Sovyetler Birliği’nden Türkiye’ye bir fizikçi olmak

Prof. Dr. Ferid Salehli ile söyleşi

Söyleşi:Sevgi Karadağ

Öncelikle röportajımızı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Kısaca sizi tanıyabilir miyiz?

1956 yılında Bakü’de doğdum, 1973 yılında da üniversiteye, fizik bölümüne girdim. Fizik diplomasını aldıktan sonra ise doktoramı Leningrad’da Fiziksel Teknik Enstitüsü’nde (IOFFE) 1985 yılında tamamladım. Doktora sonrasında Sovyetler Birliği’yle temasım devam etti ama 90’lı yılların başlarında bir şeyler bozuldu, herkes sağa sola savrulmaya başladı. Beni de 1992 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) davet etti. Ondan önce Almanya’da Bayreuth Üniversitesi’nde çalışıyordum. 92’den beri ailem ve çocuklarımla birlikte buradayım.  

Çalışma alanlarınız nedir hocam? Hangi konular üzerine çalışıyorsunuz?

Bilimsel araştırmalarımda genelde katı hâl fiziği üzerine odaklandım. IOFFE Enstitüsünün meşhur laboratuvarlarından biri olan “Ferroelectricity ve magnetisma laboratuvarı”nda dünyaca ünlü Profesör Smolenski’nin danışmanlığı altında doktorayı bitirdim. Tabi çok enteresan sistemlerle uğraştım orada. Ferroelektrikler sahip oldukları fiziksel özellikler sayesinde savunma sanayisi, piezoelektrik algılayıcılar ve bunlar gibi birçok uygulama alanında geniş yer bulan malzemelerden birisi. Dolayısıyla bu gibi maddeler her zaman başka başka uygulama alanları bulunduğundan araştırmacıların odak noktasında yer almıştır.

İTÜ’ye gelince tabii ki ilk amacım burada madde teknolojisini başlatmak ve yerine oturtmaktı. Bu nasıl gerçekleşti, hatta daha doğrusu gerçekleşemedi başka bir hikâye, ama burada gördüğünüz gibi gayet donanımlı bir laboratuvar kurabildik. Geniş frekans aralığında elektromanyetik dalgalar ile madde araştırmalarını burada gördüğünüz sistemler ile yapabiliyorum. Laboratuvarda dielektrik spektroskop, nanokontrol sistemi, fourier dönüşümlü kızılötesi spektrometre gibi aletler yer almakta. Bunlar en düşük frekanslardan gigahertzlere kadar çıkan aralıklarda araştırma olanağı tanıyan bir sistem. Yani aslında hepsi birbirini tamamlayan aletler. Sanıyorum buna benzer bir laboratuvar çok zor bulunur. Çünkü burada aynı zamanda geniş sıcaklık aralıklarında da deneyler yapabiliyoruz. Çalışmalarım işte böyle.

Fotoğraf: Ferid Salehli İTÜ’deki Dielektrik Spektroskopi Laboratuvarında. 

Bize biraz da öğrenim geçmişinizden bahsedebilir misiniz, hocam?

Sovyetler Birliği’nde eğitim aldım. Okul gayet normal bir ortaokuldu. Bizim okuduğumuz zamanda 10. sınıfı bitirdikten sonra 17 yaşlarında üniversiteye gidiyorduk. Sovyetler Birliği’nde aldığım eğitimden tabi fevkalade memnunum. Özellikle şimdiki zamanda gördüğüm ders kitapları ile benim okuduğum ders kitaplarını kıyasladığımda arada çok büyük fark olduğunu görüyorum. Bizde tarih dersleri çok temelliydi. Beşinci sınıftan başlayarak son sınıfa kadar tarih dersleri görürdük. Onların içinde milattan önceki eski tarih, orta asırlar tarihi, kapitalizm tarihi, devrimden sonra sosyalizmin tarihi, devrimler tarihi gibi dersler mevcuttu.

Çok memnunum, çünkü gördüğüm kadarıyla birçok şeyi anlamaya imkân sağladı bu eğitim. Tabii ki fizik ve matematik eğitimi de apayrı başka bir kazançtı. Mesela coğrafya dersini de üç sene görüyorduk. Önce harita, fiziksel coğrafya görürdük. Ama 9. sınıfa geldiğimizde coğrafya artık başka bir coğrafyaydı, ekonomi coğrafyası anlatılırdı. Dolayısıyla 10. sınıfı bitirdikten sonra gayet kendimizi bilgi açısından, anlama açısından güvenilir hissediyorduk. Tabi ki hocalara da çok bağlıydı bu. İyi hocalarla temasta olmak çok iyi bir şanstı bizim için.

Gençlerin kendisine ne zaman neyin gerekli olduğunu ne anlayıp ne anlamadığını kavraması için belli bir zaman bariyeri vardır. Ancak belli bir bilgi birikimine sahip olduktan sonra genç insan o zaman doğru yolda mı yanlış yolda mı olduğunu analiz edebilir. Çünkü bilgi birikimi olmayınca o analiz etme imkânı da kısıtlı oluyor veya hiç olmuyor. Bu durumla şimdiki gençlerde çok karşılaşıyoruz. Belli bir yaşa geliyorlar, ama ne olmak istediklerine, kim olmak istediklerine kendi başlarına karar veremiyorlar. Başkalarından, çoğunlukla hocalarından fikir almaya başlıyorlar. Bu kötü bir yol değil, ama insanın karar vermek için kendini de yetiştirmesi gerekiyor.

İnsanın aklında o zamanlardan başka enteresan bir şey de kalıyor. Enstitünün kütüphanesi çok ayrı bir şeydi, çok eski şehirlerden dergileri, kitapları görme fırsatımız oluyordu. Onları görünce “insan aklı nasıl ilerledi, mantık nasıl ilerledi?” diye düşünmeye başlıyorduk. Bir de başka bir şey görüyorsun, savunma sanayisine çalışan bir kurumun deneysel fiziğe nasıl bir ciddiyetle yaklaştığını, madde teknolojisine nasıl yaklaştığını görüyorsun. Bu atmosfer de insanı yetiştiriyordu.

Sovyet ekolü içinde yetişen son kuşaktan bir bilim insanı olarak kendi öğrenim sürecinizi bugün yetişen araştırmacıların öğrenim süreciyle karşılaştırdığınızda nasıl bir değerlendirme yapardınız?

Şöyle söyleyeyim, mesela fizik eğitiminden bahsedecek olursam Türkiye’deki sistemden pek memnun değilim. Çünkü gözlemlediğim kadarıyla burada öğretim üyeleri ve öğrenciler arasında fiziğin temelleri mekanik ve elektrik olarak yerleşmiş durumda. Hâlbuki fiziğin temelleri sadece mekanik ve elektrikten ibaret değil. Fiziğin temelleri insan aklının, insan mantığının tarih içinde ilerlemesine bakıldığında önce mekanik, sonra ısı ve termodinamik, elektrik, optik, atom fiziği, nükleer fizik şeklinde devam etmektedir. Atom fiziği ve nükleer fizik aslında kuantum optiğiyle birlikte modern fiziği teşkil ediyor, ancak bunlar bilimin ilerlemesiyle artık kendi başına fiziğin temellerini oluşturmuşlardır. Ne yazık ki İTÜ’de ve Türkiye’deki diğer üniversitelerde eğitim bu şekilde anlatılmamaktadır. Fiziğin temelleri olarak sıraladığım dersler ya başka derslerin içinde ya da seçmeli dersler olarak verilmektedir.

Hâlbuki bana göre öğrencinin kafasına oturtulması gereken bir şey var; 6 dönem fiziğin temellerini öğrencinin kafasına iyice yerleştirip, onunla paralel olarak teorik fizik derslerinde ilerlemenin gerekli olduğunu görüyorum. Aksi takdirde kaos oluyor. Bana göre eğer Türkiye’de tahsil böyle bir düzene sokulsaydı, mezun olan öğrenci de aslında bu ilerleyen mantığı gayet güzel aklına yerleştirirdi. Amerikan sistemini örnek alıyoruz diyorlar, olabilir. Ama bir şeyi de bilmek lazım ki o ülke çok ilerde diye başka bir ülkenin sistemi örnek alınması her zaman doğru seçenek değildir.

Bana göre eğitim bir organizmadır. Her bir organizma kendi başına, kendi bünyesini kurmakta ve ilerlemektedir. Amerika’da uygulanan sistemin Türkiye’ye de uyacağı anlamı çıkarılamaz. Bu şeyi tamamlayan orada başka unsurlar olabilir, ancak onlar burada yoktur. Benim görüşüm bu. Başka ülkelerin eğitim sistemine bir şey diyemem. Son olarak burada bir şeyin tekrar altını çizmek istiyorum, Türkiye’de orta eğitim maalesef bana göre çok geridedir.

Bu röportaj vesilesiyle Sovyet fizik ekolünü daha içeriden tanımayı da umuyoruz. Oradaki bilimsel anlayışı, araştırma alışkanlıklarını, motivasyonlarını sizin gözünüzden dinlemek isteriz?

Büyük bir konu, ne kadar sıkıştırabileceğimi bilmiyorum. Bilim evrensel bir şey.  Ben Sovyet bilimi, şu bilimi, bu bilimi şeklinde ayırma taraftarı değilim. Sovyetlerde çoğunlukla, daha doğrusu temelde Rusya’da mevcut olan ekollere ve artık mevcut olan üniversitelere dayanarak ilerleme ortaya çıkmış. Tarihe baktığımızda, Bilimler Akademisi’nin 18. yüzyılın ortalarında kurulduğunu görüyoruz. Bu temellere dayanarak Sovyetler Birliği’nde bilimde, eğitimde kendi bünyesini kurmuştur. Tabi devrimde bir şeyler bozuldu, bir şeyler yerinden oynadı, bazı insanlar kaçtı, bazı insanlar hayatını kaybetti. O coğrafyanın pek rahat dönemi sayılmazdı. Fakat yine de insan hayatının ihtiyacı ile,ülkenin ihtiyacı ile çok çabuk toparlanıldı. Araştırma enstitüleri de, üniversiteler de kendi yollarına girmeye başladı.

Sovyetler Birliği’nin çok önemli bir farkı vardı. Üniversitelerin dışında, bir de Araştırma Enstitüleri yer alıyordu. Bunların sayısını bilmek imkânsız. Farklı farklı fizik ve kimya dallarında çok sayıda araştırma enstitüleri vardı. Ve her bir enstitüde farklı farklı laboratuvarlar vardı. Genelde her bir enstitünün kendine has bir yönü bulunuyordu. Yani bilim sadece üniversitelerde var olan bir kurum değildi. Araştırma enstitüleri, üniversitelerden daha önde gelen birimlerdi. Çünkü üniversitelerde hocalar zamanlarının bir kısmını da eğitime ayırmak mecburiyetindeydiler. Ama araştırma enstitülerinde zamanlarının tamamını araştırmaya ayırabiliyorlardı. Dolayısıyla araştırma enstitülerinin zamanında Sovyetlerde bilimin ilerlemesine büyük katkıları olmuştur. Sanayide öne sıçraması ve ileriye götürmesi, malzeme biliminde, uzay teknolojilerinde ilerlemesi bu sayede olmuştur. Uzaya roket yollanması aslında birçok şeyin dışında, malzeme bilimine de çok bağlıydı ve bu konuda çok ilerlemişlerdi. Uzaya bir nesne gönderilmesi konusunda birçok enstitü bir arada çalışmış, fizikçiler, mühendisler, malzemeciler hepsi ayrı ayrı kendi işlerini görmüşlerdir. O roketin yukarı çıkması, yine de dünyanın kazancıdır. İnsanoğlu ayağını buradan koparabileceğini görmüştür.

Burada ayrıca matematiğin ilerlemesini de göz ardı etmememiz lazım. Biz çoğu kez çekim ivmesinin 9,8 m/s2olduğunu söylüyoruz. Ama uzaya bir araç göndermek söz konusu olduğunda çekim ivmesini virgülden sonra birçok rakamla net bir şekilde tayin etme ihtiyacı ortaya çıkmıştı, bir yörüngeyi hesaplamak için bu gerekliydi. Bunun için, g sabitinin virgülden sonra 10-11 rakamını ölçebilmek için, yeraltında, çok derinlere çok büyük laboratuvarlar kuruldu. Buna benzer bir sürü farklı çalışma da vardı.

İçinde yetiştiğiniz ortam sizin bilim yaklaşımınızı, araştırma motivasyonlarınızı nasıl etkiledi?

Ciddi ve iyi bir soru. Birincisi, her gördüğüm şeye inanmamamı sağladı. Her gördüğüm sonuca, her çıkan eğriye kuşkuyla yaklaşmamı, karşıma ‘doğru mu bu?’ sorusunu koymamı sağladı. Bu işi biraz uzatıyor tabi, ama doğru yöne uzatıyor. Sonuçta doğru sonuca ulaşmak için her bir fizikçi çaba göstermek zorundadır. Acele ederek, aldığım sonuçları hemen yayınlamak benim karakterimde yok. İnsanın araştırma yapma aşamasında kafasında çıkan sorular, araştırmayı kesinlikle yönlendiriyordu. Çünkü sürekli ‘Neden böyle bir grafik elde ettim, bu eğri ne anlama geliyor?’ diye kendini sorguluyorsun. Tabi bu sorulara cevap vermek için problemin etrafındaki onunla yakın ilişkili problemlere de ister istemez bakıyorsun. Mesela benim çok takdir ettiğim yaklaşım, yetiştiğim IOFFE ekolünde sık sık seminerler yapılırdı. Ve kimse seminer vermekten çekinmezdi. Seminer bizim için bir arkadaşımızın bize yaptığı işleri anlattığı bir dersti, biz de dinleyip gelişiyorduk. Tartışmalar çok şiddetli oluyordu. İnsanlar birbirlerine ağır cümleler de sarf ediyordu, ama hepsi biliyordu ki bu sonuçta kişinin şahsiyetine yönelik değil yaptığı işe yönelik eleştirilerdi. Yani seminerler o açıdan çok eğiticiydi.

Sosyalizmin bilim üzerindeki etkisini nasıl tarif edersiniz? Nasıl tecrübeleriniz oldu, neleri gözlemlediniz? SSCB’nin çözülüşün etkisini nasıl tarif edersiniz?

Dediğim gibi bana göre, benim kişisel fikrim bilimin sosyalizm ile ne kadar ilgisi var büyük bir soru işareti. Çünkü yine bilim evrenseldir. Yurtdışına konferanslara gidilebiliyor. Gerçi evet, Sovyetler zamanında çok sık olan bir şey değildi, ama sonuçta yaptıklarımızı yayınlıyorduk. Yayınlayınca bütün dünya okuyordu. Tabi Sovyetlerin kendisinin çok kuvvetli dergileri vardı. Amerika o dergileri alıp, İngilizceye tercüme edip İngilizce yayınlıyordu. Önemli bir şeydi o, batı da çok önemli konularda hazır verilere ulaşmış oluyordu. Özellikle bildiğim kadarıyla yarı iletken fiziğinde epeyce faydalanılmış bu tercümelerden.

Yani sosyalizmin bana göre bir önemli şeyi vardı, eğitim sistemleri mükemmeldi. Okullarda ve üniversitelerdeki eğitimi mükemmeldi. İyi düzeyde eğitimlerini bitirenler batı tarafından da çokça tercih ediliyordu.

Tabi bazı dersler var ki ideolojik bir anlam taşıyordu, örneğin tarih dersleri, felsefe dersleri bu özelliği kesinlikle taşıyorlardı. Biz ortaokuldayken, tarih derslerinde sınıfları geçtikçe “Köle devrinden neden feodalizme geçildi, feodalizm neden kapitalizme dönüşmeye ihtiyaç duydu? Bunun arkasındaki sebepler, ekonomik ilişkiler nedir?” gibi sorulara cevap verebilmeyi öğreniyorduk. Maalesef buradaki eğitim sisteminde onu görmüyorum.

Sonuçta çok uzun zamandır bilim camiası içindesiniz, çalışmalar yürütüyorsunuz. Özellikle Sovyetlerin dağılışından sonraki dönemde yayın baskısının akademide çok daha yoğunlaşmış olması, artık keşiften çok yayına odaklanıldığı gibi fikirler de mevcut. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Maalesef, evet. Ben onun tanığıyım ve maalesef aslında bütün dünyada artık öyle. Bunu sanıyorum hâlâ anlamamız lazım, neden? Türkiye’de de öyle. Ne olursa olsun hemen bir makale yayınlama telaşına girişiliyor, makale sayıları yarıştırılıyor. Bilimin biraz ticari bir hale geldiğini gözlemleyebiliyoruz. Dergi sayısı çoğaldı, makale yayınlamak kolaylaştı. Ama onu kontrol etmek de artık araştırma yapan insana bağlı. Çünkü eğer bana göre bir sonuç ilan ediyorsan, o sonucun makalede yayınlanmasından sonra arkasında durmak zorundasın. Araştırmacı o sorumluluğu hissetmek zorundadır.

Bana göre kadro atamaları da sadece yayın sayısına bağlı olmamalı, atama bilimsel sonuçlara göre olmalı. Bir insan çok veya az yayın yapabilir, ancak “Ben dünya literatüründe ilk kez şunu yaptım” dediği çalışmalarının olması çok daha önemlidir. Bana göre önemli bir nokta. Çünkü her ülke kendi yerini tanımlamak için çeşitli bilim alanlarına olan katkılarını değerlendiriyor, finanse ettiklerini ve elde edilen çıktıları hesaplıyor. Bu elde edilen çıktılar bana göre her zaman makale olmamalı. Bu elde edilen çıktının uygulaması ne olacaktır diye de düşünülmeli, uygulanması için zemin kurulmalı, koşullar yaratılmalıdır. Ve tabi ki bu sonuçların uygulanması için ülkenin o koşullara sahip olması gerekmektedir. Bu bence bir devletin önemli görevlerinden birisidir.

Türkiye’deki bilim camiasına ve araştırma koşullarına dair değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?

Kolay bir konu değil. Hepsi (bütün akademisyenler) çalışıyor, hepsi uğraşıyor, bazıları hatta çok büyük özveriyle çalışıyorlar. Bu gayet normal. Ama bu sorduğunuz soruyu değerlendirmenin kriterleri aslında bence biraz önce anlattığım şeylere dayanıyor çoğunlukla. Tamam, hepsi üniversitelerde çalışıyor. Mesela TÜBİTAK Marmara Araştırma Merkezi var, onlar da muhakkak bir şeyler üzerinde çalışıyorlar. Ama maalesef bu konuda çok bilgim yok, ne üzerine çalıştıklarına dair.

Üniversiteler tabi ki bilimsel sonuç üretebilir, üretmek zorundadır. Bir öğrenci bana göre hocanın bir laboratuvarda çalışmasını mutlaka görmelidir. Maalesef bizim okullarımızda, üniversitelerimizde ya öğrenci görmüyor hocanın laboratuvarda çalışmasını, ya da çalışmayan hocayı görüyor. Bu öğrenci ile hoca arasındaki temasın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Öğrencinin merak etmesi lazım. Öğrencinin merak etmesi ile aslında üniversitelerde ilerleyen bilim de canlı hale geliyor. Bence üniversitelerin dışında başka bilim müesseselerinin kurulması gerekmektedir. Bu açıdan tabi ki Sovyetler’ de bilimin dallanması, yayılımı Türkiye ile kıyaslanamayacak şekilde gelişmiş durumdaydı. Şimdilerde bazı dönüşümler yaşandı, bununla birlikte bozulmalar meydana geldi. Şu andaki Rusya’da batıya dönük bir yüz var. Bence biraz bir şeyleri değiştiriyorlar, gördüğüm kadarıyla çok olumlu değişimler değil bunlar. Ama o zamanki mantık, yaklaşım yerinde duruyor.

Son olarak aileniz, onların sınıfsal konumlarını, mesleklerini ve yaşamlarını da merak ediyoruz. Ailenizde Sovyetler Birliği Komünist Partisi üyesi var mıydı örneğin? Kendiniz üye miydiniz?

Hayır, ailemde parti üyesi kimse yoktu. Enteresan ama evet, durum buydu. Benim babam da bilim adamıydı. Toprak bilimi ile ilgileniyordu. Fena da değildi. Kendisinden sonra birkaç kitap da bırakmıştı. Ki burada bunun altını çizmek lazım, çünkü Türkiye’de her insan belki kolaylıkla bir kitap yazabilir ama Sovyetlerde her isteyen kitap yazamazdı. Babam Bilimler Akademisi’nin üyesiydi, ama evet parti üyesi falan değildi. Bizim devrimden önce ailemizin maddi durumu yerindeydi, dolayısıyla biraz komünizme de yüzde yüz inançla bakan bir aile değildik. Ama birçok şeyde, eğitimde, o dönemin eğitiminin mükemmel bir eğitim sistemi olduğunu söyleyebilirim.

Babam parti üyesi değildi, ama Toprak Bilimi ve Agrokimya enstitüsünde müdürdü. Annem çalışıyordu, diş doktoruydu. Fakat ben ailedeki üçüncü çocuğum, dolayısıyla ben doğduktan sonra 3 çocuğa bakabilmek için işi bıraktı, bırakmak zorunda kaldı.

Önde gelen enstitülerde, Kurçatov Enstitüsü gibi yerlerde lojmanlar bulunuyordu. Ama ülkenin genelinde böyle bir şey yoktu. Devlet ev veriyordu bizlere. Evler çok küçüktü, büyük değildi. 1 oda 1 salon, 2 oda 1 salon şeklindeydi. Ama spor tesisleri çok gelişmişti. Neredeyse her mahallede kütüphane vardı. Yüzme havuzları, spor tesisleri epeyce vardı. Yıllık izinlerimiz de vardı, babamız izine çıktığında tatillere gidebiliyorduk.

Bizim sorularımız bitti. Sizin eklemek istediğiniz bir husus var mı?

Şunu eklemek istiyorum, bizim gençlerin kitap okuması gerekiyor. Dünya literatürünü iyi bilmesi lazım, klasikleri iyi bilmesi lazım, tarihi iyi bilmesi lazım kesinlikle. Dünya literatürünü, tarihi bilen insan herhangi bir mevcut ortamda kafasında doğru yolunu bulur. Dünya klasiklerinden kopmamaya çalışın.

Bu keyifli röportaj için çok teşekkür ederiz.

İlginiz ve çabanız için ben teşekkür ederim.