SÖYLEŞİ I Eski insanın Amerika kıtasına gelişi
Amerikan yerlilerinin, Asya kıtasından yeni kıtaya yayılması öyküsü üzerine çalışan uluslararası ekibin araştırma sonuçları yayımlandı. 5 bin yıl kadar önce Sibirya’da yaşayan avcı toplayıcı kültürdeki insan topluluklarının Kuzey Amerika’ya geçişi tek seferde gerçekleşmemiş. İki kıtayı bağlayan Bering Boğazı birçok kez kullanılmış. Topluluklar ara verilen bin yıllardan sonra tekrar birbirine karışmış.
İstanbul Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü Lisans ve Yüksek Lisans programından mezun olduktan sonra, doktora çalışmaları kapsamında Ostrava Üniversitesi Biyoloji ve Ekoloji Bölümü’nde çalışmaya başlayan Ezgi Altınışık, bir süredir ziyaretçi doktora öğrencisi olarak, insanın evrimsel geçmişi ve popülasyon tarihi konusundaki çalışmalarına Max Planck İnsan Tarihi Bilimi Enstitüsü’nde devam etmekteydi. Bu yıl itibariyle Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim görevlisi kadrosunu aldı.
Ezgi Altınışık, yaptıkları çalışmayı Bilim ve Aydınlanma Akademisi'ne anlattı.
BAA: Tebrik ederiz Ezgi. Ekip olarak yaptığınız çalışma insanın 70 bin yıl önce Afrika’dan çıkıp Dünya üzerindeki tarihsel yayılımı hakkında önemli bilgiler sunmuş oldu. Çalışmada ne araştırdınız ve hangi sonuca vardınız biraz anlatabilir misiniz?
Ezgi: Öncelikle teşekkürler. Çalışma esasen Yerli Amerikalıların tarihi üzerine yoğunlaşıyor. Biz Yerli Amerikalılar deyince tek bir grubu anlıyor olsak da aslında Amerikalılar hem kültürel hem de genetik olarak homojen değiller. Soru da burada ortaya çıkıyor: Bu çeşitlilik nereden ortaya çıkıyor?
Sıkıcı detaylarda boğulmamak üzere kısaca özet geçmek gerekirse ilk olarak Asya'dan Amerika kıtasına geçişler yaklaşık 17-18 bin yıl önce gerçekleşmiş. Bu dönemde Asya ve Amerika'yı birbirine bağlayan Bering Boğazı insanların geçişine elverişli. Bu bilgi zaten yıllardır arkeolojik, antropolojik kayıtlar vasıtasıyla biliniyordu. Bu ilk geçen grubu "İlk Yerliler" olarak adlandıracağım devamında. İlk Yerliler, hızla kıyı bölgelerden Güney Amerika'ya doğru yayılırken, bir grup Kuzey Amerika'da yaşamına devam ediyor.
İşte homojen olmayan kısım da bugünkü Kuzey Amerika Yerlileri. Bölgede Na-Dene dil ailesine ait dilleri konuşanlar, diğer Kuzey Amerikalılardan farklı genetik bir bileşen taşıyorlar. Yani aslında İlk Yerlilerin haricinde de, bölgeye Asya'dan göç gerçekleşmiş. Uzun süredir “sonradan geçen bu Asyalıların kim olduğu,” bilimin tartışma konusuydu. Biz de bu kaynağı bulmaya çalıştık.
Nihayetinde bu çalışmada, Kuzey Amerika'dan Grönland'a kadar büyük bir alanda yaklaşık 4000 yıl yaşayan Paleo-Eskimo kültürünün İlk Yerlilerle karışarak Na-Dene dillerini konuşanların ataları olduğunu bulduk. Dahası, yaklaşık 1000 yıl önce Asya'dan farklı bir kaynaktan geldiği düşünülen Eskimo-Aleut dillerini konuşanların da benzer bir karışımın sonucu olduğunu tespit ettik. Paleo-Eskimolar, Amerika'ya geçip İlk Yerliler'le karıştıktan sonra bir grup Asya'ya geri dönmüş, bugünkü Çukotka bölgesine. Daha sonra bunların bir grubu tekrar Amerika'ya geçmiş.
Bu geçişler belli ki bir döngü halinde Asya ile Amerika arasında gidip gelmiş, kendi aramızda "Bering Boğazı'na otoban kurmuşlar" diyoruz (gülüyoruz:).
Bu eski insanları araştırmak nasıl bir yöntem ile yapılıyor? Arkeolojik verile genetik analizin katkısı nedir?
Bununla ilgili soL'da da çıkan birçok yazı var. Eski tarihlerde yaşamış insanların kalıntı kemiklerinden DNA'larını elde etme yöntemi son on yılda oldukça gelişti. Antik DNA çalışmaları yoluyla birçok toplumun/topluluğun tarihi aydınlatılıyor artık. Türkiye'de bu alanda çok iyi bir noktada olduğumuzu söyleyebiliriz. Elbette tek başına genetik analiz yeterli değil. O yüzden bu çalışmalar disiplinlerarası alışveriş ile yapılıyor. Dikkat ederseniz bizim makalede de arkeologtan antropoloğa, dilbilimciden matematikçiye birçok farklı disiplinden bilim insanı bulunuyor.
Yine bizim çalışmadan örnek verecek olursak eğer Na-Dene dillerinin kökeni sadece arkeologların ve genetikçilerin değil, aynı zamanda dilbilimcilerin de ilgi alanındaydı. Uzun yıllar bu dilin kökenini araştırdılar. Kafkasya dilleriyle, Sino-Tibetan dilleriyle ilişki kurulmaya çalışıldı; ama bir türlü tartışma nihayete ermedi. En son 2010 yılında bir dilbilimci aslında Na-Dene dillerinin Sibirya'daki Yenisey dilleriyle ilişkili olabileceğine dair karşılaştırmalı kanıtlar sundu. Ancak Yenisey dili konuşan ve bugün yaşayan tek bir topluluk var, o da Ketler. Bu dile ait başka bir iz bulunmadığı için karşılaştırma kısıtlıydı. Çalışmada bu hipotezin doğru olabileceğini de göstermiş olduk.
Bu çalışmada oldukça geniş bir bilimsel işbirliği görüyoruz. Her ne kadar makale Nature'da yayımlansa da (gülüyoruz), toplumda bilimsel çalışmalar "ABD'de, AB ülkelerinde yapılır" algısını biraz sarsması açısından önemli. Zorluklarla baş edip bilimsel çalışmaları kendi coğrafyamızda güçlendirmeliyiz diye düşünüyorum. Bu konuda söyleyeceklerin var mı?
Elbette var! Önce bizim çalışmamızda ana datayı Çek Cumhuriyeti'nde analiz ettik. Eski sosyalist ülke geleneklerinin akademide devam ettiği bir yer. Kemikleri Rusya'daki bir ekip topladı. Tabii analiz sürecinde Almanya ve ABD'den bilim insanları da katıldı. Ama ana veri klasik anlamda batı diyemeyeceğimiz ülkelerden. Devam edersem, bilim yapmak için bütçe gerekiyor. Ve bizdeki bilimsel fonlar bugün ABD ve AB ülkelerinin çok gerisinde. Aslında Türkiye'de çalışma yapan bilim insanları neredeyse yoktan var ediyorlar. Eleştiriler sürekli sistem değil, kişilere yönelik oluyor. Sistem bozukken kişi ne yapsın!
Bozukluk sadece bizde de değil. Dünya bugün bilimdeki iş güvencesizliğini tartışıyor. Doktorasını bitiren bir bilim insanı doktora sonrası araştırmalar için yıllarca ülke ülke gezip ancak ondan sonra sabit bir pozisyon bulabiliyor. O da eğer şansı yaver giderse.
Geçenlerde bir çalışma doktora öğrencilerinin üçte birinin psikolojik problemler yaşadığını ve bu problemlerin büyük kısmının gelecek kaygısı nedeniyle ortaya çıktığını gösterdi. Benzer bir durum doktora-sonrası araştırmacılar için de geçerli. Artık bilim alanında çalışan insanlar buna çözüm arıyor.
Türkiye'de de araştırmacılar için kadro yerine, 50/d burslu öğrenci statüsünde güvencesiz çalışmaya daha yakın zamanda geçtik. Üstelik birçok bilimci de “her yerde sistem böyle,” diye savundu, bu saçmalığı. Ülkemizde bu kadrosuzluğa ek olarak maddi kaynak da sınırlı. Ona rağmen antik DNA alanında dünya seviyesinde bilimsel üretim yapıyoruz, bu sene itibariyle ikinci laboratuvar da Hacettepe Üniversitesi’nde açıldı. Bu laboratuvar da uluslararası işbirliğiyle çalışacak. Bence bu çok önemli, kısa zamanda meyvelerini almaya başlayacağız.
O vakit, insan bilmecesinin çözümünde, Hacettepe’deki yeni ekibine başarılar dileriz. Gelecek araştırma sonuçlarınızı heyecanla bekliyoruz…