorlar. Bunun yanısıra bu bulguları çeşitli istihbarat faaliyetlerinde de kullanıyorlar. Tam olarak ne yaptıklarını bilmemiz mümkün değil. Ancak özel olarak hedefledikleri kişilerin aramalarına ulaşıp ya daha derin bir kişilik analizi yaptıklarını veya şantaj veya sabotaj gibi faaliyetlerde kullandıklarını tahmin edebiliriz.

İstihbarat örgütlerinin dünyanın tüm iletişimini takip edebilmesini sağlayan yegane şey arama sonuçları ve e-posta yazışmaları başta olmak üzere tüm elektronik haberleşmenin bir elin parmaklarını geçmeyecek ABD kaynaklı şirket tarafından sağlanması ve bu şirketlerin isteyerek veya istemeyerek ama çoğu zaman bu paylaşımlar için bir ödeme de alarak işbirliği yapması olduğu ortaya çıkmıştır (MacAskill, 2013).

Arama sonuçlarının reklam gösterimleri için eniyileştirilmesinin getirdiği başka bir sorun daha var. İngilizce literatürde buna ‘filter bubble’ diyorlar. Türkçe’de oturmuş bir karşılığı yok ama ‘algoritmanın bize taktığı at gözlüğü’ denebilir. Sorun reklam gösterimlerini eniyileştirme aşamasında bize gösterilen arama sonuçlarının tıklama olasılığımızın zaten yüksek olan sayfalardan seçiliyor olmasından kaynaklanıyor. Bu da bir konu hakkında arama yaptığımızda çoğunlukla zaten bizim demografik özelliklerimize ve yaşayış tarzımıza sahip insanların sıklıkla tercih ettiği sitelere yönlendirilmemize yol açıyor. Sonuçta bir konuyu her yönüyle araştırmanın bu tür arama motorlarında normalden biraz daha zor olduğunu bilmek gerekiyor. Bu ‘at gözlüğü’ sorununu sosyal medya platformlarında da görüyoruz. O platformların algoritmaları da bizim en çok etkileşim içine gireceğimiz içerikleri gösterdiği, ve hatta bazılarında bunların arasından sadece arkadaşımız veya bize benzer düşündüğü için takip listemize aldığımız kişilerin yayımladıkları arasından gösterdiği için ‘at gözlüklerini atmak’ hiç de kolay değil.

3.2. Kültür piyasası

Günümüzde kültürel öğeler ne yazık ki çoğunlukla piyasa için üretiliyor. Açık bir şekilde para kazanmak için üretilen eserlerle, sanatsal kaygılarla üretilmiş olsa da hayatta kalmak için para karşılığı satılmak zorunda olan eserlerin dahil olduğu bir kültür sanat piyasası var.

Daha önceden doğal olarak fiziksel dünyadaki ürünlerin satışı şeklinde gerçekleşen bu piyasa artık dijital bir ortamda gerçekleşiyor. Özellikle müzik dinlemek, dizi, film veya belgesel izlemek gibi kültürel etkinlikler internet üzerinden gerçekleşiyor. Amazon’un Amazon Music, Alphabet’in YouTube Music, Apple’ın da Apple Music adlarıyla internet üzerinden müzik dinleme hizmetleri var. Ancak bu pazarın hakimi %30 civarındaki payıyla Spotify adındaki bir şirkettir. Tüm bu şirketler dizi, film ve belgesel türü içerikleri de benzer platformlar üzerinden dağıtıyor. Diğer yandan bu piyasada biraz daha fazla dağınıklık var. Öncelikle pazarın hakimiyeti Netflix isimli şirketin elinde olduğunu görüyoruz. İkinci sırada ise Amazon Prime Video geliyor. Onların ardından da Hulu, HBO Max, Disney+ gibi çeşitli ABD merkezli geleneksel dağıtım şirketleriyle ilişkili hizmetler geliyor.

Ses ve hareketli görüntülerin dijitalleştirilmesinin mümkün olmasından önce çarşıdaki müzik veya video mağazasından aldığımız bir kaseti müzikçalara veya videoçalara takıp dinlerdik. Bu yöntem, bu platformlarla birlikte önemli bir değişikliğe uğradı. Her ne kadar bu platformlar mağazaların yerini almış gibi görünse de, satın aldığınız veya aboneliğiniz nedeniyle erişiminiz olan eserler artık sonsuza kadar sizin değil. Platform çıkarları gerektirdiği zaman çeşitli nedenlerle o eseri çalmaya hakkınız olmadığını size bildirip artık o eseri dinlemenizi engelleyebilir. Bu platformlar kendilerini müzisyenlere anlatırken genellikle büyük müzik şirketlerinin seçim kısıtlarından kurtulmanın mümkün olduğunu belirtiyorlar. Söylenene göre bu platformlara bir müzik şirketiyle anlaşma imzalamamış sanatçılar da bireysel olarak eserlerini ekleyebilir, kullanıcılar eserlerini dinledikçe belli bir ödeme alabiliyorlar. Ancak bu platformlarda da ‘at gözlüğü’ etkisi bulunuyor. Bu da algoritmaların reklam veya başka yollarla yeteri kadar duyurulmayan eserleri belli bir popülerlik eşiğini geçemedikleri için daha önce eserlerinizi hiç dinlememiş insanların otomatik dinleme listelerine hiçbir zaman yerleştirmemesine yol açıyor. Dolayısıyla aslında bireysel sanatçılara vaat edildiği gibi müzik şirketlerinden kurtulmak mümkün olmuyor.

3.3. Sosyal medya

İnternetin ilk yaygınlaşmaya başladığı zamanlarda söylenegelen şey isteyen herkesin bir web sitesi açarak istediği görüşleri paylaşabileceği özgür bir ortamın mümkün olduğuydu. Ancak bunu yapmak için bir bilgisayarın sürekli açık kalarak internete bağlı olması gerekiyordu. Bunu da zamanın kısıtlı internet bağlantı yöntemleriyle çoğu kişi yapamıyordu. Bu kullanıcıların internet sağlayıcıların sağladığı web alanlarına kendi bilgisayarlarında hazırladıkları sayfalarını yüklemeleri yoluyla bu sorun çözülmüştü. Ücretli olarak verilmeye başlanan bu hizmet, etkileşimli web sayfaları yapılması mümkün olduğunda biraz daha kolaylaşarak bir web sayfasındaki formu doldurur gibi web sayfaları oluşturmayı mümkün kıldı. Bu teknolojiyi sağlayan uygulamalara blog yazılımı deniyordu. Ancak bunlar da internet servis sağlayıcıları tarafından barındırılması gereken şeylerdi, dolayısıyla da ücretli verilen bir hizmetti. Bu aşamada yaygınlaşan ücretsiz web sayfası barındırma hizmetleri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bunların arasında göze çarpan ürün Google Blogspot adlı ücretsiz blog hizmetiydi. Bu siteye üye olan her kullanıcı istediği kadar çok blog açabiliyordu. Bu bloglara kolayca yazı yükleyip internetin iki yönlü bir iletişim aracı olarak kullanılmasının önü açılmış gibi görünüyordu.

İnternet kullanıcılarının kendi ifade aracı olmasının yanında yeni bir habercilik mecrası olmayı başaran blog’lar 2010’ların başından itibaren ortaya çıkmaya başlayan microblogging siteleriyle birlikte internet okur yazarları üstündeki etkisini yitirmeye başladı. Microblogging, çok kısa bir yazı alanına girilmiş cümlelerle sınırlı bir şekilde yapılan blog yayınlarına verilen ad. Bu sitelerle birlikte daha önce blog’u olmayan ve imkanı olmasına rağmen çoğunlukla edilgen bir internet kullanıcısı olmuş kullanıcılarla birlikte, o yıllarda yaygınlaşmaya başlayan akıllı telefonlarla birlikte ilk defa interneti yoğun olarak kullanma imkanı olan yüz milyonlarca kişi de iki yönlü iletişime dahil olmaya başlamıştı. Bu sitelerin en ünlüsü Twitter. Ancak Meta’nın sahip olduğu Facebook ve Instagram’ın da bu kategoriye girdiği söylenebilir. Bu siteler genelde size paylaşım yapabileceğiniz bir profil sayfası sunar. Bundan da önemlisi ‘arkadaş’ veya ‘takipçi’ kavramı ile diğer kullanıcıların paylaştıklarını takip edebilirsiniz. Bu platformlarda hiçbir şey paylaşmasanız bile yazılanlara ulaşmak mümkündür. Bu tür platformlarda yayımlanan “içerikler” geleneksel yayın organlarındaki gibi bir editoryal süreçten geçmez, kimse kimseden izin almadan yazabileceği için içerikler hızlıca yazılır, kısaca okunur. Herkesin yazma imkanı olsa da çoğunlukla sadece okuyucu olarak kalırlar. Yazma ve okuma eylemleri tekil bir platform içinde gerçekleştiği için platform sahipleri herkesin ne yazdığını ve ne okuduğunu büyük bir netlikle kaydedebilir.

Bu bölümde şimdiye kadar anlattıklarımıza Alphabet’in arama motoru aracılığıyla yaptığınız aramalara ulaşabildiğini ve ziyaret ettiğiniz siteleri kaydettiğini, Amazon’un da pazardaki payı nedeniyle alışveriş alışkanlıklarımız hakkında bir fikir sahibi olduğunu ekleyince ortaya çıkan tabloya bir bakalım.

Bu beş şirketin cihazlarını ya da uygulamalarını kullandığımızda yaptığımız her şeyi kaydettiklerini daha önce söylemiştik. Özellikle Meta, Alphabet ve Amazon bu veriyi kullanıcıların öğrenim seviyesi, aile yapısı, cinsiyeti, yaşı ve benzeri demografik özelliklerini tahmin etmek, nelerden hoşlandıklarını, nelere ihtiyaçları olduğunu, dini inançları ve siyasi görüşlerinin ne olduğunu tespit etmek için kullanıyorlar. Bu bilgiler daha sonra reklam sistemlerinde veya kullanıcıların sistemde daha çok kalmaları için kullanılıyor.

80 milyona yakın Facebook kullanıcısının verilerinin çalınarak seçim kampanyalarına danışmanlık veren bir şirkete aktarılması bu bilgilerin ticari amaçların dışında siyasi hedeflere ulaşmak için nasıl kullanılabileceğine dair çarpıcı bir örnek.

Facebook ve Cambridge Analytica Vakası

2018 yılının Mart ayında The Guardian’da çıkan bir habere göre Cambridge Analytica adındaki bir şirket 2013 yılında Facebook’un geliştiricilere sağladığı programlama arayüzlerini kullanarak 80 milyona yakın Facebook kullanıcısının demografik bilgilerine ve üye olduğu Facebook gruplarının listesine erişti. Bunu yapmak için öncelikle 200.000 kullanıcıya belirli bir ücret ödenerek bir kişilik testi doldurmaları ve uygulamanın Facebook verilerine erişmesine izin vermeleri sağlandı. Facebook o sıralarda veri erişim izin veren kişilerin arkadaş listelerindeki kişilerin de bilgilerine ulaşılmasına izin veriyordu. Bunu Facebook’un tüm uygulamaların bu tür verileri işlemesini kolaylaştırmak için sunduğu OpenGraph (kabaca ‘açık ağ verisi’ olarak çevrilebilir) adında bir hizmeti kullanarak yapmışlar.

Cambridge Analytica’da çalışmış Christopher Wylie adındaki kişinin The Guardian ve The New York Times gazetelerine itiraflarda bulunması üzerine yapılan haber ile olay ortaya çıktı. Wylie’nin iddiasına göre Cambridge Üniversitesi Psikoloji bölümünde öğretim üyesi olarak çalışan Alexandr Kogan’ın kurduğu bir şirket aracılığıyla toplanan bu veriler kullanılarak 80 milyona yakın kullanıcı için ‘psikografik’ adı verilen bir tür profil oluşturulmuş ve Cambridge Analytica’nın sahibi olan SCL Group adındaki şirkete verilmişti.

SCL Group 1990’da stratejik iletişim alanında danışmanlık sağlamak için kurulmuş. Kurucularının İngiltere’deki Muhafazakâr Parti’nin önemli isimleriyle ve kraliyet ailesiyle bağları olduğu biliniyor. Kitlesel davranış örüntüleri alanında yapılan psikoloji araştırmalarının reklamcılıkta faydalı olabileceği varsayımıyla yola çıktığı iddia edilen şirket kısa zaman içerisinde başarılı olup askeri dezenformasyon, seçmen kitlelerini analiz etmek gibi alanlarda da faaliyet göstermeye başlamış. SCL Group, kuruluşundan bu yana 25’ten fazla ülkedeki seçimlerde danışmanlık hizmeti vermiş. Cambridge Analytica şirketini de bu faaliyetlerini ABD’ye taşımak için kurmuş gibi görünüyor.

SCL Group tarafından kabul edilmeyen iddiaya göre Wylie’nin bahsettiği veriler kullanılarak Trump’ın 2016 seçim kampanyası kapsamında çeşitli kullanıcı gruplarına yalan veya gerçek haber veya reklamlar üretilerek gösterilmiş. SCL Group’un övünerek bahsettiği teknik psikografik profilleri kullanarak farklı gruplara farklı haberler veya reklamlar gösterilmesi (Cadwalladr ve Graham-Harrison, 2018). Bu şekilde çeşitli grupların istenen eylemleri yerine getirmeleri sağlanmak istenmiş. Örneğin Demokrat adaya oy verecek bir kitleye seçimi boykot etmenin gerektiğine inandırmak Cumhuriyetçi bir adayın çıkarına olacaktır.

Olay açığa çıktıktan sonra Facebook yetkilileri kabahatli olmadıklarını, çünkü henüz 2015 yılında bu kadar büyük bir verinin toplandığını fark ettiklerini ve Alexandr Kogan ve ekibine verilerin silinmesini isteyen bir uyarı mektubu gönderdiklerini açıkladılar. Ancak silinme işleminin yerine getirilip getirilmediğini kontrol etmediklerini de biliyoruz (Cadwalladr ve Graham-Harrison, 2018).

Kitlelerin düşüncelerini tespit etmek ve istenen hedefe götürecek mesajları ileterek mevcut düşünceyi başka bir düşünceyle değiştirmeye dayanan psikolojik operasyon yöntemleri yeni icat edilmedi. Ama günümüzde bunu yapmanın çok daha kolay olduğu Cambridge Analytica ve benzer vakaların ortaya koyduğu çarpıcı bir gerçek. Tek amacı kâr etmek olan bir kuruma dünya nüfusunun büyük bir kesimine ait çok önemli bilgileri emanet etmenin bu tür sorunlara yol açacağını önceden tahmin edebiliyorduk. Facebook ve benzeri sosyal medya platformlarını denetleyecek bir düzen oluşmadığı sürece bizim elimizden gelen tek şey bu tür platformları kullanmamak. Bunların yerine küçük küçük sosyal medya platformlarının federasyonu şeklinde çalışan açık kaynak kodlu sosyal medya platformlarını[1] kullanmak yapılabileceklerden biri. Ancak bu tür sistemler şimdilik nüfusun çok küçük bir kısmına hitap etmeye mahkum gibi görünüyor. Zira bu tür sistemleri kurmak hem iş gücü hem de maddi kaynak gerektiriyor. Bu tür sistemlerin örgütlü yapılar tarafından sunulduğu ve bunların birleşerek ülke çapındaki sosyal ağı oluşturduğu bir sistem teknik olarak mümkün. Bu internetin kuruluşundaki küçük ve bağımsız odakların birbirleriyle bağ kurması fikrine benziyor. Ama internetin şu anda vardığı noktaya bakacak olursak toplumsal sorunları çözmek için teknolojik gelişmelerin tek başlarına kurtarıcı olarak görülmesi, istenenin aksine yeni sorunlar oluşturacak gibi görünüyor.

3.4. Snowden dosyaları

Bir önceki bölümde bahsettiğimiz Cambridge Analytica olayı sermayenin dijital ağları kullanarak toplumlar üzerinde kurmaya çalıştığı tahakküme güzel bir örnek. Bu bölümde başka bir ifşa olayından daha bahsetmek istiyoruz. Bunun diğerinden farkı çok daha büyük ölçekte gerçekleşmesi ve hâlâ da gerçekleşiyor olması. 2013 yılında Edward Snowden adlı bir NSA [2] çalışanının bazı basın mensuplarına teslim ettiği yüksek gizlilikteki belgeler çok büyük bir küresel izleme düzeneğini ortaya çıkarmaya başladı. Belgeler ABD, İngiltere ve Avustralya başta olmak üzere birçok NATO üyesi ülkenin gizli istihbarat örgütlerinin ortaklaşa çalışması sonucunda dünya üzerindeki tüm iletişimin izlenebildiği bir sistem kurulduğunu kanıtlıyordu.

NATO ülkelerinin kendi çıkarları için uluslararası anlaşmaları gizlice bozan ve kişisel özgürlüklükleri önemsemeyen bir şekilde tüm dünyayı dinlemeye çalıştıkları konuyu takip edenler tarafından yeni bir haber değildi, ancak şimdiye kadar hiçbir zaman bu kadar açık kanıtlarla ortaya konmamıştı. Bu ifşaların dünya çapında büyük bir tepki oluşturduğu açık. Ancak tepkilerin odaklandığı noktanın izleme sisteminin bu ülkeler tarafından kendi vatandaşları üzerinde de kullanılması olması dikkat çekiyor.

4. Çözüm var mı?

Bu şirketlerin izleme ve hayatımıza müdahale etme yeteneklerini azaltmak için açık kaynak kodlu yazılımlar kullanan muadil sistemleri kendi bilgisayarlarımıza kurmayı düşünebiliriz. Bilindiği üzere açık kaynak kodlu yazılımları güvenlik kontrollerinden geçirmek daha kolaydır. Ayrıca bu yazılımları ihtiyacınız olan şekilde değiştirebilir, muadili kapalı platformlarda yapılmasına izin verilmeyen şeyleri yapabilirsiniz. Ancak bu teknolojiler tek başlarına nihai bir çözüm olmaktan uzaklar. Açık kaynak kodlu yazılımlar ile eğer bu şirketlerin sağladığı rahatlıktan feragat edilirse, davranış verilerimizde saklı olan potansiyel değeri bu şirketlerle paylaşıp kârlarını artırmaktan ve çeşitli izleme ve yönlendirme operasyonlarından kaçınmak mümkün. Tabii bu emeği veremeyen veya gerekli maddi olanakları olmayanlar için çözüm olmadıklarını göz önüne alırsak bu tür teknolojilerden medet ummak yerine bu şirketlerin hizmetlerini kullanırken kaydetmelerine imkan verdiğimiz verilerden kâr etmelerini engelleyecek bir düzen kurmaya çalışmak daha doğru olacaktır.

Dijital izleme için kullanılabilecek cihazların şehirlerin veya binaların her yanına yayıldığı günümüzde izlenmeyi tamamen engellemek neredeyse hiç kimse için mümkün değil. Özellikle Snowden belgelerinde açıklanan yöntemlere karşı yapabileceğiniz tek şey her tür iletişiminizi tamamen şifreli olarak yapmak. Ancak şifreli bir iletişim yaptığınızı düşünseniz bile bu yazıda bahsettiğimiz şirketlerin sistemlerini kullanıyorsanız hem o şirketler tarafından hem de şirketin bu bilgileri iletebileceği kurumlar tarafından izleniyorsunuz demektir. Bazı uygulamalar, örneğin WhatsApp, uçtan uca şifreleme sağladıklarını ve güvenli olduğu teorik olarak gösterilmiş yöntemler kullandıklarını iddia ederler. Bu iddia doğrudur, ancak şirketin istediği zaman bu özelliği sağlıyormuş gibi görünüp gerçekte sağlamaması mümkündür. Şirketler böyle bir müdaheleyi iradi olarak yapmayı tercih edebileceği gibi çeşitli devlet kurumları tarafından buna zorlanabilirler. Ama bazı durumlarda kullanıcının iletişimini dinlemeye müsait duruma getirdiğini farkında bile olmayabilir. Zira NSA gibi kurumlar şifreleme standartlarının belirlenmesinde de etkili olmaya çalışırlar veya teorik olarak sorunsuz olduğu gösterilen şifreleme algoritmalarının yanlış bir şekilde kodlanmasını sağlarlar. Snowden tarafından açıklanan belgelerle birlikte varlığından haberdar olduğumuz BULLRUN adlı proje tam da bunu yapmayı hedefliyor (Perlroth ve ark., 2013). Şifreleme yöntemlerini gerçekleyen açık kaynak kodlu projeler ise NSA’in bu müdahalelerinden etkilenmeyen yegane yazılımlar olageldiler. Ancak yine de ne kadarından korunabildiğimiz hâlâ belli değil.

Çağımızda, internete çıkan hiçbir bilginin gizli kalacağına garanti veremeyiz. Şirketler veya devletler bu bilgileri ticari veya siyasi saiklerle yakalamak, kaydetmek ve aleyhinize kullanmak için her fırsatı kollamaktalar. Zira artık fark edildi ki, sizin için öğrenilmesi çok önemli olmayan bir bilgi, başka insanlardan da toplanan bilgilerle yan yana geldiğinde tüketim tercihleriniz hakkında tahminler yapmayı sağlıyor, ve dolayısıyla bilgiyi elde eden şirketin sayenizde siz ve diğer kullanıcılar üzerinden büyük bir kâr elde etmesini sağlıyor. Siyaseti belirlemeye çalışan odaklar ise seçimdeki tercihlerinizi tahmin etmekten tutun, belirli bir konudaki görüşlerinizi değiştirmek için ne yapmaları gerektiğini tahmin etmeye kadar çeşitli alanlarda kullanmayı sağlayacak düzenekleri oluşturmuş durumdalar. Kullandığımız cihazları veya uygulamaları kişisel olarak değiştirerek çözemeyeceğimiz kadar büyük bir sorun ile karşı karşıyayız. Mevcut düzeni toplanan bilgiden kâr elde etmeyi ortadan kaldıran başka bir düzenle değiştirmedikçe kullanıcıyla şirketler arasında bir çıkar çelişkisi olmaya devam edecek.


KAYNAKÇA

Cadwalladr, C., Graham-Harrison, E. (2018). “Revealed: 50 million Facebook profiles harvested for Cambridge Analytica in major data breach”, The Guardian, https://www.theguardian.com/news/2018/mar/17/cambridge-analytica-facebook-influence-us-election, 12 Mart 2022 tarihinde erişildi.

Droesch, B. (2021). “Amazon dominates US ecommerce, though its market share varies by category”, Insider Intelligence, https://www.emarketer.com/content/amazon-dominates-us-ecommerce-though-its-market-share-varies-by-category, 12 Mart 2022 tarihinde erişildi.

Gallego, J. I. (2021). The value of sound: Datafication of the sound industries in the age of surveillance and platform capitalism. First Monday, 26(7). https://doi.org/10.5210/fm.v26i7.10302.

GlobeNewsWire, (2021). “Global Smart Speakers Markets Report 2021,” GlobeNewsWire, https://www.globenewswire.com/news-release/2021/05/24/2234471/28124/en/Global-Smart-Speakers-Markets-Report-2021-Amazon-Alexa-Google-Assistant-Siri-Cortana-Others-Market-is-Expected-to-Reach-17-85-Billion-in-2025-at-a-CAGR-of-26.html, 12 Mart 2022 tarihinde erişildi.

Google, (2021). https://abc.xyz/investor/static/pdf/2021Q4_alphabet_earnings_release.pdf?cache=d72fc76, 12 Mart 2022 tarihinde erişildi.

Greenwald, G., MacAskill, E., Poitras, L. (2013). “Edward Snowden: the whistleblower behind the NSA surveillance revelations”, The Guardian, https://www.theguardian.com/world/2013/jun/09/edward-snowden-nsa-whistleblower-surveillance, 12 Mart 2022 tarihinde erişildi.

Kelly, J. (2021). “Amazon Prime Day Offers Great Sales—Here’s What Workers Suffer Through To Make This Happen”, Forbes, https://www.forbes.com/sites/jackkelly/2021/06/17/amazon-prime-day-offers-great-sales-heres-what-workers-suffer-through-to-make-this-happen/?sh=ab4b0871519f, 12 Mart 2022 tarihinde erişildi.

Knee, J. A. (2021). “What’s Amazon’s Secret?”, New York Times, https://www.nytimes.com/2021/02/13/business/dealbook/amazon-working-backwards.html, 12 Mart 2022 tarihinde erişildi.

Long, K. A. (2021). “In the 15 years since its launch, Amazon Web Services transformed how companies do business”, Seattle Times, https://www.seattletimes.com/business/amazon/in-the-15-years-since-its-launch-amazon-web-services-has-transformed-how-companies-do-business/, 12 Mart 2022 tarihinde erişildi.

Ma, A., Gilbert, B. (2019). “Facebook understood how dangerous the Trump-linked data firm Cambridge Analytica,” https://www.businessinsider.com/cambridge-analytica-a-guide-to-the-trump-linked-data-firm-that-harvested-50-million-facebook-profiles-2018-3, 12 Mart 2022 tarihinde erişildi.

MacAskill, E. (2013). “NSA paid millions to cover Prism compliance costs for tech companies”, The Guardian, https://www.theguardian.com/world/2013/aug/23/nsa-prism-costs-tech-companies-paid, 12 Mart 2022 tarihinde erişildi.

McKenzie, P. J., Burkell, J., Wong, L., Whippey, C., Trosow, S. E., & McNally, M. B. (2012). User-generated online content 1: Overview, current state and context. First Monday, 17(6). https://doi.org/10.5210/fm.v17i6.3912.

Morning Star, (2022). “Invesco QQQ Trust - Nasdaq 100 Index”, http://portfolios.morningstar.com/fund/holdings?t=qqq, 28 Mayıs 2022 tarihinde erişildi.

Mühlbach, S., Arora, P. (2020). Behind the music: How labor changed for musicians through the subscription economy. First Monday, 25(4). https://doi.org/10.5210/fm.v25i4.10382.

Nardi, B. (2015). Inequality and limits. First Monday, 20(8). https://doi.org/10.5210/fm.v20i8.6126

Perlroth, N., Larson, J., Shane, S. (2013). “N.S.A. Able to Foil Basic Safeguards of Privacy on Web”, New York Times, https://www.nytimes.com/2013/09/06/us/nsa-foils-much-internet-encryption.html, 12 Mart 2022 tarihinde erişildi.

Robinson, L., Schulz, J., Dunn, H. S., Casilli, A. A., Tubaro, P., Carvath, R., Chen, W., Wiest, J. B., Dodel, M., Stern, M. J., Ball, C., Huang, K.-T., Blank, G., Ragnedda, M., Ono, H., Hogan, B., Mesch, G. S., Cotten, S. R., Kretchmer, S. B., Hale, T. M., Drabowicz, T., Yan, P., Wellman, B., Harper, M.-G., Quan-Haase, A., & Khilnani, A. (2020). Digital inequalities 3.0: Emergent inequalities in the information age. First Monday, 25(7). https://doi.org/10.5210/fm.v25i7.10844.


[1] Bu tür çok fazla yazılım var. Ama arkalarındaki kurumlar ve topluluklar açısından bakacak olursak Diaspora, Mastodon ve GNU Social adlı yazılımlar öne çıkıyor.

[2] National Security Agency. Ulusal Güvenlik Ajansı, ABD tarafından ikinci dünya savaşından sonra analog veya dijital yöntemlerle iletişim sinyallerini toplayıp istihbarat oluşturmaya yardımcı olmak için kurulmuştur.

]]>
<![CDATA[Yapay Zekâ, Büyük Veri ve Otomasyon: Mevcut Durum, Beklentiler ve Olanaklar]]>Artificial Intelligence, Big Data and Automation: Current State, Prospects and Possibilities

Seçkin Sunal
Doç. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul

Özet

Bu çalışmada, son birkaç on yılda hızlı bir şekilde gelişen ve toplumlar üzerinde kayda değer etkileri olduğu gözlemlenen bilgisayar teknolojilerinin işçi sınıfı açısından yaratması beklenen sonuçlar incelenmektedir.

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/yapay-zeka-buyuk-veri-ve-otomasyon-mevcut-durum-beklentiler-ve-olanaklar/62b489b2f0424b426f6a6adeThu, 23 Jun 2022 22:40:00 GMTArtificial Intelligence, Big Data and Automation: Current State, Prospects and Possibilities

Seçkin Sunal
Doç. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul

Özet

Bu çalışmada, son birkaç on yılda hızlı bir şekilde gelişen ve toplumlar üzerinde kayda değer etkileri olduğu gözlemlenen bilgisayar teknolojilerinin işçi sınıfı açısından yaratması beklenen sonuçlar incelenmektedir. Sosyal bilimlerin, özellikle ana akım iktisadın, bu teknolojileri ele alış tarzı incelendiğinde gerçekleşmesi beklenen gelişmelerin sık sık Sanayi Devrimi’yle karşılaştırıldığı görülmektedir. Tespitleri sınırsız bir iyimserlikten temkinli bir karamsarlığa kadar uzanan çalışmalar meseleyi piyasa ekonomisi kapsamında ele almakta ve çoğunlukla söz konusu teknolojilerin farklı bir toplumsal düzende insanlık için ne denli büyük bir potansiyel taşıdığını göz ardı etmektedir. Yapay zekâ ve robotlaşmanın istihdam, ücret seviyesi ve gayri safi hasıla gibi göstergeler üzerindeki olası etkileri çoğunlukla nicel yöntemlerle incelenmekte ancak iş güvencesi, çalışma koşulları ve benzeri unsurlar göz ardı edilmektedir.

Bilgisayar teknolojilerinin bir diğer önemli etkisi ise toplumsal yaşamla ilgilidir. Özellikle internetin gündelik hayat üzerindeki belirleyici gücü ve büyük verinin taşıdığı potansiyel riskler, kapitalist bir toplumda teknik bakımdan mümkün olanla fiilen yaşanmakta olan arasındaki dramatik farkın en çarpıcı örnekleri olarak öne çıkmaktadır.



Anahtar kelimeler: Yapay Zekâ, Otomasyon, Büyük Veri.

Abstract

This study analyzes the possible outcomes of computer technologies, which have been improving fast and having remarkable consequences for societies in the last few decades, in terms of their impact on the working class. When the way social sciences, economics foremost, treat these technologies is considered, it is marked that expected developments are frequently compared with those of the Industrial Revolution. These studies, whose assertions range from unlimited optimism to prudent pessimism, usually treat the problem within the confines of market economies and overlook their vast potential for humanity under a different social order. Possible impact of artificial intelligence and automation on employment, wage level and gross product is typically analyzed by qualitative methods while factors such as job security and working conditions are overlooked.

Another important consequence of computer technologies is on social life. Especially the decisive power of internet on everyday life and the potential risks coming along with big data are most striking examples of the dramatic discrepancy between what is technically attainable and what actually has to happen in a capitalist society.



Key words: Artificial Intelligence, Automation, Big Data.

GİRİŞ

Bilimkurgu edebiyatına ya da sinemasına merakı olanların dikkatini çekmiştir; bu eserlerin çok azında şirket denen kurumlara ve kâr hırsına rastlanır. İnsanlık ister ütopya derecesinde müreffeh ve aydınlık bir geleceğe kavuşmuş olsun, ister distopik bir karanlığa mahkûm, bu ya hastalıklı bir kötü karakterin marifetidir ya da çok uzun zaman önce kötülüğe karşı kazanılmış zaferlerin bir meyvesi. İnsanlık gelecekte iyi ya da kötü bir kadere sürüklenmişse bu, kahramanların niyetlerinin ve birbirleriyle sürdürdükleri mücadelenin bir neticesidir çoğu zaman. Teknoloji ise neredeyse her zaman hikâyenin en önemli parçalarından birisidir. Bazen korkunç gelişmeleri kaçınılmaz kılan, şişeden çıkmış bir cin gibidir bazen de tüm özgürlük, refah ve aydınlığın müjdecisi… Kurgusal eserlerin uzak bir geleceğe ait öngörülerinde bilimsel hassasiyet ya da tutarlılık aramak müşkülpesentlik olabilir fakat sosyal bilimcilerin, insanlığın önemli gelişmelerin arifesinde olduğunu ve teknolojinin de bu gelişmelerin zembereğini boşaltan etmen olacağını düşünmeleri için pek çok neden var. Ekonomik ve sosyal etkileri açısından Sanayi Devrimi’yle kıyaslanabilecek çapta dönüşümlerin başladığını iddia eden çalışmaların sayısı ise hiç de az değil. Bundan artık neredeyse üç asır önce buhar makinelerinin ve dokuma tezgahlarının yaptığını şimdi robotların, yapay zekâ algoritmalarının ve devasa veri yığınlarının yapması bekleniyor… Neredeyse üç asır önceki iyimserlik, tedirginlik ve bilmezlikle; neredeyse üç asır önceki açgözlülük ve safdillikle.

Sanayi Devrimi tüm dünyayı değiştirecek gelişmeleri tetiklemeden önce de teknolojide önemli ilerlemeler yaşanmıştı. Ne var ki hevesli mühendislerin cesur girişimlerine başlangıçta dudak büküldü. Örneğin kimilerince Sanayi Devrimi’nin gerçekleşme nedeni sayılan buhar gücüyle işleyen makineler 18’inci yüzyıldan çok önce tasarlanmış ve çalışabilecekleri gösterilmişti. Nitekim buhar makinesinin iş görebilen ilk örneklerinden biri 1698 yılında imal edilmiş ve patenti alınmış ama uzun süre birkaç maden dışında itibar görmemişti (Jenkins, 1922). Marx’ın (1867 [1997]) muhtemelen aynı icatla ilgili değerlendirmesi de “Bu makine, gerçekten de, Watt’ın ilk tek tepkili denilen makinesi ile epeyce geliştirilmişti, ama bu şekliyle, yalnızca suyu ve tuz ocaklarında sıvı maddeleri yukarıya çıkarmak için kullanılan bir makine olarak kaldı.” şeklindeydi. Öte yandan, Sanayi Devrimi’nin gerçekleştiği 18’inci yüzyıl ortalarında (çalışmaya göre tam olarak 1757’de) sadece icat ve patent sayılarında değil, bu icatların kullanılabildiği sektörlerin sayısında da istatistiksel olarak anlamlı bir artış görülmeye başlamıştı (Sullivan, 1989).

İnsanlık tarihinin çok büyük kısmında dede torunuyla aynı hayatı yaşadı. Ortalama yaşam süresi, nüfus ve kişi başı hasıla gibi göstergeler, kimi iniş ve çıkışlar olmakla birlikte, sabit kaldığı düşünülecek kadar düşük bir hızla arttı. Fakat piyasa ekonomisi altında teknoloji bir kez üretimi dönüştürmeye başlayınca ekonomi ve toplum geri dönülemez, öngörülemez ve çok hızlı bir değişim sürecine girmiş, yaygın ifadesiyle bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı.

Şekil 1: M.S. 1,000 Yılından Bu Yana Avrupa Nüfusu[1]. Kaynak: (Maddison, 2022)Maddison, A. (2010). Statistics on World Population, GDP and Per Capita GDP, 1-2008 AD. Historical Statistics, 3, 1-36., Madison Project :http://www.ggdc.net/maddison/Historical_Statistics/horizontal-file_02-2010.xls (Erişim tarihi 20.02.2022)

Üretim sürecinde ve üretim ilişkilerinde meydana gelen bu köklü değişim doğal olarak tüm veçheleriyle toplumsal yaşamı da değiştirmişti. Anayurdu İngiltere’de kabaca bir asrı devirirken Sanayi Devrimi’nin getirdiği değişimi ve bunun İngiliz toplumunun büyük çoğunluğunu oluşturmaya başlamış olan işçi sınıfı üzerindeki yansımalarını demografi, sosyal ilişkiler, mimari, kent planlaması, işçi ve toplum sağlığı, çevre, beslenme, günlük yaşam, kültür, giyim kuşam, eğitim ve başka pek çok açıdan tüm detaylarıyla tasvir etmek Engels’e (1997: 45) düşmüştü:

İngiltere'de proletaryanın tarihi, geçen yüzyılın ikinci yarısında buhar motorunun ve pamuklu [kumaş] işleme makinelerinin icadıyla başlar. Bu icatlar, çok iyi bilindiği gibi bir sanayi devrimine, tüm sivil toplumu değiştiren bir devrime yol açtı; o devrimin tarihsel önemi ancak şimdi anlaşılmaya başlanıyor. Sessiz geliştiği ölçüde daha da güçlü olan bu dönüşümün klasik toprağı İngiltere’dir ve o nedenle İngiltere, o devrimin esas ürününün, proletaryanın da klasik ülkesidir.  (…) Siyasal devrim Fransa için neyse, felsefi devrim Almanya için neyse, sınai devrim de İngiltere için odur. 1760 İngiltere’siyle 1844 İngiltere’si arasındaki farklılık, en azından ancien régime[eski rejim] Fransa’sı ile Temmuz Devrimi Fransa’sı arasındaki fark kadar büyüktür. Ama bu sınai dönüşümün en önemli sonucu İngiliz proletaryasıdır.

Üretimin baş döndüren bir hızla artması işgücüne olan ihtiyacı da en az o hızla artırdı. Fakat bu yeni teknolojinin ortaya çıkardığı üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişkiler de aynı hızla şiddetlendi. Öte yandan tepkinin tek muhatabı burjuvazi değildi (Marx, 1997):

Kapitalist ile ücretli işçi arasındaki savaşımın tarihi, sermayenin kökenine kadar gider. Bütün manüfaktür dönemi boyunca bu çekişme, şiddetle devam edip gitmiştir. Ne var ki, ancak makinenin kullanılmaya başlamasıyla, işçi, sermayenin somutlaşmış şekli olan bu emek aracının kendisiyle savaşmaya başlamıştır. Kapitalist üretim tarzının maddi temeli olduğu için bu özel üretim aracı şekline karşı başkaldırmıştır.

Makinelerin sağladığı dönüşümle kentli sayılabilecek, nitelikli ve görece yüksek ücretler alan dokuma işçilerinin, İngiltere kırlarından kopup gelen niteliksiz ve ucuz işgücüyle ikame edilmesi mümkün hale geldi. Marx ve Engels yukarıdaki satırları yazmadan yaklaşık yüz yıl önce dokuma işçilerinin ilk ve en ilkel tepkisi işyerlerindeki makineleri tahrip etmek oldu. Hatta bu eğilim, 19’uncu yüzyılın başlarında İngiltere’nin kuzey bölgelerinde tam bir isyan halini aldı (Navickas, 2005). Tarihe ludizm olarak geçen bu hareket yerini elbette daha siyasi ve örgütlü hareketlere bıraktı fakat sınıflı toplumlarda yeni üretim teknolojileriyle işçi sınıfı arasındaki ilişkinin gerilimli doğası baki kaldı. Nitekim ludizmin tarih sahnesine çıkmasından yaklaşık 100 yıl sonra, İngiltere’den oldukça uzaklarda, Uşak’ta meydana gelen bir kalkışmada çoğunluğunu kadınların oluşturduğu halı dokuma işçileri buradaki fabrikaları tahrip etti (Quataert, 1986).

Engels’in (1997: 57) tüm detaylarıyla son derece canlı bir şekilde resmettiği gibi Sanayi Devrimi toplumsal yaşamı da altüst etmişti. Baş döndürücü bir hızla artan ve kentlere doluşan nüfus nedeniyle her türlü hastalık, suç ve fuhuş görülmemiş derecede yaygınlaşmış, yepyeni karşıtlıklar, tuhaflıklar ve aynı zamanda insanlığın ilerlemesi için muazzam imkânlar ortaya çıkarmıştı:

Mekanik gücün ölçülemeyecek kadar büyük önemi bir kez ortaya çıkınca, tüm enerji bu güçten her alanda yararlanma ve mucitlerle imalatçıların çıkarına kullanma gayretinde yoğunlaştırıldı (…) Yaban bir kayıtsızlık, herkesin özel çıkarı içinde kendisini duygusuzca yalıtması, bu insanlar sınırlı bir alanda üst üste yığıldığı ölçüde tiksindirici ve rahatsız edici hale geliyor. Bireyin bu yalıtlanmışlığının, bu kendini düşünmeci sığlığın bugün her yerde toplumumuzun temel ilkesi olduğunun ne ölçüde bilincinde olursak olalım, bu hiçbir yerde burada, büyük kentte olduğu kadar utanmazca gerçek yüzünü ortaya koymuş, bu kadar kendi ayrımında olmuş değildir. İnsanlığın atomlarına ayrılışı, her biri kendi ilkesine sahip bir atomlar dünyası, burada aşırının en aşırısına varmış görünüyor (…) Burada dehşet ve öfkeye neden olan her şey yakın zaman kökenlidir, sanayi çağına aittir. (vurgu Engels’e ait).

BİLGİSAYARLAR GERÇEKTEN YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILIN BUHAR MAKİNELERİ Mİ?

Engels’in sanayi çağı toplumuna yönelik “yalıtlanmışlık”, “kendini düşünmeci sığlık”, “atomlarına ayrılmış insanlık” gibi sözleri şimdilik akılda kalsın. Fakat şu kayıtla: Aynı sözler 1845’te değil de 2000’de söylenmiş olsa, “mekanik” ve “sanayi” yerine “dijital” dense doğruluğu eksilir miydi? Dijitalleşme çağından neler beklenmesi gerektiği konusunda bir fikir birliği bulunmasa da pek çok sosyal bilimci bir kez daha, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir noktaya geldiğimizden gayet emin. Tartışılan şey sonuçlarının nasıl olacağı. Literatür şimdiden bu konuda ifade edilen iyimser, temkinli ve kötümser görüşlerle dolu.

Önce elektronikteki ilerlemeler ve bunların üretimdeki yansımaları, ardından bilgi teknolojileri ve internetin kamunun kullanımına açılması… Sırasıyla 1970’lere ve 1990’lara tekabül eden bu gelişmeler genel bir iyimserliğe neden olmuştu. Belki Keynes’in (1963) haftada 15 saat çalışılan ekonomi tasavvurunu hatırlayan kalmamıştı ama, elektronik ve bilişim alanındaki yeni icatlar işgücü verimliliğinde patlamalar yaratırken internet de tüm dünyayı birbirine sımsıkı bağlayacak, demokratik ve özgür bir geleceğin kapılarını aralayacaktı. 1990’lara girilirken bile ufukta sanayi üretiminde verimlilik artışı görünmese ve bu durum iktisat literatürüne “Solow paradoksu” olarak geçmiş olsa da dünya ekonomisi 1990’lar boyunca ABD borsalarında “dot com bubble” adı verilen aşırı iyimserlik (ya da spekülasyon) dalgasını ve bu dalganın çöküşünü yaşadı. Solow (1987) üretimde beklenen büyük verimlilik artışlarının bir türlü görülememesi üzerine belki biraz da istihzayla “(…) herkese teknolojik bir devrim, üretken yaşamlarımızda esaslı bir değişim gibi gelen şeye, Japonya dahil her yerde, üretkenlik artışlarında bir hızlanma değil yavaşlama eşlik ediyor. Bilgisayar çağını verimlilik istatistikleri hariç her yerde görebilirsiniz.” yazmıştı. Bu eleştiriden çeyrek asır sonra Acemoğlu vd. (2014) ise bilişim teknolojilerinin sanayi açısından artık ne anlama geldiğini şöyle ifade etmişti: “(...) 1990'ların sonlarından itibaren bilişim yoğun [bilişim teknolojilerini girdi olarak kullanan] sektörlerde üretkenlik artışlarının hızlandığına dair çok az kanıt bulunmaktadır. İkinci ve daha önemlisi, bilişim yoğun sektörlerde emeğin üretkenliğindeki artış ne kadar hızlı gerçekleşiyorsa, bunun üretimde azalma ve istihdamda daha da hızlı azalmayla bağlantısının o ölçüde güçlendiği görülmektedir. Şayet bilişim verimliliği artırıyor ve maliyetleri düşürüyorsa, en azından bilişim yoğun sektörlerdeki üretimi de artırması gerekirdi."

Aşağıda son derece ilginç örneklerine değinilecek olan iyimser görüş, Sanayi Devrimi’nin de başlangıçta kitleleri işsizlikle karşı karşıya bıraktığını fakat sağladığı benzeri görülmedik üretim artışları, ürün çeşitliliği ve yarattığı yepyeni meslekler sayesinde refahı tartışılmaz biçimde yükselttiğini hatırlatıyor. Dijitalleşmenin de başlangıçta kimi meslekleri ortadan kaldırması, halihazırdaki işgücünün teknolojik işsizlik ve ücretlerde sert bir düşüşle karşı karşıya kalması (displacement effect) kaçınılmaz görünüyor. Fakat nihai olarak, yeni teknolojilerin işgücü verimliliğini yükselterek daha fazla talep edilmesini (productivity effect), üstelik yeni işlevler kazanıp teknolojinin tamamlayıcısı haline gelen nitelikli işgücünün refahtan çok daha fazla pay almasını sağlayacağı öngörülüyor.

Ancak bu olumlu etkilerin ortaya çıkabilmesi için kimi şartların sağlanması, geliştirilecek teknolojilerin türü ve işgücünün yerine getirdiği görevlerin (task) niteliği önem taşıyor (Acemoğlu ve Restrepo, 2018 ve 2019). Ayrıca, halen işçilerin yerine getirdiği görevlerin karmaşık yapısı ve zaman içinde dönüşme eğilimi nedeniyle yeni teknolojilerin insan emeğini ikame etme derecesinin henüz tahmin edildiği kadar yüksek olmadığı, zaten öyle olsaydı şu ana kadarki teknolojik gelişmelerin de çok yüksek işsizlik oranlarına neden olabileceği (Autor, 2015) vurgulanıyor. 2016 yılı Dünya Kalkınma Raporu’nu dijital teknolojilere ayıran Dünya Bankası ise söz konusu gelişmeler nedeniyle OECD ülkelerindeki işlerin 60’ının otomasyona tabi olabileceğini tahmin ediyor. Halihazırda ABD ekonomisinde 400 bin işçinin işinin artık robotlar tarafından yapıldığı tahmin ediliyor. Yapılan hesaplamalara göre işçi başına robotlaşma oranı binde bir arttığında istihdamın çalışma yaşındaki nüfusa oranı yüzde 0,39, ücret düzeyi yüzde 0,77 azalıyor. Başka bir deyişle her bir robot, üç işçinin yerini alıyor. (Acemoğlu ve Restrepo, 2020).

Allen (2017) ise geleneği bozmayıp yaşanan dönüşümün büyüklüğünü Sanayi Devrimi’yle karşılaştırırken temkini elden bırakmıyor. Sanayi Devrimi’nin başlangıcından 1830’lara kadar olan dönemde Batı’da muazzam verimlilik artışlarına karşın reel ücretler aynı hızda artmazken 1830’lardan 1970’lere kadar uzanan dönemde teknolojik ilerlemelerin yine Batı dünyasının tümüne refah artışı sağladığı, üretim, reel ücretler, işçi hakları ve kamu hizmetlerinde daha önce görülmemiş ilerlemelerin sağlandığı tespit ediliyor. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında üretkenlik artışlarına paralel bir reel ücret artışı yaşanırken, artan gelirlerin daha yüksek teknoloji içeriği olan mal ve hizmetlere olan talebi artırdığı, bu sayede eğitimli işgücüne duyulan ihtiyaca paralel şekilde eğitim ve altyapı yatırımlarının yükseldiği, bunların neticesinde teknolojik ilerlemelerin hızlandığı görülüyor… Tabii Batı’da. Elbette gelişmiş kapitalist ekonomilerin iç işleyiş mantığıyla bu şekilde açıklanabilecek refah devleti uygulamalarında Sovyetler Birliği’nin teşkil ettiği “kötü” örneğin etkisini dikkate almak gerekir.

Kapitalist ekonomilerde verimlik artışlarının işçi sınıfının refahında artış anlamına gelmesini zorunlu kılan bir mekanizma bulunmuyor. 1970’ler ve sonrası, gelir dağılımında bozulma, reel ücretlerde düşüş, işsizlik oranlarında artış ve ekonomik büyümenin bir arada olabileceğinin kanıtlarıyla dolu. Dolayısıyla, bir an için üretkenlik artışlarının kıtlığı insanlık için bir sorun olmaktan çıkaracak raddeye ulaştığı düşünülse dahi, bölüşüm sorunu orta yerde durmaya devam edecektir. Şayet meselenin bu kısmını önemsememeye karar verilirse geleceğe ilişkin hülyalara bir sınır koymak da gerekmiyor.

Otomasyon ve yapay zekânın nihai etkisinin son derece müspet olacağı öngörüsünde bulunan araştırmacılar yukarıda değinilen verimlilik etkisinin er ya da geç görüleceğinden eminler. Örneğin bilgisayar teknolojisindeki ilerlemeler sayesinde insanlığı bugünkünden çok daha parlak bir geleceğin beklediğini iddia eden Brynjolfsson ve McAfee (2011 ve 2014) bunu teknolojik değişimin hızının düşük olduğu dönemden çok daha hızlı olduğu bir döneme geçişin eşiğinde bulunmamıza bağlıyor. Bir entegre devre üzerine sığdırılabilen transistor sayısının her 12 ila 18 ay arasında iki katına çıktığını ifade eden Moore Yasası’nın halen geçerli olduğunu, hesaplama algoritmalarındaki ilerlemelerin ise bundan çok daha hızlı gerçekleştiğini[2] vurgulayan ikili, bilgisayarların çağımızın genel amaçlı teknolojisi (GPT, general purpose technology) olduğunu belirtiyor. Genel amaçlı teknolojiler, daha önceki örnekleri elektrik enerjisi, buhar makinesi ve içten yanmalı motorlar gibi, her türlü “görev, meslek ve sektörde iktisadi gelişmenin olağan seyrinde kırılma yaratıp hızlandıran teknolojiler” biçiminde tanımlanıyor. Dolayısıyla dijital teknolojilerden beklenen şey, üretim faaliyetlerinin her alanına sirayet edecek, sürekli ve daha önce görülmemiş derecede yüksek verimlilik artışları yaratmaları. Kim bilir? Belki Solow’u 97 yaşında hâlâ hayatta tutan şey bunun gerçekleşip gerçekleşmediğini görme inadıdır!

Nordhaus (2021) ise Brynjolfsson ve McAffee’den daha iddialı ama daha az “iyimser” bir yaklaşımla “singülarite” olarak adlandırılan bir durumun yaşanma olasılığını sorguluyor. Bilgisayarların yapay zekâdan “süper zekâya” atladığı ve insan aklını (zekâ, yaratıcılık, sosyal beceriler vb.) her anlamda aştığı, dolayısıyla insan zekâsının ve emeğinin ekonomik anlamda lüzumsuz hale geldiği duruma singülarite adı veriliyor. Bu süper zeki bilgisayarlardan üç görev bekleniyor: Hesaplama (computation), bilgisayarlı kontrol ve üretim (computerized control and production), bilgisayarlı yenilik (computerized innovation). Yani hem üretimin kontrolüyle ve fiilen gerçekleştirilmesiyle ilgili her türlü etkinliği hem de insanlığın daha da “iyi” bir geleceğe doğru ilerlemesi için gerekli icatları bilgisayarlar ve robotlar yapacak.

Çalışmada kullanılan simülasyon modelinin öngörüsü ise bilgisayarların ulaştığı seviye nedeniyle süper zeki hale gelen sermayenin toplam gelirin yüzde 100’e yakınsayan bir kısmını alması, buna mukabil verimlilikteki muazzam artış nedeniyle ücretlerin her yıl yüzde 200 mertebesinde artması. Biraz uzun da olsa, makaledeki ifadeleri tekrarlayarak aktarmak, burjuva iktisadının ütopyasının dahi emekçiler için ne anlama geldiği konusunda yoruma gerek bırakmayacak cinsten:

(…) Bir diğer şaşırtıcı sonuçsa hızla artan büyümenin ücretler üzerindeki etkisiyle ilgilidir. Bu spesifikasyonda ücretler hızla yükselmektedir: [Simülasyonda] Sekseninci yılda yıllık ücret artışı yüzde 200’e ulaşmaktadır. Nihayetinde sermaye pastanın tamamını almakta fakat emeğe düşen kırıntılar -büyük ve giderek büyüyen, dağlar kadar pastanın hakikaten küçük parçaları- da muhteşem bir hızla büyümektedir.

(…)

[Keynes’in (1936) (metinde, muhtemelen hata nedeniyle 1935 olarak geçiyor) sermaye birikiminin çok yükselmesi neticesinde marjinal getirisinin sıfıra yakınsaması durumu için kullandığı “sermayenin ötanazisi” ifadesine atıfla] Öte yandan ivmelenen üretkenlik yaklaşımı bunun tam zıddına yol açmaktadır. Bu sonuçla, tüm ulusal gelirin sermaye sahiplerine gitmesi cihetiyle işçi sınıfının ötanazisini görürüz. İşçiler iyi ücretler alır fakat ulusal çıktının yok olmaya yüz tutan bir kısmına hükmederler. [Ancak teselli gecikmez!] Öte yandan, şirketler sermayenin çoğuna, insanlar veya (vergilendirme dolayımıyla hükümetleri de içine alan) insani kurumlar da şirketlere sahip oldukları için, nihayetinde sermaye geliri de insanlara doğru akacaktır. Ulusal gelir ulusal üretime eşit olduğu için ortalama gelir artan bir hızla yükselecektir.

Bunun bireysel eşitlik ya da eşitsizlik bakımından nereye varacağı, iktisadı aşıp siyaset, vergi ve destek sistemleri ve en zenginlerin tasarruflarının doğası gibi alanlara girmektedir. Gelirler Schumpeteryen sınıflar -makineler tasarlayan ve onlar için programlar yazan yenilikçiler- tarafından mı ele geçirilecek? Yoksa, servetlerini artırmak için kurumları bozup yıkan zenginler tarafından mı? (vurgular makale yazarına aittir[2]).

Otomasyon ve yapay zekâ nedeniyle insan emeğine ve aklına olan ihtiyacın azalacak olması, yine son yıllarda hararetlenen evrensel temel gelir (ya da temel yurttaşlık geliri) tartışmalarının da gerekçesini oluşturuyor. Zira insan emeğine olan ihtiyacın daha da azalması beklenen bir dünyada, sermaye geliri ve rant elde etmeyen geniş kitlelerin, emek geliri elde etme imkânlarının da ortadan kalkması durumunda çok ciddi toplumsal sorunların baş göstermesi ihtimali ürkütücü bulunuyor. Öte yandan sermayenin, yukarıda değinilen singülarite durumunda emeğine, aklına ve yaratıcılığına ihtiyaç duymadığı milyarlarca insanın, kendi kazancından yapılacak kesintiler sayesinde müreffeh hayatlar yaşamasına neden razı olacağı sorusunun cevabı verilmemiş oluyor. Pandemi döneminde evde çalışma imkânından yoksun milyonlarca işçinin hayatının umursamazca riske atıldığı düşünülürse, ihtiyaç duyulan insanların bile sermaye için ne kadar kolay gözden çıkarılabildiği tahmin edilebilir.

Yukarıda değinilen çalışmaların ortak noktası, kapitalist ekonominin içinde barındırdığı tüm çelişkilerin, neden olduğu tüm zorluk ve yıkımların, sermaye ya da devletin hiçbir şeyden feragat etmesine gerek kalmaksızın çözülmesi beklentisi içinde olmaları. Beklenen şey, üretimde gerçekleşecek verimlilik artışları sayesinde emek-sermaye çelişkisi ve bölüşüm sorunun çözülmelerine gerek kalmaksızın ortadan kalkması. Keza zembereği boşanmışçasına artan meta üretiminin yine bu çok verimli yeni teknolojiler sayesinde doğal kaynaklar ve çevre üzerinde baskı yaratmayacağı zımnen varsayılıyor. Dolayısıyla anaakım iktisatçıların bir kısmı tarafından, yeni teknolojilerin bir tür deus ex machina gibi anlatıldığı bir literatür oluşturulmuş durumda. Öte yandan tarih ve deneyim, bir toplumsal düzenin barındırdığı çelişkilerin toplumsal mücadele ve değişimlerle aşılabileceğini gösteriyor.

Teknolojinin tüm potansiyeliyle insanlığa hizmet etmesi de ancak bunun ardından mümkün olabilecek. Örneğin riskli, zor, pis veya bıktırıcı işlerin tamamının makine, robot ya da bilgisayarlara yaptırılması her durumda büyük bir ilerleme olarak görülebilir. Fakat bu gelişmenin kapitalist ekonomideki sonucu işçilerin işlerini kaybedip başka alanlarda çalışan işçilere rakip çıkması olurken sosyalist bir ekonomideki sonucu işçilerin ortalama çalışma sürelerinin kısalması, bireyin kendini gerçekleştirmesi için kullanabileceği zamanın artması olacaktır. Benzer şekilde, bilgi teknolojilerinin gelişmesi kişisel bilgilerin kolayca depolanması, işlenmesi ve iletilmesi anlamına gelecektir. Ancak bunun kapitalist ekonomideki şimdiden yaşanmaya başlayan sonucu kişisel mahremiyetin ortadan kalkması, güvenlik endişeleri, sahtekarlık ve kitlelerin kolayca manipüle edilmesi olmaktadır.

DİJİTAL TEKNOLOJİLER VE TOPLUMSAL YAŞAM AÇISINDAN SONUÇLARI

İletişim ve bilgisayar teknolojilerindeki ilerlemelerin üretim ve emek açısından ne tür sonuçlar doğuracağı, iktisatçılar başta olmak üzere sosyal bilimcileri meşgul etmeyi sürdürecek. Şu an kesin olarak bilinen, kitlesel bir refah artışının ufukta görünmediği ve hiçbir işçinin gelecek endişesiyle bilgisayar ya da robot parçalama raddesine gelmediği. Diğer yandan üretim ilişkileri değilse de toplumsal yaşam, bahsi geçen teknolojilerden etkilendi ve daha da fazla etkilemesi beklenmeli.

Halihazırda dünya nüfusunun büyük bir kısmı internete ve mobil iletişim olanaklarına sahip durumda. İnternete erişimi olanların dünya nüfusuna oranı 2018 itibarıyla yüzde 50’ye ulaştı ve sonraki yıllarda yüzde 56’yı geçti. 100 kişi başına düşen mobil abonelik sayısı ise en güncel veriye göre 107,5 oldu. OECD üyesi ülkelerde aynı göstergelerin sırasıyla yüzde 85 ve 100 kişi başına 123,4 olduğu görülüyor (Dünya Bankası, 2021). Birleşmiş Milletler Genel Kurulu ise 2016 yılında internet erişimini bir insan hakkı olarak kabul etme kararı aldı. Ancak tüm bu bağlantılılık halinin, günlük hayatı ve kimi kamu hizmetlerine erişimi kolaylaştırmakla birlikte, 1990’larda umulan yakınsama ve demokratikleşmeyi getirmediği ortada. Teknolojik açıdan mümkün olanla fiilen gerçekleşmiş olan arasındaki büyük fark, hatta zıtlık ise hayret verici boyutlarda. Dünyadaki toplam gıda üretimi ve açlıkla yüz yüze kalan milyonlar arasındaki tezat, her yıl yükselen toplam gayrisafi hasıla ve giderek artan yoksulluk, bilim ve sanatta kat edilen mesafeye rağmen kitlesel hale gelen cehalet ve estetik fukaralığı… her biri kapitalizm koşullarında “ilerleme”nin aslında ilerleme anlamına gelmediğinin birer kanıtı gibi. Dolayısıyla bilgisayar ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin, toplumsal düzen aynı şekilde işlemeye devam ederken toplumun tamamı için olumlu sonuçlar yaratacağını düşünmek için hiçbir sebep bulunmuyor. Bu da bilgisayar teknolojilerinden beklenenlerin ne kadarının gerçekleştiğini ve gerçekleşenlerin ne gibi sonuçlarının olduğunu tespit etmeyi önemli kılıyor.

Dile getirilen endişeler, yaratılan beklentiler ve kamuoyuna yansıyan kimi sansasyonel bilgiler bu konularda tam bir kafa karışıklığına neden oluyor. Çocukluğu 1980’lerde geçenler hatırlayacaktır; bu yıllarda yayınlanan çocuk dergilerinin en popüler konularından biri 2000 yılına gelindiğinde dünyanın nasıl bir yer olacağına dair fantastik öngörülerdi. Havada ilerleyen otomobiller, bizim adımıza her işi yapan insansı robot arkadaşlar, neredeyse yaz tatiline gider gibi gidilen komşu gezegenler ve daha niceleri… Fütüristik illüstrasyonlar eşliğinde sunulan bu öngörülerin gerçekleşmesi bugün bile neredeyse aynı derecede uzak görünüyor. Ancak beklenti artık çok daha yoğun. Örneğin, yaratılan beklentiye bakılırsa otonom otomobillerin hayatımıza girmesi an meselesi gibi. Fakat “2020 Yılındayız. Kendi Kendine Giden Arabalarımız Nerede?” başlıklı incelemeye (Piper, 2020) göre, yaratılan beklentiyi karşılayacak nitelikte otonom araçlar için biçilen takvim hâlâ belirsiz bir geleceğe işaret ediyor. Uçan otomobillerde de durum hemen hemen aynı. 2019 yılında yayınlanan haberde (Şimşek, 2019) 2022’de birden fazla uçan otomobil modelinin “yollarda” olacağı müjdelenmiş!

İnsanlık fantastik icatların hayatına gireceği günü iple çekerken, gerçekleşmiş birtakım gelişmeler hayatı köklü şekilde değiştirdi bile. Artık habere ve bilgiye erişme biçimimiz, iletişim kurma yöntemlerimiz ve tarzımız, mal ve hizmetlere ulaşmak için kullandığımız kanallar, finansal davranışlarımız, eğlence anlayışımız, örgütlenme pratiklerimiz, “eğitim” dendiğinde anladığımız şey, politik tutumlarımızı belirleme ve ifade etme şeklimiz, sanatsal üretimin gerçekleştirilmesi ve icrası, kamu yönetiminin ve hizmetlerinin hızı, etkinliği… örnekleri çoğaltmak tabii ki mümkün. Ancak bilgisayar ve iletişim teknolojilerinin taşıdığı potansiyelle şu ana kadar gerçekleştirilebilenler arasındaki farkı gözden kaçırmak kolay olmasa gerek. Üstelik, tüm bu teknolojiler sayesinde insanlık adına yapılabileceklerden çok daha azı, ciddi riskler, maliyetler ve sakıncalar pahasına yapılabildi.  

Örneğin bilgisayar korsanlığı, kimlik hırsızlığı, mahremiyet ihlalleri, dikkat sürelerinde ve okuma yazma becerilerinde düşüş gibi sorunlar bundan 20 yıl önce varlığından haberdar dahi olunmayan sorunlardı (Gordon, 2016). Tüm bu sorunların ve burada sıralanmayan çok daha fazlasının temel nedeninin internet ya da bilişim teknolojileri değil, bunların kâr edilecek ürünler, internetin ise dev bir piyasa olarak kurgulanması olduğunu inkâr etmek mümkün değil. Yine Gordon (2016), ABD’deki okulların akıllı sınıflara, bilişim ve internet teknolojilerine çok büyük yatırımlar yaptığını fakat eğitim çıktılarında hiçbir ölçülebilir artış sağlanamadığını aktarıyor.

Türkiye’nin de FATİH Projesi ve benzeri girişimlere aktardığı büyük kaynaklara karşın elde edilen çıktının sıfıra yakın olması, sorunun sadece yöneticilerin niyet ve vasıflarıyla ilgili olmadığını belgeler nitelikte. Üstelik şu sakıncaya da işaret ederek: Dijitalleşme her şeyi ikame edebilecek kadar gelişmedi. Hatta bu hiçbir zaman gerçekleşmeyebilir. Fakat şimdiden, (EBA örneğinde olduğu gibi) gerçek hizmetleri halka fiilen sunmaktan kaçınmanın bahanesi olarak kullanılabilir. Bugün yoksul ailelerin çocuklarının eğitime erişimini kısıtlamanın vesilesi olan dijital teknolojiler, bir süre sonra emekçilerin gerçek bir hekimden, yüz yüze sağlık hizmeti almasının önünde engel haline gelebilir.[3] Dolaysıyla, dijital teknolojilerin birer imkân olarak hayatlarımıza soktuğu kimi uygulamalar iki yüzü keskin birer kılıç gibi dikkatle tutulmalı. Örneğin pandemi gibi sıra dışı durumlarda çare olarak başvurulan uzaktan eğitim, yoksul gençlerin bir üniversite kampüsünün neye benzediğini bilmeden üniversite mezunu sayılmasının, emekçi çocuklarının gerçek bir öğretmenle yüz yüze konuşamadan lise bitirmesinin gerekçesi olma potansiyeli de taşıyor.

Bugünlerde hasta ve cerrahın aynı yerde bulunasını gereksiz hale getiren ve ekstrem acil vakalarda hayat kurtarabilecek cerrahi robotlar, bir süre sonra emekçilerin ciddi ameliyatlarda bile, uzmanlığını sorgulamak bir yana, yüzünü dahi görmedikleri cerrahlara kendilerini emanet etmek zorunda kalmalarına kapı aralayabilir. Tıpkı bir zamanlar bilgiye ulaşmanın en kolay ve en demokratik yolu olduğu düşünülen internetin yalan, manipülasyon, yüzeysellik, cahillik, yozlaşma ve her türlü insanlık düşmanı akımın kol gezdiği bir aleme dönüşmesi gibi.

Bilgisayar ve iletişim teknolojilerinin en önemli sonuçlar yaratmaya namzet başlıklarından birisini de büyük veri oluşturmaktadır. Bilişim sistemleri üzerinden gerçekleştirilen her türlü faaliyet ve bu sistemlere bir şekilde bağlı olan her türlü cihaz, isteyerek ya da istemeden, ciddi bir dijital veri yaratılmasına neden olmaktadır. Bu yığınsal verilerden yararlanarak anlamlı çıkarımlar yapmak şirketler, kamu otoriteleri ve bilim dünyası için son derece işlevli olabilmektedir. Artık kaynağı tespit edilemeyecek kadar yaygın şekilde kullanılan “5V” tanımına göre büyük veri, hacim (volume), çeşitlilik (variety), hız (oluşma ve büyüme hızı, velocity), doğruluk (veracity), değer (value) ve buna sonradan ilave edilen değişkenlik (variability) gibi özelliklere sahip veri yığınlarını ifade etmektedir.

Tıpkı diğer teknolojiler gibi büyük verinin de insanlık yararına, kamu yararına kullanılması mümkün ve gerekli. Ne var ki aynı teknoloji, halk sağlığı sorunlarını daha ortaya çıkmadan önlenmek için kullanılabileceği gibi özel sağlık sektörüne müşteri akışı sağlamak için de kullanılabiliyor. Eğitim, sosyal politika ve her türlü kamu hizmetinin tasarlanmasında ve sunulmasında büyük yararı olabilecekken seçim sonuçlarının manipüle edilmesine hizmet edebiliyor. Üstelik kâr hırsı ve baskıcı eğilimlerin eline geçtiğinde tam bir adaletsizlik ve verimsizlik kaynağına dönüşebiliyor. Büyük veri yığınları ve bunlar üzerinde çalışan algoritmalar bir araya geldiğinde ortaya toplumu tahrip eden silahların çıktığını düşünen O’Neill (2016: 157) geçmişte bazılarına katkıda bulunduğu bu uygulamaların çarpıcı örneklerini sunduğu kitabını şöyle bitiriyor:

[Matematiksel Kitle İmha Silahları-MKİS (Weapons of Math Destruction-WMD)] Verimlilik ve adalet vadederken [üniversite sıralamalarında yukarılara tırmanma tutkusunun tetikleyip] yükseköğretimi çarpıklaştırdı, [kredi ödemelerinde sorun yaşayanlara yönelik kişiselleştirilmiş banka reklamlarıyla] borçluluğu artırdı, [güvenlik güçlerinin ve adalet sisteminin dezavantajlı bölgelere ve kesimlere yoğunlaşmasını sağlayarak] kitlelerin mahpusluğa sürüklenmesini hızlandırdı, neredeyse her köşe başında yoksulları itip kaktı ve demokrasinin altını oydu (…)

Yoksul insanların kredi sicillerinin bozuk olması ve başka yoksullarla çevrelenmiş halde, suç oranlarının yüksek olduğu yerlerde yaşamaları daha olasıdır. MKİS’nin karanlık dünyası bir kez bu veriyi içine aldıktan sonra, onların üzerine talancı yüksek faizli kredi ya da kâr amaçlı eğitim programı reklamları boca eder. Onları tutuklamaları için daha fazla polis gönderir ve suçlandıklarında onlara daha uzun hapis cezaları verdirtir. Bu veriler, aynı kişileri yüksek riskli ya da kolay hedef diye damgalayan başka MKİS’leri besleyip ev ya da araba kredisi faizlerini ve her türlü sigorta primlerini yükseltirken işe girmelerine engel olur. Bu onların kredi notlarını daha da düşürür ve ölümcül bir model girdabından başka bir şey yaratmaz. Bir MKİS dünyasında yoksul olmak, giderek daha tehlikeli ve pahalı hale gelmektedir.

Yoksulları istismar eden aynı MKİS’ler, toplumun rahatı yerinde kesimlerini de kendi pazarlama silolarına yerleştirir (…) Pek çoklarına, dünya giderek daha akıllı ve daha kolay bir yere dönüşüyor gibi gelebilir. Modeller onların dikkatlerini proşutto ve Chianti indirimlerine yöneltirken Amazon Prime’da harika bir film önerir ya da bir zamanlar “tekinsiz” bir muhit olan bölgedeki kafeye yönlendirir. Bu hedeflemenin sessiz ve kişiye özel doğası, toplumun kazananlarını, aynı modellerin bazen sadece birkaç sokak ötede hayatları nasıl mahvettiğini görmekten alıkoyar.

(…) [V]e bu sakıncalar saymakla bitmez. (…) hayatın zorluklarıyla mücadele eden bir genç saatlik bir işe başvururken doldurduğu kişilik testi marifetiyle ret yediğinde hemen ortaya çıkıverirler. Azınlıklara mensup yoksul bir ergen polis tarafından durdurulup tartaklandığında ve uyarı aldığında (…) onları görürüz. Bu en çok yoksulları vuran ama orta sınıfı da boş bırakmayan sessiz bir savaş. Çoğunlukla kurbanlarının ekonomik gücü, avukatlara erişimi ya da mücadelelerini sürdürecek fon zengini siyasi örgütlenmeleri yoktur (…)

Bu yanlışların düzeltilmesi için serbest piyasaya güvenemeyiz (…)

Büyük verinin, insan yaşantısı ve deneyimiyle en doğrudan bağlantılı kaynağını oluşturan kişisel internet (alışveriş, arama, bankacılık ve bilhassa sosyal medya) kullanımı başta Google ve Facebook gibi bilişim devleri için, kişi mahremiyetini bir engel olmaktan çıkarmış durumda. Bu tip firmaların, kullanıcıların faaliyetleri sonucunda oluşan verileri kâr ve manipülasyon maksadıyla kullanmalarını ön plana çıkaran Zuboff (2019) “gözetim kapitalizmi”ni oldukça muğlak bir şekilde tanımlıyor:

1. Ticari mahiyetteki gizli saklı değer elde etme, tahmin ve satış faaliyetleri için hammadde olarak, insan deneyimi üzerinde hak iddia eden yeni bir ekonomik düzen; 2. Mal ve hizmet üretiminin dünya çapında yeni bir davranışsal dönüştürme mimarisine havale edildiği asalak iktisadi mantık;

3. Kapitalizmin, servet, bilgi ve gücün tarihte görülmemiş ölçüde yoğunlaşmasıyla ayırt edilen haydutça bir mutasyonu (…)

Ancak konunun mahremiyet ihlalinden ve kişisel verilerin kâr amacıyla yine aynı kişiye karşı kullanılmasından daha riskli olan kısmı, tüm bu verilerin, milyonların davranışların manipüle edilmesi için de kullanılabilmesi. Geride bıraktığımız yıllarda ABD seçimlerine müdahale iddialarıyla gündeme gelen ve olayın iddiadan ibaret olmadığını kabul etmek zorunda kalan Cambridge Analytica gibi şirketler geliştirdikleri algoritmalarla artık kişiyi en yakınlarından bile daha iyi tanıyıp, davranışlarını öngörebilme ve yönlendirebilme yeteneğine sahipler. Günümüzde cep telefonu ya da internet kullanmamak emekçilerin büyük çoğunluğu içi hayatın ve ekonominin dışında kalmak anlamına geleceğinden, gözetimsiz bir kapitalizm gerçekçi bir seçenek olarak görülmemeli. Kâr hırsının dünyayı getirdiği noktada, artık sadece eşitlik ve özgürlük için değil, gözetimden kurtulmak ve biraz mahremiyet için de kapitalizmden kurtulmak gerekiyor.

SONUÇ

Teknoloji toplumsal yaşam ve üretim üzerinde önemli bir etkiye sahip olagelmiştir. Ancak teknolojilerin toplum üzerinde tahrip edici mi yoksa olumlu etkiler mi göstereceği bu teknolojilerin doğasından kaynaklanmamaktadır. Bu elbette Marx’ın (1966) çok bilinen ve sıkça alıntılanan “elle işletilen değirmen size derebeyli toplumu verir; buharla işleyen değirmen, size kapitalistli toplumu verir” ifadesiyle tezat içermez. Hiçbir toplum yapısı, o toplumu oluşturan sınıflardan önce ortaya çıkamaz. Sınıflarsa, üretim ilişkilerinde kendilerine düşen rolü oynamalarını mümkün kılan ya da bunu zorunlu hale getiren teknoloji olmaksızın anlamlı bir çokluğa ulaşamaz. Ancak bir kez toplumsal yapıya tekabül eden teknoloji geliştikten ve yaygınlaştıktan sonra, o teknolojinin daha eşit, özgür, müreffeh ve verimli bir toplum yaratılması için kullanılması mümkündür. Tabii tam tersi de. Bir teknoloji toplumun geniş kesimlerini sefalete sürükleyip türlü haksızlığa maruz bırakabilirken, aynı teknolojinin, tabii mantıksal ve tarihsel sınırlar dahilinde, refah ve eşitlik doğurması da mümkündür. Sonuç, her bir teknolojinin ne tür bir ekonomik, toplumsal ve siyasal düzende, ne tür amaçlarla ve kimler tarafından kullanıldığına bağlıdır.

Bilgisayar teknolojileri, robotlar, yapay zekâ ve büyük veri de bunun istisnası değil. Her ne kadar nihai etkileri ve bu etkilerin boyutu şimdiden tam olarak öngörülemese de bahsedilen teknolojilerin toplumsal yaşam ve emekçiler açısından önemli birtakım sonuçlar doğurması beklenmektedir. Dijital teknolojilerin olası etkilerinin temkinli bir yaklaşımla ele alındığı çalışmalar şimdiden geniş bir literatür oluşturmuş durumda. Piyasa ekonomilerinde olası etkilerin yönünü ve büyüklüğünü tahmin etmeye yönelik bu çalışmaların yer aldığı literatür çoğunlukla dramatik değişimlerin henüz çok yakında olmadığı sonucunu veriyor. Sınırsız bir iyimserlik taşıyan çalışmalarsa bu eğilimlerini, bölüşümü tamamen tali bir meseleye indirgeyip çok büyük verimlilik artışlarının bir şekilde tüm toplumun refahına hizmet edeceği varsayımına dayandırıyor. Anaakımda kendisine giderek daha fazla yer bulan, büyük üretkenlik artışları neticesinde temel yurttaşlık geliri gibi politikaların yakın gelecekte yaygın biçimde uygulanabileceği kabulünü de bu kapsamda okumak mümkün.

Ancak ne teknolojik gelişmeler ne de evrensel yurttaşlık geliri gibi politikalar işçi sınıfına toplum içinde eşit ve saygın bir konum vadetmiyor. Hayali kurulan bu yeni dünyada işçi sınıfının istihdam edilecek kadar şanslı ve ayrıcalıklı kısmı üretim sürecinde kendi emeğine ve ürününe yabancılaşmaya devam ederken, emeğine ihtiyaç duyulmayan kısmı ise üretim araçlarına, topluma ve kendisine giderek daha fazla yabancılaşıyor. Nitekim Vonnegut’un (1997), çalışan insanların işlerini yapış şekillerinin makinelere kaydedildiği ve böylelikle insan emeğine ihtiyacın neredeyse ortadan kalktığı bir geleceği anlattığı romanı Otomatik Piyano toplumsal yaşamın yalnızca ekonomik refahtan ibaret olmadığını, insanların kendi varoluşlarını anlamlı kılmaya da ihtiyaç duyduğunu anlatıyor. Marx ve Engels’in (2013: 41) yukarıdakiler kadar çok bilinen pasajlarında ise üretim, kıtlığın bir sorun olmaktan çıktığı komünist toplumda dahi, toplumun örgütlediği ama insanın gerçekleştirdiği bir faaliyet olarak kurgulanıyor: Oysa hiç kimsenin kesin bir faaliyet alanına sahip olmadığı, dilediği her alanda kendini yetiştirebildiği komünist toplumda, genel üretimi toplum düzenler. Böylece de bana, dilediğimce, bugün bu işi, yarın bir başka işi yapabilme -avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmamı gerektirmeden, sabah ava çıkıp öğleden sonra balığa gitme, akşamları hayvan yetiştirme, yemekten sonra da eleştiri yapma olanağı sağlar.

Kapatırken okuru, işlerinin yoğunluğundan, hayatın bitkin düşürücü ve tüketici temposundan şikayet eden, ekran bağımlısı çocuğuyla ne yapacağını bilemediğinden dert yanan günümüz insanını, ilk ortaya çıktığında büyük bir kolaylık gibi görünen ve bir süre sonra gece 22’lerde başlayan iş “toplantılarını” hayatın parçası haline getiren Zoom vb. uygulamaları, ellerde telefonlarla aynı masaya oturulup başka alemlere dalınan arkadaş meclislerini ve her şeyin aslında ne kadar da farklı olabileceğini düşünürken Marx’ın (1997: 422) şu satırlarını okumaya davet etmek yerinde olacaktır:

Kuşku götürmeyen bir gerçektir ki, yalnızca makine, işçileri, gerekli geçim araçlarından ‘azat etmekte’ sorumlu değildir. Girdiği sanayi kollarında üretimi ucuzlatır ve artırır, ama başlangıçta, diğer sanayilerde üretilen geçim araçlarının kitlesinde bir değişiklik yapmaz. (…) Ve işte bizim savunumcularımızın dayandıkları nokta budur! Makinenin kapitalist kullanımından ayrılmaz çelişki ve uzlaşmaz karşıtlıklar, makineden değil, ama aslında makinelerin kapitalist biçimde kullanımından doğduklarından ötürü, mevcut değildir diyorlar. İşte bu yüzden, makine tek başına alındığında çalışma saatlerini kısalttığı halde, sermayenin hizmetine girdiği zaman bunu uzatmakta; ve gene kendi başına, çalışmayı hafiflettiği halde, sermaye tarafından kullanıldığı zaman, işin yoğunluğunu artırmaktadır; kendi başına, o, insanın doğa üzerindeki zaferi olduğu halde, sermayenin elinde, insanları bu kuvvetlerin kölesi haline getirmektedir; kendi başına, üreticilerin servetini artırdığı halde, sermayenin elinde, bunları sefilleştirmektedir (…) Böylece, o, kendisini, kafa yormaktan kurtardığı gibi, üstelik, kendi karşıtının üstü kapalı olarak, makinenin kapitalist kullanımına değil de, bizzat makineye karşı çıkacak kadar aptalolduğunu söyler.

Makinenin kapitalist biçimde kullanılması yüzünden geçici huzursuzlukların doğacağını o da yadsımaz. Ama, öbür yüzü olmayan bir madalyon nerede vardır? Makinenin, sermaye dışında herhangi bir kullanımı, onun için olanaksızdır. Bunun için de, işçinin makine tarafından sömürülmesiyle, makinenin işçi tarafından sömürülmesi ona göre özdeş şeylerdir. Makinenin kapitalist kullanımının içyüzünü ortaya koyan herkes, bu nedenle, onun herhangi bir şekilde kullanımına karşıdır ve toplumsal gelişmenin düşmanıdır. (vurgular makale yazarına ait)


KAYNAKÇA

Acemoğlu, D., & Restrepo, P. (2018). The Race Between Man and Machine: Implications of Technology for Growth, Factor Shares, and Employment. American Economic Review, 108(6), s. 1488–1542.

Acemoğlu, D., & Restrepo, P. (2019). Automation and New Tasks: How Technology Displaces and Reinstates Labor. Journal of Economic Perspectives, 33(2), 3-30.

Acemoğlu, D., & Restrepo, P. (2020). Robots and Jobs: Evidence from US Labor Markets. Journal of Political Economy, 128(6), 2188-2244.

Acemoğlu, D., Autor, D., Dorn, D., Gordon, H., & Brendan, P. (2014). Return of the Solow Paradox? IT, Productivity, and Employment in US Manufacturing. American Economic Review, 104(5), 394-399.

Allen, R. C. (2017, Ekim 19). Lessons From History for the Future of Work. Nature(550), 321-324.

Autor, D. H. (2015). Why Are There Still So Many Jobs? The History and Future of Workplace Automation. The Journal of Economic Perspectives, 29(3), s. 3-30.

Brynjolfsson, E., & McAfee, A. (2011). Race Against the Machine. Lexington: Digital Frontier Press.

Brynjolfsson, E., & McAffee, A. (2014). The Second Machine Age: Work, Progress, and Prosperity in a Time of Brilliant Technologies. W W Norton & Company.

Dünya Bankası. (2016). World Development Report 2016: Digital Dividends. Washington: World Bank Group.

Dünya Bankası. (2021). World Development Indicators. 02 20, 2022 tarihinde https://databank.worldbank.org: https://databank.worldbank.org/source/world-development-indicators adresinden alındı

Engels, F. (1997). İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu. (Y. Fincancı, Çev.) Ankara: Sol Yayınları.

Gordon, R. J. (2016). The Rise and Fall of American Growth: The US Standard of Living Since the Civil War. New Jersey: Princeton University Press.

Jenkins, R. (1922). Savery, Newcomen and the Early History of the Steam Engine. Transactions of the Newcomen Society, 3(1), 96-118. doi:10.1179/tns.1922.009

Keynes, J. M. (1936). General Theory of Employment, Interest and Money. Londra: Palgrave Macmillan.

Keynes, J. M. (1963). Economic Possibilities for Our Grandchildren. J. M. Keynes içinde, Essays in Persuasion (s. 358-373). Londra: W. W. Norton & Company.

Maddison, A. (2022, 02 20). Maddison Historical Statistics. Groningen Growth and Development Centre: http://www.ggdc.net/maddisonHhistorical_Statistics/horizontal-file_02-2010.xls adresinden alındı

Marx, K. (1966). Felsefenin Sefaleti. (E. Başar, Çev.) Ankara: Sol Yayınları.

Marx, K. (1997). Kapital: Kapitalist Üretimin Eleştirel Bir Tahlili (5 b., Cilt 1). (A. Bilgi, Çev.) Ankara: Sol Yayınları.

Marx, K., & Engels, F. (2013). Alman İdeolojisi (2 b.). (T. Ok, & O. Geridönmez, Çev.) İstanbul: Evrensel Basım Yayın.

Navickas, K. (2005). The Search for ‘General Ludd’: The Mythology of Luddism. Social History, 30(3), 281-295.

Nordhaus, W. D. (2021). Are We Approaching an Economic Singularity? Information Technology and the Future of Economic Growth. American Economic Journal: Macroeconomics, 13(1), 299–332.

O'Neill, C. (2016). Weapons of Math Destruction. New York: Crown.

Piper, K. (2020, 02 28). Vox. 02 10, 2022 tarihinde https://www.vox.com: https://www.vox.com/future-perfect/2020/2/14/21063487/self-driving-cars-autonomous-vehicles-waymo-cruise-uber adresinden alındı

Quataert, D. (1986). Machine Breaking and the Changing Carpet Industry of Western Anatolia, 1860–1908. Journal of Social History, 19(3), 473-489.

Solow, R. (1987, Temmuz 12). We'd Better Watch Out. New York Times Book Review, s. 36.

Sullivan, R. J. (1989). England’s “Age of Invention”: The Acceleration of Patents and Patentable Invention During the Industrial Revolution. Explorations in Economic History, 4(26), 424-452. doi:10.1016/0014-4983(89)90017-x

Şimşek, G. (2019, 01 21). Uçan Otomobiller Ne Zaman Uçacak? 02 11, 2022 tarihinde www.haberturk.com: https://www.haberturk.com/yazarlar/guntay-simsek-1019/2297569-ucan-otomobiller-ne-zaman-ucacak adresinden alındı

Vonnegut, K. (1997). Otomatik Piyano. (İ. Dolanoğlu Çimen, Çev.) İstanbul: Metis.

Zuboff, S. (2019). The Age Of Surveillance Capitalism. New York: Public Affairs.


[1] Veri bulunmayan yıllara ait değerler doğrusal enterpolasyon yöntemiyle tamamlanmıştır. 18’inci yüzyılın ilk birkaç on yılına tekabül eden yapısal kırılma, burada yer verilmeyen kişi başı GSYH gibi göstergelerde de gözlemlenmektedir.

[2] Yazarlar bilgisayar bilimci Martin Grötschel’den aktararak, standart bir optimizasyon probleminin çözümünün 1988-2003 aralığında 43 milyon kat hızlandığını, bu çarpan etkisinin 1,000’inin bilgisayarların hesaplama gücündeki artıştan, 43 binininse hesaplama algoritmalarındaki iyileştirmelerden kaynaklandığını belirtiyor.

[3] Hastalıkların teşhis edilmesinde yapay zekâ uygulamalarının deneysel olarak kullanılmaya başlandığı hatırlanmalı.

]]>
<![CDATA[Bilgisayar Çağı’nın Yeni Sömürü Modeli: Kitle Kaynaklı Çalışma-“Amazon Mechanical Turk” örneği]]>Crowdsourcing: The New Exploitation Model of The Computer Age - The “Amazon Mechanical Turk” Example

Bilim ve Aydınlanma Akademisi
Kolektif Yaşamı Kurgulama Bilim Alanı - Bilişim Teknolojileri Komisyonu
Özet

Yapay zeka teknolojilerinin endüstride ve günlük hayatta daha çok kullanılır hale gelmesinin merkezinde duran faktörlerden biri büyük miktarda verinin kolayca üretilebilir

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/bilgisayar-caginin-yeni-somuru-modeli-kitle-kaynakli-calisma-amazon-mechanical-turk-ornegi/62b49076f0424b426f6a6b04Thu, 23 Jun 2022 22:39:00 GMTCrowdsourcing: The New Exploitation Model of The Computer Age - The “Amazon Mechanical Turk” Example

Bilim ve Aydınlanma Akademisi
Kolektif Yaşamı Kurgulama Bilim Alanı - Bilişim Teknolojileri Komisyonu
Özet

Yapay zeka teknolojilerinin endüstride ve günlük hayatta daha çok kullanılır hale gelmesinin merkezinde duran faktörlerden biri büyük miktarda verinin kolayca üretilebilir ve erişilebilir olmasıdır. Kısaca “büyük veri” diyebileceğimiz bu değeri, amorf bir veri yığını olarak düşünmemek gerekir. Büyük miktarda verinin yapay zeka teknolojileri açısından faydalı olabilmesi için çoğu zaman bu verinin temizlenmesi, işlenmesi veya etiketlenmesi gerekir. Önemli bir vasıf gerektirmeyen bu veri işçiliği, günümüzde teknoloji tekelleri tarafından ‘’kitle kaynaklı çalışma’’ (İng. crowdsourcing) modeline havale edilmiştir. Bu çalışma modelinin öncüsü ve en önemlisi olan Amazon Mechanical Turk’ü (AMT), teknoloji tekelleri ticari ürünlerini geliştirmek için sıkça kullanmaktadır. Çalışma koşullarının hiçbir regülasyona tabi olmadığı AMT, “çalışanlarının” sınırsız sömürüsüne olanak sağlamaktadır. 2017 yılında yapılan bir araştırmaya göre AMT çalışanının medyan geliri saatte 2 dolardı. Aynı yılda Amerika Birleşik Devletleri’ndeki federal asgari ücretin saatte 7,25 dolar olması, AMT’nin çalışma koşulları hakkında önemli bir fikir vermektedir. Böylece, dünyanın “en zengin ve havalı” teknoloji şirketleri, çalışma koşulları 19. yy.’daki tekstil işçilerininkine benzetilen bir çalışma modeli ile büyümektedir.



Anahtar kelimeler: kitle kaynaklı çalışma, sömürü, yüksek teknoloji, amazon mechanical turk.

Abstract

A major factor behind the increasing use of artificial intelligence technologies in industry and daily life is the ease in production of and accessibility to large amounts of data. This asset, which we can call “big data”, is not just an amorphous stack. For large amounts of data to be useful for artificial intelligence technologies, it is often necessary to clean, process or annotate them. These mundane tasks, which do not require specific skills, are delegated to crowdsourcing by the technology monopolies today. The pioneer of this crowdsourcing labor model, the Amazon Mechanical Turk (AMT), is being used by many technology monopolies in the development of actual products. The working conditions in AMT are not subject to any regulations at all, hence it enables unlimited exploitation of its “workers”. According to a research study carried out in 2017, the median hourly income for an AMT worker was 2 US dollars. At the same year, the federal minimum wage in the US was 7.25 US dollars, which signifies poor working conditions in AMT. Thus, the richest and “coolest” technology monopolies in the world are growing based on a working model which is likened to that of 19th century textile workers’.



Key words: crowdsourcing, exploitation, advanced technology, amazon mechanical turk.

Giriş

Ünlü matematikçi ve bilgisayar bilimcisi Alan Turing’in "makineler düşünebilir mi?" sorusunu ortaya atmasının üzerinden 72 yıl geçti (Turing, 1950). Bu süre zarfında “yapay zekâ” (YZ) araştırmalarında sibernetik, otomata teorisi, mantık ve sembolik akıl yürütme, kural tabanlı sistemler gibi birçok farklı paradigma ortaya çıktı. Bu paradigmalardan biri olan “makine öğrenmesi” veya ”yapay öğrenme” (İng. machine learning), son yıllarda YZ araştırmalarında baskın yaklaşım haline geldi. Kısaca “bilgisayarın örneklere bakarak kendi kendini programlaması” olarak tanımlayabileceğimiz yapay öğrenme yaklaşımının son yıllardaki ivmeli yükselişini akademik alanda kolayca gözlemek mümkün (Şekil 1). Benzer şekilde, yapay öğrenmenin etkisi endüstride de görülmekte (Şekil 2) ve bu yaklaşımla elde edilmiş ürünler her geçen gün daha çok hayatımıza girmektedir. Üretim bandındaki akıllı robotlar, endüstrinin her seviyesindeki otomasyon, dilden dile otomatik çeviri, akıllı asistan uygulamaları, tıbbi teşhis uygulamaları, otonom araçlar gibi güncel YZ uygulamalarının hemen hepsinin yapay öğrenme tabanlı olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.


Şekil 1: Sol taraftaki grafik tüm bilim alanlarında üretilen bilimsel makaleler arasında YZ ile ilgili olanlarının yüzdesini, sağdaki ise tüm YZ yayınları arasında “yapay öğrenme”nin (açık mavi renkle) payını göstermektedir. Sağdaki grafikte gösterilen diğer başlıkların “yapay öğrenme”nin birer uygulama alanı olduğu düşünüldüğünde yapay öğrenmenin YZ içindeki baskın rolü daha net görülebilir. (Kaynak: Zhang ve ark., 2022 - “2022 AI Index Report”)

Şekil 2: Yıllara göre YZ konulu patent sayısı. (Kaynak: Zhang ve ark., 2022 - “2022 AI Index Report”)

YZ’nin bir alt dalı olan “yapay öğrenme”yi örnek bir problem üzerinden tanımaya çalışalım. Amacımız, trafikte giderken etrafında gördüğü nesneleri tanıyan akıllı bir araç kamerası geliştirmek olsun. Trafikteki diğer araçlar, yayalar, bisikletli insanlar, trafik levhaları, yoldaki şeritler, kaldırımlar, bitkiler gibi bir insanın etrafına baktığında hiç efor sarfetmeden tanıyabileceği nesneleri otomatik olarak tanıyabilen bir YZ sisteminden söz ediyoruz. Problemi basitleştirmek için sadece trafik levhalarına, hatta sadece “Dur” levhasını tanımaya odaklanalım. Kameranın (bilgisayarın) bu levhayı tanıyabilmesi için levhanın şu özelliklerini tespit etmesinin yeterli olacağı düşünülebilir: görüntüdeki piksellerin çoğu kırmızı renkte olmalı, altıgen bir şekil olmalı, “D” “U” ve “R” harfleri bulunmalı. Fakat sokaktan alınan görüntülerde bu özelliklerin tespitini zorlaştıracak birçok etmen vardır: örneğin, levhanın rengi solmuş olabilir; görüş açısı, uzaklık, hava koşulları (sis, yağmur, kar, vb.) ve ışık miktarı, altıgen şekli ve harfleri algılamayı zorlaştırabilir. Sadece bunlar değil, aynı sistemin onlarca diğer levhayı ve diğer tüm nesne kategorilerini (yaya, araç, bisiklet, vb.) de tanıması gerektiği düşünülürse bu yaklaşımın başarısız olacağını öngörmek zor olmayacaktır. “Kural tabanlı” olarak isimlendirebileceğimiz bu yaklaşım, YZ tarihinin erken zamanlarında kullanılırdı. Şimdi aynı problemi “yapay öğrenme” ile nasıl çözebiliriz diye bakalım. Bu yaklaşımda, önce, sistemimizin tanımasını istediğimiz tüm nesne kategorileri için bol miktar örnek görüntü toplarız. Örneğin, “Dur” levhası için bu levhanın değişik görüş açılarından, farklı hava ve ışık koşullarında çekilmiş mümkün olduğu kadar çeşitli ve mümkün olduğu kadar fazla görüntü toplanmalıdır. Diğer nesne kategorileri için de aynı şekilde görüntü toplanmalıdır. Sonra, bu örnek görüntülerin her bir pikselinin hangi nesne kategorisine ait olduğu etiketlenmelidir. Ardından, verilen görüntüdeki nesneler hakkında tahminler üretebilen parametrik bir fonksiyon tanımlanır. Günümüzde bu fonksiyonlar çoğu zaman derin yapay sinir ağları ile gerçeklenir. Ve bu fonksiyonun parametreleri, etiketli görüntülerde en iyi tanıma başarımını verecek şekilde bilgisayar tarafından otomatik olarak optimize edilir. Bu optimizasyon safhasına “eğitim” adı verilmektedir. Böylece sistemimiz, etiketlediğimiz nesneleri otomatik olarak tanıyacak şekilde ayarlanmış olur. Artık bu sisteme, daha önce hiç görmediği etiketsiz bir görüntü verebilir ve bu girdi görüntüsündeki nesneleri tahmin etmesini isteyebiliriz. Sistemimizi “eğitmek” için kullandığımız veri kümesi ne kadar büyük ve ne kadar çeşitli olursa sistemin başarımı o kadar iyi olacaktır. Bu problem için özel olarak üretilmiş Cityscapes isimli veri kümesinden örnekleri Şekil 3’te bulabilirsiniz.


Şekil 3: Cityscapes veri kümesinden örnek etiketli görüntüler. Buradaki her renk farklı bir nesne sınıfını temsil etmektedir. Örneğin, kırmızı ile işaretlenmiş pikseller yayaları, maviler arabaları, pembeler kaldırımları göstermektedir (Cortds ve ark., 2016). 

Yukarıda örneklediğimiz yapay öğrenme yaklaşımı, kullandığı etiketli veri kümesinden dolayı “gözetimli öğrenme” (İng.supervised machine learning) olarak adlandırılır. Yapay öğrenmenin, “gözetimsiz öğrenme”, “pekiştirmeli öğrenme”, “üretici modeller” gibi birçok alt alanı bulunmaktadır ve bu alt alanlar yazımızın kapsamını aşmaktadır. Burada, “gözetimli öğrenme”nin yapay öğrenmede hakim olan yaklaşım olduğunu ve günlük hayatta gördüğümüz hemen tüm YZ uygulamalarının bu yaklaşımla elde edildiğini söylemekle yetinelim.

Yapay öğrenme tabanlı YZ uygulamalarının endüstride veya günlük hayatta bu kadar çok karşımıza çıkmasını sağlayan faktörler arasında kuşkusuz hızlanan ve yaygınlaşan bilgisayarlar ile araştırmacıların yapay öğrenme yöntem ve modellerini sürekli geliştirmeleri var. En az bunlar kadar önemli olan diğer faktör ise veri. Her geçen gün artan miktarlarda üretilen dijital veriler YZ uygulamalarının geliştirilmesine olanak sağlıyor. Bu veriler o kadar önemli ki, örneğin otonom araç yapmaya çalışan firmalar için modellerini eğittikleri veri kümeleri hem bir ticari sır hem de çok değerli bir varlık niteliğinde. Bu firmalardan biri veri kümesinin muhtemelen çok ufak bir kısmını ticari olmayan kullanım için araştırmacılara açtığında haber olmuştu (Hawkins, 2019).  

Çok miktarda verinin faydalı olabilmesi için bu verinin çoğu zaman işlenmesi, temizlenmesi ve etiketlenmesi gerekir. Önemli bir vasıf gerektirmeyen ve “veri işçiliği” olarak adlandırabileceğimiz bu iş, günümüzde teknoloji tekelleri tarafından ‘’kitle kaynaklı çalışma’’ modeline havale edilmiştir. Bu çalışma modelinin öncüsü ve en önemlisi olan Amazon Mechanical Turk’ü (AMT), teknoloji tekelleri ticari ürünlerini geliştirmek için sıkça kullanmaktadır. Hangi firmanın veri kümesini etiketletmek için AMT’yi (veya benzeri başka bir platformu) kullandığı açıkça yayımlanan bir bilgi olmadığı için bir liste vermek zor. Fakat bilinen örnekler yeterince çarpıcı. Toyota ve Massachusetts Teknoloji Enstitüsü ortaklığıyla toplanan bir veri kümesinin AMT kullanarak etiketlendiği biliniyor (Alford, 2020). Yandex, otonom sürüş veri kümesini AMT benzeri bir ‘’kitle kaynaklı çalışma’’ platformu olan Toloka ile etiketledi (Toloka, 2020). Yine AMT benzeri ScaleAI isimli bir firmanın 2018 yılında veri etiketleme işi için 18 milyon dolarlık yatırım aldığı ve bu firmanın, aralarında General Motors ve Lyft’in olduğu birçok firmanın otonom sürüş verilerini etiketlediği basına yansımıştı (Megorskaya, 2021). Veri etiketleme sektörünün 2028’de 8,22 milyar dolarlık bir büyüklüğe ulaşacağı öngörülüyor (Megorskaya, 2021). Şimdiye kadar verdiğimiz örnekler hep otonom sürüş üzerine olsa da AMT ve benzeri platformlar çok çeşitli veri kümelerinin etiketlenmesi için kullanılıyor.

Amazon Mechanical Turk (AMT) nedir?

Amazon sitesi 1991 yılında yaşamına kitap satışıyla başladı. 2000’li yılların başında ise her türlü ürünü site üzerinden satmaya başlayarak bugün binlerce örneği olan e-ticaret sitelerinin öncülerinden oldu. Bu kadar çok ürünün siteye eklenmesi ciddi bir sorunu beraberinde getiriyordu. Ürünler site envanterine girmişti ancak yapısal olarak dağınıktı, sınıflandırılmış bir ürün yapısı bulunmuyordu. Onbinlerce ürünün aynılarının ayıklanması gerekiyordu.

Firmanın mühendisleri tekrar eden ürünlerin ikincil kopyalarını tespit edecek bir yazılım geliştirmeye başladılar. Ancak kısa sürede bu problemi “aşılamaz” olarak nitelendirip çalışmayı durdurdular. Ürünler için hazırlanmış metin ve görselleri inceleyerek iki ürünün aynı olup olmadığına karar vermek insan zekası için çok kolay bir iş olduğu halde, bilgisayarlar bu problemi çözemiyordu.

Sonuç olarak ayıklama işinin ancak insan gücüyle çözülebileceği anlaşılmıştı. Yalnız ürün sayısı fazlaydı ve çözümün uygulanması büyük bir işgücü gerektiriyordu. Bu sefer problem yüksek sayıda insanın bu ayıklamayı yapmak için nasıl koordine edileceğiydi.

Amazon yöneticilerinden Venky Harinarayan çözüm için “hibrit makine/insan hesaplama düzeni” (İng. Hybrid machine/human computing arrangement) adlı bir çalışma sistemi önerdi (Harinayan ve ark., 2007). Bu sisteme göre iş alt parçalara ayrılacak şekilde tarif edilir, sistem işi insanlara dağıtır, her bir çalışan kendi işini tamamlayınca yaptıklarını sisteme geri gönderir ve böylece problem küçük parçalar halinde çözülmüş olur.

Bu çözüm yöntemi Amazon’un problemi için çok iyi çalıştı. Çalışanlar kısa sürelerde tüm tekrar ürünleri sildiler, sınıflandırdılar. Amazon bu yöntemin firma için muazzam başka avantajları olduğunu farketti. Çalıştıkları insanları işe alması ve hatta görmesi bile gerekmiyordu. Çok sayıda insan kendi bilgisayarlarından herhangi bir yerde, herhangi bir saatte çalışabiliyordu.

O tarihlerde Amazon’un yöneticiliğini yapan Jeff Bezos yüksek vasıf gerektirmeyen bu iş modelinin geliştirilerek satılabileceğini farketti. İnsan Zekası Görevleri (İng. HIT: Human Intelligence Tasks) olarak tanımlanan bu hizmet Amazon Mechanical Turk (MTurk) ismiyle 2005 yılında dışarıya da servis vermeye başladı.

Amazon bu ürününün ismini Mechanical Turk (Türk Otomatı) olarak bilinen tarihi bir hikayeden seçmiştir. 1770'de mekanikçi Wolfgang von Kempelen tarafından Viyana İmparatoriçesi Maria Theresa için satranç oynayan bir otomat geliştirilmiştir (Şekil 4). 120x105x60 boyutlarında üzerine satranç tahtası çizilmiş tekerlekli bir kabinet önünde oturan bıyıklı, sarıklı ve pelerinli bir Türk figürü olan makine, satranç hamlelerini yapabiliyor ve birçok rakibini yeniyordu (“Mechanical Turk”, 2022). Satrancı oynayan tabi ki makine değil, kabinetin içine ustalıkla saklanmış bir insandı.


Şekil 4: Von Kempelen’in “Mechanical Turk”ünün bir rekonstrüksiyonu. (Kaynak: Wikipedia)

Yukarıdaki hikayenin özüne benzer şekilde Amazon Mechanical Turk (AMT) hizmetinden yararlananlar için otomatik işleyen, görünmeyen kısmında ise insan emeği ve bilgisi gerektiren bir sistem vardır.

Kısa süreli, çok sayıda insana gereksinim duyulan ve doğal zeka gerektiren işler için bu yapının bir hizmet olarak pazarlanmaya başlaması kısa sürede karşılık buldu. Elindeki büyük verisinin belirli bir şekilde işlenmesine ihtiyaç duyan firmalar AMT yapısını kullanarak problemlerini kolayca ve hızlıca çözmeye başladı.

Bugün onlarca benzeri olan AMT kitle kaynaklı çalışmanın öncülerindendir ve en büyüklerinden biri olmayı sürdürmektedir.

“Kitle Kaynaklı” çalışma modeli

Kitle kaynak kullanımı genel anlamıyla mal veya hizmetlerin üretiminin geniş ve dağınık işgücüyle yapılması olarak özetlenebilir. Bu çalışma modelinin ilk uygulamasını 1985’te DialAmerica şirketinin yaptığı söylenebilir. Şirket evlere üzerinde isimler yazılı kartlar göndermiş ve her isim için doğru telefon numarasını bulup yazma işi için parça başına ücret ödemiştir. Bir işçinin açtığı dava üzerine mahkemeler bu işçilerin aslında Adil Çalışma Standartları Yasası uyarınca asgari ücrete hak kazandıklarına karar vermiştir (Irani ve Silberman, 2013).

Bu ilk örnekten sonra dijital platformlarda kullanılan kitle kaynaklı çalıştırma modeli genellikle internet, sosyal medya ve akıllı telefon uygulamaları aracılığıyla büyük bir insan grubundan iş, bilgi, ve/veya fikir almayı içermektedir. Bu modeli kullanan CrowdFlower, Toluna ve Amazon gibi emekçilerle işverenleri dijital bir platformda buluşturan şirketler olabildiği gibi NASA Clickworker (Mars’ın yaş haritası bu yöntemle çıkarılmıştır), Wikipedia gibi çeşitli amaçlarla gönüllü havuzu oluşturan ya da WAZE gibi varolan müşterisinden gönüllü olarak veri toplayan kurumlar da vardır. (NASA, 2001).

Bu modelde bir kurumun yapılmasını istediği İnsan Zekası Görevleri (İZG) AMT gibi dijital bir platform üzerinden sunulur. Emekçiler bu platformlara üye olurlar ve listelenen görevleri Şekil 5’te örneği verilen bilgileri değerlendirerek inceler, aralarından seçim yapar ve seçtikleri görevleri tamamlarlar.


Şekil 5: AMT’de örnek görev.

Tanımladığı İnsan Zekası Görevlerinin yapılmasını talep eden kurum yapılan görevleri kontrol eder ve onayladıktan sonra AMT üzerinden ücret ödemesi gerçekleştirilir. Amazon talep eden kurumun işçilere ödediği ücretin %20’si oranında şirketten komisyon alır. Bu durumda AMT gibi platformlar Şekil 6’da gösterildiği gibi bir görev pazarı rolü üstlenmektedir.


Şekil 6: AMT görev pazarı.

Günümüzde kitle kaynak uygulamalarına bakıldığında; grafik tasarım gibi yetkinlik isteyen işler için de kullanılmaya başlandığını ancak yaygın kullanımın zor olmayan, yüksek beceri gerektirmeyen “beyin uyuşturucu” işlerde olduğu görülmektedir. Burada işveren için cazip olan hiçbir yasal düzenlemeye uyma zorunluluğu olmadan, 7/24 hazır ve geniş işgücü havuzuna erişim ve dolayısıyla çok çok düşük ücret karşılığında son derece esnek çalışma koşullarıdır. Şekil 7 Amazon Mechanical Turk iş modelini özetlemektedir.


Şekil 7: Amazon Mechanical Turk İş Modeli.

2.676 çalışanın tamamladığı 3,8 milyon iş üzerinden yapılan bir araştırma, ortalama ücretin saatte 2$ olduğunu göstermiştir (Hara ve ark., 2018). Bu hesaba, çalışanın varolan işleri incelemesi, onlardan uygun olanları belirlemesi için gereken zaman ya da üzerinde çalıştığı halde işveren tarafından kabul edilmeyen işlerin dahil edilmemiş olduğu düşünüldüğünde emekçiler tarafından elde edilen gelirin bu ücretin de çok çok altında olduğu görülecektir. Yine aynı araştırmada bir AMT çalışanının saatlik medyan gelirinin 2 dolar olduğu ve çalışanların sadece %4’ünün federal asgari ücretten (saatte 7,25 dolar) daha fazla kazandığı gösterilmiştir (Hara ve ark., 2018).

Söz konusu işlerin, boş zamanlarda yapılan işler olarak görünse de, yaşadıkları yerde iş bulma anlamında dijital işlerin tek seçenek haline geldiği emekçiler için esas gelir kaynağı olduğu görülmektedir. Bu tür işlerde çalışanların %25’i yaşadıkları yerlerde başka iş olanağı olmadığı için bu işlerde çalıştıklarını ifade etmiştir. Amerikalıların %5’i bu tür işlerden ücret almaktadır (Semuels, 2018).

Değişen teknoloji, değişmeyen sömürü

Sanayi üretiminin ve ona bağlı olarak modern kapitalizmin gelişiminin ilk evrelerinden itibaren, sermaye emeği kontrol altına almak ve emek maliyetlerini düşürmek için sürekli yeni yöntem ve teknikler geliştirdi. Üretimin tekrara dayalı, rutin ve basit işlere bölünmesi emeğin değersizleşmesine ve emekçinin üretime yabancılaşmasına neden oldu. Buna eşlik eden parça başı iş, taşeron çalışma gibi kuralsız yöntemler sermayenin kârını artırırken emekçileri vasıfsızlık, güvencesizlik ve işsizlik gibi sorunlarla karşı karşıya bıraktı.

Kapitalizmin ilk dönemine damgasını vuran bu sömürü koşullarına karşı işçilerin güçlü mücadelesi ve 20. yüzyıldaki reel sosyalizm uygulamaları sayesinde çalışma süresi, ücretler ve haklar konusunda ciddi kazanımlar elde edildi. İşçi sınıfının örgütlü gücü bu kazanımların bir süre korunmasını sağladıysa da özellikle 1980'li yıllarda ortaya çıkan neoliberal uygulamalarla esnek ve kuralsız çalışma biçimleri giderek yaygınlaştı.

Kapitalizmde teknolojik gelişmenin temel motivasyonu her zaman sömürüyü artırmak oldu. Sanayi devrimi sürecinde makinenin bir parçasına dönüşen işçiler, yaklaşık 200 yıl sonra benzer bir durumu yaşıyor. Bugün gelişen bilişim teknolojileriyle insanlar bilgisayarın bir parçası haline geliyor; en temel çalışma haklarından mahrum, düşük ücretlerle, süresiz, güvencesiz ve yoğun bir rekabet içerisinde hayatta kalmak için çalışıyorlar. Tam da Amazon'a ilham veren "Mechanical Turk" makinesinde olduğu gibi, İnternet'in işleyişinde önemli bir yer tutan yoğun emek görünmez oluyor, Jeff Bezos’un AMT‘yi 2006 yılında MIT izleyicisine anlatırken kullandığı sözlerdeki gibi hizmete dönüşüyor: “Bir hizmet olarak yazılımı duydunuz. Şimdi bu bir “hizmet olarak insan” (İng. human as a service)”. Bu durum pek çok mesleği ortadan kaldıracağı söylenen yapay zeka teknolojilerinin, bir yandan insan emeğine ne kadar muhtaç olduğunu da gösteriyor.

Sömürüsüz gelişim mümkün

Toplumsal ihtiyaçların bilimsel ve akılcı yöntemlerle karşılanmasını temel alan bir siyasal düzen olarak sosyalizm, bu hedefine merkezi planlama ile ulaşır. Geniş bir katılımla hazırlanan ve sonrasında merkezileştirilen planın tüm üretim birimlerine yansıması ve bunlar arasında koordinasyonu (Bilişim Teknolojileri Komisyonu, 2020); aynı zamanda uçtan uca üretilen tüm verinin paylaşımını ve ilişkilendirilmesini de sağlayacaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde, günümüzde planlamanın yokluğundan kaynaklanan karmaşanın sosyalizmde kolayca aşılabileceği; bugün ancak insan emeği ile yeniden anlamlandırılabilen birçok veri kümesinin, daha oluşturulması aşamasında anlamlı bağlantılarla zenginleştirilerek kullanılabileceği veya bu ihtiyaçlar doğrultusunda üretim planlamasının yapılabileceği göz önünde bulundurulmalıdır (örneğin; otonom araçlar için sinyalizasyon sistemleri tasarlama, araçlar arası iletişim protokolleri oluşturma vb.). Bu durum bugün düşük ücretlere gerçekleştirilen tekrara dayalı iş yükünün bir ölçüde azalması anlamına gelecektir.

Öte yandan, her şeye rağmen teknolojik gelişimin yetersiz kaldığı veya işlem kaynak maliyetinin yüksek olduğu durumlarda, kaçınılmaz olarak yine insan emeğine başvurulacaktır. Burada bir işçi sınıfı iktidarıyla yönetilen sosyalist düzende öncelikli olarak bu alanda çalışma kurallarının belirleneceği, dijital emekçilerin diğer tüm emekçiler gibi her türlü güvence ve hakka sahip olarak, tanımlı mesai sürelerinde, hak ettikleri ücretlerle çalışacakları belirtilmelidir. Yine de işin yıpratıcı ve gelişime kapalı doğası göz önünde bulundurulduğunda, bu çalışmanın -bazı diğer kamu hizmetlerinde de olabileceği gibi- toplumsallaştırılması, daha geniş ölçekte daha kısa süreli gönüllü çalışmaya başvurulması gibi farklı yöntemlerin denenmesi gerekecektir. Bu yöntemler, aynı zamanda bu teknolojilerin arkasındaki emeği görünür kılarken, toplumu da üretimin bir parçası haline getirerek, üretilen teknolojinin de toplum tarafından sahiplenilmesinin önünü açacaktır.


Kaynaklar

Alford, A. (2020). MIT and Toyota Release Autonomous Driving Dataset DriveSeg. InfoQ. https://www.infoq.com/news/2020/06/mit-toyota-autonomous-driving/ (Son erişim 15.04.2022)

Bilişim Teknolojileri Komisyonu. (2020). Bilişim Teknolojileri ve Sosyalist Planlama. Bilim ve Aydınlanma Akademisi. https://bilimveaydinlanma.org/bilisim-teknolojileri-ve-sosyalist-planlama/ (Son erişim 15.04.2022)

Cordts, M., Omran, M., Ramos, S., Rehfeld, T., Enzweiler, M., Benenson, R., ... & Schiele, B. (2016). The cityscapes dataset for semantic urban scene understanding. In Proceedings of The IEEE Conference on Computer Vision and Pattern Recognition (CVPR) (pp. 3213-3223).

Hara, K., Adams, A., Milland, K., Savage, S., Callison-Burch, C., & Bigham, J. P. (2018, April). A data-driven analysis of workers' earnings on Amazon Mechanical Turk. In Proceedings of the 2018 CHI conference on human factors in computing systems (pp. 1-14).

Harinarayan, V., Rajaraman, A., & Ranganathan, A. (2007). U.S. Patent No. 7,197,459. Washington, DC: U.S. Patent and Trademark Office.

Hawkins, A. J. (2019). Waymo is making some of its self-driving car data available for free to researchers. The Verge. https://www.theverge.com/2019/8/21/20822755/waymo-self-driving-car-data-set-free-research (Son erişim 15.04.2022)

Irani, L. C., & Silberman, M. S. (2013). Turkopticon: Interrupting worker invisibility in amazon mechanical turk. In Proceedings of the SIGCHI conference on human factors in computing systems (pp. 611-620). https://escholarship.org/uc/item/10c125z3

Mechanical Turk. (2022). In Wikipedia. https://en.wikipedia.org/wiki/Mechanical_Turk  (Son erişim 15.04.2022)

Megorskaya, O. (2021). What's Under the 'Hood' of Self-Driving Cars?. Entrepreneur. https://www.entrepreneur.com/article/401261 (Son erişim 15.04.2022)

NASA Clickworker Study.  (2021). NASA Ames's experiment in volunteer science. https://web.archive.org/web/20040711055051/http://clickworkers.arc.nasa.gov/top (Son erişim 15.04.2022)

Semuels, A. (2018). The internet is enabling a new kind of poorly paid hell. The Atlantic, 23. https://www.theatlantic.com/business/archive/2018/01/amazon-mechanical-turk/551192/ (Son erişim 15.04.2022)

Toloka. (2020). Toloka Helps Train a Self-driving Car to Detect Surrounding Objects. https://toloka.ai/blog/self-driving/(Son erişim 15.04.2022)

Turing, A. (1950). Computing machinery and intelligence. Mind, Volume LIX, Issue 236, October 1950, Pages 433–460, https://doi.org/10.1093/mind/LIX.236.433.

Zhang, D., Mishra, S., Brynjolfsson, E., Etchemendy, J., Ganguli, D., Grosz, B., Lyons, T., Manyika, J., Niebles, J.C., Sellitto, M., Shoham, Y. & Perrault, R. (2021). The AI Index 2021 Annual Report. AI Index Steering Committee, Stanford Institute for Human-Centered AI, Stanford University.

]]>
<![CDATA[Sovyet Bilim İnsanlarının Anadolu’da Yaptığı Bir Tarım Araştırması ve ‘Türkiye’nin Tarımı Kitabı’]]>An Agricultural Research Conducted by Soviet Scientists in Anatolia and The Book Called ‘Agriculture of Turkey’

Zuhal Okuyan
Prof. Dr., Halk Sağlığı Uzmanı

Özet

Sovyetler Birliği’nin 1925’ten itibaren Türkiye ile kurduğu bilimsel ve kültürel ilişkilerden biri tarım konusundadır. Türkiye’den Tarım Bakanı’nın Sovyetlere

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/sovyet-bilim-insanlarinin-anadoluda-yaptigi-bir-tarim-arastirmasi-ve-turkiyenin-tarimi-kitabi/62b4d930f0424b426f6a6b31Thu, 23 Jun 2022 22:38:00 GMTAn Agricultural Research Conducted by Soviet Scientists in Anatolia and The Book Called ‘Agriculture of Turkey’

Zuhal Okuyan
Prof. Dr., Halk Sağlığı Uzmanı

Özet

Sovyetler Birliği’nin 1925’ten itibaren Türkiye ile kurduğu bilimsel ve kültürel ilişkilerden biri tarım konusundadır. Türkiye’den Tarım Bakanı’nın Sovyetlere inceleme yapmaya gitmesiyle başlayan süreç, geniş bir bölgede kültür bitkileri ve biyoçeşitlilik üzerine yapılan bilimsel çalışmaların Anadolu ayağının Sovyet bilim insanları tarafından gerçekleştirilmesiyle devam etmiştir. Kültür bitkilerinin evrimi ve genetiği üzerine yapılan çalışmalar konusunda N.I. Vavilov ve P.H. Jukovski o dönemin önde gelen isimleridir. Ülkesinde birçok ödülün sahibi olan Jukovski, 1925-1927 yılları arasında Anadolu’da yaptığı tarım araştırmalarının sonuçlarını Türkiye’nin Tarımı isimli bir kitapta toplamış, 1933 yılında basılan kitabın 1951’de Türkiye’de Türkçe basımı yapılmış ancak orijinal kitapta bulunan bazı bölümler ve resimler kitaba dâhil edilmemiştir. Bu yazıda her iki kitap da incelenmiştir.



Anahtar kelimeler: Jukovski, Türkiye’nin Tarımı, Sovyetler Birliği.

Abstract

One of the scientific and cultural relations established by the Soviet Union with Turkey around 1925 is on agriculture. The relations, which started when the Minister of Agriculture from Turkey went to the Soviets to visit all the institutions related to agriculture in various regions of the USSR, continued with the scientific studies on cultivated plants and biodiversity in Anatolia which was a part of a wider regional research. N.I. Vavilov and P.H. Jukovski are two leading names of that period in studies on the evolution and genetics of cultivated plants. Jukovski collected the results of his agricultural researches in Anatolia between 1925 and 1927 in a book called Turkey's Agriculture. The book, which was published in 1933, was published in Turkish in Turkey in 1951, but some parts and pictures in the original book were not included in the translated book. In this article both books are analyzed.



Key words: Jukovski, Turkey's Agriculture, Soviet Union.

Giriş:

Sovyetler Birliği, genç Türkiye Cumhuriyeti ile özellikle 1925-1933 yılları arasında çok sayıda kültürel ve bilimsel ilişki kurmuş, karşılıklı olarak kültür ve bilim heyetleri bazen uzun süren ziyaretler yapmışlardır.  Tarım alanında da kurulan bu ilişkiler ve işbirliği çerçevesinde 1925’de dönemin Ziraat Vekili Mehmet Sabri Toprak, oldukça uzun sayılabilecek (46 gün)  Sovyetler Birliği tarımını inceleme gezisine çıkmış, dönünce gördüklerini raporlamıştır. Gezi sadece Rusya, Ukrayna topraklarını değil, Kafkasya cumhuriyetlerini de içeriyordu. Gezide bilimsel kuruluşlar, kooperatifler, sendikalar, tarımsal işletmeler, tarım eğitimi veren kurumlar gibi tarım ile ilgili çok sayıda kuruluş, ormancılık ile ilgili birimler ve botanik bahçeleri ziyaret edilmiş, daha sonrası için ilişki kurulmuştur. Örneğin bu ziyaretin arkasından atların ve diğer çiftlik hayvanlarının suni döllenme çalışmaları için Sovyetlerden uzmanlar gelmiştir. M.S. Toprak’ın Sovyetler Birliği izlenimleri o dönem Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmıştır (Küçük, 2018; Yıldırım, 2008).

Diğer çok önemli çalışma ise 1925-1927 yılları arasında üç ayrı aşamada Sovyet bilim insanları tarafından Anadolu’da yapılan tarım araştırmasıdır. Anadolu tarım bitkilerinin biyoçeşitliliğini inceleyen bu çalışma çok önemli bilgiler içerdiği halde zaman içinde unutulmuş, daha sonra değişik nedenlerle gerekli önem verilmemiştir. Yazımızın konusu bu çalışma ve çalışmanın ürünü olan kitaptır. Birçok ülke ve bölgede süren büyük bir araştırmanın Türkiye bölümü olan çalışmada Anadolu’nun tarım bitkileri, coğrafi özellikleri ile birlikte en ince detaylarına kadar incelenmiş,  dönemin ekolojik coğrafyası bölge bölge anlatılmıştır. Zamanın teknolojisiyle de olsa fotoğraf, bazen de el çizimleriyle desteklenen bu eşsiz çalışma ve ürünü olan kitap aslında Sovyetlerin devrimden hemen sonra başlattığı bilimsel ekolojik çalışmaların bir ürünüdür. Çalışmalar, Leningrad’daki dünyaca ünlü, sonradan Vavilov Enstitüsü ismini alacak Enstitü tarafından yönetildi. Bu büyük projenin koordinatörü Vavilov’du ve Türkiye’ye gelen ekibin başında Jukovski vardı.[1]

Daha sonra bu çalışma Anadolu’nun Tarımı ya da Türkiye’nin Tarımı başlığı altında kitaplaştırıldı. 1933’de Moskova’da Rusça olarak basılan kitap (Jikovski, 1933), eksik bölümleriyle birlikte 1951’de Türkçe olarak  Türkiye’nin Ziraî Bünyesiismiyle basılmıştır (Türkiye’nin Zirai Bünyesi, 1951). Her iki kitabında da bilindiği kadarıyla ikinci baskısı yapılmamış, Türkçe kaynaklarda da çok az sözü edilmiştir. Konunun değerlendirilmesinin önemi 2018’de Bilim ve Gelecek Dergisinde çıkan bir yazıda vurgulanmıştır (Güner, 2018).


Şekil 1: 1933’de Moskova’da basılan Türkiye’nin Tarımı kitabının kapağı

Şekil 2: Kitabın Fransızca basılan iç kapağı

Şekil 3: Kitabın Türkçe tercümesi : Türkiyenin Zirai Bünyesi, 1951.

Leningrad Tohum Enstitüsü ve Vavilov:

N. I. Vavilov, bitkilerin çeşitliliği ve yabani akrabalarının önemini ilk açıklayan ve onları toplayan kişidir. Çalışmaları ile bitkilerin “orijin merkezleri” hipotezini formüle etmiştir. 1921’de Leningrad’da kurulan Enstitü’nün 1924 ile 1934 arasında başkanlığını yapmış, Leningrad’daki merkezin dünyanın en büyük tohum merkezi olmasını sağlamıştır. Günümüzde hala ünlü Sovyet bilim insanı Vavilov’un adını taşıyan Enstitü çalışmalarına devam etmekte, yüz binlerce tohum, bitki örneğini barındırmaktadır. Leningrad kuşatması sırasında bilim insanlarının özverileriyle önemli bir bölümü korunabilen bu örnekler daha sonra da geliştirilerek dünyanın en önemli bitki çeşitliliği olan merkezlerinden biri haline gelmiştir. Günümüzde Enstitü ve bağlı kurumlar gerek ödeneksizlik gerekse yapıların kıymetli araziler üzerinde bulunması nedeniyle zor dönemden geçmektedir (Çetiner, 2017). Hem Vavilov hem de arkadaşları dünyanın hemen hemen her yerine giderek özellikle kültür bitkilerini ve bunların akrabalarını inceleyip, teoriler geliştirdiler. Bu genetik, taksonomik, agroekolojik çalışmalar bugün hala önemini korumaktadır.  Vavilov ve arkadaşları bitki gen havuzlarının eski tarım uygulamalarıyla ilişkileri üzerine de ilginç çalışmalar yürüttü. 1926’da Vavilov’un bugün hala tartışılan Kültür Bitkilerinin Kökeni ve Coğrafyası başlıklı bir kitabı basıldı. Kendisi ve arkadaşları çok farklı ülkelerde binlerce kilometre yaparak topladıkları örnekler ve gözlemler ışığında kültür bitkilerinin hastalıklara dirençleri ve coğrafi kökenleri gibi konularda bazı sonuçlara vardılar. Biyoçeşitlilik üzerine yoğunlaşan ve özellikle insanlık tarihinde kültüve edilmiş bitkileri inceleyen Vavilov ve ekibi bugün için arkeobotanikçilerin ve biyoçeşitlilik ile ilgilenen tüm bilim dallarının ilgisini çekecek teoriler geliştirdiler. İnsan-hayvan-bitki etkileşimi ile birlikte mikroklima ve yükseklik gibi coğrafi özelliklerin kültür bitkilerindeki çeşitliliğe etkisi bunlardan biridir (Hawkes, 2022). Vavilov ve arkadaşları o zamandan insanlık tarihinde önemli bazı bitki türlerinin yok olabileceği tehlikesini öngörmüşlerdir. Bu yazının asıl konusu olan Jukovski’nin Anadolu’da yaptığı çalışmaları kendisine öneren de Vavilov’dur, aynı enstitüde görev yapıyor, aynı bilim alanlarında ders veriyorlardı. Anadolu’da ve diğer yerlerde yapılan bu kapsamlı araştırmanın koordinatörüdür (Loskutov, 1999).

P.H. Jukovski ve Çalışmaları

Türkiye’ye gelip Anadolu’nun tarım bitkileri üzerine çalışma yapan ve sonra bunu kitap haline getiren Jukovski tarım ve biyolojik bilimler alanlarında bir uzman olarak, Vavilov gibi bitkilerin kökenleriyle ilgili araştırmalara ağırlık vermiştir. Yirmi civarında kitap yazan Jukovski, yaşamı boyunca Vavilov Enstitüsü, Moskova Tarım Enstitüsü ve Leningrad Üniversitesi’nde çalıştı. 1923’te bağışıklığı yüksek olan bir buğday türü keşfetti (Triticum timopheevii Zhuk ya da Zanduri) (Goncharov, 2013).

1925 ve 1927 yılları arasında Anadolu, Suriye ve Mezopotamya’ya yaptığı bilimsel geziler sonucunda 10 bine yakın yerel kültür bitkisi örneği topladı. Anadolu’da yaptığı çalışmalar 1933’de Rusça kitap olarak basıldı (Jukovski, 1933).

Yıllar sonra 1956 ve 1958’de Meksika, Peru, Arjantin ve Şili’ye yaptığı bilimsel gezilerde de tohum ve yumrulu yerel bitki örnekleri toplayarak çalışmalarına devam etti.

1975 yılında Moskova’da ölen Jukovski yaşamı boyunca birçok ödül aldı, bunların arasında çeşitli zamanlarda aldığı Lenin Ödülleri, Kızıl Yıldız Ödülü ve 1943’de Stalin ödülü bulunmaktadır (https://ru.wikipedia.org/wiki/Жуковский,_Пётр_Михайлович, 2022).

Vavilov’un sözünü ettiği, Jukovski’nin geliştirdiği en önemli teorilerden biri var olan kültür bitkilerinin çeşitliliğinin sürdürülmesinde bu bitkilerin yabani akrabalarının oynadığı roldür. Jukovski, kültür bitkilerinin köken coğrafyalarında yaptığı araştırmalar sonucu yabani türlerin ‘mikromerkezleri’ kavramını ortaya koymuştur (Chukhina ve ark, 2020).


Şekil 4: Jukovski (https://ru.wikipedia.org/wiki/Жуковский,_Пётр_Михайлович)

Türkiye’nin Tarımı Kitabı

1933’de Sovyetler Birliği’nde Rusça olarak basılan kitabın içindekiler bölümünün ve resimaltı bilgilerinin aynı zamanda Fransızca olarak da verildiğini görüyoruz. Oldukça kapsamlı olan (878 sayfa) kitap üç bölümden oluşuyor: A) Genel Bilgiler B) Özel Bilgiler (bitkilerin tanıtımı) C) İstatistiksel veriler. Biri yazarı Jukovski tarafından, diğeri ise dönemin Dış İlişkiler Halk Komiser Yardımcısı L.M. Karahan tarafından yazılmış iki önsöz bulunmakta. Jukovski’nin yazdığı önsöz, yapılan bilimsel çalışmayı çok iyi özetlediği için kitabın 1951’deki Türkçe çevirisinden olduğu gibi ekte verilmiştir (ek1). L.K. Karahan’ın önsözü beklenildiği gibi daha politiktir, Sovyetler Birliği ve Türkiye arasındaki işbirliğine vurgu yapar ve Türkiye’nin emperyalist müdahaleye karşı bağımsızlık savaşı ve Cumhuriyet’in onuncu yılında yapılan devrimlerden övgüyle söz eder.

Kitabın içinde çok sayıda harita, fotoğraf ve çizim de yer almaktadır.

Kitabın daha ayrıntılı içeriği ekte verilmiştir (ek 2).


Şekil 5: Kitaptan bir resim: Konya Vilayetinde farklı renklerde havuç cinsleri

Şekil 6: Kitaptan bir resim: Anadolu’nun farklı çavdar cinsleri

Kitabın 1951 Türkçe baskısı-Türkiye’nin Zirai Bünyesi

Jukovski ve ekibinin yaptığı çalışmanın 1925’de yapılmasına ve 1933’te Rusça olarak Sovyetler Birliği’nde basılmasına rağmen kitabın Türkçesinin ancak 1951’de basılabilmiş olması ilginçtir. Tahmin edilebilecek nedenlerle kitap o zamana kadar çevrilememiş olsa da Türkiye’nin Zirai Bünyesi adı altında 1951’de basılan kitabın Tarım Bakanlığı ya da Üniversite yayını olarak değil de Türkiye Şeker Fabrikaları yayını olarak basılması daha da ilginçtir (Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. Neşriyatı No:20) (5).

Kitabın kapağında yazarın adı bulunmamakta, sadece çeviren isimler yer almaktadır: Celal Kıpçak, Haydar Nouruzhan, Sabir Türkistanlı. Ancak, kitabın gerçek yazarının Jukovski olduğu kitabın içindeki ‘Müellifin Önsözü’ kısmında görülmektedir. Diğer bir önsöz ise Afif Gediz tarafından yazılmıştır. Bu önsözde çevirmenlerin Rus diline vakıf kişiler olduğunu belirten Afif Gediz, gerekli düzeltmelerin kendisi tarafından yapıldığını, orijinalinde bulunan ‘bazı çarşı ve pazar resimlerinin ve Anadolu tarih ve etnografyasına ait “muhtasar malumatın”[2] yer darlığı nedeniyle Türkçe metine alınmadığını belirtmiştir. Kitabın aslı ile yapılan karşılaştırmada ‘Anadolu Tarihi ve Etnografyası üzerine kısa Bilgiler’ başlıklı 7. Bölümün tercüme edilmediği, bazı resimlerin de koyulmadığı görülmüştür. Orijinalde bulunan Karahan’a ait önsöz de yer almamaktadır. Türkçe kitabın önsözünü yazan Afif Gediz ve çeviriyi yapan Haydar Nouruzhan ve Celal Kıpçak’ın Şeker Enstitüsü ya da Şeker Fabrikaları ile ilgili birimlerde çalıştıkları anlaşılmaktadır (Enstitü.turkseker.gov.tr, 2022; Alpullu.org, 2022).

Sonuç

Özellikle Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk on yılında Sovyetler Birliği ile kurulan bilimsel ve kültürel ilişkiler ve işbirlikleri konusunda daha ayrıntılı araştırmalara gereksinim vardır. Bu yazıda sözü edilen Anadolu’da yapılan önemli bir araştırmanın çıktısı olan kitap ise çok önemli bilgiler içerdiği halde yalnızca bir kez basılmış, gereken ilgiyi yeterince görmemiştir. Bugün yerel tohumların kullanılabilmesi, biyoçeşitliliğin önemi, gıda güvenliği ve egemenliği gibi konular gündemde; Sovyet bilim insanlarının çalışmalarında bu kavramları geleceğe taşımak ile ilgili ipuçları var. O yıllarda tartışılan coğrafi koşullara dayanıklı, hastalıklara dirençli ve besin değeri yüksek tahıl, bakliyat ve diğer kültür bitkilerinin çeşitliliğinin ve yerel tohumların korunması konusu bugün için daha da önemli.

Yazılışından 89, Türkçe baskısından 71 yıl sonra adı geçen kitabın, eksik bölümleri de dahil edilerek günümüz Türkçesine yeniden kazandırılması önemli bir eksikliği giderecektir.


Kaynaklar:

Chukhina, I., Shipilina, L., Bagmet, L., Talovina, G., ve Smekalova, T. (2020). Results of studying wild relatives of the cultivated plants of Russia. Biological  Communications,  65 (1), 41-52.  

Çetiner, S. (2017). Vavilov bitki endüstrisi enstitüsü, Tarlasera, https://www.tarlasera.com/makale-9849-vavilov-bitki-endustrisi-enstitusu

Gonçarov, N.P. (2013). К 125ЛЕТИЮ СО ДНЯ РОЖДЕНИЯ ВЫДАЮЩЕГОСЯ БОТАНИКА ПЕТРА МИХАЙЛОВИЧА ЖУКОВСКОГО,. Genetika 49(5):549-557, 2013. (https://www.researchgate.net/publication/274119973_K_125-letiu_so_dna_rozdenia_vydausegosa_botanika_Petra_Mihajlovica_Zukovskogo)

Güner, G. (2018). Türkiye’nin Zirai Bünyesi. Bilim ve Gelecek, 170, s. 87. https://bilimvegelecek.com.tr/index.php/2018/04/01/turkiyenin-zirai-bunyesi/

Hawkes, J.G. (2022). Back to Vavilov: Why Were Plants Domesticated in Some Areas and Not in Others?

http://enstitu.turkseker.gov.tr/tarihce/ (Son erişim tarihi: 01.06.2022)

http://www.cnshb.ru/AKDiL/akad/base/R7/000732.shtm(Son erişim tarihi: 01.06.2022)

https://ru.wikipedia.org/wiki/Жуковский,_Пётр_Михайлович (Son erişim tarihi: 01.06.2022)

https://www.alpullu.org/F/Celal_Kipcak.html (Son erişim tarihi 01.06.2022)

https://www.bioversityinternational.org/fileadmin/bioversity/publications/Web_version/47/ch06.html (Son erişim tarihi: 01.06.2022)

Jikovski, P.M.(П. М. Жуковский) (1933). Земледельческая Турция (Азиатская часть-Анатолия)

Küçük, S. (2018). Erken Cumhuriyet Dönemi Türkiyesinin Zirai Politikalarında Sovyet Etkisi: Mehmet Sabri Toprak Dönemi (Soviet Influence on the Agricultural Policy of the Early Republican Turkey: Mehmet Sabri Toprak Period). 100.Yılında Sovyet İhtilali Ve Türk Dünyası, H.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yay., (Ed). Yunus Koç, Mikail Cengiz, 876–885.

Loskutov, I. G. (1999). Vavilov and his institute. A history of the world col1ection of plant genetic resources in Russia. International Plant Genetic Resources Institute, Rome, Italy.

Okuyan, Z. (2021). Sovyetler Birliği’nde Ekoloji Ve Çevre-Tarihsel Bir Çerçeve. Madde, Diyalektik ve Toplum, 4(4), 332-340

Türkiye’nin Zirai Bünyesi (Anadolu), (1951).  Celal Kıpçak, Haydar Nouruzhan, Sabir Türkistanlı (Çev.). Türkiye Şeker Fabrikaları A.Ş. Neşriyatı no:20.

Yıldırım, S. (2008). Osmanlı’dan Cumhuriyete Bir Bürokrat ve Siyasetçi: Mehmet Sabri Toprak (1878 – 1938). Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, XXIV(), 513-542.

Государственное издательство колхозной и совхозной литературы Москва ЛЕНИНГРАД,

Ek 1:

Jukovski tarafından yazılan önsöz: (1951 Türkçe çeviri kitaptan düzeltme yapılmadan verilmiştir)

Bu eser, 1925-1927 yıllarında Türkiye’ye yaptığım üç gezi neticesinde meydana gelmiştir. Bu seyahatleri Sovyet Botanik Enstitüsü tertip etmiş, akademi üyesi N. Y. Vavilov ise bu alanda asıl fikri vermiştir.

Yapılan bir çok inceleme gezileri arasında Türkiye seyahati, buranın eski çağ bitki kültür memleketi olması itibarile çok önemli olmuştur. Seyahatten güdülen en büyük gâye, genotypik ve botanik - coğrafî bitki çeşitlerini bir araya getirerek pek büyük bir kolleksiyon ortaya çıkarmak ve bu sayede tohum islâhı ve direkt tohum yetiştirmek imkânlarını elde etmekti.

Tetkik seyahatinin tesbit edilen programının ön plânında, Türkiye ziraatinin hususiyetleri ve topraklarının evsafı geliyordu. Türkiye -bilhassa Anadolu --, tabiat bilginlerini öteden beri kendisine çekmiştir. Ancak bu âlimlerin yaptıkları seyahatler, memleketin küçük bir kısmına inhisar edebilmiştir. Anadolu tabiatı, bundan yarım yüzyıl önce, P. Çihaçev tarafından Fransız diliyle yayınlanan bir eserde geniş ölçüde aydınlatılmıştır. (P. Tchihacheff, L'Asie Mineure).

Th. Kotschy, Bornmüller, Philippson, Zederbauer, Kannenberg ve Şavrov tarafından yapılan inceleme gezileri değerli olduğu gibi, Berlin botanik bilginlerinden Dr. Kurt Krause'nin son zamanlarda Anadolu florası hakkında yaptığı sistemli ve derin incelemeler de çok önemli olmuştur. Eserimizin asıl değeri, Türk ziraat bitkilerinin tetkik ve tahlillerini ihtiva etmesindedir. Çünkü, şimdiye kadar yapılan gezilerde bu konu nazarı itibare alınmamıştır.

İncelemelerden netice alınmasında, Türk Hükûmetinin ve bilhassa Tarım Bakanlığının gösterdiği kolaylık ve samimiyetin en büyük rolü oynadığı şüphesizdir. Türk bilginlerinin, çalışmalarımıza yakından gösterdikleri ilgiden ve yerinde yaptıkları tavsiyelerden de büyük faydalar sağlanmıştır.

Bilginlerden Prof. Ali Riza Erten Bey'i ve bütün yol meşakkatlerine benimle beraber katlanmak fedakârlığını esirgemeyen Tevfik Dündar Bey'i ve Yeşilköy tohum islâh istasyonu müdürü Dr. Mirza Hacizade'yi, etüdlere karşı gösterdikleri yakın alâkadan dolayı bilhassa anmak isterim.

Ekspedisyonumuzun topladığı büyük kolleksiyon, Soviyet Rusya bitki çeşitlerini pek zenginleştirmiştir. Bunlardan hububat, hayvan yemi ve sebzelerin nümune sayısı onbini bulmuştur. Bu sayı, Türkiye gezisinin pratik değerini belirtmeye yeter sayılabilir. Örneklerden en başta gelenler sırası ile şunlardır:

1- Yazlık sert buğday. Bu buğday çabuk olgunlaşır; sıcağa karşı dayanıklı, yüksek verimli ve iyi evsaflı (tip "Horanek») olup Fusarium'a ve İsveç sineğine mukavimdir. buğdayının

T. D. Lysenko'nun yaptığı tecrübeler, bu Anadolu buğdayının kıymetini pek iyi belirtmektedir.

Meselâ, nümunelerin % 80 nisbetinde ekildiği Odesa, Harkof, Kuzey Kafkasya, Omsk ve Kazakistan bölgelerinde olağanüstü mahsul alınmış, bu arada bazı cinsler iyi standartları da aşmağa muvaffak olmuşlardır.

2-Arpa. Tane büyüklüğü, yüksek verimi ve albumin miktarının fazlalığı dolayışı ile bilhassa hayvan yemi olarak parlak bir istikbal vâdeder.

3- Yonca. Kış ve yaza karşı dayanıklılığı, çabuk büyümesi, verimi, boyu ve sâkının yumuşaklığı itibariyle eşsizdir.

4- Haşhaş. Bizimkilerden on beş gün daha evvel kemâle gelir; Afyon miktarı % 20-27 olup kurağa dayanıklıdır.

5- Kışlık Anason. Sovyet Rusya'nın merkezî Karadeniz bölgesi kışını kolay geçirmiş olup çok verimli, hastalıklara karşı dayanıklı ve % 8 den fazla eterik yağlıdır. (Rus anasonları ise ancak % 3-4 eterik yağ verebiliyor.)

6- Kavun. («Kasaba» ve «Kantalup» cinsinden) dünyanın en tatlı, sulu ve etli kavunlarıdır; transporta müsaittir.

7- Fiğ (Vicia). Taneleri ve verimi itibarı ile rakipsiz olup çabuk kemâle gelir; soğuğa karşı dayanıklı ve Soviyet Rusya'nın hayvancılık bölgeleri için elverişlidir.

8- Hıyar. «Murom» cinsi hıyarların menşei ve mebdei Anadoludur.

9- Balkabağı. Bol yağlıdır.

10- Bizans yulafı. Kışa dayanıklı; Doğu Transkafkasya kış gelişme zamanından istifade etmek üzere kışlık ekime elverişlidir.

11- Susam. Beyaz tohumlu, bol yağlı, Fusarium'a karşı dayanıklıdır.

12 - Hardal. Yağ miktarı çok boldur.

13- Keten. Kışlık tipi çok ve yüksek saplı olup lifleri iyidir. Gerek lifleri ve gerek yağı kullanmaya elverişlidir.

14- Fasulya. Anthraknos'a karşı dayanıklıdır.

15- Lathyrus sativus ve L. Ochrus DC. Erken kemâle gelir; kurağa karşı dayanıklı olup Soviyet Rusyanın kurak bölgeleri için elverişlidir.

16- Bezelye. Yemek ve konserve tipi bezelyeler, cins tecrübelerinde yüksek evsafını isbat etmişlerdir.

17- Çavdar. Zengin çeşitlidir.

Tetkik seyahatinden alınan ve yukarıda kısaca belirtilen bu pratik neticeler, kitabın son kısmında daha etraflı olarak aydınlatılacaktır.

Yonca, arpa, haşhaş, kavun, fiğ ve Bizans yulafları tohum istasyonlarında en iyi cins olarak üretilmektedir.

Nazari neticeler de önemlidir. Yapılan araştırmalardan, Anadolu’nun, birçok kıymetli Avrupa kültür bitkilerinin menşei olduğu anlaşılmaktadır. Gerçekten 3 kit'anın birleştiği yerde bulunması dolayısı ile Anadolu'nun, bütün Avrupa'da yetiştirilmekte olan yazlık yumuşak buğday, bakliyat, en iyi susam tipleri, havuç, anason, kavun, hıyar, Fransız yoncası, afyon miktarı yüksek haşhaş, meyve ve şaraplık üzüm gibi bitkilerin tohumlarının menşei olduğu muhakkaktır.

Gerek ameli ve gerek nazari bakımdan vardığımız bu sonuçların, Türkiye ziraatinin gelişmesinde değerli faydalar sağlayabileceğini umuyoruz.

Yapılan incelemelerden görülüyor ki, Anadolu binlerce tohum cins ve çeşidine sahiptir. Bu çeşitlerin, tohum islâhında büyük rolü olduğu ise şüphe götürmez.

Çeşitleri ortaya koymakla Türk seleksiyoncularına, bitkilerin sınıflandırılması bakımından bir anahtar verebildiğimize ve bu sayede yeni cins ve çeşitleri meydana getirebileceklerine kaniiz.

Türk endüstri ve ziraatçileri, memleketlerinde yetişen bitkilerin yüksek evsafını, tam tahlil neticelerini belirten bu kitaptan; bir defa daha öğrenmiş olacaklardır. Biz de, bu eserden Türk bilgin, ziraatçi ve tohum islahçılarının bir istifade sağlayabildikleri zaman, büyük bir sevinç duyacağız.

Anadolu’yu bu kitapta, vâha tipi ziraat memleketi diye tarif ediyoruz. Çünkü, yaptığımız tecrübeler neticesinde, Türkiye’de ekilen toprakların boş kalan sahalara nisbetle az oluşu; Türk ziraat karakterine bu sıfatı vermemize sebep olmuştur.

Bugün - daha doğrusu 1928 yılına kadar Türkiye ziraatinde boş kalan toprakların ekimi hakkında bir plân mevcut olmamakla beraber, durumun böyle kalacağını hiç zannetmiyoruz. Tersine olarak, işlenmeyen toprağın büyük bir kısmından faydalanılacağı cihetine gidileceğini muhakkak görmekteyiz.

1927 istatistiklerine göre, Türkiye topraklarının ancak % 5 i işlenmekteydi. Bu rakamın ilerde mutlaka yükseleceğine kaniyiz.

Türkiye ziraatini frenleyen bazı şartların, hükûmet tarafından ergeç ortadan kaldırılacağı şüphesizdir. Türkiye endüstrisinin kurulması, demiryolları inşaatı, Konya ovası ve diğer çorak sahaların sulanmasına önem verilmesi, işlenmemiş toprakların islahiyle bunlardan ne şekilde faydalanılacağının düşünülmesi, bu yolda ilk işaretler sayılabilir. Üzerinde durulması gereken bir kol da hayvancılıktır. Boş sahalarda kurağa dayanıklı otların ekilip biçilmesi ve bunların ekiminin -en iyisi- uçakla yapılması tavsiyeye değer. Tabiî; ekim yağmur mevsiminin yakın olduğu bir zamanda yapılmalıdır.

Bir sistem altında arteziyen kuyularının açılması da pek önemlidir. Yeraltı suları buna elverişli olduğundan, istikbal bu yolda açıktır.

Misal olarak Avustralya’yı alalım. Bu memleket, bir çok çölleri verimli otlaklar haline getirerek milyonlarca koyun ve ineğin beslenmeini sağlamıştır. Bunun için yalnız Queensland'da üçbine yakın arteziyen kuyusu açılmıştır. Türkiyede de bunu tatbik etmek kabildir.

Alınacak gerekli tedbirlerin; toprağın islâhını, ziraat ve ekonomi alanlarında Türkiyenin «Vâha» ziraatinden kurtarılmasını ve dolayisiyle buranın zengin ve verimli olmasını temin edeceği şüphesizdir.

Fikrimizce, Anadoluda yaptığımız incelemeler tam olmamıştır. Seyahatlarda yalnız olduğumdan, bugünkü ziraat kollarını inceleyemedim. Bütün gördüklerim, 1925-27 yıllarına ait olduğundan bugün için pek yeni sayılamaz. Çünkü, 6 yıl içinde Türkiye pek büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Şu kadar ki, 1925 Türkiyesiyle saltanat Türkiyesi arasındaki fark daha da önemlidir. Bunu belirtmekten maksadım, kitaba koyduğumuz fotoğrafların, okuyucuyu şaşırtmaması içindir. Bugün Türkiye’de deve kafileleri yerine tren katarları görülmekte, çarşaflı kadınlara rastlanmamaktadır. Ziraatte ise büyük ilerlemelere şahit oluyoruz. Meselâ  «Rize» de çay yetiştirilmeye başlanmış, bir çok tohum istasyon ve enstitüleri kurulmuş ve Birinci Türk Tohumcuları Kongresi toplanmıştır.

Anadolu tarihi hakkında vermeye çalıştığım malumatın (*) tam olduğunu, tarihçi olmadığım için, hiç bir zaman iddia edemeyeceğim.

"Eski devir» tarihine başvurmam, insanların ilk kültür bitkileriyle olan ilgilerini belirtmek ve aydınlatmak içindir. Coğrafyaya ait kısımlar ise, sirf Soviyet okuyucularını tenvir gayesiyle yazılmıştır. Çünkü literatürde Türkiye tabiiyatına tesadüf edilmemiştir.

Kitabımızda coğrafi taksimatı yaparken, bir çok zorluklarla karşılaştık. Anadolu’nun tabiat ve coğrafyası hakkındaki garp kitaplarında çok defa nehir, dağ, il v.s. isimlerinin eski zamanlara ait olanları kullanılmış, bunların Türk dil ve ilminde yer alan Türkçe karşılıklarını kullanmaktan âdeta kaçınılmıştır.

Batı bilginlerinin kullandıkları Lidia; Caria, Misia, Pontus ve Viphinia gibi eski eyalet adları, çoktan beri mevcut değildir. Bu adların kullanıldığı zamanlar, daha ziyade nazarîdir. Halbuki, namlı araştırıcı Dr. Alfred Philippson bile eserinde Türkçe isimler yerine, yabancı ve bilhassa Yunan adlarını kullanmıştır. Bu yüzden, okuyucu Makestos, Kaykos, Gipapolis gibi nehir adlarının, Tmolos, Sipilos gibi dağ isimlerinin nerelere ait olduğunu bulmak için çok uğraşmıştır.

Bu eski isimleri, tamamen kaldırmayı çok arzu ettik. Yalnız, kitabımızın umumi kısmının ilk fasıllarında, Anadolu’nun eski eyaletlere ayrılmasında, coğrafî özlerde ve ziraat peyizajlarının tarifinde eski adları alarak diğer yerlerde Türkçe isimleri kullandık. Böylece Türkiye’yi daha canlı ve müstakil görüyoruz.

Ad kullanma alanından başka bir çok zorluklarla karşılaştığımızı da itiraf ederiz:

1-    Birbirlerini tutmayan coğrafi ve istatistiki bilgiler (nehirlerin uzunluğu, dağların yüksekliği v.s. gibi).

2-     Haritalardaki isimler (bilhassa Arap harflerinden Türk harflerine geçişte).

Esas itibariyle Mühendis Halit Ziya tarafından yapılan hartayı ele almakla beraber, Faik Sabri'nin Türkiye coğrafHamit Sâdi'nin İktisadî coğrafya adındaki eserlerine dayanarak düzeltmeler yaptık. Bu arada 1933 senesinde İstanbul Turing Klübünün yaptırdığı haritadan da faydalandık. İstanbul Yıllığındaki isimleri olduğu gibi kabul ettik. Ayrıca geziler sırasında topladığımız malûmat ve isimler de kitaba dahil edilmiştir.

İstatistikî malûmat ile cetveller arasında görülecek ufak tefek farklar, yukarıda yazdığımız sebeplerden ve dönümün hektara çevrilmesinden ileri gelmiştir.

3-    Türk coğrafi bitki adlarının Rusçaya çevrilmesinde pek büyük zorluklarla karşılaşılmıştır.

Türkiye gezisini tahakkuk ettirecek bu eserin meydana gelmesine âmil olanlar, botanik enstitüsü eski başkanı H. P. Gorbunov, ziraat akademisi başkanı N. J. Vavilov,  ikinci başkanı M. J. Burgski, enstitü botanik kısmı müdürü N. V. Kovaljev'dir.

Türkiyede bulunmuş diplomatlarımızdan ve ticaret temsilcilerimizden, başta J. Z. Suric olmak üzere V. P. Potemkin, M. S. Mihaylov, G. J. Weinstein, C. K. Pastuhov, V. P. Osetkov, E. V. Polyakov, A. M. Deristov A. F. Möller'e gösterdikleri yardım ve verdikleri öğütlerden dolayı teşekkürlerimi sunarım.

Leningrad, Ağustos 1933

P. ZHUKOVSKY

Ek 2: Kitabın bölümleri (Rusça aslından çevrilmiştir)

A)     Genel Bilgiler:

1)     Bölge olarak Anadolu, eski illerde modern ‘vilayetler’

2)     Anadolu’nun Oro-jeolojik ve Hidrografik Şeması,

3)     Anadolu’nun Hidrografyası,

4)     Anadolu’nun İklim Alanları,

5)     Başlıca Bitki Formasyonları,

6)     Coğrafi ve Tarımsal Görünümler,

7)     Anadolu Tarihi ve Etnografyası üzerine kısa Bilgiler

8)     Tarımın temel Özellikleri

9)     Ekili ürünlerin dağılımı

B)     Özel Bilgiler

Kültür Bitkileri

10)Tahıllar

11) Tahıllar ve Bakliyat

12) Yağlı Bitkiler

13) Aromatik Yağlı Bitkiler

14) Pamuk

15) Haşhaş

16) Tütün ve diğer bazı Endüstriyel Ürünler

17) Kabakgiller

18) Sebzeler (bostan bitkileri)

19) Meyvecilik ve Bağcılık

20) Ağaç ürünleri ve otlar

21) İhracat ve İthalat

22) Sonuç

C) İstatistikler


[1] Her iki bilim insanı da botanik ve tarım alanında çalışmalar yapıp biyoçeşitlilikle ilgili kuramlar geliştirdiler. Daha önce Sovyet bilim insanlarının ekolojik konuları ele alışları ile ilgili bir çerçeve makale Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin Madde Diyalektik ve Toplum Dergisinde yayınlanmıştı (Okuyan, 2021). 1920’ler, tüm iç siyasi ve ekonomik zorluklara karşın Sovyetler Birliği’nde ekolojik konuların zengin bir şekilde tartışıldığı, disiplinler arası çalışmaların halka anlatılmaya çalışıldığı bir dönemdi. Tarım, fauna, ormanlar, iklim gibi konular diyalektik bir biçimde bütüncül olarak ele alınıyor, doğadaki her şeyin birbiriyle olan ilişkisine önem veriliyordu.

[2] açıklama

]]>
<![CDATA[Anatoliy Alekseyeviç Zvorıkin’in Sovyet Sosyalist Kültürüne Bakışı]]>Anatoly Alekseevich Zvorykin’s View on Soviet Socialist Culture

Umut Bekcan
Doç. Dr., Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Pamukkale Üniversitesi, Denizli

Özet

Bu çalışma, Sovyet bilim insanı, sosyolog Anatoliy Alekseyeviç Zvorıkin’in Sovyet sosyalist kültürü ile ilgili görüşlerine odaklanmıştır. Zvorıkin’in iki önemli eserine dayanan

]]>
http://bilimveaydinlanma.org/anatoliy-alekseyevic-zvorikinin-sovyet-sosyalist-kulturune-bakisi/62b4de0af0424b426f6a6b6eThu, 23 Jun 2022 22:37:00 GMTAnatoly Alekseevich Zvorykin’s View on Soviet Socialist Culture

Umut Bekcan
Doç. Dr., Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Pamukkale Üniversitesi, Denizli

Özet

Bu çalışma, Sovyet bilim insanı, sosyolog Anatoliy Alekseyeviç Zvorıkin’in Sovyet sosyalist kültürü ile ilgili görüşlerine odaklanmıştır. Zvorıkin’in iki önemli eserine dayanan bu çalışmada, öncelikle Zvorıkin’den ve toplumsal bilimlerle ilgili fikirlerinden ana hatlarıyla söz edilmiş, ardından, Sovyetler Birliği’nde sosyalist kültürün ne anlama geldiği, gelişim aşamaları ve yükseltilmesi için yapılan (ekseriyetle eğitim ve bilim odaklı) faaliyetler üzerinde durulmuştur. Zvorıkin’in kendisi de sosyalist kültür devrimi içinde yetişmiştir ve işçi sınıfı iktidarının yani yeni egemen sınıfın kültürüne uygun bir şekilde aydınlanmacı ve diyalektik bir bakışla, toplumsal bilimlerle ilgili düşüncelerini ve SSCB’de sosyalist kültürün inşa sürecini ortaya koymuştur.



Anahtar kelimeler: Anatoliy Zvorıkin, Sovyetler Birliği, Sosyalist Kültür, Eğitim, Bilim, Toplum bilimleri.

Abstract

This study focused on the views of Soviet scientist and sociologist Anatoly Alekseyevich Zvorykin on Soviet socialist culture. In this study, which is based on two important works of Zvorykin, first, Zvorykin and his ideas on social sciences were mentioned, and then the meaning of socialist culture in the Soviet Union, its development stages and activities for its promotion (mostly education and science-oriented) were emphasized. Zvorukin himself, also grew up during the socialist cultural revolution and revealed his thoughts on social sciences and the process of building socialist culture in the USSR with an enlightened and dialectical view in accordance with the culture of the working class power, that is, the new ruling class.



Key words: Anatoly Zvorykin, Soviet Union, Socialist Culture, Education, Science, Social sciences.

GİRİŞ

Anatoliy Alekseyeviç Zvorıkin, 74 yıllık Sovyetler Birliği deneyiminin neredeyse tamamına tanıklık etmiş bir bilim insanıdır. Bilim sosyolojisi, kişilik sosyolojisi, emek ve yönetim sosyolojisi üzerine birçok bilimsel çalışmaya imza atmıştır. Sovyetler Birliği’nde toplumsal bilimlerin gelişmesine önemli katkı sağlamış bir sosyologdur. Onun, Sovyet sosyalist kültürüyle ilgili ortaya koyduğu görüşler -eleştirilebilecek yanı olmakla birlikte- kuşkusuz çok kıymetlidir. Bu çalışma, Sovyet bilim insanı, sosyolog Zvorıkin’in perspektifinden Sovyet sosyalist kültürüne bir göz atmayı amaçlamaktadır. Bu bağlamda, çalışmada öncelikle Zvorıkin’den ve toplumsal bilimlerle ilgili fikirlerinden ana hatlarıyla söz edilmiş, ardından, Sovyetler Birliği’nde sosyalist kültürün ne anlama geldiği, gelişim aşamaları ve yükseltilmesi için yapılan (ekseriyetle eğitim ve bilim odaklı) faaliyetler üzerinde durulmuştur. Şunu söylemek gerekir ki, Zvorıkin’in bakış açısını yansıtan bu kısa çalışma Sovyet kültürünü bütünüyle kavramak için yeterli değildir. Yine de devrim sonrası kültürel dönüşüm ve gelişim sürecini anlamak adına bir başlangıç teşkil edecektir.

ANATOLİY ALEKSEYEVİÇ ZVORIKİN’İN HAYATI VE ESERLERİ[1]

Zvorıkin, 19 Ekim 1901’de Moskova’nın yaklaşık 320 kilometre doğusunda, Murom’da dünyaya geldi. Ekim Devrimi sonrası iç savaş yıllarında Kızıl Ordu’da görev yaptı. 1925’te Moskova Devlet Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi Dış İlişkiler bölümünden mezun oldu. Daha sonra Ulusal Ekonomi Yüksek Konseyi’nde ve Donbass madenlerinde birkaç yıl çalıştı. Kızıl Profesörler Enstitüsü’nden, 1934’te teknoloji tarihi doktoru, 1939’da ekonomi doktoru unvanı aldı. 1930’lu yıllarda Tehnika gazetesinde çalıştı. Büyük Anavatan Savaşı’nın başladığı 1941 yılına kadar Moskova Maden Enstitüsü’nde ve Moskova Devlet Üniversitesi’nde dersler verdi, SSCB Bilimler Akademisi Doğa Bilimleri ve Teknoloji Tarihi Enstitüsü’nde bilimsel araştırmalar yaptı. Savaşta Stalingrad ve Merkez cephelerinde bulundu. Ağır yaralandıktan sonra 1943-1946 yılları arasında Kömür Endüstrisi Halk Komiserliği’nde çalıştı. Ardından üç yıl Pravda’da bilim, teknoloji ve yükseköğrenim bölümü editörlüğü yaptı. Aynı zamanda SSCB Bakanlar Kurulu’na bağlı Buluşlar ve Keşifler Komitesi’nin başkanlığını yürüttü. 1948’den 1959’a kadar Büyük Sovyet Ansiklopedisi’nin baş editör yardımcılığını, 1957’den 1961’e kadar Dünya Kültür Tarihi Bülteni’nin baş editörlüğünü yaptı. Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu üyeliği, Uluslararası Bilgi Komisyonu başkan yardımcılığı yaptı ve Uluslararası Çalışma Ofisi’nin çalışmalarına katıldı. On yılı aşkın bir süre UNESCO Uluslararası İnsanlığın Bilimsel ve Kültürel Gelişimi Tarihi Komisyonu’nda başkan yardımcılığı görevinde bulundu ve Sosyal Bilimlerde Uluslararası Belgeleme Komitesi üyeliği yaptı. 1968’den 1988’e kadar SSCB Bilimler Akademisi Sosyoloji Araştırmaları Enstitüsü’nde çalıştı. 11 Eylül 1988’de Moskova’da öldü.


Şekil 1: Anatoliy Alekseyeviç Zvorıkin, 1901-1988. Kaynak: https://fulltext.lib33.ru/biblioteka/b/bi/krai/01hse/01_02kbq/kr00000165/kr00000165.jpg

Zvorıkin’in eserlerinden bazıları şöyle sıralanabilir:

-Oçerki po istorii sovetskoy gornoy tehniki. (1950). Sovyet madencilik teknolojisinin tarihi üzerine yazılar. (1950).

-İstoriya Tehniki. (1962, soavt.). Teknoloji tarihi. (1962, ortak yazar).

-Nauka, proizvodstvo, trud. (1965). Bilim, üretim ve emek. (1965).

-Nauçno-tehniçeskaya revolyutsiya i yiyö sotsialnıye posledstviya. (1969). Bilimsel-teknolojik devrim ve toplumsal sonuçları. (1969)

-Hauka, obşestvo, çelovek. (1969). Bilim, toplum ve insan. (1969).

-Sotsialno-psihologiçeskiye problemı upravleniya (1975, red., soavt.) Yönetimin sosyo-psikolojik sorunları. (1975, editör ve ortak yazar).

-Sotsialnıye faktorı deyatelnosti nauçnıh organizatsii (1980 red., soavt.) Bilimsel organizasyon faaliyetlerinde sosyal faktörler. (1980, editör ve ortak yazar).

-Nauçnıy kollektiv: opıt sotsiologiçeskogo issledovaniya (1980 red., soavt.) Araştırma ekibi: sosyolojik araştırma deneyimi. (1980, editör ve ortak yazar).

-Nauçnıy sotrudnik i nauçnıy kollektiv kak obyektı sotsiologiçeskogo issledovaniya (1982, red., soavt.) Sosyolojik araştırmanın nesneleri olarak araştırmacı ve araştırma ekibi. (1982, editör ve ortak yazar).

Bunların dışında başlığından ziyade metnine de ulaşabildiğimiz iki önemli çalışması daha vardır ve bu yazıda bu çalışmalarından epey faydalanılmıştır. İlki, toplumsal bilimlerle ilgili görüşlerini öğrenme imkanı veren ve Türkçeye de çevrilen “Sovyetler Birliği’nde Toplum Bilimleri: Sonuçlar ve Eğilimler” başlıklı makalesidir.[2] Diğeri ise, 1970’te UNESCO tarafından basılan, N. İ. Golubtsova ve E. İ. Rabinoviç’in desteğini de alarak yazdığı “Cultural Policy in the Union of Soviet Socialist Republics” (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nde Kültür Politikası) adlı çalışmasıdır. İlk olarak aşağıda, toplumsal bilimlerle ilgili düşüncelerine ana hatlarıyla değinilmiştir.

ZVORIKİN VE BİLİM

Zvorıkin’e göre bilim, insanın bilgilerini kullanarak dünyayı kendi yararına olacak biçimde değiştirme yolunda yüzyıllar süren ilerlemesinin bir ürünüdür. Gerçek dünyanın yasalarını derinden kavrama imkanı sağlar. Olgusal gözlemlerden hareket ederek olayların doğuşunu ve gelişimini açıklamaya ve neden ile sonuç arasındaki ilişkiyi bulmaya çalışır. Bilim, bütün olayların nedenleri olduğu inancına dayanır. Nesnel yasaların bilinçli bir şekilde kullanılması bilim sayesinde mümkün olur (Zvorykin, 1969: 10).

Toplumsal bilimlerin yöntemi tarihsel materyalizm üzerine kurulu olmalıdır. Tarihsel materyalizm, bütün olarak toplumsal hayatla ve onun karşılıklı etkileşim halinde bulunan güçleriyle ilgilenmektedir. Her bilimde olduğu gibi, toplumsal bilimlerde de bilginin amacı nesnel gerçeğe ulaşmaktır. Hayatın gözlemlenmesi, diyalektik bir bakışla olayların çözümlenmesi ve olguların incelenmesi manasına gelir. Soyutlamanın toplumsal bilimlerdeki yeri çok önemlidir. Konunun/sorunun içinde bulunduğu bağlama dikkat etmek gerekir. Örneğin, sosyolojik bir araştırma yapılırken malzemenin hangi şartlar altında (tarlada mı, çalışırken mi ya da bir dinlenme veya sohbet ortamında mı vs.) toplandığı, ayrıca soru biçimlerinin cevap üzerinde nasıl bir etkisi olduğu göz önünde tutulmalıdır. Toplumsal bilimlerin, toplumun gelişiminde saklı olan özne-nesne ilişkileri üzerine kurulu kendine özgü yanları vardır. Doğal olaylardan farklı olarak toplumsal gelişim insan ilişkilerinin ürünüdür. İnsan edilgen bir nesne olarak değil, gerçeği değiştiren, etkin, yaratıcı bir güç yani özne olarak görülmektedir. İnsanın özne olarak üretim yoluyla kendisini ortaya koyma süreci, kendisi hakkındaki bilincinin gelişimine yani kendisini kendi dışında kalan doğadan ayırt edecek duruma gelmesine ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. Özne-nesne diyalektiği çok özel bir öneme sahiptir. Zira ona göre, insan tarihte eşi görülmedik bir rol oynamakta, toplumu bilinçli olarak yönlendirmekte ve gelişimini örgütlendirmektedir (Zvorykin, 1969: 13-16). Sovyet bilimi; hayatı, toplumu, dünyayı diyalektik bir bakış açısıyla anlamaya çalışan işçi sınıfının bilimidir. Zvorıkin’in insanın; etkin, yaratıcı, toplumu bilinçli olarak yönlendiren, örgütleyen bir özne olduğuna ilişkin düşünceleri Sovyetler Birliği’nde Ekim Devrimi sonrası, devrime, yeni üretim ilişkilerine uygun bir sosyalist kültürün inşası hususunda yapılan çalışmaların fikirsel/teorik temeliyle de örtüşmektedir.

Zvorıkin’in hayatı, eserleri ve toplumsal bilimlerle ilgili genel düşüncelerin ardından şimdi, (onun rehberliğinde) SSCB’de, insanın; etkinliği ve gücüyle sosyalist kültürün inşası ile ilgili neler yaptığı konusuna yakından bakılabilir.

SOSYALİST KÜLTÜR: YENİ BİR YAŞAM

Kültür, Türk Dil Kurumu’nun internet sitesinde şöyle tanımlanıyor:

“Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin.” (Türk Dil Kurumu, 2022).

Türkçeye çevrilmiş bir Sovyet kaynağında ise şöyle: “İnsan toplumlarının bilim, teknik, sanat, devlet ve toplumsal hayata ilişkin örgütleniş, eğitim, sağlık vb. bütün alanlardaki başarılarının, kazanımlarının tümü.” Buraya kadar hemen hemen birbirine yakın tanımlar olduğu söylenebilir. Ama Sovyet kaynağı şu saptamayı belirtmeden geçmiyor: “Antagonist sınıflı toplumlarda kültür de sınıfsal bir karakter taşır ve toplumda egemen olan kültür, o toplumdaki egemen sınıfın kültürüdür” (Aşukin, vd., 1979: 144).  Bu saptama, sosyalist devrimle alaşağı edilen burjuva sınıfının ve egemen kültürünün yerini işçi sınıfı kültürünün alacağını da açık etmiş oluyor. Sosyalist kültür, işçi-köylü tüm halkın ortak kültürüdür ve kendinden önceki sosyo-ekonomik formasyonların kültürlerindeki en değerli, en ilerici öğelerle beslenmiştir. Geçmişin manevi mirasının ve dünya kültürünün tüm değerlerinin özümsenmesi, eleştirel bir gözle incelenmesi ve sömürücü sınıfların gerici ideolojileriyle, geçmişin kör inançlarının yenilgiye uğratılması temelinde kurulabilir (Aşukin, vd., 1979: 144).  

Sosyalist bir devrimle kurulan yeni siyasal ve ekonomik sistem, yeni ve kolektif bir yaşamı beraberinde getirir ve doğal olarak sosyalist bir kültüre ihtiyaç duyar. Sosyalizmin yerleşmesi için halk kitleleri sosyalist ideoloji ve kültürü kavrayıp özümsemelidir. Sosyalist kültürün inşası konusunda Sovyetler Birliği tecrübesi bize iyi bir model sunmaktadır.

Zvorıkin’in de belirttiği üzere, bu modelin yani Sovyetler Birliği’nde sosyalist kültürün temeli Lenin tarafından atıldı. Halkın kültür seviyesinin yükseltilmesi sosyalist iktidarın acil görevleri arasındaydı. Ülkenin ekonomik ve politik kazanımları için işçilerin ve köylülerin belirli bir eğitim standardına ulaştırılması gerekiyordu. Ekim Devrimi, emekçilere yeni bir yaşam yaratma imkanı veriyordu. Sosyalist kültürün inşası toplumun manevi yaşamında dönüm noktasıydı. Marksist dünya görüşü, devrimci proletaryanın çıkarlarının ve bakış açısının tek gerçek ifadesiydi. Proletaryanın kültürü de insanlığın biriktirdiği bilgi deposunun mantıksal gelişimiydi. Lenin, kültürel gelişme konusunda, kitlelerin yaratıcı inisiyatifinden destek alırken devlet denetimi ilkesini de uygulamaya koydu. Konuyu, kapsamlı ve tutarlı bir şekilde ele aldı (Zvorykin, 1970: 9-10).

Zvorıkin’in kültür kavramı/olgusu üzerine düşünceleri şöyle özetlenebilir. Kültür, doğanın yarattığından farklı olarak insan tarafından yaratılan şeydir. Kültürel bir değeri tanımlamanın nesnel kriteri, onun toplum için ilerici karakteridir. Kültür, hem esas olarak biçimle ilgili kendi iç yasalarına, hem de içerik açısından sosyal gelişme yasalarına tabidir. Toplumun ilerlemesi ile birlikte aşamalı olarak gelişir. Kalitesi, bir sosyo-ekonomik modelden diğerine geçişle değişir. Bu dönüşüm sürecinde, yeni toplum ya da yeni bir aşamaya giren toplum, geçmişin kültürünü reddetmez, ondan ihtiyaç duyduğu tüm unsurları alır, yeni bir toplumsal yapının kültürünü yaratmak için onları dönüştürür ve geliştirir.Kültürel dönüşüm ve gelişme süreci, insanoğlunun yaşamının ilk yıllarından itibaren özümsediği eski etnik ve ulusal kültür biçimlerinin kültürün gelişimi üzerinde muazzam bir etkiye sahip olması gerçeğiyle karmaşıklaşır. Ya eski biçimlerini korurlar ve insanın yeni taleplerine ve yeni çıkarlarına göre dönüştürülen yeni bir içerik alırlar ya da insan yeni konumunu değerlendirirken reddedilirler. Yine de kültürü tanımlarken onun sadece niteliksel yönünden bahsetmek bir hata olur. Çünkü kültürel gelişimin (kültürel değerlerin yaratılması) yoğun yönüne ek olarak, bir de kapsamlı yönü vardır, yani kültür ve kültürel etkinliklerin geniş kitlelere yayılması. Kültürün bu kapsamlı gelişimi, ilerleme için belirleyici bir öneme sahiptir, kültür bu koşullarda insan faaliyetinin güçlü bir aracı haline gelir. Aynı zamanda, kültürün kapsamlı gelişimi, daha yoğun yani niteliksel gelişimin temellerini atmaktadır. Giderek artan sayıda insan, yalnızca kültürü özümsemekle kalmayıp, kültürel yaşama kendi saflarından katılmaktadır. Kültür, yalnızca yeni toplumsal ilişkilerin zafere ulaşmasından önceki dönemde değil, kapitalist kültürden sosyalist kültüre geçiş vesilesiyle özellikle keskinleşen farklı sınıflar ve toplumsal güçler arasındaki mücadele sürecinde de gelişir, bu sırada gerici sınıflar giderek daha fazla kültürel gelişmeyi frenleyici bir unsur haline gelir. Sosyalist ve komünist kültürler, geniş işçi kitlelerine ilk kez dünya kültürünün kazanımlarını paylaşmaları ve aktif olarak katılmaları için her fırsatın verildiği kültür devrimi ile bağlantılı olmaları gerçeğiyle karakterize edilir. İşçi kitleleri yeni kültürel yapının inşasında yer alır. Sosyalist ve komünist kültürlerin bir diğer ayırt edici özelliği, çeşitli farklı ulusal kültür biçimlerinin toplumsal içeriğine dayalı olarak, evrensel ve sınıf kültürünün tek bir bütün halinde tedrici ama kalıcı bir karışımıdır. Marksist-Leninist ideoloji, bu kültüre hakim olur. Bu ideoloji geliştikçe ve politik yönleri azaldıkça, komünist kültürün hümanist içeriğine daha fazla önem verilir (Zvorykin, 1970: 10-12). Zvorıkin, SSCB’de sosyalist kültürün inşasını diyalektik bir bakış açısıyla ele almıştır.

SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE SOSYALİST KÜLTÜRÜN İNŞASI

Ekim Devrimi, SSCB’de toplumsal gelişmenin sosyalist dönüşümünü ve karakterini belirlemiştir. Zvorıkin, devrimden 1970 yılına kadar olan süreçte toplumun yaşadığı değişme ve gelişmelere paralel olarak kültürel inşanın üç aşamada gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Ona göre, kültürel inşanın ilk aşaması 1917’den 1927’ye kadar olan dönemi kapsar. Bu dönem, Sovyet sosyalist kültür devriminin başlangıcıdır. Bu dönemde en önemli sorun, yeni toplumun kültürel gelişiminin temelleri ve genel hatları üzerinde karar vermekti. Aleksandr Bogdanov, Valerian Pletnev ve Proletkült örgütü burjuva olarak nitelendirdikleri geçmişin tüm kültürel mirasının reddedilmesini talep ediyor ve proleter kültürü baştan aşağı inşa etmek istiyorlardı. İnsanın kültürel gelişiminin yüzyıllar boyunca elde ettiği başarılara yönelik bu ilkel yaklaşım, Lenin ve destekçileri tarafından kesin olarak reddedildi. Lenin, işçi sınıfı ve partisinin, önceki nesiller tarafından yaratılmış kültürel gelişmenin tek yasal mirasçısı olduğunu düşünüyordu. Marksizm, devrimci proletaryanın ideolojisi olarak burjuva çağının kazanımlarını reddetmek şöyle dursun, insan düşüncesinin ve üretiminin iki bin yılı aşkın bir süredir ürettiği değer ve kültürü özümsemiş ve yeniden biçimlendirmişti (Zvorykin, 1970: 14).

Lenin, devrim öncesi okullarda çocuklara ulusal önyargılar aşılandığını, başka halklara ve diğer uluslardan işçilere karşı düşmanlık kışkırtıldığını dolayısıyla devrim sonrası yeni kuşağın eskisi gibi eğitilemeyeceğini söylüyordu. Ders organizasyonunu, örgütlenme sorununu ve gençliğin eğitimini radikal bir şekilde değiştirebilirlerse, eski topluma benzemeyen bir toplumun kurulmasını yani komünist bir toplumun inşasını başarabileceklerini düşünüyordu. Bunu da sadece komünistlerin eliyle yapamazlardı. Zira, komünistler halk denizinde bir damlaydı. Davalarını, rotalarını doğru göstermeli ve halkı kazanıp yönlendirmeliydiler (Krupskaya, 2013: 16, 20, 33).

Bu aşamada, Lenin’in gösterdiği doğrultuda, eski toplumdan miras kalan tüm kültürel unsurların özümsenmesi ve halk kitlelerinin kullanımına sunulması görevi başarılmıştı. Eğitimin geliştirilmesine ve geçmişin utanç verici mirası olan halk arasındaki kitlesel cehaletle mücadeleye büyük önem verildi. Bu çerçevede SSCB’de, okuma yazma bilmeyenin kalmaması için okullar ve kulüpler, ayrıca yetişkinler için okullar, köylerde okuma salonları ve kütüphaneler kuruldu. İşçilerin orta ve yükseköğrenim görmelerinin önündeki tüm engeller ortadan kaldırılarak, tüm okulların ve diğer eğitim kurumlarının devlet tarafından yönetileceği, tek tip, ücretsiz, zorunlu, laik bir eğitim sisteminin temelleri atıldı. Köken, cinsiyet ve milliyetten bağımsız olarak eğitime erişimin herkes için eşit olduğu kabul edildi. Eski koşullarda ortaöğretime devam edemeyen işçi ve köylülerin çocuklarına yükseköğretim kurumlarının pratikte erişilebilir hale getirilmesi için tüm okullarda işçi fakülteleri (rabfaki) veya hazırlık bölümleri açıldı. Entelektüel işçi sıkıntısı, eski sistemin aydınlarının hizmetleriyle giderilmeye çalışıldı (Zvorykin, 1970: 15).


Şekil 2: “Kitap okumazsan, yakında okuma yazmayı unutursun.” 1925 yılına ait bir Sovyet afişi. Afişte bir kadın Dünyayı Sarsan On Gün kitabını okuyor. Kaynak: https://en.wikipedia.org/wiki/Cultural_Revolution_in_the_Soviet_Union#/media/File:%22If_you_will_not_read_books,_you_will_forget_the_grammar.%22.jpg. Erişim Tarihi: 19.06.2022

Kültür devriminin ikinci aşaması 1928-1958 yılları arasına denk gelir. Kültürün tamamen sosyalist çizgilerle kapsamlı bir dönüşümünün yaşandığı bir dönemdi. İşçilerin eğitilmesi, aydınları sosyalizme kazandırma, bilim ve sanat kültürü seviyesini yükseltme girişimleri, kültürel faaliyetin tüm alanlarında Sovyet halkları arasında yaratıcı işbirliğinin organizasyonu, nüfusun temel kültürel gereksinimlerini karşılamayı mümkün kılmak için kültürün maddi temellerini geliştirme, ülke çapında sanatsal yaratıcılığı teşvik etme ve uluslararası kültürel temasların kurulması ve genişletilmesi önemli hamlelerdi. 1928-58 dönemi; kültürel geri kalmışlığın ortadan kaldırıldığı, bilimsel alanda da ilerlemenin sağlandığı, Sovyet sosyalist kültürünün dünya çapında konumunun, saygınlığının ve etkisinin arttığı bir aşamaydı. Ayrıca, kafa ve kol işçileri, kasaba ve köyler arasında ve tabii SSCB’nin farklı halkları arasında kültürel eşitsizliği ortadan kaldırma mücadelesinde epey yol alındı. Kültürel inşa sürecinin üçüncü aşaması 1958’den sonraki dönemi içeriyordu ve sosyalist kültürü, komünist kültüre dönüştürmeye ayrılmıştı. Zvorıkin’e göre, maddi ve teknik temelleri ile komünizmin inşası, büyük ölçüde nüfusun kültürel düzeyini yükseltmeye devam etme yeteneğine bağlıydı. Bu, karşılıklı bir süreçti. Bir yandan, insanın çok yönlü gelişimi, toplumun ve bireyin çıkarlarının uyumlu bileşimi, komünizmin maddi ve teknik temellerinin oluşturulmasında sağlanan ilerleme ile belirleniyordu. Öte yandan, komünizmin maddi ve teknik temellerinin kurulması, komünist toplumsal ilişkilerin getirilmesi, yeni bir insan tipinin eğitimi olmaksızın düşünülemezdi (Zvorykin, 1970: 15-16).

1961’de Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin (SBKP) 22. Kongresi’nde kabul edilen görevlerinden biri, “gerçek, zengin bir manevi kültür yaratmak” idi. Parti, Sovyet toplumunun öncü ve yol gösterici gücü olarak halkın çıkarlarını ve isteklerini ifade eden kültür politikasının temel ilkelerini ilan etme yetkisine sahipti. SSCB’nin hükümet organları bu ilkeleri uygulamaya koymaktan ve ülkedeki kültürel gelişimin günden güne denetlenmesinden sorumluydu. Kitap yayıncılığı ve eğitiminin güçlü bir şekilde geliştirilmesi, kütüphane, amfi, okuma salonları, tiyatro, kültür evleri, kulüpler ve sinemaların sayısının artırılması, ülke çapında radyo yayın ağının tamamlanması, tüm sanayi ve tarım alanlarını kapsayan televizyon istasyonlarının kurulması parti programı kapsamındaydı. Herkes için zorunlu orta öğretimin gerçekleştirilmesi, okul öncesi ve okul çağındaki çocukların sosyal eğitimi, yetişen neslin yüksek seviyede eğitimi ve öğretimini sağlayan şartların oluşturulması, yüksek ve orta ihtisas öğretimi, partinin kendine yüklediği ödevler arasındaydı (Zvorykin, 1970: 10, 16-17; Sovyetler Birliği Komünist Partisinin Programı, 1961: 106-108).[3]

Kültür devriminin aşamalarını bu şekilde özetleyen Zvorıkin’in sosyalist kültürün inşa süreciyle ilgili ortaya koyduğu (eğitim ve bilim alanındaki faaliyetler, ihtiyaçların belirlenmesi/planlanması ve kültürel inşa sürecinde insanın konumuna dair) tespit ve görüşlerini üç başlık altında toplamak mümkündür.

Sosyalist Eğitim ve Bilim

SSCB’de kamu eğitim sistemi, tüm vatandaşlara eşit şans sağlamak amacıyla düzenlenmişti. Sovyet devletinin ilk yıllarında ilan edilmiş ilkelere dayanıyordu. Okul öncesi eğitim kurumları, 1 ila 3 veya 4 yaş arası çocuklar için kreşleri; 3-7 yaş arası çocuklar için anaokullarını ve yetimler için pansiyonları içeriyordu. Birçok kurum ve kuruluşa bağlı okul öncesi eğitim kurumları bulunmaktaydı. Bağlı oldukları organların kontrolü altındaydı. Ancak ulusal eğitim kurumları (eğitim bakanlıkları ve yerel eğitim departmanları) yaptıkları eğitim çalışmaları ve bunların düzenlenme biçimleri üzerinde genel denetim uyguluyor ve bunları yürütecek personelin eğitimini sağlıyordu (Zvorykin, 1970: 20).

Genel sekiz yıllık eğitim ve orta öğretim sağlayan eğitim kurumlarını şöyle sıralamak mümkündü: (Zvorykin, 1970: 21).

-Aynı seviyedeki yatılı okullar ve çocukların ebeveynlerinin çalışma saatlerinin sonuna kadar kalabilecekleri okullar da dahil olmak üzere, 7 yaşından büyük çocuklara hizmet veren (ilk) sekiz yıllık okullar.

-On sınıftan oluşan ortaokullar (7 yaşından büyük çocuklara ve sekiz yıllık bir okulda eğitimi tamamladıktan sonra devam etmek isteyen çocuklara yönelik genel eğitim veren gündüz okulları).

-Ortaöğretim akşam okulları (vardiyalı, mevsimlik), ortaöğretim uzaktan eğitim (correspondence course), yetişkinler için ortaöğretim okulları (genç ve yetişkin sanayi işçilerinin işte çalışırken tam bir ortaöğretim alabilecekleri genel eğitim okulları. Böylece eğitimi tamamlayan kişilerle aynı haklara sahip oluyorlardı).

-Fizik, matematik, kimya, biyoloji bilimleri veya dil bilimlerinde daha yoğun eğitim ile birlikte genel bir eğitim sağlayan uzmanlaşmış ortaokullar.

-Özel sanatsal yeteneklere sahip çocuklar için tasarlanmış ve uzmanlık eğitimi ile birleştirilmiş özel eğitim sağlayan müzik, sanat ve koreografi okulları.

-Fiziksel olarak hassas çocuklar için akademik eğitimin genel tıbbi ve önleyici bakım ile birleştirildiği özel sanatoryum okulları (Psikolojik veya fizyolojik olarak engelli çocuklar, mesleki eğitimin esasları ile birlikte genel bir eğitim veren özel yatılı tip okullara devam ediyorlardı).

Bir yıldan üç yıla kadar kurslar veren ve sanayi, ulaşım, tarım, inşaat ve hizmet sektörleri için vasıflı işçi yetiştirmek üzere tasarlanmış mesleki-teknik okullar ile büyük sanayi, tarım ve inşaat konularına bağlı iki yıla kadar süren kurslar veren teknik kolejler ise mesleki ve teknik eğitim kurumlarını oluşturuyordu. Mesleki-teknik okullara, kolejlere ve kurslara kabul için adayların sekiz yıllık bir okulda eğitim görmüş olmaları, teknik kolejlere kabul için ise, adayların tam bir ortaöğretim almış olmaları gerekiyordu. Mesleki-teknik eğitim kurumları, SSCB Bakanlar Kurulu Mesleki-Teknik Eğitim Devlet Komitesinin ve Birlik cumhuriyetlerindeki ilgili organların yetki alanına giriyordu. Bunlar yönetimden, metodolojik rehberlikten, öğretim materyallerinin üretiminden, materyal ve teknik malzemelerden, öğretmenlerin pekiştirme kurslarından vb. sorumluydu. Teknikler, kolejler ve uzmanlaşmış okullardan oluşan uzmanlaşmış orta öğretim sistemi, ulusal ekonominin ve kültürün tüm dalları için ara eleman yetiştiriyordu. Uzmanlaşmış ortaöğretim kurumlarına giriş, sekiz yıllık bir okul kursunu veya bazı uzmanlıklarda bir ortaokul kursunu tamamlamaları koşuluyla her yaştan (14’ten 80’e kadar) öğrencilere açıktı. Burada, ortaöğretim düzeyinde genel bir eğitimin yanı sıra, öğrencileri teknisyen veya ustabaşı olarak çalışmalarına imkan veren özel bir eğitim veriliyordu (Zvorykin, 1970: 21-22).

Yükseköğretim, bilim ve teknolojinin çeşitli dallarına, ulusal ekonomiye ve kültüre karşılık gelen kurumları içeriyordu. Daha yüksek nitelikli uzmanların yetiştirildiği yükseköğretim kurumları, üniversiteler, akademiler ve çeşitli türlerdeki enstitülerden (teknik, tarım, ekonomi, hukuk, tıp, öğretmen eğitimi, sanat vb.) oluşuyor ve dört ila altı yıllık eğitim sağlıyordu (Zvorykin, 1970: 22).

Bilimsel araştırmalara gelince, SSCB’nin en yüksek bilimsel organizasyonu SSCB Bilimler Akademisi’ydi. Doğa ve sosyal bilimlerle ilgili en önemli sorunlar üzerinde akademiye bağlı kuruluşlarda (enstitüler, laboratuvarlar, komisyonlar vb.) çalışmalar yapılıyordu. Akademi, bilimsel kurulları aracılığıyla ülke çapındaki tüm bilimsel kuruluşlarda yürütülen araştırmaları koordine ediyordu. Birlik cumhuriyetlerindeki bilim akademileri çok sayıda bilimsel, teknik ve sosyal sorunu incelerken özellikle hizmet ettikleri cumhuriyetler için özel öneme sahip olanlara odaklanıyordu. Hem teknoloji alanında hem de bazı insan bilimlerinde bilimsel çalışmanın ana merkezleri, bilimsel araştırma enstitüleri, laboratuvarlar ve tasarım ofisleriydi. SSCB Tıp Bilimleri Akademisi, Lenin Tüm Birlik Tarım Bilimleri Akademisi, SSCB Pedagojik Bilimler Akademisi gibi bazı büyük bilim merkezleri ise kendi alanlarındaki tüm çalışmalardan sorumluydu (Zvorykin, 1970: 23).


Şekil3: Sovyetler Birliği Bilimler Akademisi logosu. Kaynak: https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/0/07/Academy-of-Sciences-USSR-logo.png

SSCB’de, kültürel faaliyetlerin finansmanı, bilim ve kültürün gelişimini teşvik edecek ve toplumun tüm üyelerinin kültürel ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde düzenleniyordu. Para, devlet bütçesinde esas olarak tüketim fonu denilen ve cari sosyal harcamalar için tahsis edilen fonlardan elde ediliyordu. Okul öncesi kurumların, ilköğretim, ortaöğretim okullarının bakımı, genç sanayi ve tarım işçileri için okulların, okul pansiyonlarının, yetişkin eğitimi ve öğretim yöntemleri üzerinde yapılan çalışmaların, mesleki-teknik okulların, teknisyen yetiştirme kurumlarının, yükseköğretim kurumlarının, ileri eğitim için enstitülerin bakımı, eğitim ve pekiştirme kurslarının finansmanı devletin eğitim bütçesinden karşılanıyordu. Gerekli fonlar, Birlik (SSCB) bütçesinden, Birlik cumhuriyetlerinin bütçesinden yerel birimlerin (bölge, belediye, ilçe, köy) bütçelerinden sağlanıyordu (Zvorykin, 1970: 18-19).

Bunun yanında, pek çok kuruluşun kendi bütçeleri vardı ve kendi kendilerini besledikleri kabul ediliyordu.Bunlara yayınevleri, bilimsel araştırma kurumlarının büyük bir kısmı, sinemalar, orkestralar ve tiyatrolar dahildi. Kendi kendine yeten bir temelde çalışan kuruluşlar belirli ekonomik veya eğitimsel gereksinimleri karşılıyordu (örneğin, üretim deneyimi sağlayan eğitim atölyeleri). Devlet kurum ve kuruluşlarından, kooperatif, kolektif çiftlik gibi sivil toplum kuruluşlarından ek fonlar da elde ediliyordu. Bu fonlar konut inşası için de sosyal-kültürel faaliyetler için de kullanılabiliyordu. İşletmeler, bilimsel araştırma ve hizmet içi eğitim için önemli miktarda harcama yapıyordu. Sendikalar, fabrikalara bağlı geniş bir kulüp ve kütüphane ağı oluşturmaktan ve çeşitli kültürel faaliyetler düzenlemekten sorumluydu. Kolektif çiftlikler ve kooperatifler, kulüplerin, kütüphanelerin ve anaokullarının bakımını karşılıyor ve ayrıca personeline eğitim sağlıyordu. Neticede, bu kuruluşlar, masrafları kendilerine ait olmak üzere çok sayıda kültürel gelişim çalışmaları yürütüyordu (Zvorykin 1970: 19-20).

Bilimsel araştırmalar da doğal olarak devlet tarafından, sözleşmelerle ve tarımsal araştırma kuruluşları söz konusu olduğunda, deney çiftlikleri ve istasyonlarından elde edilen gelirlerle finanse ediliyordu. SSCB Bilimler Akademisi ve Birlik cumhuriyet akademilerinin örgütleri, belirli branşlar için akademiler ve bir dizi başka bilim kurumu, devlet bütçesinden finanse edilmekteydi. Sanayi, ulaşım, iletişim, ticaret, malzeme ve belediye hizmetleri için çalışan tüm araştırma kuruluşlarının kendi bütçeleri vardı (Zvorykin, 1970: 24).

Kültürel İhtiyaçları Planlama Meselesi

Halkın kültürel ihtiyaçlarının tespiti, kültürel faaliyetlerin planlanması için bir başlangıç teşkil ediyordu. Ülkedeki kültürel durum hakkında bilgi edinmek bu noktada ilk adımı oluşturuyordu. Okuryazarlık oranı, eğitim niteliklerinin düzeyi, mevcut kültür kurumlarının sayısı ve faaliyetleri, kültür çalışanlarının mevcudiyeti vb. bilgiler esas olarak kültür kurumlarından gerekli verileri alan istatistik merkezleri tarafından toplanıyordu. İstatistik çalışmaları, eğitim, bilim ve kültürle ilgili istatistiklerden sorumlu özel bir bölümün bulunduğu SSCB Bakanlar Kuruluna bağlı Merkezi İstatistik Dairesi altında merkezileştirilmişti. Nüfusun eğitim düzeyi, her türden eğitim kurumu sayısı, öğrenci sayısı (toplam ve her düzeyde), öğretmen sayısı, bilim çalışanlarının sayısı, dağılımı ve eğitimi, öğrenci sayısı, kütüphaneler, her türlü kulüpler, müzeler, tiyatrolar, sinemalar ve bunların faaliyetleri ile yayımlanan film, yayımlanan kitap ve süreli yayın sayısı ile ilgili veri topluyordu. Örneğin, halk kütüphanelerinin çalışmalarına ilişkin istatistiksel veriler, kitap stokları, okuyucu sayısı, ödünç verilen kitap ve süreli yayın sayısı vb. hakkında bilgileri içermekteydi (Zvorykin, 1970: 30).

İnsanların kültürel ihtiyaçlarının tespiti için sosyolojik yöntemler de kullanılıyordu. Örneğin, SSCB Bilimler Akademisi Uygulamalı Sosyal Araştırmalar Enstitüsü ve Novosibirsk Endüstriyel Üretim Ekonomisi ve Organizasyonu Enstitüsü gibi bir dizi bilimsel kuruluş, nüfusun çeşitli gruplarının kültürel çıkarları ve gereksinimleriyle (işçi, köylü, öğrenci-boş zaman ve değerlendirilmesi) ilgili sorunlar üzerine bir çalışma yapmıştı. Moskova İşgücü Araştırma Bürosu, bir grup ailenin bütçelerinin sistematik bir araştırmasını yürüttü ve özellikle sinema, tiyatro, kitap satın alma vb. kalemlere yaptıkları harcamalarla ilgili veri toplamıştı. Kütüphane çalışanları da kültürel ilgi alanlarına ışık tutmak amacıyla sosyolojik araştırmalar yaparken, gazeteler ve süreli yayınlar kültürel yaşamın çeşitli yönleriyle ilgili tartışmalar düzenliyorlardı. Zvorıkin’in ifadesine göre, yükseköğretim kurumlarına öğrenci alma sistemi, bilim kurumlarının yapısı ve sanat kültürünün bilim çağımızdaki önemi vb. konular, 1960’ların sonlarında kamuoyunun dikkatini çeken ve basında uzun uzun tartışılan sorunlar arasında yer alıyordu. Pravda gazetesi, “Kırsal Alanlarda Kültür Üzerine Notlar” sütununda, kültürün ülkede yaşayan herkesin ulaşabileceği bir yere nasıl getirileceği sorununu tartışmış, bu sütunda basılan yorumlar, kitleler arasında kültürel çalışmalara katılmak için daha fazla uzmanın yetiştirilmesi ihtiyacını vurgulamıştı. Bunun dışında, Sovyet yurttaşları, yaratıcı sanatçıların buluştuğu ve çalışmalarını halkla tartıştığı toplantılarda ve filmlerle ilgili kamusal tartışmalarda, okuyucu toplantılarında, kültürel konularda görüşlerini ifade edebiliyorlardı. Zvorıkin, ayrıca, SSCB’nin kültürün gelişimini tahmin etmek ve uzun vadeli bir kültür politikası geliştirmek amacıyla ekstrapolasyon (bir konuda/alanda, geçmiş ve içinden bulunulan dönemin değer ve verilerinden hareketle gelecekteki değer ve verilerin tahmin edilmesi) yönteminden yararlandığını söylüyordu. Böylece, sonraki yıllar için doktor sayısından, kütüphane sayısına kadar birçok ihtiyacı yaklaşık olarak kestirebilmek mümkün oluyordu (Zvorykin, 1970: 31-32).

Sosyalist Kültür ve İnsan

İnsan kişiliğinin çok yönlü gelişiminin temelleri, sosyalizmin tarihsel başarıları; sömürünün, işsizliğin, yoksulluğun, cinsiyete, sosyal, ulusal veya ırksal kökene dayalı her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasıyla atılmıştı. Artık toplumun tüm üyelerine eğitim almaları ve yaratıcı çalışmalara katılmaları için eşit fırsatlar veriliyordu. Artık sosyal yaşamda insanlar arasında bir bağımlılık ya da eşitsizlik ilişkisi yoktu. Her bir yurttaşın kişisel onuru toplum tarafından korunuyordu ve herkes, toplumun çıkarlarıyla uyumlu olarak, hangi iş biçimini üstlenmek istediğini eşit şartlarda seçmekte özgürdü. Maddi malların üretimi için harcanan zaman azaldıkça, üretim, bilim, teknoloji, edebiyat ve sanat alanlarında bireysel yeteneklerin geliştirilmesi için fırsatlar artıyordu. Tam toplumsal eşitliğin elde edilmesi (toplumda eşit bir konum, üretim araçları karşısında, çalışma koşulları ve malların dağıtımı bakımından eşitlik, kamu işlerinin yönetimine aktif katılım ve ortak çıkarlar temelinde birey ve toplum arasındaki uyumlu ilişkiler) esas konuydu. Bu, aynı zamanda kişiliğin tam ve uyumlu gelişiminin koşuluydu. Tabii ki bunların hayata geçirilmesi kolay değildi ve önemli sıkıntılar da yaşanıyordu. Bu bağlamda, en önemli görevlerden biri, şehir ve kır arasındaki kafa ve kol emeği arasındaki temel farklılıkları ortadan kaldırmaktı (Zvorykin, 1970: 47-48).

Sosyalizm, çeşitli emek biçimleri ve kent ile kır arasındaki çelişkiyi çoktan ortadan kaldırsa da aralarındaki temel farklar hala devam ediyordu. Ağırlıklı olarak kol emeğiyle uğraşan insanlar, yaratıcı ilhamın zevklerine pek aşina değilken, esas olarak entelektüel uğraşlarda çalışanlar, fiziksel işten elde edilecek tatmin konusunda çok az anlayışa sahiptiler. Kasaba sakinleri, manevi kültürün meyvelerinin tadını çıkarma konusunda şehirde yaşayanlardan daha avantajlıydı. Bununla birlikte, bu temel farklılıklar artık ortadan kaldırılma sürecindeydi. Uyumlu bir kişiliğin gelişimi için manevi zenginleşme ve çok yönlü kültürel ilerleme için boş zaman sağlanması önemli bir faktördü. Marksizm, boş zamanı toplumsal zenginlik ve insan özgürlüğünün bir ölçütü olarak ele alıyordu. İlham veren, yaratıcı çalışma, uyumlu bir kişiliğin gelişimi için temel bir koşuldu. Baskı ve sosyal eşitsizlik çağında yaşayan insanlar, nadiren ilham veya yaratıcı çalışma düzeyine yükselebilirdi. Sadece ekonomik ve sosyal özgürlük olduğunda insanlar yeteneklerini işlerinde sonuna kadar kullanabilirler ve sadece yaratıcı işlerde insanın tüm potansiyeli gerçekleştirilebilirdi. Bu koşullar altında çalışma, yalnızca bir geçim aracı olmaktan çıkacak ve bir neşe kaynağı haline gelecekti. İnsanın artan boş zamanı giderek daha fazla kamusal faaliyetlere, kültürel ilişkilere, entelektüel ve fiziksel gelişime, bilimsel, teknik ve sanatsal yaratıcılığa ayrılacaktı (Zvorykin, 1970: 48-49).

SONSÖZ

Giriş niteliğindeki bu çalışmada; 16 yaşında Ekim Devrimi’ne tanıklık eden ve dolayısıyla kendisi de SSCB’de kültür devriminin bir parçası olan sosyolog Anotoliy Alekseyeviç Zvorıkin’in rehberliğinde SSCB’de sosyalist kültürün inşasına odaklanılmıştır. Zvorıkin, işçi sınıfı iktidarının yani yeni egemen sınıfın kültürüne uygun bir şekilde aydınlanmacı ve diyalektik bir bakışla, toplumsal bilimlerle ilgili düşüncelerini ve SSCB’de sosyalist kültürün inşa sürecini ortaya koymuştur. Ekim Devrimi’nin yarattığı sosyal, ekonomik ve politik koşullarda, insanın etkin/özne olduğu kültür devrimi, işe cehaleti ortadan kaldırmakla başlamış, halkın genel eğitim, bilim ve kültür seviyesinin yükseltilmesini yeni sosyalist insanın yaratılması adına vazgeçilmez olarak görmüştür. Sosyalist kültürün inşası; eşitlikçi, adil ve insan odaklıdır. Tek taraflı değil, katılımcıdır, tartışmacıdır. Geleceği de hesap eder, planlamacıdır. Kuşkusuz, SSCB’nin sosyalist kültürü çok önemli bir modeldir. Yeni/başka çalışmalarda kültürel inşa sürecinde yaşanan sorunlarla beraber daha ayrıntılı bir şekilde ele alınmayı hak etmektedir.


KAYNAKÇA

“Anatoliy Alekseyeviç  Zvorıkin (1901-1988)”, (2022). Erişim tarihi: 22.04.2022, http://publ.lib.ru/ARCHIVES/Z/ZVORYKIN_Anatoliy_Alekseevich/_Zvorykin_A.A..html

Aşukin, N. S., Butırskiy, N. P., Veber, A. B., Davidov, A. İ., İlina, İ. V., Kirillova, L. V., Lehin, İ. V., Lukovtseva, İ. İ., Struve, M. E., Yunin, M. M. (1979). Politika sözlüğü, Çev. M. Beyhan, İstanbul: Sosyal Yayınlar.

Krupskaya, N. K. (2013). Lenin ve halk eğitimi, Çev. Ö. M. Demirel, İstanbul: Evrensel Basım Yayın.

Sovyetler Birliği Komünist Partisinin Programı, (1961). Erişim tarihi: 22.04.2022, https://t-k-p.net/yayinlar/kitaplar/sbkp%201961%20program.pdf

Türk Dil Kurumu, (2022). Erişim tarihi: 22.04.2022, https://sozluk.gov.tr/

“Zvorıkin Anatoliy Alekseyeviç (1901-1988)”, (2022). Erişim tarihi: 22.04.2022, https://land.lib33.ru/site/publication/2785  

“Zvorıkin Anatoliy Alekseyeviç”, (2022). Erişim tarihi: 22.04.2022, https://www.isras.ru/pers_about.html?id=555  

Zvorykin, A. (1969). “Sovyetler Birliği’nde toplum bilimleri: sonuçlar ve eğilimler”, Çev. Ö. Ozankaya, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi,  24(2). 9-26.

Zvorykin, A. A. (1970). Cultural policy in the Union of Soviet Socialist Republics, Paris: UNESCO.


[1] Zvorıkin’in hayatı ve eserleri ile ilgili bilgiler “Anatoliy Alekseyeviç Zvorıkin” başlığı altında iki kütüphane ve bir enstitüye ait internet kaynaklarından derlenmiştir. İlgili kaynaklara şu linklerden ulaşılabilir:  

https://land.lib33.ru/site/publication/2785
http://publ.lib.ru/ARCHIVES/Z/ZVORYKIN_Anatoliy_Alekseevich/_Zvorykin_A.A..html
https://www.isras.ru/pers_about.html?id=555

[2] Makalenin orijinali UNESCO tarafından yayımlanmıştır: A. A. Zvorykin, “The social sciences in the U.S.S.R.: achievements and trends”, International Social Science Journal, Vol. XVI, No 4, 1964, ss. 588-602. https://unesdoc.unesco.org/ark:/48223/pf0000018652?1=null&queryId=ad1a17d6-5af3-4e75-9791-dbdb05085885

[3] Burada araya girip Zvorıkin’in gözden kaçırdığı noktayı belirtmekte fayda var. Zvorıkin’in üçüncü aşama olarak ifade ettiği; 1958’den sonra sosyalist kültürü, komünist kültüre dönüştürme süreci SBKP’nin 22. Kongresi’nde kabaca şu şekilde ifade edilmişti. Artık SSCB, sosyalist bir topluma sahipti ve 20 yıl sonra (1980 yılında) komünist topluma ulaşacaktı. Bu bir hedef olarak belirlendi. Hatta Parti Birinci Sekreteri Nikita Hruşçov, bunun sözünü verdi ve SBKP de böyle bir taahhüt altına girmiş oldu. Buna göre SSCB, ilk on yılda (1961-1970), komünizmin maddi-teknik temelini yaratarak kişi başına üretim açısından kapitalizmin en zengin ülkesi olan ABD’yi geçecek, herkesin maddi ihtiyaçları giderilecekti. İkinci on yılın sonunda ise, (1971-1980) komünizm bütün halka maddi ve kültürel nimetler bolluğu sunacak, ihtiyaçlara göre paylaştırma ilkesinin hayata geçirilmesine çok yaklaşılacak, tek ve genel halk mülkiyetine yavaş yavaş geçiş sağlanacaktı. Böylece komünist toplum genel hatlarıyla kurulmuş olacaktı (Sovyetler Birliği Komünist Partisinin Programı, 1961: 56-57). Oysa bu dönemde komünist topluma ulaşmak şöyle dursun, sosyalist bilinç ve ideolojide, 1953’e kadar Stalin liderliğinde geçen ikinci aşamada sağlanan ilerlemenin ötesine geçilemediğini, dahası Sovyet halkının giderek apolitik bir konuma doğru sürüklendiğini söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Zvorıkin’in henüz 1970 yılında yazdığı bu çalışması bu tespitleri ortaya koyabilmesine imkân vermiyor olabilir. Bununla birlikte, 1980 yılında komünist topluma ulaşma hedefinden bahsetmemesi, bu konuda tarih vermenin çok da sağlıklı bir şey olmadığı fikrini benimsemiş olabileceği ihtimalini akla getirmektedir.

]]>