SÖYLEŞİ| Aksaray'da otistik öğrencilere yaşatılanlara farklı bir bakış

Otistikler Derneği Kurucu Başkanı Nevin Eracar, Aksaray'da yaşanan olayın 'vicdan' ya da 'biraz insan olma' gibi insani değerlerin devreye girdiği kavramlarla tartışılmasının, yurttaşların 'kendi başının çaresine bakma' durumunda kaldığının göstergesi olduğunu düşünüyor.

Aksaray Merkez Mehmetçik İlkokulu'nda bir grup öğrenci velisi okul çıkışında toplandı ve okulda öğrenim gören otistik çocukları yuhaladı. Otistik öğrencilerin sınıflarının kapatılmasını talep ediyorlardı.

Olay büyük bir tepki gördü. Bu velilerin insanlıktan çıkmış, çürümüş varlıklar oldukları genel yargıydı. Bir Orta Anadolu kentinde yaşanıyor olması da bu yargıyı özellikle kentli orta sınıflar için örtük olarak güçlendiriyordu ve bütün tepkiler "yuhalayan velilere" yöneldi.

Açıkçası "ne kadar kötü insanlar var ya" tahlilinde (!) çok sakil duran bir yan var. Her şey bir yana eğitim sisteminin, altyapısıyla üstyapısıyla, bu kadar döküldüğü bir zamanda yaşanan trajedinin (otistik çocukların bütün hayatları boyunca benzer onlarca yara aldıklarının da farkında olmalıyız) bir grup kötü insanla açıklanması hiç mantıklı görünmüyor.

Farklı gelişen çocukların okul hayatları ve mevcut eğitim üstyapısının bu konuyu nasıl ele aldığı konusunda Otistikler Derneği Kurucu Başkanı Dr. Psikolog Nevin Eracar'la yaptığımız söyleşi "iyi, kötü, vicdan" terminolojisiyle geçiştirilen konuya oldukça aydınlatıcı bir ısık tutuyor.

GÖZDEN KAÇAN ÇOK ŞEY VAR!

Aksaray’da olanları nasıl değerlendiriyorsunuz? Kamuoyuna yansıyan olayın dışında gözden kaçan bir şeyler olabilir mi?

Kesinlikle gözden kaçan pek çok şey var. Bunların başında eğitim ve sağlık bakanlıklarının gelişimsel problemleri kapsamlı bir şekilde ele alıp sistemli bir hizmet yürütmemesi var. Sistemsizlik yukarıdan aşağıya doğru birbirine bağlanarak büyüyen halkalardan oluşmuş bir zincir gibi. Kamuoyunda zaman zaman patlak veren bu tepkilerin arka planı zaten var olan ama ekstrem bir olay olmadıkça dikkatin çekilmediği bir ihmalkarlık, sistemsizlik ve ciddiyetsizliktir. Problem, devletin ve ilgili kurumların işleyiş sistemi ile ilgili. Otizm ve benzeri gelişimsel aksaklıkların ilk belirtilerin ortaya çıkışından itibaren önce sağlık, sonra eğitim bakanlığı ve sonra da sosyal hizmetler bağlamında entegre bir sistemle kapsanması ve bu sorunları yaşayan kişiler ve ailelerinin sürekli bir desteği sistemli olarak almaları gerekir. Bu gerçekliği çeşitli bilimsel kurullar, çalıştaylar ve benzeri birçok bağlamda ifade etmiş ve raporlamış olmamıza rağmen konu sadece toplantılarda dile gelip hatta bazen övgülere layık görülen kâğıt üzerinde projeler ve akademik serüvenleri parlatan makaleler olarak bir köşede kalıyor.

Konu daha çok bir “vicdan” sorunu olarak gündemde yer buldu. “Biraz insan olma” çağrıları (belki de çok doğal olarak) ile yayıldı. Çocuklarının, torunlarının otizmli çocuklarla okumasını istemeyen, bunun için otizmli çocukların okuldan çıkarılmasını isteyenlerin sorunu bu mu? Ya da herkes biraz daha vicdanlı olsa, daha az cahil olsa bugün bu konuyu konuşmuyor olabilir miydik?

Bu soruyu biçimlendiren kavramlar; “vicdan”, “biraz insan olma”, “daha az cahil olma” gibi “insani” değerlerin devreye girmesi, yurttaşımızın “kendi başının çaresine bakma” durumunda kaldığının göstergesi bence. Bu olayda korku, acı, telaş, utanç, bilgisizlik ve çaresizlik vardır. Bu olay zaten var olan kamusal bir zaafın patladığı bir örnek.

Psikiyatrik bozuklukların tümü için söyleyebileceğimiz ve biraz önce özetle bahsettiğimiz sistemli ruh sağlığı hizmetleri gerek koruyucu ve gerekse iyileştirici boyutlar içinde kurulmadıkça ve kurumsallaşmadıkça bu problemler ciddi sosyal sancıların yaşanmasına sebep olur.

Medyada yerini bulan olay, aslında toplumun birçok kesiminin yaşadığı mağduriyeti sergiliyor. Yuhalanan çocuklar, bir şey anlamıyor gibi görünseler de dışlanmanın ağır yükünü şiddetle yaşıyorlar. Onların aileleri, bin çeşit zorlukla sağladıkları raporlarla kaynaştırma kararı aldırdıkları çocuklarının dışlanıp aşağılanmasından bir kez daha acı ve tabi ki öfke ile doluyorlar. Yuhalayan veliler, çocuklarından dinledikleri olayların paniği ve korkusu ile kendi çocuklarının sağlığını koruma telaşı ile ve seslerini duyuramamanın feryadını basıyorlar. Aynı okuldaki normal denilen çocuklar yaşıtları olan bu farklı çocuklarla nasıl ilişki kuracaklarını bilememe ve korku yanında kendi ailelerinin bu saldırgan davranışlarından utanç duyabilirler. Okul yöneticileri işleri nasıl yöneteceklerini şaşırmış halde olmalı. Öğretmenler ise yeterli eğitim ve donanımı almadan sınıflarına bırakılıveren bu farklı gelişimsel özellikli çocukları diğer normal çocuklarla birlikte nasıl aynı ortamda ele alıp yönetebileceklerini bilemezler. Yani burada korku, acı, telaş, utanç ve çaresizlik vardır.

Şeytanın avukatlığını yapmak adına değil ama daha tam bir görüntü elde edebilmek için bir soru soracağım. Okul çıkışında çocukları yuhalayanların kafasında şöyle bir şey var: otizmli çocukların hırçın olduğunu söylüyorlar. Ve bir de kuvvetli olduklarını! Bir anne “mazallah çocuğumuzu pencereden atabilirler” diyerek korkusunu dile getirmiş. Sadece bir cahillik ya da önyargıdan mı ibaret bu? Daha doğrusu bu tür korkuları ve önyargıları gidermek için basitçe “yanlış düşündüklerini” anlatmak yeterli mi?

Bu veliler tümüyle yanlış düşünmüyorlar. Otistik özellikli çocuklar bedence büyümüş, ama ruhsal olarak bebeksi düzeyde, yani ilkel canlılık düzeyindedir. Bebekler de öyle sanıldığı gibi melek filan değildir. Hayata tutunmak, canlılığını sürdürmek, birincil ihtiyaçlarını gidermek konusunda sabırsız ve bencildirler. Otizm ve benzeri bozuklukları olan çocuklar için Milli Eğitim ve sağlık sistemimizin tek çare olarak ön gördüğü “özel eğitim” gerekli fakat yeterli değil. Hali hazır sistemler çocukların davranışsal gelişimini sağlamaya çalışırken ruhsal (psikolojik) gelişimini ihmal ediyor. Yani aslında uzunca bir konu olan ruhsal onarım hizmeti zaten yarım olan sistemin en büyük eksiklerinden.

Bu yüzden kaynaştırma gibi mükemmel görünen bu uygulamada eksik olan pek çok şey var. Bu yüzden bu çocuklar çevredeki normal eğitim öğretim düzenlemesinde kendi ruhsal düzeylerine uygun bir zemini bulamamaktan dolayı tehdit altında hissedebilir, korku-kaygı içinde yaşayabilir ve kimi zaman saldırgan olabilirler. Çünkü aldıkları davranış biçimlendirici eksik eğitimler yüzünden içe hapsedilmiş öfkeyi kontrol edebilecekleri bir ruhsallık geliştiremezler. Yaşları büyüdükçe saldırganlık yetişkin bir insanın fiziksel gücü ile korkutucu olabilir. Yani aslında düpedüz psikiyatrik olguların okullarda eğitim ortamında olduğunu söyleyebiliriz. Ama tanı otizm olduğunda baştan beri kendi başının çaresine bakmak durumunda kalmış olan aileleri onlara “melek” deme saplantıları içinde ve çaresizce savunma içinde olur.

Topu “cahil ailelere” atıp işin içinden çıkmak kadar sorunu “öğretmenlerin” çözmesi gerektiğini söyleyip bırakmak da kolaycılık olur belki ama... Somut olarak Aksaray’daki tabloda eğitimcilere ait bir eksiklik de görebilir miyiz?

Daha önce de söylediğimiz gibi bu olayda öğretmenler ve okul yöneticileri de mağdurlar arasında. Zira Milli Eğitim Bakanlığı yirmi yıldan fazla bir süredir yönetmeliklerle uyguladığı kaynaştırma programını gerçekçi bir hazırlık çalışması yapmadan başlattı. Kimi zaman taşradan büyük şehirlere atama bekleyen emeklilik yaşına gelen sınıf öğretmenleri, kimi zaman hiçbir uygulama eğitiminden geçmeyen normal sınıf öğretmenleri 1-2 aylık kurslarla kaynaştırma programlarına yerleştirildiler. Normal çocuklar veya otistik özellikli çocukların ruhsal karşılaşmalarından doğabilecek çatışmaları yönetecek donanımda değillerdir.

Bir izlenimimi paylaşmak ve fikrinizi almak istiyorum. "Farklı çocuklar" konusunda toplumun bir tür "aşkınlık" içinde olduğu gibi bir hissiyatın yaygın olduğunu düşünüyorum. Bunu örneğin "efendim çocuğumun anaokulunda down sendromlu bir çocuk var ve ona çok iyi davranıyor" gibi anlatılarda görüyorsunuz. Son olayda sosyal medya paylaşımlarında "maşallah maşallah" yorumları arasında çocuklarının sınıflarındaki "sorunlu" çocuklarla ne kadar iyi geçindiklerini anlatanlar vardı. Gerçekten böyle bir ilerleme yaşandı mı Türkiye'de? Moda deyimle gerçekten "farkındalık" boyutunda bir gelişme mi var? Böyleyse bu nasıl oluyor?

Ne yazık ki bu sorunuza da pek iç açıcı bir karşılık bulamıyorum. Öteden beri engelli birine yardım fırsatı bulan insanların iyilik yapıp iyilik bulma ümitlerine tanık oluruz. Bu da biraz böyle bir şey... Bunda az önce ifade ettiğim “otizmli çocuklar melek” demeye çalışmalarıyla da işaret ettiğim durum var. Gerçeğin şiddetli acısına dayanamayıp gerçek dışı bir rasyonele sığınma hali. Farklı özellikli çocukların aileleri de bu sele kapılmış haldeler. Öyle ki; tıbbi bir terim olan “otistik” terimini kullanmak bile bu aileler tarafından adeta aforoz edilmeye yol açıyor. Yeni bir icat olarak “otizmli” deniliyor…

Çocukların birbirleriyle farklılıklarına rağmen ilişki kurma gayretleri tabi ki doğru ve desteklenmeli. Ama burada acıma ve üstten bakış hakim.

Farklı bir çocuk üzerinden güçlenme ve sosyal puan toplamanın övgüyle karşılanması o down sendromlu arkadaşıyla kendiliğinden ilişki kuran çocuğun da kişiliğini tahrip ediyor. Acıma ve üstten bakış zaten kültürün ve mevcut kapitalist sistemin de pekiştirdiği bir şey. Buna da sebep olan yine farklı gelişen çocuğun gerçek ihtiyaçları yönünde hizmet almıyor olması. Yani yaşamda ancak acınarak ve himmet edilerek bir varlık hakkı varmış gibi.

Yani bardağın boş tarafına bakacak olursak bu tür "insani" tepkilerle sorunları halı altına mı süpürüyoruz?

Son sorunuza büyük puntolarla EVET demek istiyorum. Kısaca…


Dr. Öğretim Üyesi Psikolog Nevin Eracar kimdir: Otizm konusunda hem bilimsel hem de meselenin toplumsal boyutlarıyla ilgili çalışmalar yürütmüş bir akademisyen. Çeşitli üniversitelerin psikoloji bölümlerinde görev almış ve yıllardır farklı engelli gruplarla da psikososyal çalışmalar yürütüyor. Gelişimsel problemleri olan çocuk ve gençlerin aileleriyle psikolojik destek çalışmaları tasarlamış ve yürütmüş. Otistikler Derneği kurucu başkanı ve yönetim kurulu üyesi.