Sigmund Freud: Eleştirel Bir Biyografi Denemesi

Sigmund Freud: A Critical Short Biography


Esra Koska
Psikolog, Çukurova Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Psikoloji Bölümü, Adana.

Burak Öztornacı
Arş. Gör. Dr., Çukurova Üniversitesi, Ziraat Fakültesi, Tarım Ekonomisi Bölümü, Adana.

Özet
Sigmund Freud, ortaya attığı fikirleri ve geliştirdiği psikanaliz kuramı ile 20. yüzyılın en tartışmalı düşünürlerinden biridir. 20. yüzyılın başından günümüze kadar Freud’un fikirleri ve kuramı farklı bakış açıları ile değerlendirilmiş ve eleştirilmiştir. Özellikle psikanaliz kuramı zaman içerisinde geliştirilmiş, değiştirilmiş ve farklı çevrelerce eleştirilmiştir. Psikanalitik kuramın ortaya çıkış motivasyonu farklı yöntemler ile açıklanmaya çalışılmıştır. Kuramın yaratıcısının yaşamı ise kuram ile doğrudan bağlantılıdır. Bugüne kadar Freud’un hayatı pek çok biyografi yazarı tarafından incelenmiştir. Ancak Freud’un hayatı ve fikirlerinin doğuşunda etkili olan faktörleri tarihselci bir bakış açısı ile değerlendiren eser sayısı kısıtlıdır. Bu çalışmada Freud’un hayatı ve fikirleri, yaşadığı çağda ve coğrafyada gerçekleşen dönüşümler ışığında ele alınmaya çalışılmıştır.

Anahtar kelimeler: Almanya, Avusturya, Freud, psikanaliz

Abstract
Sigmund Freud is one of the most controversial thinkers of the 20th century with his ideas and the theory of psychoanalysis he developed. Freud's ideas and theory have been evaluated and criticized from different perspectives since the beginning of the 20th century. In particular, the theory of psychoanalysis has been evolved and modified over time, and it has been criticized by various circles. The motivation behind the emergence of the psychoanalytic theory has been tried to be explained by different methods. The theory was directly related to the life of its creator. To date, Freud's life has been studied by many biographers. However, studies evaluating the factors that had an effect on Freud's life and on the emergence of his ideas from a historical perspective are limited in number. In this study, Freud's life and ideas were tried to be addressed in the light of the transformations that took place during the age and across the geography he lived in.

Key words: Germany, Austria, Freud, psychoanalysis

GİRİŞ

Sigmund Freud  (1856-1939) şüphesiz ki 20. yüzyılda en etkili olmuş birkaç düşünürden biridir. Freud’un geliştirdiği psikanaliz teorisi, 20. yüzyılın en çok tartışılan teorilerindendir. Freud’un ve psikanalizin böylesine bir etki yaratması dünyanın 20. yüzyıl ilk yarısında içinden geçtiği süreçle de doğrudan bağlantılıdır.

Bilimsel ve popüler yazında Freud’un hayatını ve çalışmalarının çıkış motivasyonlarını inceleyen birçok farklı çalışma bulunmaktadır ve bunların önemli bir kısmı Türkçeye de çevrilmiştir. Ancak bu çalışmaların tamamına yakını konuya yine Freud’un yöntemi olan psikanaliz ile yaklaşmışlardır. Freud’un hayatına dair yayınlanan araştırma sayısı oldukça fazla olmakla birlikte bu çalışmalardan en popülerleri olan Ernest Jones, Adam Phillips, Louis Breger’in yazdıkları bu duruma örnektir (Jones, 2004; Phillips, 2017, Breger 2016). Freud’a dair Marksist bakış açısı ile yazılan çalışmalar ise genellikle Freud’un kuramına, psikanalize odaklanmıştır. Erich Fromm, V. İ. Dobrenkov, Christopher Caudwell, V. N. Voloşinov’un gibi yazarların Freud’a dair çalışmaları da bu duruma örnektir (Fromm, 2019; Dobrenkov, 2019; Caudwell, 2015; Voloşinov, 2016).

Bu makalede Freud’un hayatı eleştirel ve tarihselci bir bakış açışı ile ele alınmaya çalışılmıştır. Freud’un yaşadığı çağ ve coğrafya merkeze alınarak hayatı incelenmiştir. Öncelikle Freud’un yaşadığı dönemde Almanya ve Avusturya’da yaşanan gelişmeler ve bu gelişmelerin Freud üzerindeki etkileri irdelenmeye çalışılmıştır.  Daha sonra Freud’un hayatı, yaşadığı zaman ve mekânın etkileri ışığında ele alınarak kısaca özetlenmiştir. Bu kısımda ayrıca Freud’un çevresindeki sosyokültürel yaşamda olup bitenlere verdiği tepkiler ve bu tepkilerin sebepleri de incelenmeye çalışılmıştır.

ALMANYA (Prusya)

19. yüzyıl, Avrupa için devrimler yüzyılıydı. Özellikle 1848 Devrimleri bütün Avrupa’yı sarsmıştı. 1848 sonrası ise tarihin tekerleklerinin hızlandığı yıllardır. 1848 Devrimleri’nin etkileri dalga dalga yayılmış, ardından gelen ve eski düzeni ayağa kaldırmaya çalışan girişimler de toplumlarda hayal kırıklıkları yaratmıştır. Kısacası, 19. Yüzyıl ortalarında Dünya, özellikle Avrupa coğrafyası hızlı ve kökten bir değişim dönemine girmiştir. Freud’un hayatı kapsamında inceleyeceğimiz 1850-1940 arası dönemde kapitalizmin yayılması, Burjuva devrimleri ve ulusalcı ayaklanmalar, Paris Komünü, Ekim Devrimi, I. Dünya Savaşı, İspanyol gribi gibi salgınlar, Yahudi düşmanlığının ve faşizmin yükselişi vb. olaylar ardı ardına yaşanmıştır.

Doğal olarak bu dönem Dünya ve Avrupa için olduğu kadar Almanca konuşan ülkeler için de oldukça hareketli ve devrimci bir dönem olmuştur. Freud'un hayatı (1856-1939) Avrupa'daki Almanca konuşan toplulukların kapitalistleşmeye ve dolayısıyla uluslaşmaya başladıkları dönemle de çakışmaktadır. Özellikle Freud’un çocukluk ve gençlik döneminde Prusya, hızla kapitalistleşmekte, tarım toplumundan sanayi toplumuna dönüşmektedir. 1871'de birleşmesini tamamlayarak uluslaşan ve çeşitli sanayi üretimleri ile kapitalistleşmeye başlayan Prusya, sömürge arayışına da girmiştir. Ancak İngiltere ve Fransa'ya göre geç kapitalistleşen ve sömürge bulmakta zorlanan Prusya burjuvazisi bir sermaye birikim modeli olarak “ağır sanayi”ye yönelmiştir. Yani madencilik, enerji, metal işleme sanayi ve dayanıklı tüketim maddeleri üretimine yatırım yapılmıştır. Bunun gereği olarak da başta yükseköğretim olmak üzere eğitim sistemi baştan aşağı yenilenmiştir. Özellikle mühendislik alanında ciddi atılımlar yapılmış, Almanca konuşan coğrafyada buharlı gemiler, demiryolları, konutlar vb. çalışmalar hız kazanmış, böylece modern üretici güçler doğmuştur (Fulbrook, 2018). Bunun devamında gelişmiş bir sanayi için uygun insan tipolojisi ortaya çıkmıştır. Sanayiye uygun bu insan tipi; disiplinli, çalışkan, dakik, rasyonel insandır. Freud’un tam da bu dönem insanına uygun olarak disiplinli, katı bir çalışma metodu ile hareket eden, rasyonel, yani söz konusu tipolojide bir tıp/bilim insanı olduğu görülmektedir.

1850'lerden itibaren Prusya ekonomisi hızla büyümektedir. Kömür, demir, tekstil üretimi artarken demiryolu gelişmekte ve Alman Kültürel Birliği kavramı Prusya sınırlarını aşmaktadır. Hızlı bir kapitalistleşme ile ekonomi ve nüfus açısından büyüyen Prusya'da kültürel anlamda da geçişler meydana gelmiştir. Almanca konuşan topluluklar arasında müzik, spor ve kültür işbirliği yaygınlaşmakta hatta devlet sınırlarını aşan siyasal örgüt biçimleri gelişmektedir (Fulbrook, 2018). Almanca konuşan dünyada 1850 ve 1860'lı yıllardan 1900’lü yıllara kadar eğitim, kültür ve bilim kurumlarının yaygınlaştığı ve burjuva kültürünün yayıldığı görülmektedir. Şehirlerin hızla büyüyüp sanayi bölgelerinin oluşması ve yeni fırsatlar arayan genç nüfusun bu bölgelere gelmesi görülen başlıca değişimlerdendir. Metropol başkenti Berlin'de zengin burjuva ile yoksul işçi sınıfı arasındaki fark bariz şekilde görülür hale gelmiştir (Fulbrook, 2018).

Bütün bu kapitalistleşme süreci, Almanya coğrafyasında büyük bir işçi sınıfı oluşmasına neden olmuştur. Tarihin en hızlı büyüyen siyasal işçi sınıfı hareketi de bu dönemde ortaya çıkmıştır. İşçi sınıfı, sosyal demokrasi, yani o dönemin sosyalizm mücadelesi etrafında toplanmıştır ve Alman coğrafyasının kaderini de etkileyecek olan bu toplanma 1920’lerin ortasına kadar sürecektir. Ve hatta Almanya, I. Dünya Savaşı'ndaki yenilgiyle birlikte sosyalist bir devrime çok yaklaşacak ama devrim gerçekleşmeyecektir (Okuyan, 2019). Bunu izleyen süreçte ekonomik krizler, işsizlik, kötü örgütlenmiş işçi sınıfı, sokak şiddeti, çatışmalar ve iç savaşın eşiğine gelinmesi Alman coğrafyasını Hitler faşizmine doğru sürükleyecektir (Fulbrook, 2018). Freud düşüncesinin doğduğu coğrafya ve çağ tüm bu değişimleri de içermektedir.

Bu çağ feodalizmin “tebaa” olan köylüsünden, kapitalizmin “işçi”sinin yaratıldığı bir çağdır. Bu çağda her ülke burjuvazisi kendi tercihleri doğrultusunda gerekli olan insan tipini yaratmaya çalışmaktadır. Almanca konuşan coğrafya için bu tipolojinin gereklerine yukarıda değinilmiştir. Freud özelinde ise bir noktanın daha altı çizilmelidir: 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın birinci yarısı, kapitalizmin hızla yayıldığı, bununla birlikte bilim alanında burjuva pozitivizmi ve rasyonalizminin egemen düşünce olduğu bir çağdır.

İlginç bir örnek olarak Sherlock Holmes’ün yazıldığı dönemle psikanalizin ortaya çıktığı dönemin aynı olması bu nedenledir (Mandel, 1996). Sherlock Holmes karakterini yazan Arthur Conan Doyle (1859-1930) ile Freud'un (1856-1939) aynı yıllarda şaşırtıcı bir şekilde benzer özellikler göstermesinin tesadüf olmadığı ortadadır.  Sherlock Holmes, ünlü Scotland Yard polisleri ile çatışma halindedir ve Scotland Yard'ın bulamadığı bütün vakaları o çözümlerken, Sigmund Freud’un 1880’lerde Prusya üniversitelerinde okutulan insan zihnine dair egemen anlayış ile çatışma içinde olduğu görülmektedir. Mevcut anlayışın çözmekte ya da yanıt bulmakta zorluk çektiği pek çok soruna Freud, kapsamlı açılımlar getirecektir. Bunun yanı sıra ikisi de neden-sonuç ilişkisini önemseyen, süreci bir bütün olarak kavrayan, farklı etkenlerin, farklı dönemlerdeki ağırlıklarını gözeten ve insana dair birçok farklı alanda bilgi sahibi olmayı önemseyen karakterlerdir. Freud’un bir farkı ise yer yer “akıldışı” olanı da içermesidir.

Freud’u yaşamını ve düşüncelerini etkileyen tek nokta Almanya’da yaşanan değişimler değildir. Doğduğu ülke olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun özgünlükleri ve tabi ki dört yaşından itibaren yaşadığı Viyana kenti de Freud’un düşüncelerini derinden etkilemiştir.

AVUSTURYA

Avusturya-Macaristan (Habsburg) İmparatorluğu ekonomisinin 19. yüzyıl ortalarından I. Dünya Savaşı başlangıcına kadar Batı Avrupa'ya kıyasla daha az gelişmiş olduğu görülmektedir. Bu imparatorluktaki kapitalist ekonomik büyüme sürecinin 1820'lerin ikinci yarısında başladığı kabul edilir (Komlos, 1983). İmparatorlukta ekonomik gelişme güçlü iç dinamiklere sahip olmamasından dolayı istikrarsız bir seyir izler (Gerschenkron, 1977). Bir kıyaslama yaparsak Avusturya’da ne 19. yüzyıl Alman sanayisine benzer uzun dönemli ve kalıcı başarılardan ne de geç sanayileşen ülkelerde gözlemlenen büyük atılımlardan söz edilebilir.

Sonuç olarak Batı Avrupa ülkeleri ile Avusturya-Macaristan arasında bir gelişmişlik açığı ortaya çıkmıştır. Buna feodalizmin engel olduğu düşünülse de imparatorluğun ekonomik gelişme ve sanayileşmedeki başarısızlıklarının arkasında feodalizmin engelleri dışında nedenler de bulunmaktadır. Bunlar arasında başta coğrafya gelmektedir: Fransa ve Almanya'ya kıyasla Habsburg İmparatorluğu coğrafi olarak dağınıklığı ve bölgesel farklılıkları oldukça fazla olan bir ülkedir. Çetin arazi şartları ise ülke içi ve uluslararası taşımacılık ve haberleşmeyi zor ve pahalı hale getirmektedir. Habsburg İmparatorluğu ekonomisi, orman ürünleri ile hidro-enerjiye aşırı bağımlıdır ve dönemin temel enerji kaynağı olan kömür yatakları açısından fakirdir. İmparatorluk 19. yy başındaki ana ticaret yollarının uzağındadır. Uluslararası ticarette tarımsal ürünler ile yer almakta ve sanayi ürünlerinin üretiminde ve ticaretinde geri kalmaktadır. Okuryazarlık ve eğitim düzeyi ise imparatorluk içinde eşitsiz dağılmaktadır. Bu veriler 19. yüzyıl ve sonrasında imparatorluğun Avrupa ve Dünya ekonomisinde neden ağırlıklı bir yere sahip olamadığını anlatmaktadır. Alman coğrafyasına, kültürüne ve düşünsel yapısına Prusya hâkimdir.

Ama öte yandan Viyana, imparatorluğun finans ve bankacılık merkezi durumuna gelmiştir. Geç ve yavaş olsa da sanayileşme, 1890'ların başından itibaren, iç göçü tetiklemiştir. Kırsal nüfus kentlere, özellikle Viyana'ya göç etmiştir. Tüm bunların sonucunda gelir ve mülkiyet eşitsizliği artmış, modern toplumsal sınıflar oluşmaya başlamıştır (Türel, 2015). Ayrıca kapitalistleşen Avusturya’da finansal krizler de yaşanmaya başlanmıştır.

Habsburg İmparatorluğu’nun yaşadığı kapitalistleşme süreci aynı zamanda uluslaşmayı doğurmuş olsa da imparatorluk çok farklı etnik ve dinsel topluluklara ev sahipliği yapmaktaydı. Bu topluluklardan bazıları: Avusturya Almanları, Çekler, Polonyalılar, Aşkenazi Yahudileridir. Bu topluluklardan Freud’un mensup olduğu ve düşüncelerini de etkileyen Yahudi cemaatinin nüfusu, kent merkezlerinde hızla artmış ve özellikle Viyana’da Yahudilere özgü farklı kültürel görünümler belirginleşmiştir. Bütün bunlar ışığında Viyana, 1848-1914 döneminde sınıf ayrışmasının, sosyolojik farklılaşmanın ve yaygın yoksulluğun ciddi boyutlara ulaştığı bir kentleşme görüntüsü yaratmıştır (Türel, 2015).

Karmaşık bir yapının geliştiği Viyana, özellikle kültürel olarak öylesine bir çekim merkezi olmuştur ki, örneğin 1913 yılında Hitler, Troçki, Tito, Freud ve Stalin’e aynı anda ev sahipliği yapmıştır (BBC, 2013). Troçki ve Stalin, iki devrimci, Viyana’da kaçaktırlar; Sigmund Freud ise o dönemde Viyana’da ünü çoktan yayılmış bir psikiyatristtir. Genç Josip Broz (daha sonra Yugoslavya’nın lideri olarak Marshal Tito ismini alacaktır), o dönemde Daimler otomotiv fabrikasında çalışıyordur. Adolf Hitler ise yirmi dört yaşında, Viyana Sanat Akademisi’ne başvurusu iki kez reddedilmiş bir genç olarak Meldermannstrasse’de bir apartmanda yaşıyordur. Bu isimlerin birbiriyle karşılaşıp karşılaşmadığı bilinmemekle birlikte sürekli gittikleri kafeler hakkında birkaç şey biliniyordu: Freud’un favori yeri Cafe Landtman, Troçki ve Hitler’in en çok gittiği yer ise gazetelerin ve satrancın bulunduğu Cafe Central olarak bilinmektedir. Charles Emmerson’ın “O dönemde güçlü ve merkezi bir yönetim yoktu ve işler biraz beceriksizce ilerliyordu. Eğer Avrupa’da saklanmak ve bunun yanında bir sürü ilginç insanla tanışmak için bir yer arıyorsanız Viyana bunun için harika bir yerdi.” cümlesi, bu isimlerin orada bulunmalarının sebepleri hakkında da ipucu vermektedir (BBC, 2013).

Siyasi anlamda Avusturya incelendiğinde özellikle Freud’un çocukluk ve gençlik yıllarına denk gelen 1860 ile 1880 arasının, kapitalistleşen Avusturya’nın gereksinim duyduğu liberal dönüşümlerin hızla gerçekleştiği bir dönem olduğu görülür. Burjuvazinin istediği dönüşümler, yargıda ve eğitimde laikleşme, bu dönemde uzun ve kararlı bir mücadele ile gerçekleştirilmiştir (Türel, 2015).

19. yüzyılın son 10 yılında, farklı milletlerin, dillerin ve kültürlerin bir araya geldiği Avusturya-Macaristan İmparatorluğu bir yandan İngiltere, Fransa ve Almanya'nın gölgesinde kalıyor bir yandan da hükümet ve bürokrasi, yaşlı Franz Josef hükümdarlığı altında, tutucu Katolik kilisesi ile birlikte ülkeyi yönetmeyi zar zor sürdürüyordu. Tüm bu çelişkilerin ortasında imparatorluk çok yönlü bir toplum yapısına sahipti: Hâlâ gösterişli kraliyet baloları veren ama çürümeye de yüz tutmuş imparatorluk, gelişmekte olan bir orta sınıf ve hem krallığı hem de burjuvaziyi sorgulayan entelektüel gruplarla aynı anda varlığını sürdürüyordu. Küçük bir siyonist hareketin yanı sıra antisemitizm de yaygındı. Yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan sosyalist düşünceler, mevcut ekonomi ve sınıf sistemine meydan okuyor; aktif feministler, kadınlar üzerindeki kısıtlamalara karşı mücadele veriyordu. Bilimdeki gelişme ve sanayileşme o sıralarda Avrupa'nın büyük bir kesimini değişime uğratsa da sosyal ve ekonomik isyanlar, sanat dallarının her cephesinde ortaya çıkan yeni biçimler, en çok Paris ve Viyana'da görülüyordu (Breger, 2016).

Avusturya’nın yaşadığı bu dönüşümlerle birlikte özellikle Viyana’da kültür ve sanat faaliyetlerinin canlandığı görülmüştür. Uzun zamandır büyük bir müzik merkezi olan şehir, artık Gustav Mahler'in senfonileri gibi deneysel eserlerin çıkış noktası haline gelmiştir. Edebiyatta, Hugo von Hofmannsthal'ın şiirleri ve romanları, Arthur Schnitzler'in oyunları ve yine romanları özgün ve yenilikçidir. Mimaride Otto Wagner modernist akımın öncülüğünü yapmıştır. Resimde ise Gustav Klimt, sonraları da Oskar Kokoschka ve Egon Schiele gibi isimler farklı işler çıkartmıştır. Bu ortamda bütün sanatçıların birbirlerini tanıdığı ve etkiledikleri bilinmektedir. Klimt, Mahler'in 1896'da bestelediği Üçüncü Senfoni'nin onun için ilham kaynağı olduğunu söylemiştir ve Mahler, Freud tarafından kısa bir analizden de geçirilmiştir. Bazı tarihçiler, yüzyıl sonu Viyana'sının modernizmin doğuşunda Paris, Berlin ya da Londra'dan daha büyük rol oynadığını ileri sürmüşlerdir fakat bu gelişmelerin ortasında Freud’un kendini bilime, arkeolojiye ve antik eserlere verdiği, kendi çağının devrim yaratan sanatının onu pek etkilemediği, birkaç aydın ve entelektüel dışında çok fazla ilişki kurmadığı görülmüştür (Breger, 2016).

VİYANA VE FREUD

Sigismund Scholomo Freud, 5 Mayıs 1856 tarihinde küçük burjuva bir Yahudi ailede dünyaya geldi. Babası Jacob bir yün tüccarıydı ve kırk yaşındayken kendisinden 20 yaş küçük Amelia ile yaptığı ikinci evlilikten doğan ilk çocuk Sigmund Freud’du. Aile o zamanlar Viyana'nın kuzeyinde, yine imparatorluk sınırları içinde yer alan Moravya'nın Freiberg kasabasında yaşıyordu. İlk isim, Sieg, zafer kelimesinden gelen Almanca bir isimdi, Şolomo ise Jacob'un yeni vefat eden babası anısına verilmiş İbranice bir isimdi (Breger, 2016). Aile, Freud 4 yaşındayken babanın işlerinin kötüye gitmesinden dolayı Viyana’ya taşındı. Freud, 1938 yılına kadar yani ölümünden bir yıl öncesine kadar da Viyana’da yaşadı.

Freud, çocukluğunun büyük bir bölümünü Viyana'nın Yahudi gettosunun küçük mahallelerinde geçirmiştir. On yaşına kadar bebek doğumları, ölümler, yoksulluk ve hastalıklara şahit olmuştur. Travmatik, yoksul ve zorlu geçen bir çocukluk döneminden Freud’a kalan mirasın, korku ve güvensizlik olduğu belirtilir. Sık sık hayal gücünün dünyasına kaçarak, orada kendine hitap eden kahraman figürleriyle özdeşleştiği (muzaffer bir general olan Hannibal veya kavgada babasını yenen ve Teb kralı olan Oedipus vb.) belirtilmiştir. Anti-semitik Viyana’nın kalabalık bir mahallesinde, yoksul bir Yahudi çocuğu olmak yerine bu güçlü adamlardan biri olarak yaşamak onun için çok daha iyidir. Yetişkin olduğunda ün peşinde koşma güdüsüyle çocukluğundaki kahramanlarla özdeşleşmelerinin kaynağı da aynıdır: Hayatının başlarındaki fakirlik, yaşadığı kayıplar ve başarısızlığı yenme özlemi (Breger, 2016). Ancak Freud’un tam anlamıyla mutsuz bir çocukluk geçirdiği de söylenemez. Aile içerisinde küçük yaşta dehası fark edildiği için çok sevilen birisidir. Annesi ve babasının en gözde çocuğu olarak hep el üstünde tutulur (Teber, 2013). Öyle ki, ailesi tarafından şımartılan Freud, 1873’te Viyana Üniversitesi’ne başladığında diğer kardeşleri (yedi kardeşler) tek bir odayı paylaşırken ona kendisine ait bir oda tahsis edilmiştir (Güleç, 2009).

Freud ailesinin Viyana’ya geldiği yıllarda, Habsburg başkenti, hızlı bir ekonomik ve sosyal büyüme süreci içindedir. Tüm bu fırsatlar Yahudi göçmenlerin Viyana’ya akın etmesine sebep olmuştur. Bunun sonucunda Yahudiler başkentte birçok alanda (ekonomi, eğitim ve kültür, bankacılık, sanayi, tıp, hukuk, gazetecilik, edebiyat ve müzik) yer edinmişlerdir. Yüzyıl sonu yaklaşırken Viyana'nın eğitimli, entelektüel seçkinlerinin büyük bölümünün Yahudi olduğu dikkat çekmektedir. İmparatorluk ayrımcılığı yasaklamış olsa da Viyana’da anti-semitizm yaygındır (Breger, 2016). Bu baskı ortamı ateist Freud’un “Yahudi” kimliğini daha çok benimsemesine ve “Dinsiz bir Yahudi” olmasına neden olmuştur (Teber, 2013).

Viyana’daki Yahudi nüfusunun çoğunluğu, Freud’un ailesi gibi Leopoldstadt'da yaşamaktadır. Burada evler bakımsızdır ve kalabalık yaşandığı için yakın temas sonucu hastalıklar çabuk yayılmaktadır. Bu nedenle Freud ailesi sık sık taşınmaktadır. Okuma-yazmayı anne ve babasından öğrenen Freud, 1865'te Leopoldstadt'taki yeni kurulan Sperl Gymnasium'a yazılmıştır. Burada Latince, Yunanca, İngilizce, İtalyanca ve İspanyolca öğrenmiştir. Sophokles’in “Kral Oedipus” oyununu Yunanca’dan tercüme etmiştir.

Freud, üniversitede de oldukça başarılı olur ve sınıf birincisidir. Meraklı ve kitap okumayı seven bir genç öğrencidir. Modern edebiyat ve sanattan uzak duran Freud’un Schiller, Shakespeare, Goethe okuduğu bilinmektedir. Bu edebiyat merakının yanında antik tarih ve kültüre olan ilgisi onda bir tür estetik entelektüel zevk geliştirmiştir (Breger, 2016).

Ancak bu durumun bir istisnası vardır: Müzik. Müzik, Viyana kültürel hayatının merkezinde bulunur ve Yahudi ailelerde geleneksel olarak büyük değer verilirdi; müzikten uzak durması sıra dışı olan Freud’un ailesi, evinde piyanosu olmayan sayılı ailelerden biriydi. Evde var olan ve kız kardeşlerinin kendilerini tek geliştirme olanağı olan piyano, Sigmund’un isteği doğrultusunda evden çıkarılmıştı. Müzikten uzak durma sebebinin hislerini kontrol altında tutma ihtiyacından kaynaklandığı düşünülen Freud, kız kardeşlerinin okumalarını ve oyunlarını denetleyip evde müziği yasaklamıştı. Aile içerisinde her şey “sevgili” Sigmund’un çevresinde dönüyordu (Teber, 2013). Freud’un evinde görülen bu durum Victoria Çağı ahlakına bağlansa da bu yeterli bir açıklama değildir. Dönemi belirleyenler, kontrol, tasarruf, düzen, adap ve iş ahlakı gibi burjuva değerleri olsa da bu değerlerle yaşayan insanların Viyana’ da çok az sayıda olduğu bilinmektedir (Breger, 2016).

FİZYOLOJİDEN PSİKANALİZE

Freud, 1873'te Gymnasium'dan yüksek bir notla mezun oldu. Ardından Viyana Üniversitesi’ne yazıldı. Önce felsefe ve bilim dersleri aldı. Daha sonra tıbbi araştırmalarda çalıştığı ve o zamanlar bilim ve tıp alanında dünyaca ünlü bir fakülte olan Viyana Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne geçti. Bu okulda bir kısmı Almanya'dan gelen profesörler, bilimsel başarılarına ek olarak başka alanlarda da bilgili ve aktiftiler. Freud, üniversitede Helmholtz Tıp Okulu diye bilinen bir Alman bilim adamları grubu mensubu Ernst Brücke ile çalışırken kendisinden on dört yaş büyük bilim adamı ve pratisyen Josef Breuer'le tanışmış, Breuer’le çalışmaları, psikanalize giden yolu açmıştır. 1885 yılında ünlü bir Fransız nörolog olan Jean-Martin Charcot'yla nöroanatomi öğrencisi olarak çalışmak için Paris’e giden Freud, Viyana’ya döndüğünde nörolog olarak bir muayenehane açmıştır (Breger, 2016).

Üniversite yıllarında kendine pozitivist bilim insanlarını örnek aldığı bilinen, nörolojik araştırmalar yapan Freud ile yıllar sonra psikanalizi icat eden Freud arasında çok büyük farklar varmış gibi görülmektedir. Ancak dikkatle incelendiğinde bu sürecin, içinde süreklilikleri ve kopuşları içerse bile doğal ve mantıklı bir devamlılık arz ettiği görülmektedir.

1886’da Viyana’ya döndüğünde ona gelen hastaların bir kısmı “gerçek nörolojik” hastalıklara sahipken büyük bir çoğunluğu fizyolojik bir temeli olmayan nevrozlardan (histeri vb.) şikâyetçiydi. Freud’un, doktorluğunun ilk iki yılında uyguladığı iki yöntemi vardı: gövdenin sorunlu bölgelerine uygulanan hafif bir elektrik akımının söz konusu olduğu Erb'in elektroterapisi ve yatak istirahati, yalnızlık, beslenme, masaj ve elektroterapiden oluşan düzenli rejimin uygulandığı Weir Mitchell sistemi. Bu iki yöntemin kısıtlılıkları Freud’un çok da aklına yatmıyordu ve daha etkili tedaviler arıyordu. Freud, Paris'e gitmeden önce Breuer'in kendisinden Bertha Pappenheim'a (müstear ismi: Anna O.) uyguladığı duygusal boşaltma yöntemini dinlemişti.

Duygusal boşaltma adı verilen bu yöntemde hastalar hipnotize ediliyor ve trans halindeyken semptomların ortaya ilk çıktığı koşulları hatırlamaları isteniyordu. Hipnoz altında bir anlamda eksik parçalar birleştiriliyordu ve bu yöntem -Sherlock Holmes gibi “sırları çözme yolunda ipuçlarını kullanan dedektif” rolüne bürünmek- Freud için muazzam bir deneyimdi (Breger, 2016). 1887 yılı sonunda kendisi de hipnoz deneyleri yapmaya başladı. Ancak daha sonraları hipnoz yönteminin yetersiz olduğu anlaşılmaya başlandı. Her hasta hipnotize edilemiyor ve telkinle ortadan kaldırılan semptomlar genellikle tekrar ortaya çıkıyordu. Freud, bazı hastalarının da etkisiyle, hipnoz yöntemini bir kenara bırakarak serbest çağrışım yöntemini kullanmaya başladı.

1892-98 yılları arasında histeri ve saplantılara dair çokça araştırma yaptı. Breuer ile birlikte Histeri Üzerine İncelemeleradlı eseri yayınladılar. Ancak tıp çevrelerinden bu çalışmaya dair ağır eleştiriler yapıldı. Bu yıllarda birlikte çalıştığı arkadaşı Breuer ile de arası açılmaya başlayan Freud, yavaş yavaş kendi teorisini, psikanalizi geliştirmeye başladı. Özellikle 1896 yılında babasının ölümü ile kendi kendini çözümlemeye başlayan Freud, Breuer'le nevrozların cinsel açıdan açıklanması konusunda anlaşamayarak yollarını ayırdı. Freud'un nevrotik belirtilerin nedenlerinin cinsel kökenli olduğunu savunmasına karşı, Breuer'in bu savı fazla abartılı bulması, bu iki insanın arasının giderek açılmasına hatta birbirlerine düşman olmalarına neden olmuştur (Teber, 2013).

Freud için psikanaliz, nevrotik hastalıklar üzerindeki gözlemlerinden doğmuşsa da kuramın esas kaynağı, kendi kendini analiz ile “bilinçdışı” işleyişi keşfetmesidir. Kendi kendini analiz ederken kullandığı rüyaların çoğunu Rüyaların Yorumu(1900) kitabında yazmıştır. Bu kitapta Freud, önce rüyalar hakkında kendinden önceki bilimsel çalışmaları tek tek ele alıp, neden sonuç ilişkisi içerisinde tartışmıştır. Sonrasında ise kendi takip ettiği olgular ve kendi rüyaları üzerinden genellemelerde bulunmuştur. Bu analiz sonucunda, Oedipus Kompleksi’ni evrensel bir olgu olarak öne sürmüş, cinsel çatışmaların açığa çıkartılmasıyla bebeklik ve çocukluktaki duygusal olaylara ışık tutmuş; rüyaları yorumlamak için yeni yöntemler geliştirmiş ve bilinçdışının çeşitli tezahürlerini kendi icat ettiği terimlerle açıklamıştır. Ve böylece modern psikoterapinin öncüsü olan psikanaliz yöntemini geliştirmiştir (Breger, 2016).

PSİKANALİZİN YAYILMASI: İCATLAR VE TARTIŞMALAR

1902 yılında (zengin hastalarından Barones Ferstel’in, Eğitim Bakanı’na verdiği rüşvet sayesinde) profesör olarak atanan Freud, 1905’e gelindiğinde psikanaliz teorisinin çekirdeğini bir hayli oluşturmuştur (Breger, 2016). Bu dönemde Freud’un kitapları ve verdiği dersler, bir grup doktorun ve entelektüelin ilgisini çekmeye başlar. Freud, derslerine katılan Max Kahane ve Rudolf Reitler'i, ayrıca pratisyen hekim olan Alfred Adler ve Wilhelm Stekel'i çarşamba akşamları tartışmak için ofisine davet eder. Böylece meşhur "Çarşamba Cemiyeti" ortaya çıkar. Çarşamba Cemiyeti’ne gelenlerin çoğunluğu Yahudi kökenlidir. Aralarında hastalarına Freud’un yöntemlerini uygulamak isteyen doktorların yanı sıra sanat, müzik, edebiyat ve yayın alanından bir grup entelektüelin de olduğu dikkat çekmektedir.

Freud’un çevresine toplanan isimlerden bazıları şunlardır: Zürih’teki dünyaca ünlü bir akıl Hastanesi'nin doktorlarından genç psikiyatr Carl Jung, Toronto'da doktorluk yapan ve Avrupa'ya gelen Ernest Jones, zengin bir Yahudi Rus ailesinden gelen ve Almanya'da tıp eğitimi gören Max Eitingon, Amerikalı genç bir psikiyatr olan Abraham Brill, eski bir Alman Yahudi aileden gelen, dile ve filolojiye karşı ilgisi ve yeteneği olan Karl Abraham, Budapeşte'de doktorluk yaparken Freud'un yayınlarını keşfeden Macar Sandor Ferenczi, kültürlü bir Yahudi aileden gelen ve babası ve amcaları tarafından avukat olmaya zorlanan Hanns Sachs, Zürihli Protestan bir papaz olan Oskar Pfister.

1908'de Çarşamba Cemiyeti'nin adı “Viyana Psikanaliz Cemiyeti” olarak değiştirilir (Carl Jung ve Ernest Jones bu noktada topluluğa dâhil oldu) ve aynı yıl Salzburg’da ilk uluslararası toplantı gerçekleştirilir. Bu toplantıya en büyük katılım Avusturya ve İsviçre'den olsa da ABD, İngiltere, Almanya ve Macaristan'dan küçük gruplar da gelir (Breger, 2016). 1910 yılında ise Freud’un önerisi ile Sándor Ferenczi tarafından Uluslararası Psikanaliz Birliği (IPA) kurulur. IPA’in ilk başkanı olarak Carl Gustav Jung seçilir (Jones, 2004).

1911 yılında cemiyetin önemli figürlerinden Alfred Adler gruptan ayrılır. Freud ve Adler birçok alanda birbirlerinden farklıdır. Freud’un aksine Adler siyasetle oldukça ilgilidir ve Freud’un fikirleri Adler’e göre oldukça kötümser ve muhafazakârdır. Freud, sola mesafelidir; o dönemin sosyalist hareketi olan sosyal demokrasiyi hem takip etmez hem de olumsuz bakar. Hayatının sonuna doğru yazdığı eserlerinde ise açıktan bir antikomünist tavır takınmıştır (Freud, 2019). Freud’un siyasi tavrını belirleyen sadece bilimsel düşünceleri ya da Habsburg İmparatorluğu’na, Yahudilere dair çocukluk anıları değildir; aynı zamanda sınıfsal konumu ve tercihidir. Örneğin, bir kıyaslama yapıldığında Freud'un hastalarının yüzde 74'ünün zengin, yüzde 23'ünün orta sınıf ve sadece yüzde 3'ünün işçi sınıfından olduğu görülür. Oysa Adler’in hastalarının yüzde 25’i üst sınıf, yüzde 39’u orta sınıf ve yüzde 36’sı işçi sınıfındandır (Breger, 2016).

Adler’in ardından 1913’te Jung da Freud’la bir daha hiç görüşmemek üzere gruptan ayrılacaktır. Adler’le eserlerinde benzer konulara yer veren Ferenczi de Macaristan’a dönecektir. Adler’in, Avusturyalı terzilerin içinde bulunduğu kötü koşulları yazdığı makaleleri ile Ferenczi’nin normal imkânlardan yoksun olanların tıbbi ve sosyal sorunları üzerine yazdığı makaleleri bu benzerliğe örnektir. Bunlar, Freud’un eserlerinde kesinlikle bulunmayan olgulardır (Breger, 2016). Tabi ki Freud ile Adler, Jung ve Ferenczi ayrışmasının tek nedeni bu değildir. Freud ile aralarında teoride ve hastaya yaklaşım gibi konularda da farklılıklar vardır.

O yıllarda kapitalist devletler hızla bir emperyalist hesaplaşmaya doğru gitmektedir. 1914 yılına gelindiğinde emperyalistler ilk büyük paylaşım savaşını başlatmışlardır. 28 Haziran'da Saraybosna’da Habsburg tahtının varisi arşidük Franz Ferdinand, Bosnalı bir Sırp milliyetçisi tarafından öldürülür. Ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun Sırbistan'a savaş ilan etmesiyle büyük emperyalist paylaşım savaşı başlar. Freud, daima politikadan uzak dursa ve daha önce hiç “vatanseverlik” sergilememiş olsa da ulusal birlik ifadesine kendini kaptırmış, sınıfsal konumu gereği milliyetçi savaş çığırtkanlığına destek vermiştir. Abraham'a yazdığı bir mektupta, düşmanlıkların patlak vermesinden duyduğu heyecandan bahsediyordu: “Otuz yıldır ilk defa olarak kendimi bir Avusturyalı gibi hissediyorum ve pek de umut vaat etmeyen bu imparatorluğa son bir şans vermek geçiyor içimden. Her yerde moral bir harika. Aynı zamanda, cesurca eylemlerin özgürleştirici etkisi ve Almanya'nın güvenli desteği de buna katkıda bulunuyor” ve “Bütün libidomu Avusturya-Macaristan'a vakfettim” diyordu (Breger, 2016).

O dönemde aydınlar arasında küçük bir azınlık savaşa karşı olduklarını söylese de savaşın ilk yıllarında barış bildirisi yayınlanmak istendiğinde sadece dört kişi (Albert Einstein, Fransız Sosyalist partisi lideri Jean Jaurés, Alman Sosyalisti Rosa Luxemberg ve Fransız romancı Romain Rolland) bildiriyi imzalamıştır. Freud ve çoğu Avrupalı entelektüelin tepkisi ise “vatanseverlik” şeklindedir (Breger, 2016).

BÜYÜK ÇATIŞMALARIN DÜNYASI VE FREUD

1915 yılında ciddi bir kıtlık yaşayan Avusturya-Macaristan halkı Mayıs ve Ekim aylarında yiyecek için ayaklanır. Un, patates, yağ bulunmuyor, temel ihtiyaçlar bile ancak karaborsadan temin edilebiliyordur. 1916-1917 kışında, şehirlerdeki evlerin yalnızca bir odasının ısıtılmasına izin verilir. Freud ailesinin durumu ise oldukça iyidir ve bolluk içindedirler. Freud, “Macarlar kaba ve gürültücü insanlar ama iyiliksever ve misafirperverler; dostluk ve sadakat onlarda cömertlik halini alıyor, ilkel bir kabilenin şefi gibi ekmek, yağ, sosis, yumurta ve puro içinde yüzüyoruz” demiştir. 1917 Eylül'de Alman büyükelçisi “Viyana kenar mahallelerinde oturanlar açlıktan ölüyor” diye yazdığı sırada Viyana’daki işçilerin, yoksulların aksine Freud ailesi, meslektaşları ve destekçilerinden bol bol yiyecek ve puro hediyeleri alıyordu (Breger, 2016).

4 Kasım 1918'de Avusturya'da ateşkes imzalanır ve uzun savaş nihayet sona erer. Psikanaliz, savaş sonrasında travmalar ve akıl sağlığı üzerinde yıkıcı bir etkiye neden olur. Savaşlardaki askerlerin yaşadığı ruhsal çöküntülerin sadece, zaten var olan kişilik zayıflıklarına bağlı olduğu ve savaşın yarattığı stresin dikkate alınmasına gerek olmadığı fikri askeri politikada kendine yer edinir. Bu görüşlerin bir ucu psikanalize çıkar. Freud'un, çocukluktan kaynaklanan yatkınlık savları farklı biçimlerde 1970’lere kadar etkisini korur. Amerikan psikiyatrisi, yetişkinlikteki travmatik olayların, aylar ya da yıllar sonra açığa çıkabilecek semptomlara yol açabileceğini ancak 70’li yıllarda kabul edecektir ve Travma Sonrası Stres Bozukluğu (TSSB) tanımlanacaktır (Breger, 2016). Öte yandan TSSB teriminin isim babası, yine Freud’un kovduğu “müritlerden” biri olan Otto Rank’tır (Güleç, 2009). Günümüzde TSSB tedavisinde Freud’un teorilerinden yararlanılmaktadır. Ancak bu durum konunun tarihsel gelişimini değiştirmemektedir.

I. Dünya Savaşı sonrasında psikanaliz, psikolojik bir tedavi yöntemi olmasından ziyade entelektüel bir merak konusu olarak gittikçe etkisini arttırdı. Dünya’ya yayılmayı sürdürdü. Birinci Dünya Savaşı’dan sonra yaşanan cinsel ve ahlaki değişiklikler, özellikle sanat ve edebiyat alanında önemli etkiler yarattı. Psikanaliz ise bu yeni sanat ve edebiyat biçimleri için yeni bir dil temin etmiş gibi görünüyordu (Breger, 2016).

KANSER, FAŞİZM VE FREUD

1918’den faşizmin Almanya’da iktidara geldiği 1933 yılına kadar, her iki yılda bir Avrupa'nın büyük şehirlerinden birinde uluslararası psikanaliz kongresi düzenlenmiştir. Psikanalize özellikle kapitalist dünyadan pek çok kişinin merak saldığı görülmüştür. Freud’un kavramları gazetelere, filmlere, oyunlara ve romanlara girmeye başlamıştır. Sovyetler Birliği’nin erken dönemlerinde psikanalizin sosyalizm içindeki durumu için ise bir başka yazıya bakılabilir (Binbay 2019). Faşizmin iktidar olduğu ülkelerde ise Freud kitapları meydanlarda topluca yakılmıştır.

1923’te çene kanserine yakalanan Freud’a, kesinliği tam belirlenmese de doktorlar, kanserin çok fazla puro içmesinden kaynaklandığını söylemişlerdi. Hatta bu hastalığa “zengin kanseri” denirdi çünkü puronun o yıllarda çok pahalı olduğu bilinmektedir (Breger, 2016). Sağ üst çene kemiğindeki kanserin sürekli tekrarlamasına, bu yüzden 33 kez ameliyat olmasına rağmen Freud, doktorların kanserin sorumlusu olarak gösterdiği puroyu bırakmamıştır (Teber, 2013). Psikanaliz pek çok ülkede kendine yer edinir ama Freud’un hayatı, yaşlanması ve hastalığının ilerlemesi ile zorlu bir hâl alır

Kapitalist dünya 1929’daki Büyük Buhran nedeniyle finansal bir felakete sürüklenir. Zaten Birinci Dünya Savaşı’nın ardından bütün Avrupa’da siyasi ve iktisadi durum karışıktır. İstikrarsız ekonomik koşullar, kontrolden çıkan enflasyon ve faşist bir diktatör olan Mussolini’nin İtalya’da iktidara gelmesiyle Almanya’da faşizme sahne hazırlanmıştır. Emperyalist ülkelerin dünyanın ilk sosyalist ülkesi SSCB’yi yok etme isteği doğrultusunda beslediği faşizm, Alman Cumhuriyeti’nin başkanı Paul von Hindenburg’un 1933’te Hitleri şansölye tayin etmesiyle birlikte dünyayı yeni bir felakete sürükler. Freud, olumsuzlukları sezse de dehşetin büyüklüğüne inanamamaktadır. 1933 yılından itibaren Avusturya’daki çoğu Yahudi endişeli ve belirsizlik içinde yaşasa da Freud ailesinin durumu nispeten rahattır. Freud, saati 25 dolardan günde beş hastaya bakmaktadır ve bu çalışması aileye yeterince para getirmektedir. Buna ilaveten kitaplardan aldığı telif ücretleriyle para biriktirecek konuma bile gelmiştir. Bu ve benzer nedenlerle Freud, Naziler 1938 yılında Avusturya’yı işgal edene kadar Viyana’yı terk etmez.

1938’e girildiğinde Avusturya’da şansölye Schuschnigg, Hitler’in baskısıyla görevden çekilir. Hükümeti Arthur Seyss-Inquart devralır ve Nazileri Avusturya’ya davet eder. Bunun sonucunda Viyana’da anti-semitizm zincirlerinden boşalır ve Yahudilere ait apartmanlar, sinagoglar, dükkânlar yağmalanıp kadınlar ve erkekler sokakta dövülüp aşağılanır (Breger, 2016).

Freud, önce Paris’e, ardından da İngiltere’ye geçerek Londra’ya yerleşir. Hem Paris’te hem de yeni evinde büyük ilgi ve merak ile karşılanır. Ama Avrupa’da Nazi faşizmi, Freud’un da çenesindeki kanser yayılmaktadır. Muazzam acıyı dindirmek için çeşitli ilaçlar kullansa da uykuları bozulur ve gittikçe zayıflar. 23 Eylül 1939 yılında doktoru Shur, Freud’la anlaştıkları gibi morfin enjekte eder ve Freud komaya girerek son nefesini verir (Breger, 2016).

SONUÇ

Bu çalışma kapsamında ele alınan dönem, 1850-1940 arası, tarihin çarklarının hızlı döndüğü bir dönemdir. Kapitalizm hızla yayılmakta, Avrupa ve Dünya genelinde yeni kapitalist toplumlar yaratılmaktadır. Almanca konuşan topluluklar, bu süreci hızlı yaşamışlardır. Kendi burjuvazilerinin tercihleri ve tarihsel koşulların zorlamasıyla ağır sanayiye dayalı, daha militarist bir toplumsal yapıya evrilmişlerdir. Bu sürecin bir sonucu olarak pozitivist, militarist, kaba materyalist bir aydın tipolojisi Almanca konuşan coğrafyada yaygınlaşmıştır.

Freud, çok gelişkin bir entelektüel, aykırı bir bilim insanı, düşünür olmasına rağmen çağının ve coğrafyasının hâkim aydın tipinin klasik bir örneğidir. Modern psikolojinin babası olarak kabul edilmesi şüphesiz ki psikoloji alanına yaptığı muazzam katkılardan ve de açtığı yeni ufuklardan dolayıdır. Ancak Freud'un hayatı ve eserleri tarihsel bir gözle incelendiğinde, sınıfsal konumunun ve siyasi tercihlerinin yapıtlarını etkileyen temel unsurlar olduğu görülmektedir.

Freud, tarihe ve antropolojiye olan merakı sayesinde pek çok arkaik toplumu ve bu toplumların aile yapısını bilmektedir. Örneğin “Oedipus Kompleksi” kavramını ortaya atarken bu birikiminden çokça faydalanmıştır. Ancak bu bilgi birikiminin yanı sıra, psikanaliz kuramını oluştururken en büyük dayanağı görüştüğü hastalarıdır. Bu hastaların sınıfsal kompozisyonu göstermektedir ki, burjuva ve küçük burjuva aile tipini bütün aile biçimleri için örnek alması, başka aile yapılarını veya başka kültürlerdeki hiç var olmayan “aile” yapılarını dikkate almayışı, ufkunun sınırlılığının kanıtıdır.

Bu makalede Freud’un hayatı, eleştirel ve tarihselci bir yaklaşımla ele alınmaya çalışıldı. Ancak Freud’un fikirlerinin doğuşu ile yaşadığı zaman ve mekân arasındaki bağlara değinilmemiştir. Benzer, sonraki çalışmalarda Freud’un fikirlerinin ortaya çıkış motivasyonları ile yaşadığı dönemin sınıf mücadeleleri arasındaki bağlar eleştirel ve tarihselci bir yöntem ile değerlendirilmelidir.


KAYNAKLAR

BBC, (2013). 1913: When Hitler, Trotsky, Tito, Freud and Stalin all lived in the same place. Erişim tarihi: 18/05/2020, https://www.bbc.com/news/magazine-21859771.

Binbay, T. (2019). Sovyetler Birliği’nde Psikanaliz: Söylenti ve Efsanelerin Ötesi. Madde, Diyalektik ve Toplum, 2: 236-244.

Breger, L. (2016). Freud Görüntünün Ortasındaki Karanlık, 5. Baskı, (A. Biçen, Çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Caudwell, C. (2015). Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler, 4. Baskı, (M. Gürsoy-Sökmen, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.

Dobrenkov, V. İ. (2019). Marksizm ve Psikanaliz, 4. Baskı, (A. Özdoğdu, Çev.). İstanbul: Sorun Yayınları.

Fromm, E. (2019). Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları, 2. Baskı, (A. Arıtan, Çev.). İstanbul: Say Yayınları.

Freud, S. (2019). Uygarlığın Huzursuzluğu, 7. Baskı, (H. Barışcan, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.        .

Fulbrook, M. (2018). Almanya’nın Kısa Tarihi, 2. Baskı, (S. Gürses, Çev.). İstanbul: Boğaziçi Yayınları.

Gerschenkron, A. (1977). An Economic Spurt That Failed: Four Lectures in Austrian History, Princeton: Princeton University Press.

Güleç, C. (2009). Freud, 2. Baskı, (Editörler, Cengiz Güleç ve Murat Batmankaya). Ankara: Say Yayınları.

Jones, E. (2004). Freud Hayatı ve Eserleri, (Emre ve Aysel Kapkın, Çev.). İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Komlos, J. (1983). The Habsburg Monarchy As A Customs Union: Economic Development in Austria- Hungary in The Nineteenth Century, Princeton: Princeton University press.

Mandel, E. (1996). Hoş Cinayet: Polisiye Romanın Toplumsal Bir Tarihi. İstanbul: Yazın Yayıncılık.

Okuyan, K. (2019). Devrimin Gölgesinde: Berlin-Varşova-Ankara 1920. İstanbul: Yazılama Yayınevi.

Phillips, A. (2017). Freud Olmak: Bir Psikanalistin Gelişimi, 3. Baskı, (Ş. Tokel, Çev.). İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Teber, S. (2013). Bilimsel Bir Peri Masalı: Freud’un Aile ve Tarihsel Romanı, 2. Baskı, İstanbul: Okuyanus Yayınları.

Türel, O. (2015). Uzun 19. Yüzyılda Orta Avrupa, İstanbul: Yordam Kitap.

Voloşinov, V. N. (2016). Freudculuk Eleştirel Bir Taslak, (C. Soydemir, Çev.). Ankara: Doğu Batı Yayınları.