Marx’ın Doktora Tezi: Diyalektik Materyalizmin İşaret Fişeği
Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü, hasan.karabiyik@deu.edu.tr Özet
Marx 1841’de materyalist Yunan düşünürleri Demokritos ve Epikuros’un doğa felsefelerini karşılaştırdığı doktorasını idealizmin Almanya’daki beşiği Jena Üniversitesine sunmuştur. Marksist literatürde hak ettiği ilgiyi görmeyen tez incelendiğinde, Marx’ın Engels ile tanışmadan önce diyalektik materyalizmi doğaya uygulamış olduğu anlaşılır. Marx’ın tezi dönemin egemen idealist felsefesine materyalist bir meydan okuma olmanın ötesinde, sonradan Marx ile Engels’in gerçekleştirecekleri felsefi çalışmaların tohumlarını taşıması bakımından da önemli bir uğraktır. Epikuros’un izlerini Marx’ın sonraki felsefi üretiminde görmek mümkündür. Revizyonist düşünürler tarafından Marksizm üzerine düşürülen Hegel’in gölgesinin kabul edilemezliği Marx’ın doktora tezine odaklı tarihsel dolayımı içerisinde değerlendirilir. Tez metniyle Marx’ın sonraki çalışmaları arasında kurulan koşutluklar göstermektedir ki, Marx henüz 23 yaşındayken değeri sonradan anlaşılan felsefi olgunluğuna erişmiştir. Marx’ın tezinde Epikuros felsefesini öne çıkarmasının nedenleri arasında, (a) Epikurosçu atom düşüncesinin tutarlı bir materyalizm üretmeye elverişli olması, (b) her ölçekte hareket ve değişimi olanaklı kılması, (c) rastlantıya yer vererek gerekirciliği esnetmesi sayesinde zorunluluğun zorbalığına son vermesi ve (d) felsefeyi tinsellikten kurtarma konusundaki ısrarı sayılabilir.
Anahtar kelimeler: Hegel, mekanik materyalizm, Alman idealizmi
19. yy Alman konfederasyonunda felsefe henüz gökyüzünden yeryüzüne indirilmemişti, ama onu yeryüzüne indirecek yeni kuşak düşünürler yüzyılın ilk çeyreğinde doğmuş ve düşünmeye başlamışlardı. O dönemde idealizmi eleştirel tarzda temize çeken Kant’ın (1724-1804) etkisinden sıyrılmak cesaret isteyen bir işti. Kant’ın takipçileri olan Schopenhauer (1788-1860), Fries (1773-1843), Herbart (1776-1841), Lange (1828-1875) ve Cohen (1842-1918) var güçleriyle Kant’ın felsefesini güncellemeye ve gözden geçirmeye çabalıyorlar ve eleştirel idealizmin avuçlarındaki yaşam çizgisi uzadıkça uzuyordu. Diğer yandan yine bir idealist olan Leibnitz’in (1646-1716) Yunan felsefesindeki atom düşüncesinden ilham alarak oluşturduğu Monadoloji’si de Kant’çı olmayan çevrelerin etrafında dönüp durdukları bir odak olmaya devam ediyordu.
19.yy’ın ilk çeyreğinde büyük ölçüde Jena’da oluşturulan Alman idealizminin öncüleri olan Fichte (1762-1814), Schelling (1775-1854) ve Hegel (1770-1831), Almanya'daki felsefi üretimi yönlendiriyorlardı. Bunlar arasında Hegel, geliştirdiği sistematiğin kapsamı ve o kapsamın iç işleyişini betimleyen diyalektiğiyle diğerlerinden ayrılır. Alman felsefesini bütünüyle hâkimiyetine alan Hegel takipçileri vasıtasıyla felsefesini kendi başkalığında sürdürür. Sağ ve sol Hegelciler diye ayrılsalar da dönemin Almanya’sındaki filozofların tamamı Hegel’den etkilenmişlerdi. Sol Hegelciler arasında hiç de yabancısı olmadığımız ve Marx ile Engels’in Alman İdeolojisi'nde (1845-1846) Azizlik yakıştırmasıyla alay ettikleri isimleri görüyoruz: Bruno Bauer (1809-1882), Max Stirner (1806-1856) ve tabii ki Ludwig Feuerbach (1804-1872).
Biyografik Gözlemler
Marx Kasım 1837’de Berlin’de Hukuk Fakültesi öğrencisiyken babasına yazdığı mektupta ağırlıklı olarak Kant, Fichte, Schelling, Hegel ve Aristo okuduğunu yazar. 1839 tarihinde sonradan Epikuros'un Felsefesi Üzerine Notlar adıyla yayımlanacak elyazmasını tamamlamış olmasından anlıyoruz ki, Marx 1838-41 yıllarında idealizme sırtını dönerek materyalizme olan ilgisinin tarihsel kökenleri üzerine yoğunlaşmıştır. 1841’de henüz 23 yaşındayken, Berlin’de yazdığı tezini Hegel ve ekolünün çöplüğü Jena Üniversitesi’nde “Demokritos ve Epikuros’un Doğa Felsefeleri Arasındaki Fark” başlıklı doktora tezini[1] sunan Marx, Alman idealizminin beşiğinde diyalektik materyalizmin işaret fişeğini ateşler. Jena'da ateşlenen bu fişeğin Alman felsefesinin diğer merkezlerinde görmezden gelinmesi üzerine Marx üniversitede yer edinemez. Benzeri bir ilgisizliği Kapital’in ilk cildinin yayımlanmasının ardından da yaşayacak ve “sükut suikastı”na uğradığını düşünecektir.
Siyasete kayıtsız kalmayı saygınlığının ön koşulu kabul eden klasik Alman felsefesi uzun süren kış uykusundan uyanamadığı için idealizmin beşiğinden de çıkmak istemiyordu. Doktora tezini sunduğu yıl (1841) Feuerbach Hristiyanlığın Özü’nü yayımlamıştı, Engels ile tanışmasına neredeyse dört, 1848 devrimlerine yedi yıl vardır fakat 1848 devrimlerinin koşulları çoktan mayalanmaya başlamıştır. Bu nedenle Marx, Feuerbach’ın yaptığı gibi kırsalda inzivaya çekilmeyi değil şehirde yaşamayı seçmiştir. 1842-43 yıllarında Rheinische Zeitung gazetesinin başyazarlığını yapmaya başlar. Bu görev Marx'ın yaşamında bir dönüm noktası olur ve ilgisi iktisat ve sosyolojiye kayar. İdealist maskesine rağmen değişim ve hareket temeli üzerinde yükselen Hegel felsefesinin devrimci potansiyelini sol Hegelcilerden farklı biçimde keşfetmeye başlamıştır.
Sesi Kısılan Materyalizm
Yunan düşünürleri profesyonel felsefe çevreleri tarafından dikkatle incelense de, materyalist Yunan düşünürleri bu ilgiden muaf tutularak üvey evlat muamelesi görüyor ve onlardan kalan metinler çoğunlukla filologlara havale ediliyordu. İlahi Komedya’sında Dante cehenneme yaptığı yolculukta materyalist tutumlarıyla tanınan Demokritos ile Heraklitos'u Limbus'ta [2] görür. Tanrılarla iyi geçinemeyen diğer Yunan filozoflarıyla birlikte materyalistleri cehennemin etrafında konuşlandıran Ortaçağ zihniyeti 19. yy Almanya’sında etkilerini hala sürdürüyor ve materyalizme açılan kapıları sımsıkı kapatıyordu.
Bu yüzden materyalizmin sesini Alman üniversitelerinde duymak neredeyse imkansızdı. 19. yy’ın ilk yarısında Almanya’da materyalizmi öğrenmek için idealist düşünürlerin materyalizm hakkında yazdıklarını okuyan gençler etraflarına baktıklarında saygıdeğer idealist düşünürlerin anlattıklarından başka bir dünya ile karşılaşınca materyalizme yöneliyorlar, ancak Engels’in deyimiyle Vogt, Büchner ve Moleschott gibi materyalizmi halka yayan seyyar satıcıların yazdıklarında da aradıkları derinliği yakalayamıyorlardı. Zaman zaman sakıncalı düşünceler beyan eden idealist filozofların siyasi otorite tarafından uyarılmaları adettendi. 1794’te II. Guillaume hükümeti, Tanrının varlığının duyularla tanıtlanamayacağını savunan Kant’ın din üzerine yazı yazmasını yasaklamıştır [3].
Bunun üzerine Alman filozofları daha ağdalı bir üslup edindiler. O kadar ki, kaleme aldıkları kitapları yalnızca diğer filozoflar okuyabiliyordu! Fakat sol Hegelciler, anlaşılır olma kaygısıyla bu üslubu terk ederek geniş kitlelerin okuyabileceği metinlerin modasını başlatmışlar ve bunda başarılı da olmuşlardı. Alman kültür dünyasında materyalizme yönelen sol Hegelcilerin ağırlığı giderek artıyordu. Marksist klasiklerin, aralarında sol Hegelcilerin de bulunduğu düşünürlerle girişilen polemik üsluba sahip olmalarının nedeni budur.
Marx-Hegel ya da Efendi-Köle Diyalektiği
Marx kendisini sol Hegelciler arasında görmez hatta onları kıyasıya eleştirir. Nitekim Marx ekonomipolitikte Ricardo’yu nasıl görüyorsa felsefede de Hegel’i öyle görür. Buna karşın burjuva bilimi kasıtlı biçimde Marx'ı sol Hegelciler arasına koyar. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın (1859) önsözünde “Demek ki, yapılacak şey, her şeyden önce, Hegel'in yöntemini kesin bir eleştiriye tabi tutmaktı” diyecektir. “Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da” satırları karşısında burjuva felsefesi hala Marksizm üzerine Hegel'in gölgesini düşürmeye devam eder.
Marksizmi Hegelci olmakla itham eden çevrelerin felsefi planda burjuvazinin değirmenine su taşımaktan başka bir amaçları yoktur. Bu çevreler (revizyonistler) Marksizmin gözden geçirilmesi gerektiğini söylemekle kalmayıp Marksizmi gözden geçirirler! Pek çoğu tanıdık olan bu filozoflar tarafından gözden geçirilen Marksizmden geriye devrimci niteliğinden tamamen ya da kısmen arınmış, idealizmin labirentlerinde yolunu kaybetmiş (ereğini yitirmiş) bir Marksizm kalır.
Hegel’in ünlü efendi-köle diyalektiği aslında Marx-Hegel diyalektiğidir. Hegel diyalektiğini mutlak ve bağımsız fikrin kendi kendine gelişiminin açıklanması amacıyla kurgularken, Marx diyalektiğini bağımsız ve mutlak olmayan fikrin maddi dünyayla ilişki içindeki gelişimini araştırma amacına hasreder. Hegel, tam olarak ne olduğu asla bilinemeyecek olan her şeyi iyeliğine alan kadir-i mutlak fikrin (ideanın) kölesi haline gelirken; Marx maddi zeminde fikrin efendiliğine yükselir. Sartre Marksizmi çağımızın aşılamayan felsefi ufku olarak nitelerken bunu kasteder.
Neden Demokritos ve Epikuros?
Marx tezine “Yunan felsefesi, iyi olduğunu anlamak için karşılaşmamıza gerek olmayan sıkıcı sona sahip bir trajediyle karşılaşmak gibidir” cümlesiyle başlar. Burada trajediye benzettiği Yunan felsefesinin sıkıcı sonunu çekici kılmak için bileylenmesi gerektiğini ima eder. Daha sonraları Engels ile birlikte sıkıcı bulduğu sonun (Epikuros felsefesinin) keskinliğini artırmak gayretiyle diyalektik materyalizmi yetkinleştireceklerdir. Yunan felsefesi hakkında Engels “teorik doğabilimi de, bugünkü genel yasalarının kaynağının ve gelişmesinin tarihini izlemek istiyorsa, Yunanlılara dönmek zorundadır” [4] demiştir. Doğa bilimi (ya da felsefesi) dönemin materyalistlerine spekülatif felsefe pratiği karşısında itibar ve etki gücü kazandırması bakımından önemliydi çünkü temel görevi safsata yapmak olan burjuva felsefesinin nefesinin tükendiği yerde bilim başlıyor ve bilimin kapsamı genişledikçe yoz felsefeninki daralıyordu. Bu gidişatın ne Marx'ta ne de Engels'te hiçbir zaman felsefe karşıtı bir tutumun gelişmesini teşvik etmediğini, tam tersine felsefenin bilimselleştirilmesi çabalarını yoğunlaştırdıklarını unutmamalıyız.
Marx’ın, niçin Demokritos ve Epikuros'u incelediği sorusunun en net yanıtını Lenin “… atom her zaman materyalist evren anlayışının kalesi olmuştur” diyerek vermektedir. Açıkça anlaşılıyor ki Marx doktora çalışmasında antikitede materyalist görüşleriyle öne çıkan iki düşünürün felsefelerinin klişeleşmiş anlatılarda değinilmeyen yanlarını incelemek istemiştir. Daha önce Gassendi’nin (1592-1655) şahsında Fransız materyalizminin Epikuros’a yöneldiğini bilen Marx “Gassendi, bize Epikuros'un felsefesini öğretebilmekten çok kendisi Epikuros'tan felsefe öğrenmektedir” (s. 10) diyerek bu çabayı sığ buluyordu.
1845’te Kutsal Aile’de “Fransız ve İngiliz materyalizmi, Demokritos ve Epikuros ile her zaman sıkı bir ilişki içinde kalmıştır” diyen Marx, yine 1845-46'da Alman İdeolojisi’nde "Epikuros ise, Antikçağın asıl radikal aydınlanmacısıydı. Antik dine açıkça cephe aldı" cümlesiyle selamladığı Epikuros'un burjuva felsefe çevrelerince kavranmamasının temel nedenini, Epikuros (İÖ 341-270) felsefesinin kaba bir hazcılığa indirgenmesine bağlar. Böylece Epikuros’un derinliği üzerine burjuva felsefesi tarafından kalın bir haz perdesi çekilir [5]. Lenin Felsefe Defterleri’nde dahice tahminlerde bulunduğunu söylediği Epikuros’un diyalektik materyalizme çok yaklaşmış olduğu tespitinde bulunur. Marx'ın Yunan materyalizmine yönelmesinin asıl nedenleri, o günlerde Almanya’daki materyalizm tartışmalarını tarihsellikten kopuk ve mekanizmle malul bulmasıdır. Her şeyin bir tarihi olduğunu bilen Marx, Engels ile birlikte Alman İdeolojisi'nde "Biz tek bir bilim tanıyoruz, o da tarihtir" [6] diyordu. Tarihsellik dolayımında materyalizmi ele almanın önemini 1838-40 yıllarında kavramıştır. Sadece materyalizmi tarihsel dolayımına yerleştirme amacıyla değil aynı zamanda 19. yy materyalizmindeki mekanik ve idealist sapmaları fark ettiği için işe Demokritos ile Epikuros’ün felsefelerini kıyaslayarak başlamıştır.
Tanımadığımız Demokritos ve Epikuros
Atom fikrinin [7] Yunan felsefesinde babası kabul edilen isim Demokritos’tur (İÖ 460-370). Kronolojiye aykırı biçimde Sokrates (İÖ 469-399) öncesi Yunan filozoflarından sayılan Demokritos, yeryüzündeki ilk aydınlanma dönemi olarak bilinen İyon aydınlanmasının çocuğudur. Tinsel bir materyalizm peşinde koşan Leibnitz’e göre Demokritos’un atom öğretisini geliştiren Epikuros Yunan felsefesinin en büyük materyalistidir. Platon şahsında metafizik ve idealist bir çizgiye kayan Yunan felsefesinin son döneminde başlangıçtaki İyon filozofları gibi yeniden materyalizme yönelmesini simgeleyen Epikuros’un görmezden gelinmesinin nedeni, Yunan felsefesinin son uğrağının materyalizm değil idealizm olduğu savını desteklemektir. Atina’da tezgahlanan Yunan idealizmi, kendinden önce İyon kolonilerinde yaşamış bilimi önceleyen materyalist filozofları -ki onlar kendilerine açıkça fizikçi diyorlardı- küçümsüyor ve materyalizmi asla geri dönülmemesi gereken bir hata olarak görüyordu. Epikuros’un felsefesi ise idealizmin Yunan felsefesinin en yüksek mertebesi olduğu fikrini geçersiz kılar. Tıpkı Marx’ın Jena’da yaptığı gibi, Epikuros da idealizme o zamanki beşiği Atina’da meydan okumuştur!
Atom fikrini savunmaları nedeniyle Demokritos ile Epikuros aynı kefeye konulur daha da kötüsü çoğunlukla Epikuros’un atom öğretisi yok sayılır. Cicero, “Epikuros’un bahçesini [8] sulayan su, Demokritos’un kaynağından gelir” derken haklıdır. Marx da bu kanıdadır: “Epikuros bildiği tüm fiziği Demokritos’tan öğrenmiştir”. Ama sadece öğrenmekle kalmayıp ilerletmiştir! Epikuros’un yaşadığı çağda felsefe, insanın nasıl mutlu olabileceği sorusuna cevap arayan bir törebilimine dönüşmüştü. İki düşünür sadece atom kavramında değil felsefenin insanı ilgilendiren tarafında da benzer kavramlara baş vururlar: Demokritos’un “euthymia (ruhsal rahatlık)” ve Epikuros’un “ataraxia (ruhsal dinginlik)”. Oysa Marx, Demokritos ve Epikuros’un felsefelerinin taban tabana zıt oldukları görüşündedir.
Marx’a göre Demokritos, felsefeyi deneysel gözleme kurban etmekte sakınca görmediği için günümüz olguculuğuna yaklaşan bir duyumculuk [9] üzerinden kendini doğa biliminin kollarına atıp görgül bilgisini artırırken umutsuzluğunu da artırır. Marx tezinde Epikuros’un gerçeklik hakkında “Duyular doğrunun müjdecileridir” deyişini aktarır. Epikuros da, Demokritos da duyumcu olmalarına duyumcudurlar ama aralarında önemli bir fark vardır.
Bu fark duyumun iki yüzlü bir kavram olmasından kaynaklanır: (a) Kişinin öznel duyumu ve (b) öznel duyumların altında yatan nesnel dayanak. Marx’a göre “Demokritos duyulur dünyayı öznel görünüş haline dönüştürdüğü halde, Epikuros onu nesnel görüngü haline dönüştürür” (s. 24). Dolayısıyla, Epikuros’un materyalizmi Demokritos’unkinden daha ileridedir. Epikuros, dünyanın duyulara dayanan insan düşüncesinden bağımsız biçimde varolduğunu düşünür. Burada önemli olan düşünceden bağımsız dünya fikridir. Epikuros’unkiyle kıyaslandığında Demokritos’un materyalizmi iki sebeple ölü doğmuştur. Bunlardan ilki duyuların öznelliği fikrinin kaçınılmaz olarak idealizmin en berbat hali solipsizme kapı aralamasıdır. İkincisi ise, nesnelerin oluşumunda aşılamayan engeldir.
Demokritos’un tersine Epikuros, bilimin insanı kapsamayan doğanın ötesine taşınarak insanın mutluluğu, özgürlüğü, ahlaki sorumluluklarıyla ilgili sorunların çözüm arayışına da uygulanabileceği düşüncesindedir. Törebilimsel yanıyla insanı doğadan ayırmaz. Demokritos ise törebilimsel yönlere fazla değinmez. Ne kadar tanıdık bir ayrışma değil mi? Revizyonistler diyalektiğin doğaya uygulanmaması gerektiğinden [10] bahsederler. İlk bakışta masum bir düşünceymiş gibi görünse de aslında kast ettikleri şey, doğadaki diyalektiğin yadsınması ya da diyalektiği salt insan düşüncesine tabi kılarak onu bir akıl oyununa dönüştürmektir. Bu sayede diyalektik materyalizm etkisiz hale gelecek ve insan, kendi dışındaki dünyanın değişimi bilgisinden mahrum kalacak ve bunun sonucunda da dünyayı değiştirme becerisini kaybedecektir. Marksizmi sadece toplumsal bilimlerle sınırlandırmayı öneren revizyonistler, diyalektiğin idealistleştirilmesi ve Marksizmin bilimselliğinin sonlandırılmasını eleştiri adıyla meşrulaştırma gayretindedirler. Bu noktada Marksistler vaktiyle Marx ve Engels gibi eleştirel eleştirinin eleştirisini yapmalıdırlar.
Demokritos ve Epikuros’un Atomları
Demokritos ile Epikuros’ün fiziğine biraz daha yakından bakacak olursak Marx’ın niçin bu ki düşünür üzerine yoğunlaştığını daha iyi anlarız. Demokritos hava, su, ateş ve toprak türlerindeki atomların şekilleriyle (pürüzlü, düz, köşeli, yuvarlak, eğri büğrü, kancalı ve çengelli) ve büyüklüklerinin farklı olduğunu düşünüyordu. Ezelden ebede birbirleriyle çarpışıp durarak etrafımızdaki nesneleri meydana getiriyorları. Demokritos çarpışmaların nasıl meydana geldiğini açıklayamıyordu ama olsun, devam edelim... Varolan her şey boşlukta meydana gelen bu mekanik çarpışmaların sonucunda gelişen zorunlu bir düzenlilikte beliriyordu. Kendisine çarpılan atom ile çarpan atom sonuç ve nedeni temsil ediyorlardı. Kendisine çarpılan da bir başkasına çarpacağı için sakat bir nedensellik anlayışı doğuyordu. Demokritos doğadaki değişimlerin diyalektik değil mekanik olduğu görüşündedir.
Epikuros atomların yalnızca büyüklük ve şekillerinin değil, ağırlıklarının da farklı olduğunu söyler. Bu Lenin’in Epikuros’un dâhice tahminleriyle [11] neyi kast ettiğini açıklayan bir örnektir, zira farklı elementlerin atomlarının farklı ağırlıklara sahip olduklarını Dalton (öl. 1844) tanıtlamıştır. Fakat daha da önemlisi, Epikuros atomların -ağırlıklarının etkisiyle- boşlukta aşağıya inerken nasıl olup da çarpıştıklarını açıklamak için atomların içsel itkileriyle hareket doğrultularında meydana gelen küçük sapmalardan (clinamen [12]) bahseder. Epikuroscu Lucretius De Rerum Natura’sında şöyle der:
“Bu sapma da olmasa herşey dökülürdü boşluktan/Tekdüze bir koşutlukta, yağmur damlaları gibi/Ne çarpışma, ne vurması atomun üstüne./Doğa hiçbir şey yaratamazdı kısaca bunlardan”. “Epikuros işin doğasında yatan bu çelişkiyi çok iyi hisseder. Bu yüzden de sapmayı, elden geldiği kadar duyularca algılanmaz olarak betimlemeye çabalar” (s. 38). Lucretius olağanüstü bir önseziyle der ki; "Gösterdikleri sapmaya borçluyuz bunu/Atomların, belirsiz zamanlarda ve yerlerde".
Demokritos’un atom modeli materyalizm iddiasını gerçekleştiremeden süblimleşir çünkü çevremizdeki nesnelerin oluşumunu açıklamakta zorlanır. Açıklayacak biçimde tadil edildiğinde de gerekirciliğin deli gömleğini giymek zorunda kalırız. Epikuros ise Demokritos’un bu iki kusurunu gidermiştir. Atomların sapmaları fikriyle nesnelerin oluşumunu sağlamış, zorunluluk yerine rastlantıya yer vererek de gerekirci yazgıdan insanları kurtarmıştır. Yeniden Lucretius’a dönelim: “Atomlar, kaderin ağlarını koparacak,/Kesecek nedenle-sonuç'un bitimsiz döngüsünü”.
emokritos mekanik materyalizmi nedeniyle gerekirci bir zorunluluğun kurbanı olurken, Epikuros rastlantının önemini vurgular. Marx’a göre Epikuros, rastlantıyı yalnızca olanaklılık değeri taşıyan bir gerçeklik (s. 30) olarak görür. Zorunluluk ile -gerçekleşmiş olasılık anlamında- rastlantının diyalektik bir bağımlılık ilişkisi içinde olduklarını kavramıştır: “Zorunluluk, sonlu doğada göreli zorunluluk olarak, determinizm olarak ortaya çıkar. Göreli zorunluluk yalnızca gerçek olanaklılıktan çıkarsanabilir, yani o, bu zorunluluğun kendini açığa vurmasına aracı olan birtakım koşullar, sebepler, nedenler vb. ağıdır” (s. 29-30).
Tıpkı Epikuros’da olduğu gibi, ne Marx’ın kendisi ne de öğretisi gerekirci değildir. Fakat bu aklın yadsınması anlamına gelmez. Marx diyalektiğin tarihte olduğu gibi doğada da işlediğini düşünüyordu ve diyalektiği işletecek olan aklı yadsımayı aklından bile geçirememiştir. Marksizm sık sık gerekirci olmakla itham edilir. Burjuva felsefesi kendi kusurlarını Marksizme yamayarak onlardan kurtulabileceğini sanır ama Marksizm yama tutmaz! Gerekircilik katıksız bir burjuva felsefi akımı olan olguculukla eleledir. Marksizm nedenselliğe sahip çıkar ama rastlantıyı dışlamaz. Zorunluluk nesnel görüngüler arasında özden, rastlantı ise özden olmayan bağıntı kurma biçimidir. Rastlantı içsel değil dışsaldır ve zorunlulukla diyalektik bir ilişki içindedir. Aynı görüngü hem rastlantısal hem de zorunluluk yoluyla belirebilir. Bu iki kavram birbirlerini dışlamaz.
Marx Demokritos’un ne atomların bizzat kendilerine ilişkin özellikleri üzerine ne de kendilerine özgü kavram-varlık ilişkisinin nesnelleştirilmesine değinmediğini belirtir: “Epikuros, atom kavramındaki özle varoluş çelişkisini nesnelleştirir. Böylece o, bize atomcu bilimi vermiştir. Demokritos'ta ise, ilkenin kendisinin gerçekleşmesi yoktur. O, yalnızca maddesel yanı tutar ve empirik gözlem yararına varsayımlar ortaya koyar” (s. 51). Marx, Epikuros’un atomların tüm özelliklerinin kendileriyle çelişik biçimde belirlenebileceği düşüncesinde olduğunu söyler: “Nitelikleri aracılığıyla atom, kendi kavramıyla çelişen bir varoluşa sahiptir; kendi özünden farklı biçimde edimselleştirdiği bir varoluştur bu. Epikuros’un temelde ilgilendiği şey bu çelişkidir”. Marx Demokritos ile Epikuros'u kıyaslarken, varolan şeyle düşünce arasındaki ilişkiye (Engels'e göre felsefenin en temel meselesidir bu) de değinir. Tezinde Epikuros'un tüm doğa felsefesinin varoluşla öz ya da biçim ile madde arasındaki çelişkileri esas aldığını belirten Marx, tamamen maddi olan varlığın (atomun) özü ile dış görünüşü arasındaki farkı vurgular. Epikuros’de dikkatini çeken biçim-öz çelişkisinin izine yıllar sonra Kapital’in 3. cildinde yeniden rastlarız: "Ne var ki, dış görünüş ile şeylerin özü, eğer doğrudan doğruya çakışsaydı, her türlü bilim gereksiz olurdu". Bu alıntılardaki paralellik Marx’ın henüz doktora tezini yazarken ulaştığı felsefi olgunluğun emaresidir.
Epikuros’un Evreni
Epikuros atom ve ataraxia kavramlarıyla tanınsa da, Marx onun asıl özgünlüğünü göksel cisimler hakkındaki görüşlerinde bulur: “Epikuros’un doğa felsefesinin ruhu onun göksel cisimler kuramında görünür hale gelir”. Epikuros ve öğrencileri radikal tanrıtanımaz tutumlarıyla ünlenmişti ve Epikuros’un bu özelliği onu Yunan felsefesinde eşsiz kılar. Daha önce ister materyalist ister idealist olsun tüm Yunan düşünürleri göksel cisimlerde ya aklın yansımalarını ya da açıkça kendi tanrılarını görüyorlardı: “Demek oluyor ki Yunan felsefecileri göksel cisimlerde kendi tinlerine tapmışlardır” (s. 62). Marx’a göre Epikuros, göksel cisimlerin ebediliği düşüncesini, özbilincimizin huzurunu/sarsılmazlığını (ataraxia’sını) kaçıracağı gerekçesiyle reddeder: “Göksel cisimlerin ebediliği özbilincinin sarsılmazlığını bozacağına göre, bundan çıkan zorunlu ve kesin sonuç, onların ebedi olmadıklarıdır” (s. 67). Ebedi varlıklar özbilincin huzurunu kaçırır çünkü onlar bilincimizin belirleniminden kurtularak özbilince meydan okuyan şeyler haline gelirler.
Yeri gelmişken belirtelim, Marx Epikuros ve öğrencilerinin tanrı karşısındaki tutumlarından etkilenmiş ve bu etkiyi sonraki yıllarda sosyalizmin bilimselleştirilmesi çalışmalarında da korumuştur. Doktorasından iki yıl sonra 1843’te meşhur “Din, halkın afyonunu oluşturuyor” cümlesini kurmuş ve eklemiştir: “Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor”. Tıpkı Epikuros ve Lucretius’un savunduğu gibi.
Epikuros atomların sürekli hareket ettiklerini düşünüyordu [13]. Bu hareketlerinin de Demokritos’un ıskaladığı bir içsel itkiden kaynaklandığını ileri sürerek onları harekete sevk eden ilahi müdahale fikrini gereksiz kılıyordu. Aristo’nun göksel cisimlere hareket kazandıran, onlara ilk fiskeyi vuran ‘hareketsiz hareket ettirici’sini yadsıyan Epikuros gök cisimlerinin de hareketli olmaları gerektiğini düşünüyordu. Marx Epikuroscu göksel cisimler kuramını tartışırken, yalnızca en küçüklerin (atomların) değil en büyüklerin (gezegenler) de sürekli hareket halinde olmaları gereğinden bahseder ve şu şaşırtıcı sonucu çıkarır; “Şu halde göksel cisimler gerçek hale gelmiş atomlardır” (s. 68-69).
Bu cümlede Marx’ın en küçük ile en büyük ölçekteki görüngüler arasındaki ilişkinlik ve bu ilişkinliğe içkin değişkenlik düşüncesine ulaştığını, başka deyişle diyalektik materyalizmin ilk ilkesini doğada yakaladığını görüyoruz. Bu Marx’ın 1841’de, Engels tarafından 1878’de ifade edilen “Hareket maddenin varoluş biçimidir” düşüncesini kavradığını gösterir. Yadsımanın yadsınması ilkesinin de yine doğada bulunduğunu tezinde açıkça belirtir: “Nasıl nokta çizgide yadsınır ise, her düşen cisim de çizdiği doğruda yadsınır” (s. 36). Burada maddenin hareketini yadsımanın yadsınması dolayımında okur. Diyalektik materyalizmin iki ilkesini Marx’ın doktora tezinde doğaya uygulanmış halde buluyoruz.
Diyalektik materyalizmi Engels’in, tarihsel materyalizmi ise Marx’ın geliştirdiği yönünde yaygın bir yanlışa düşülür. Bu iki materyalizm birbirinden ayrılamaz. Marx, Engels ile tanışmadan önce doktora çalışması sırasında doğadaki diyalektiği saptamıştır. Konu hakkında Engels şunları söyler: “Benim teoriye katkımı, olsa olsa birkaç özel bilgi dalı dışında, Marx, bensiz de gerçekleştirebilirdi. Ama Marx’ın yaptığını ben yapamazdım. Marx, bizim hepimizi aşıyordu; Marx, hepimizden daha uzağı, daha geniş ve daha çabuk görüyordu”. Engels’in açıklamalarının ne denli dürüst ve isabetli olduğunu Marx’ın 1841 gibi erken bir tarihte diyalektik materyalizmi kullanmasından anlıyoruz.
Kaynaklar
Allighieri, D. (2001). İlahi Komedya-Cehennem (5. baskı), Ankara: MEB Yayınları.
Alsan, N. (1967). Çağımızı Hazırlayan Düşünceler, İstanbul: Varlık Yayınları.
Engels, F. (1977). Anti-Dühring, Ankara: Sol Yayınları.
Engels, F. (1992). Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Ankara: Sol Yayınları.
Engels, F. (2010). Doğanın Diyalektiği, Ankara: Sol Yayınları.
Hegel, G. W. F. (1986). Tinin Görüngübilimi, İstanbul: İdea Yayınları.
Lenin, V. İ. (1993). Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Ankara: Sol Yayınları.
Lucretius Carus. (1974). Evrenin Yapısı (Çev. Turgut UyarveTomris Uyar), İstanbul: Hürriyet Yayınları.
Marx, K. (1990). Kapital (cilt 3), Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K. (2000). Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri (Çev. H. Demirhan), Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K. (2009). Hegel'in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K. (2010). Kapital (cilt 1), İstanbul: Yordam Yayınevi.
Marx, K. ve Engels, F. (1976). Kutsal Aile, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K. ve Engels,F. (2013). Alman İdeolojisi, İstanbul: Evrensel Yayınları.
Sartre, J.-P. (1960). Critique de la raison dialectique, vol. 1: Questions de méthode, Paris: Gallimard.
Dipnotlar:
[1] Marx’ın doktora tezinin “Demokritos ile Epikuros’un Doğa Felsefeleri” başlığıyla H.Demirhan tarafından yapılan çevirisi Kasım 2000 tarihinde Sol Yayınlarından çıkmıştır. Bu yazıda tezin kitap halinden yapılan alıntılar sayfa numaralarıyla verilecektir. Sayfa numarası olmayan alıntılar yazar tarafından çevrilmiştir.
[2] Limbus, Araf değildir. Vaftiz edilmeden ölenlerin acı çekmeden ümitsizlik içinde kıvrandıkları yerdir. Arafta arındıktan sonra cennete gidilebilirken, limbus cehennemin en dış halkası ve ayrılmaz bir parçasıdır. Limbustakilerin kurtuluşu için yapılabilecek hiçbir şey yoktur.
[3] Benzeri olaylar 19.yy Almanya’sında da görülür.Fichte Jena üniversitesinden kovularak Berlin Üniversitesine geçer. 1835’de Strauss İsa’nın yaşamını Hristiyan dogmalarını sarsan şekilde incelediği kitabı nedeniyle Tübingen Üniversitesi İlahiyat Fakültesinden kovulur. Prusya monarşisinin resmi filozofu konumundaki Hegel bile Berlin’de tutucu çevrelerin hedefindeydi. Sol Hegelci Bruno Bauer’in Jena Üniversitesinden kovulması üzerine Marx üniversiteden ümidini keserek gazeteciliğe yönelir.
[4] Sadece soyadlarını abecesel düzende sıralayalım: Adorno, Axelos, Baumann, Bernstein, Bloch, Fischer, Fromm, Garaudy, Habermas, Horkheimer, Kanzarga, Lefebvre, Marcuse, Markovitch, Petrovitch, Schmidt, Stojanovitch, Strinka, Supek, Taditch ve Žižek.
[5] Oysa Epikuros’un Menoikeos’a yazdığı mektup bu ithamı çürütür:"Bizi anlamayan bilgisizlerin suçlamalarına kulak asma Menoikeos. Haz en üstün iyidir dediğimiz zaman ne sefihlerin duydukları hazzı, ne de hayvanca hazları ileri sürdük. Bizim sözünü ettiğimiz haz, sadece ruh rahatsızlığıyla beden acısının yokluğundaki hazdır. Bedenimiz acısız ve ruhumuz rahatsa mutluyuz. İnsanı mutlu kılan ne tıkabasa yeme, ne çatlayasıya içme, ne de cinsel sapıklıklardır. İnsanı mutlu kılan; usa uygun ve sade alışkanlıklar, arayacağımız ve sakınacağımız şeyleri iyice ölçebilen bir ruha rahatsızlık veren yanlış ve boş inançları söküp atabilen bir ustur. O halde bütün bu söylediklerimizin ilkesi, iyiliklerin en üstünü olan bilgelik'tir".
[6] Bu meşhur cümle Alman İdeolojisi ’nin elyazmalarında sonradan üzeri çizilmiş bir pasajda yer alsa da, tarih biliminin Marksistler için değerini hatırlatması bakımından unutulmaz öneme sahiptir.
[7] Burada sözü edilen atom kavramı bugün anladığımız atomdan epeyce farklıdır. Daha çok doğayıve hatta materyalist Yunan filozoflarına göre ruhu da oluşturan bölünemez nesneler atom kelimesiyle anılır. Unutulmamalıdır ki, İyon düşünürleri atom kavramını neredeyse 2500 yıl önce geliştirmişlerdir. Ne yazık ki Yunan düşünürleri güvenilir bilimsel bulguların yokluğunda düşünmeye başlamışlardır.
[8] Tıpkı Platon’un Akademiası, Aristo’nun Lykeion’u (lisesi) gibi, Epikuros’un Atina’daki okulu Yunanca bahçe anlamına gelen Kepos kelimesiyle anılır.
[9] Bilginin duyu kaynaklı olduğunu önesüren felsefi akım.
[10] Bu konuda örnekler çoğaltılabilir. Sadece birini işaret etmek yeterlidir: Adorno, T. 2016. Negatif Diyalektik, Metis, istanbul, s. 136.
[11] Lenin Epikuros’un ışık hızı hakkındaki tahminine dikkat eder.
[12] Clinamen kavramını Epikuroscu Latin ozanı Lucretius Carus’a borçluyuz. Epikuros’dan elimize kalan doğrudan metin neredeyse yoktur. Epikuroscu öğretiyi unutulmaz bir manzum eserle (Şeylerin Doğası Üzerine-De rerum Natura) kalıcılaştıran ve Marx’a göre Epikuros fiziğini anlamış tek kişi Latin ozanı Lucretius’tur. Bu eseri Epikuros’un doğa felsefesini merak eden okuyuculara hararetle tavsiye ederim. De rerum Natura, Evrenin Yapısı adıyla Tomris Uyar ve Turgut Uyar tarafından dilimize kazandırılmıştır. Ayrıca MEB klasikler dizisinde İsmet Zeki Eyüboğlu tarafından Varlığın Yapısı adıyla da çevrilmiştir.
[13] Diogenes Laertius, X, 43.