Yıldız Tozundan Dinozorlara, Dinozorlardan İnsana, İnsandan Yeniden Yıldızlara

Zelal Özgür Durmuş

Evreni, maddeyi, canlılığı ve insanı birbirini doğuran bir tarihsel akış içinde anlatan “Başlangıçta hidrojen vardı,” “Bilinç gökten düşmedi” ve “Biz bu evrenin çocukları” bilim serisi başucu kitapları arasında sayılabilir. Nörobilim alanında profesör, aynı zamanda güçlü bir popüler bilim anlatıcısı olan Hoimar von Ditfurth’un (1921-1989) kaleme aldığı kitaplar kapsamlı bir doğa tarihi anlatısı sunmaktadır. Ditfurth, 1970’li yılarda başlamış olduğu ve daha sonra gözden geçirilmiş yeni baskıları yapılan seriye zamanla yeni kitaplar eklemiş. Türkçeye ilk çevirisi “Dinozorların Sessiz Gecesi” ismiyle derleme şeklinde 1990’lı yıllarda Veysel Atayman (1941-2016) tarafından kazandırılmış. Kitapların tam çevrisi ise 2000’li yıllarda yine Atayman tarafından tamamlanmış ve son haliyle basılmıştır.

Kitaplar, yayımlandığı tarihin güncel bilgilerini kapsamlı şekilde içermekte ama dar bir bilimsel bilgi aktarımın ötesine de geçmektedir. Ditfurth, bilimi bir seri bilgiler kümesi olarak gören, saf bilgiye indirgeyen yaklaşımdan uzak durmaktadır; tersine hedefinin bilimsel bilgiyi bütünlüklü bir ilişkiler ağı içerisine yerleştirmek, sorgulayıcı bir perspektif kazandırmak olduğunu da ifade etmektedir. Okuyucuyla birlikte soruların peşinden giden, yanıtların kendisini didikleyen bir tarzla yazmıştır.

Bilimsel bilgi edinmeyi dünyayı anlamaya, kavramaya dair bir perspektif edinmek olarak kodlar Ditfurth. Bunu inşa edebilmek için genel olarak tarih üstü anlatıyla, insan merkezci (antropomorfizm) bakışla, sayısallaştırılmış ve yinelenebilir verilerin yalnızca bilim olarak algılanmasıyla mücadele eder. Bu yaklaşımlardan farklı olarak tarih bilimini, insanın öznesi olduğu tarihin gerisine, evrenin tarihine doğru uzatır ve insanın tarihini de bunun içine yerleştirir. Doğayı, insanın kültürel alışkanlıkları ile yorumlayan bakışı kırmaya çalışır, insanı yaratma hedefiyle ilerleyen “evrimci” safsatayla uğraşır. En nihayet, bir kere gerçekleşmiş olayların bilimsel olarak nasıl çözümlenebileceği üzerine eğilir ve kanıtlara dayalı olasılıklar zincirini oluşturmayı dener.

Doğanın Devinimini Anlamak

Seri, bir tırtılın öyküsü ile başlar. Başkalaşım geçireceği kozayı örerken koruyucu bir yaprağa sarınır, hatta tek bir yaprak değil, başka yaprakları da işe katarak av olma ihtimalini azaltır ve etkileyici bir kelebeğe dönüşüp kozadan sağ salim çıkar. Bu stratejinin ne kadar akıllıca olduğunu herkes kabul edecektir. Peki, yaratıcı akıl insana özgü değil miydi? Ya da son hedefi başlangıçta bilmeyen doğa bu aklı nasıl geliştirmiş olabilir? Serinin daha ilk girişinde aklın ne olduğu ya da akıl olarak kodladığımız özelliklerin ne kadar insana özgü olduğu sorgulanır.

Ditfurth, aklı maddeden ayrıştırmaya karşıdır. Evreni anlama kapasitesi evrilmiş insanı parçalara bölen, doğadan ayıran düalizmin, birbirine değmeyen ayrı dünyaları kabul ettiği ve ayrı ayrı araştırma, sorgulama yolları geliştirdiğini belirtir; bunun bilimsel yöntemi yarı yolda terk etmek anlamına geldiğini vurgular. Benzer bir yönelime pozitivist bilim anlayışının da sahip olduğunu söyleyebiliriz. Özneden özneye değişmeyecek bilgi arayışında nesne ile bilgisi arasındaki bağı koparan bir noktaya ulaşırlar. Nesne, insanı “cevabın doğru” diye onaylayamayacak ise doğruluk kararı sadece zihinde verilebilir bir olgu haline gelir; böylece doğru, gerçekliğe denk düşen bir şey olmaktan azade olur. Oysa varlık ile bilgisini (ontoloji ile epistemolojiyi) ayıran düşünsel geleneğe karşı bütünleştiren bir pozisyon tam da bu ikisinin ortak kökleri olması sebebiyledir. Bu nedenle Ditfurth, tin bilimleri (zihin bilimleri) ve doğa bilimlerinin birleşimini savunur, tek bir sürecin farklı dönemeçleri olduğunu örnekleriyle açıklar.

Dolayısıyla seri herhangi bir sorudan bilimsel olmadığı gerekçesiyle, pozitivistlerin kaçındığı gibi, kaçmaya gerek duymaz. Henüz neredeyse bir mucize gibi görünen soruları sormaya devam eder: Başlangıçta ne vardır? İnsanın başlangıcında ne vardı? Daha öncesinde hayvanların, bitkilerin, tüm canlıların başlangıcı neydi? Gezegenin, Güneşin, evrenin başlangıcı nasıldı? Her seferinde daha önceye giden soruları cevaplayabilmek, bilimsel bir perspektif geliştirmek mümkündür. Gezegenimiz tüm Güneş Sistemi ile birlikte oluşmuştu. Güneş Sistemi ise önceki bir yıldızın çöküşü ve buradaki yıldız tozlarının farklı bileşikler üretmesi sayesinde ortaya çıkmıştı. Yıldızların oluşumu gibi, evrenin başlangıcı için de benzer bir ilişki ağı düşünülebilir. İçinde yaşadığımız evren daha önceki bir evrenin çöküşü ve yenisinin doğuşuyla başlamış olabilir. Yani evren zaman ve uzam açısından sonsuz olmayabilir, ama devinimin sonsuz olması şu anki düşünce ve bilgilerimizle en muhtemel durumdur.

Sonsuz başlangıçlar ve sonsuz bitişler. Ditfurth, bu hareketli hali bugünkü düşünme alışkanlıklarımız nedeniyle anlayamıyor olabiliriz, der. Tıpkı aynı zihinsel potansiyele sahip olduğumuz, ancak, mikroskobik parçacıkları düşünmeye alışık olmayan eksi çağ insanının, bir canlının hücrelerden oluşması durumunu anlayamayacağı gibi.

Öykümüz

Birinci kitapta evrenin 14 milyar yıllık öyküsü eldeki verilere, heyecan verici gözlemlere dayanarak anlatılıyor. Enerjinin ve maddenin dönüşümü, evrenin ilkin koşullarında bir proton ve bir elektrondan oluşan hidrojen atomlarının birleşerek diğer atomlara dönüşümünün tarihi ile başlıyor. Gezegenimiz Dünya’nın, Güneş Sisteminin ilk oluşumundan sonraki evrimi, ateş topu hali, katı katmanların oluşumu, suyun birikimi ve ayrışması, oksijensiz atmosfer ve zamanla ozon tabakasının oluşumu, kayaların dönüşümü ve kıtaların magma üzerindeki hareketi, tüm bu koşulların yarattığı olanaklarla canlılığın oluşabilmesinin bilimsel öyküsünü dinliyoruz.  

Cansız moleküllerden canlı moleküllere geçiş arasında aşılması imkânsız uçurumlar ya da bir Çin Seddi’nin neden bulunmadığını anlamaya başlıyoruz. Evrende gördüğümüz tüm kimyasal moleküllerle aynı yapıda olan, aynı fiziksel ve kimyasal özellikleri gösteren canlılığı yakından tanıyoruz. Canlı hayatı başlatan molekülleri, onların daha bütünleşik bir yapıya doğru dönüşümüyle hücreyi oluşturmasını, sonrasında daha karmaşık yapılara doğru evrilen ve devasa bir çeşitlenme gösteren yaşam ağacının detaylarını öğreniyoruz. Yaratıcı potansiyelin nasıl somut hale gelebildiğini görüyoruz: Bir önceki adımdan türeyen yeni koşullar, bunların doğurduğu daha da yeni durumlar, yeni koşulların eski koşulları değişmeye zorlaması. Geçmiş şimdiyle, şimdi gelecekle bağlantılı. Mevcut bağlantılar ise hem zorunlu hem olasılıksal bir tarihi akışın ürünleri olarak karşımıza çıkıyor.

Suda başlayan hücresel yaşam, farklı hücre çeşitlerinin oluşması, oksijenli solunum yapan hücrenin evrilmesi, yaşamın sudan karaya doğru çıkması, dinozorlar devri ve bu devrin kapanması, kuşların ve memelilerin çeşitlenmesi, tüm gezegene yayılması ve insanın memeliler içinden evrilen bir kol olması gibi yaşamın tarihinde merak uyandıran kimi süreçler açıklanıyor. Her biri tarihsel olasılıkların hareketiyle gerçekleşen somut durumlar. Yaşam, olası koşullar içinde bir kere oluştuğu biçimle bir daha oluşamaz belki, ama bu perspektifte yaşamın tek biçimde oluşma zorunluluğu da yoktur. Örneğin Dünya’nın erken dönem koşullarında birçok çeşitte “başlangıçlar” oluşmuşken bunlardan sadece birisinin soyunun bugün yeryüzündeki canlı türlerini vermiş olduğunu düşünebiliriz. Biçimlerden herhangi birinin olasılığı çok düşük olabilir ama bir kere gerçekleşen bir biçimdeki yaşam kendi yolunu yürüyecektir. Bu yaşamı farklı biçimlerde ortaya çıkaracak potansiyel, evrenin şu ana kadar oluşan, gelişen kısmına bakıldığında gayet mevcuttur; evrendeki moleküllerin doğurgan olduğu anlaşılmaktadır.

İkinci kitap baştan sona bilinç üzerine eğiliyor. Bilinç de birdenbire ortaya çıkmıyor, diğer biyolojik özellikler gibi evriliyor. Son durumda sinir sisteminin evrimiyle ilişkili gelişiyor, ama aynı zamanda çevreyle etkileşimi sağlayan diğer biyolojik özelliklerle de bazen ortak, bazen paralel ilerleyen geçmişi paylaşıyor. Üçüncü kitap ise mikrokozmos ile makrokozmos arasındaki ağın nasıl örüldüğüne odaklanıyor.

Bu çok kapsamlı çalışmaya dair her şeyi söylemek elbette mümkün değil. Ancak okurken dikkat edilmesi gereken son bir noktayı vurgulayabiliriz. Canlıların evrimi, tarihsel akış içinde karmaşıklığın artışını takip eden yol olarak ele alındığında belli bir karmaşık yapıya doğru, amaçlı bir ilerleyiş olarak algılanabiliyor. Aslında doğal evrimsel kuvvetlerin, eski bir benzetme ile “kör saatçi” olduğunu aklıda tutmak lazım. Seride ister yaşamın ortaya çıkışını ister bilincin evrimini veyahut görece daha sade bir özellik düşünelim, bu noktaları “hedef”ler olarak düşünmek sorunlu olacaktır. Bir olguyu ele alırken, geriye dönüp ara basamakları inşa ederken belli bir aşamaya gelmiş, olmuş olan olayların bütünselliğine bakıldığı için belli bir kurgusal sapma oluşuyor. Doğal olarak sondan başa gidiş erekselci (amaçlı) bir biçimin varlığını hissettiriyor. Düşünsel olarak bu perspektiften uzak durulsa da bilim dilini farklılaştırmanın kolay olmadığı kesin. Bir ölçüde tatsızlık yaratıyor, ne yazık ki.

Bitirirken…

İnsan, maddenin ve canlı evriminin ürünü, evrenin doğurduğu çocuklardır. Zamanın ve uzamın büyüklüğü içinde kaybolmadan, birbirimize tutunarak var olabiliriz. Hatta mevcut olan atmosferden daha fazlasını yaratabilecek potansiyele sahibiz. Sadece insan bilincinin yaşadığı sıçramanın soyumuza çok daha büyük sorumluluklar yüklediğini fark etmemiz gerekiyor.

Künye:

Ditfurth, Hoimar (2007); Başlangıçta Hidrojen Vardı | Bilinç Gökten Düşmedi | Biz Bu Evrenin Çocukları; Çeviri: Veysel Atayman; Cumhuriyet Kitapları, İstanbul.