İnsanlaşma serüvenine diyalektik materyalist yöntemle bakan bir kitap: Davranışlarımızın Kökeni

The Origin of Our Behavior: A Book with Dialectical Materialist Method through the Humanization Journey

Endam Köybaşı
Dr. Ruh Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı, Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi, İzmir,
Özet
Bu yazıda Serol Teber’in ilk baskısı 1975 yılında yapılmış olan Davranışlarımızın Kökeni adlı kitabının tanıtımı ve kısa bir değerlendirmesi amaçlanmıştır. Kitabın önsözleri, her bir bölümü ve yararlandığı kaynaklar hakkında bilgiler sunulmuştur. Sonuç kısmında kitabın sunduğu bu bilgiler ve vardığı sonuçlar yorumlanmıştır. Ele almış olduğu konulardaki bilimsel çalışmaları mümkün olduğunca güncel ve titizlikle derlemiş olduğu düşünülen kitap, biyoloji ve evrim alanından aktardığı bilgiler açısından açıklayıcı ve nitelikli bir çalışma olarak değerlendirilmiştir. İnsanlaşma sürecinde etkili olan toplumsal dinamikleri tarihsel materyalist yöntemin yasaları ile sunan ve bu alanın bilgilerini biyolojik bulgularla sentezleme çabası öne çıkan kitabın diyalektik bir bakışla hareket ettiği söylenebilir. Kitabın elimizdeki baskısının siyasal ve toplumsal dinamikleri okuma açısından biyoloji alanında olduğu kadar derinleşilemediği düşünülmüş, kullanılan felsefi kavram ve sosyolojik bulgular açısından gelişmesi gerektiği sonucuna varılmıştır. Önemli eksiklerine rağmen kitap alanındaki özgün ve cesur çalışmalardan birisi olarak kabul edilmiş, halkı aydınlatma amacı taşıması, her türlü idealist sapmaya ve gericiliğe karşı savaşma sorumluluğu üstlendiğini ilan etmesi, olguları diyalektik materyalist felsefe ile kavrama çabası göstermesi, biyolojik ve evrimsel anlatının doğru ve anlaşılabilir olması kitabın güçlü tarafları olarak değerlendirilmiştir.

Anahtar kelimeler: Davranışlarımızın kökeni, Serol Teber, Sinir sistemi, diyalektik materyalizm, yabancılaşma
Abstract
It is aimed to publicize and evaluate briefly the book “Origin of Our Actions” by Serol Teber whose first edition was published in 1975. Information about the prefaces, each section, and references of the book have been presented. The information and conclusions provided by the book have been interpreted in the conclusion section. The book, which is considered to be an up-to-date and elaborately compiled text on the scientific studies it deals with, has been evaluated as an explanatory and qualified study in terms of the information transferred from the fields of biology and evolution. It can be argued that the book, which presents the social dynamics that are effective in the humanization process with the laws of the dialectical materialist method and tries to synthesize the knowledge of this field with the biological findings, has a dialectical perspective. It was concluded that this edition of the book is not evenly deep in terms of reading political and social dynamics compared to the field of biology, and should be improved in terms of its philosophical concepts and sociological findings. Despite substantial deficiencies, the book has been accepted as one of the unique and courageous works in its own field. The aim of enlightening people, the declaration to take the responsibility of struggling against all kinds of idealist deviations and reactionism, the endeavor to comprehend the phenomena with dialectical materialist philosophy, and the accurate and understandable narrative of biology and evolution are considered as the strong aspects of the book.

Key words: Origin of our behavior, Serol Teber, nervous system, dialectical materialism, alienation

GİRİŞ

Bu yazıda Serol Teber’in, ilk baskı yılı 1975 olan, Davranışlarımızın Kökeni adlı kitabının tanıtımı ve kısa bir değerlendirmesi amaçlanmıştır. Kitabın önsözleri, her bir bölümü ve yararlandığı kaynaklar hakkında bilgiler sunulacak; sonuç kısmında kitabın sunduğu bu bilgiler üzerinden vardığı sonuçlar yorumlanacaktır. Tanıtım için incelenen baskı, 2004 yılında yapılmış olan 12. baskıdır.

Kitap İçin Yazılmış Önsözler

İlk baskısını 1975 yılında yapmış olan kitap Nazım Hikmet’in dizeleri ile başlıyor. Dizeler Rubailer şiirinden alıntılanmış: insan yaşantısının doğanın bir sureti olduğunu, ölüm olsa da canlılığın sürdüğünü hatırlatıyor.

İlk altı yılda üç baskı yapmış olan kitabın bu ilk üç baskısı için her biri yazar tarafından kaleme alınmış farklı önsözleri mevcut. Birinci baskı için yazılmış önsöz önemli tezler üzerinden yola çıkıyor. Tarihin akışının zorunlu olarak emekçilerin kurtuluşunu getireceğini, ancak egemen sınıfın, idealist düşünceleri yayarak ilerlemeyi durdurma gayreti içerisinde olduğunu ileri sürüyor. Yazar kitabı yazma amacını bu gerici fikirlere karşı durmak olarak tarif ediyor ve bunu yaparken bilimsel düşünceden, diyalektik materyalizmden besleneceği haberini veriyor. Aynı önsözde kitabın hiçbir savı olmadığını yazıyor Serol Teber; fakat burada kastedilenin bilimsel açıdan “özgün, yeni bir sav” olduğunu söyleyebiliriz (Teber, 2004, s.17). Yazar önsözde, kitabın o güne kadar elde edilmiş bulguları süzüp derleyerek, insanı doğanın bir parçası olarak anlaşılabilir kılmaya çalışacağını da bildiriyor.

İkinci baskıya önsözün ne zaman kaleme alındığı not edilmemiş. Ancak kaba bir internet araştırması ile ilk baskıdan üç yıl sonra, 1978 yılında olduğu bulunabiliyor. Ülkesinin yaşamış olduğu sorunlara rağmen tıpkı dünyanın geri kalan birçok yerinde olduğu gibi devrimci dönüşümlere gebe olduğu sevincini taşıyan yazar, iki yıl içinde ikinci baskıyı getiren okur ilgisinin verdiği mutluluğu da ifade ediyor.

Cesaretten “Umutsuzluğa” Doğru

Ne yazık ki kitabın üçüncü baskısında yer alan önsözün ne zaman yazıldığı kaydedilmemiş. Ancak 1980 askeri darbesinden bir iki yıl sonra yazıldığını tahmin edebiliriz. Bu önsözde ilk iki baskının önsözünde var olan iddia ve coşku artık görünmemektedir. Kısmi bir gözden geçirme yapıldığı söylenip katkısı geçenlere teşekkür edilecek kadar kısa olması da dikkat çekmektedir. Bu yazıya kaynak oluşturan elimizdeki kitap, 2004 yılında çıkan on ikinci baskı olup 2001 yılında yazılmış onuncu baskının önsözünü de içermekteydi. Bu sayede kitap için son gözden geçirmenin bu önsözün kaleme alındığı tarihte yapıldığı anlaşılabilmektedir.

Kitabın 2001 yılındaki 10. baskısında yazar bilimsel verilerin geliştiği ancak bunların toplumların gelişmesine katkıda bulunmak yerine kaba birer teknik gelişme mertebesinde kaldığı düşüncesini paylaşmış. Serol Teber, bu durumun yarattığı gericileşmeye dikkat çekerken yaşanılan trajedinin farkına varamayan geniş yığınlara öfkesini de gizlememiş (s.13).  Büyük bir coşku ve umutla başlayan çalışmanın ilk çıkış noktasına kıyasla “umutsuz” bir duygu ile sonlandığı söylenebilir.

Kitap on dördüncü baskısı ile ülkemizde hala ulaşılabilir durumdadır.

Kitabın Bölümleri ve İçerikleri

Kitap Yöntem Üzerine bölümü ile açılıyor; kısa bir bilim ve felsefe tarihi anlatısı olan bu kısımda idealist düşüncenin çağ dışılığı vurgulanırken buna karşı diyalektik materyalist yöntemin kullanılacağı belirtiliyor. Güncele 2001 yılından baktığı anlaşılan bu bölüm özellikle ülkede artan evrim karşıtlığına dikkat çekiyor. Bunun gibi her türlü idealist düşünce ve özellikle dinci gericiliğe karşı canlı hücrenin keşfi, Freud’un psikanaliz kuramı, genetik şifrenin çözülmüş olması gibi bilimsel gelişmeler gösteriliyor; Marx ve Darwin’in teorilerinin hâlâ geçerli olduğu da hatırlatılıyor (s.38).

A- Davranışlarımızın İlk Kalıpları Olarak İlkel Refleks ve İçgüdülerimiz

Altı alt-bölümden oluşan kitabın ilk bölümü maymunlarla birlikte insanımsıların evrimi hakkında okuyucuyu bilgilendiriyor. Güncel antropolojik bulgulardan yararlanılan bu bölümde, insanı insan yapan iki ayak üzerine kalkma, alet kullanabilme, toplumsallaşma gibi niteliksel sıçramalara yol açan süreçler ele alınıyor; bunların merkezi sinir sisteminin gelişimine katkıları gösteriliyor (ss.64-69).

İkinci bölüm sinir sisteminin çalışma prensiplerini özetliyor ve bu konuda temel bilgiler sunuyor. Hareket ve davranışlarımızın ilk kalıpları, diğer yüksek memeli canlılarla ortak olan reflekslerimizdir önermesi öne sürülürken, içgüdülerimiz üzerinden alt beyin bölgelerinin işleyişi anlatılıyor (ss.77-97).

İçgüdüden davranışa başlığını taşıyan üçüncü bölüm maymunların grup yaşantılarının gözlenmesi üzerinden edinilen bilgileri açığa çıkarıyor. Bu toplulukların sosyal yapıları, değişen koşullara verdikleri yanıtları ve yavru bireyleri ile ilişkileri resmediliyor. Topluluk oluşumu ile birlikte grup içi artan iletişim, bu iletişimin biçimleri tarif ediliyor.

Bölümde bunlara ek olarak bahsi geçen hayvan gözlemleri ve antropolojik çalışmalar üzerinden derlenen bilgilerle, sosyalleşmenin beyin üzerinde oluşturduğu değişimlere de ışık tutulmuş. Konuşma, soyut düşünce ve kavram kurma gibi beynin üst düzey yeteneklerinin doğanın insan beynine bir yansıması olduğu tezinin işlendiği bölüm, bu yeteneklerin, tek bir merkezce belirlenemeyeceğini, bu özelliklerin ancak beynin bütününe bakarak, bütünün parçalarla ve parçaların birbiri ile ilişkisi üzerinden aydınlatılabileceğini de ekliyor (s.196).

B- Bellek İşlevi ve İdealar

Belleğin biyolojik bir depolama işlemi olarak tarif edildiği dördüncü bölümde, beynin bellekle ilgili bölümleri bu bölümlerin birbirleri ile olan ilişkilerinin anlatılmış olduğu görülüyor.

Genetik aktarım, bağışıklık kazanma gibi süreçlerin de bir bellek işlevi olduğunun hatırlatılmış olduğu bu bölümde daha çok merkezi sinir sisteminin bellek fonksiyonu ve bunun çalışma prensipleri hakkında bilgiler sunulmuş. Devamında çekirdek düzeyinde olan değişiklikler, bunların nesiller arası aktarımı bir yassı solucan olan planarya ile yapılan deneylerle açıklanmış. Buradan çıkan sonuçlar ışığında, daha üst düzey canlılarda ve insanlarda yapılan çalışmaların bulguları da verilmiş ve tartışılmış görünmektedir.

İnsanın dinamik ve değişken özelliklere sahip bu öğrenme işlevi, “idea’ların” bulunmadığına yönelik dayanaklardan birisi olarak ortaya atılmıştır (s.235).

Biyolojik Süreçler başlığı ile derlenen beşinci bölümde insan ve diğer tüm canlılarda gözlenebilen biyolojik saat ve uyku fizyolojisine dair bilgilerin aktarıldığı söylenebilir. Dünyanın dönüşünün birçok canlıdaki bu fizyolojik döngüleri ortaya çıkardığı bilgisi verilmiş; ışığın hem bitkiler hem de insanlar üzerindeki etkisinden bahsedilmiştir. Pavlov’un uyku üzerine yaptığı çalışmalar sonucu elde edilen bulgular ve tezlerinin aktarıldığı bu bölüm, uykunun oluşmasını sağlayan bastırma (inhibisyon) dalgalarından, bunların beyin üzerindeki etkilerinden bahsetmiş, bu sürecin nörokimyasal yönden evrimsel bir gelişimi yansıttığı tezini işlemiştir (ss.263-266).

C- Biyolojimizdeki Diyalektik

Kitabın tartışmadan önceki son bölümü ise beyin yarımküreleri işlevlerinin genel hatlarıyla tarif edilmesine ayrılmış. Refleks olayların tanımı ve gelişimini aktararak başlayan bölüm, uyarım (exitasyon) ve bastırma (inhibisyon) ilişkisini karşıtların birlikteliği kuralı üzerinden açıklamış, beyin kabuğu üzerine etkilerini konu edinmiştir. Uyarım dalgalarının belli bir düzeye vardığında niteliksel bir dönüşüme yol açıp karşıtı olan inhibisyon işlevini doğurması, yanı sıra inhibisyonun inhibisyonu gibi fizyolojik süreçler işleyişteki diğer diyalektik unsurlara örnekler olarak sunulmuştur.

Aynı uyaranların aynı sistemlerde zamana ve koşullara bağlı farklı sonuçlar oluşturabileceği söylenmiş, insan davranışları ve sinir sistemi söz konusu olduğunda ancak bir çerçeve çizilebileceği ileri sürülmüştür. Werner Heisenberg’in “Atom bombasının patlama gücü için bir üst bir de alt sınır gösterilebilir, ama kural olarak bu gücü önceden hesaplayamayız. Çünkü bu güç atomların ateşlenme anındaki davranışlarına bağlıdır…” önermesi sunulmuş, insan gibi yüksek ve karmaşık düzeyde örgütlenmiş bir canlının sinir sistemi söz konusu olduğunda, uyaranlara verilecek yanıtlar için de benzer tarifin yapılabileceği bildirilmiştir (ss.290-291).

Bilincin farklı nicelik ve niteliklerde de olsa tüm canlılarda bulunduğu, “bilinçli olduğunun bilincinde olan” tek canlı türünün insan olduğu öne sürülmüş ve esas farklılığın buradan kaynaklandığı savunulmuştur. İnsanın bilincinin tarihsel yönünün de vurgulandığı bu bölümde; insanın tarihsel koşullarının ürünü olduğu tezi Marksist klasiklerden alıntılarla tekrar edilmiş, mülkiyet ilişkileri, iş bölümü ve yabancılaşma gibi kavramlar insanların davranışlarını etkileyen koşullar olarak anlatıma dâhil olmuştur.

Bölümün sonunda yazar metafizik önermeleri eleştirirken, bunların karşısında kaba mekanist, biyolojik mekanizmalara gereğinden fazla önem veren yaklaşımların da ayrı bir sapma olabileceği tehlikesine dikkat çekmiştir (ss.297-298).

Bölüm Nazım Hikmet’in Beş Satırla şiiri ile sonlandırılmıştır.

Kitabın Tartışma Bölümünde Varılan Sonuçlar

Kitap Genel Tartışma bölümü ile bitirilmiştir. Bu bölümde, önceki kısımlarda aktarılan bilgiler aracılığı ile “günümüz insanının” davranışlarını anlamlandırma çabası olduğu söylenebilir. Burada kitabın 1975 yılındaki ilk baskısı ile elimizdeki baskısı arasında farklar olduğunu söylemeliyiz. İncelemiş olduğumuz baskının, yazarın politik hattının geleneksel Marksist çizgiden, sol liberalizme doğru değiştiği 1990 yılından sonra yapılmış olduğunu göz önünde bulundurmakta yarar vardır. Nicel olarak çok büyük fark olmasa da niteliksel anlamı farklılaştırabilecek önemli değişiklikler yapıldığını belirtmeliyiz. Örneğin Morgan’ın tezleri üzerinden aile yapısının tartışıldığı kısımda aile yapısının toplumun alt yapı kuruluşlarının dönüşümü ile değiştiği görüşünü takip eden “bu görüş genel olarak siyasi, dini, felsefi sistemler için de geçerlidir” tümcesi çıkartılmıştır (Teber, 1975, s. 210). “Savaş ve başkalarını öldürmeyi amaçlamak, hayvanların ya da ilkel denen insanların özünde yoktur” cümlesini takip eden “Üretim ve tüketimin ortak, üyelerin eşit ve özgür olduğu örgütlenmelerde ne jandarma vardır ne polis, ne asker ne de soylular sınıfı…” cümlesine yer verilmemiştir (Teber, 1975, s.212). Bu değişiklik ile sosyalist kuruluş deneyimleri üzerinden sınıflı toplumların oluşturduğu sorunların çözülebileceği önermesi yeni baskılara taşınamamıştır. Benzer şekilde “Yabancılaşmanın yıkılması ile davranışlarımıza şekil veren fetişler ortadan kalkacak ve örneğin, miras düzeni yerini gerçek kişiler arası ilişkilere, şövenizm yurtseverliğe, bireycilik özgürlükten yana özlemlere dönüşebilecek olanakları bulabileceklerdir.” (Teber, 1975, s.217)cümlesi de elimizdeki baskıda yer almamaktadır. Bu önermenin yabancılaşmadan kurtuluşu somut ve anlaşılır siyasal taleplere dökebilen neredeyse tek önerme olduğunu söyleyebiliriz. Benzer değişiklikler mevcut olup kitabın işlemiş olduğu tezler devam eden bölümlerde yeni baskılardaki kavramlar üzerinden aktarılacaktır.

A- Maddenin Bir Hali Olarak Bilinçten Sorumluluk Duygusuna Varış

Davranışı, organik canlı maddenin özel bir durumu şeklinde tanımlayarak başlayan bölüm, maddenin bilinçten önce var olduğunu tekrar eder ve bilinç maddenin en yüksek düzeyde organize olmuş halidir tanımıyla sürer. Bunun yanında bilincin sadece doğa ürünü olmadığı insan faaliyeti ile de şekillendiği vurgulanır. Devamında insanın doğa ile kurmuş olduğu ilişkide sürdürdüğü faaliyetin beyindeki karşılığının bilgi olduğu, bu bilgilerin konuşma, kavrama, düşünme halinde pratiğe yeniden dönerken maddeleştiği öne sürülür ve bu döngü insanın kendisini toplumla birlikte yeniden üretmesi olarak tanımlanır (Teber, 2014, s. 300).

Tüm canlıların, doğayla beslenme ve güvence ihtiyacı üzerinde ilişki kurduğu, canlıların doğadan toplayarak bu ihtiyaçlarını karşıladığı, buna yönelik oluşturulan sürüleşmenin davranışları koşulladığı öne sürülür. Canlının doğayla kurmuş olduğu ilişkide toplamanın üretime, sürünün ise toplumsallaşmaya dönüşmesi insanlaşma süreci olarak ortaya atılır. Bu bilgiler insan davranışlarını anlayabilmek için toplumsal üretim biçimlerine bakılması gerektiği tezine dayanak olarak sunulur.

Diğer yanda hayvanlarda dahi saldırganlık, cinsellik, kıskançlık gibi değişmez özellikler olmadığı söylenir ve tüm canlı davranışlarının yokluk bolluk dönemlerine göre farklılaştığı vurgulanır; devamında savaşmak veya başkalarını öldürmenin hayvan ya da ilkel insanın “özünde” pek olmadığı iddia edilir (s. 303).

Yine bu bölümde insan topluluklarının organize olma yeteneği üzerinde durulur: Bunun zorlu doğa koşullarıyla baş etmede önemli bir avantaj sağladığı vurgulanırken, bu organizasyonda her bir üyenin “toplumu ilgilendiren işlevlerden sorumlu olduklarının bilincine varmasının” diğer canlılardan farklılaşmayı sağladığı ileri sürülür. Hemen ardından üretimle birlikte “sorumluluk duygusunun” insan evriminin kökeni olduğu tezi ortaya atılır (s.308). Bu dönüşümle birlikte insanın artık doğanın öznesi olduğu ilan edilirken, tarif edilen sorumluluk duygusunun daha çok “düşünmeyi” gereksindirdiği kaydedilir (Bu düşünme pratiğinin doğrudan konusu tarif edilmemiştir ancak toplumsallıkla ilişkili olduğu çıkarsaması yapılabilmektedir).

B- Günümüz İnsanlığında Yabancılaşma Manzaraları

Bu tezler üzerinden günümüze bakmaya çalışan yazar evrim karşıtlarının en çok korktukları duygunun bu sorumluluk duygusu olduğunu ileri sürer ve “bal tutan parmağını yalar” gibi bireyci söylemlerin bu duyguyu parçalamak için kitlelere yansıtıldığını iddia eder. Diğer yandan düşünme pratiğinin üretimi azalttığına inanan çevrelerin bulunduğunu, bu nedenle düşünmeyi yasaklama çabasında olduklarını da ekler. Taylor’un “düşünce, elle yapılan işin gücünü azaltır” sözü bu duruma bir örnek olarak kullanılır (s.309).

Toplumsal dinamikleri açıklama çabası sürer ve sınıflı toplum düzeninin sürmesi için sorumluluk duygusu ve düşünceden arındırılmış, basit refleksif hareketleri kendi orijinal davranışları sanan “kitle insanı”olarak adlandırılan bir insan türü üretildiği iddiası öne sürülür (s.309) (“Kitle insanı” kavramı ilk baskıda yer almamaktadır.)

Üretim ve tüketimde sorumluluğu içermeyen davranışların “yabancılaşma” doğurduğu bunun sonucunda insanın emek ürünlerinin, insanın karşısına bağımsız kuvvetler olarak çıktığı tezi sonlara doğru ortaya atılır. Tüketim toplumlarının amacının yabancılaşmış, parçalanmış ve kolay yönetilir insan toplulukları yaratmak olduğu ve bu parçalanmanın “uzmanlaşma” olarak sunulduğu, evrenseli kucaklayan bir özelleşme olmadan uzmanlaşmanın değil ancak yabancılaşmanın artacağı söylenir.

Yaşam temposunun çok arttığı, duygu ve düşüncenin birbirinden koparıldığı, bunun yabancılaşmayı daha da arttırdığı yine bu bölümde yer alan değerlendirmelerden birisidir; yabancılaşmayı sezinleyip de bundan kurtulamayanların korku, güçsüzlük ve zavallılık duygusuna kapıldıkları, bunun birçok ruhsal rahatsızlığın öz nedeni olduğu, bu tür durumlara “yabancılaşma sendromları” denilebileceği iddiası ileri sürülür (s. 314).

Yine son dönemlerde bilimsel-teknik bir devrimin tüm yaşamın ana itici gücü haline geldiği söylenir. Geliştiği ilk yıllarda işçilerin yetenek ve kişiliklerini küçültmeyi amaçlayan kapitalizmin, artık emekçilerin niteliklerinin artmasına ihtiyacı olduğu bildirilir. Çalışan insanların bu nedenle serbest zamanlarını eğitim gibi uğraşılarla geçirmek zorunda kaldığı ve dolaysı ile serbest zamanların da bir üretim süreci biçimine dönüştüğü savunulur. Yine öldürücü-hiçleştirici bu çalışma temposunun “boş zaman” geçirme, başka bir tabirle zaman öldürme davranışları oluşturduğu söylenir ve bu durumun da ahlaksal çöküntülere yol açtığı eklenir.

Son olarak çağımızın en önemli sorununun “yabancılaşmanın bilincine varamama” olduğu iddia edilir ve yabancılaşma sürecinin bir an önce aşılması gerektiği ileri sürülür; yabancılaşmaya karşı çıkacak insanın ise sorumluluk duygusuna sahip olması ve bu duygunun tüm insanları kapsaması gerektiği, ancak bu temel üzerinde gelişecek düşünce ve hareketlerimizin “insanca davranışlar” olarak nitelendirilebileceği belirtilir (s.320).

Ve kitap başladığı şekliyle Nazım Hikmet’in bir başka şiirinden, Benerci Kendini Ne İçin Öldürdü şiirinden bir dizeyle sonlanır.

Kitabın Yazımında Kullanılan Kaynaklara Bakış

Kitabın yazımında iki yüzü aşkın kaynak kullanılmış olduğu, bunların çoğunluğunun 1960 ile 1974 yılları arası yayınlanmış farklı bilim dallarından makalelerden oluştuğu görülmektedir. Referans gösterilen en eski kaynak Karl Marx’a ait olup 1844 El Yazmaları kitabıdır (s. 329). Bunun dışında Marx ve Engels’in farklı kitapları da dayanak olarak sunulmuştur. Referans gösterilen en yakın tarihli çalışma ise 1987 yılında New York’ta yapılan bir sinirbilim çalışmasıdır. Kaynaklar kısmında görülmese de kitabın ikinci bölümünde içgüdüler başlığı altında cinsel davranışlara ait özellikler aktarılırken, 2001 yılında satışa sunulmuş beyindeki dopamin reseptörleri üzerinden etkili preparatlardan bahsedildiği görülmektedir ki bu da son gözden geçirmenin yapıldığı tarihte dönemin bilimsel verilerinin de ele alınmış olabileceğini düşündürmektedir (s.108).

Sonuç

Serol Teber’in genel hatlarıyla bu şekilde özetleyebileceğimiz kitabı, ilk baskıların yapıldığı yıllar için Türkçede yazılmış nadir popüler bilim kitaplarından birisi olarak ele alınabilir.

Ele almış olduğu konulardaki bilimsel çalışmaları mümkün olduğunca güncel ve titizlikle derlemiş olduğunu söyleyebiliriz. İnsanlaşma sürecinde iki ayağı üzerinde durabilme, başparmağın gelişimi, alet yapımı ve kullanımı gibi unsurlar evrimin kritik basamakları olarak sunulmuş ve açıklanmış yanı sıra bunların beyin gelişimini nasıl etkilediği, bu sürecin insan davranışlarını nasıl şekillendirdiği anlatılmıştır. Bu önermeler uzunca bir süredir bilinmekte, her dönem yeni bilimsel bulgular bu önermelere dayanak olabilmektedir. Diğer yandan merkezi sinir sisteminin işleyişine ve bu işleyişin temel fiziksel ve kimyasal yasalarına geniş bir yer ayrılmış olup yazılanlar anlaşılır ve aydınlatıcı niteliktedir. Yeni bulguların işleyişin moleküler ve genetik kısımlarında yoğunlaşıp derinleşmekte olduğu, temel prensiplerin geçerliliğini koruduğu göz önünde bulundurulduğunda kitabın bundan kırk dört yıl önce yazılmış olmasına rağmen güncelliğini koruduğunu söyleyebiliriz. Bu durum Teber’in, kendisinin de çokça vurgulamış olduğu gibi diyalektik materyalizmin yasaları ile olayları açıklama gayretine bağlanabilir.

Yazar insanlaşma sürecinde etkili olan toplumsal dinamikleri tarihsel materyalist yöntemin yasaları ile sunmuş ve bu alanın bilgilerini biyolojik bulgularla sentezlemeye çalışmıştır. Marksist aydın ve bilim adamlarının, evrim ve insan biyolojisini sunum tarzı sıklıkla bu şekilde olup Serol Teber de bunun değerli bir örneğini sergilemiş görünmektedir. Ancak Serol Teber’in materyalist felsefe ve toplumsal dinamikleri okuma kısmında biyoloji alanında olduğu kadar derinleşemediğini belirtmeliyiz. Felsefe alanındaki kaynakların sınırlı kalmış olması, tezlere referans olarak gösterilen kitapların atıf yapılan cümlelerinin belirtilmemiş olması ve temel önermelerin sık tekrarlanması bu gözlemimizi destekleyecek bulgular olarak sunulabilir. Kitabın ilk iki baskısı ile sonraki baskılarının yapılmış olduğu yıllar ülkemiz için neredeyse gündüz ve gece kadar farklıdır. Aynı durumun dünyanın diğer coğrafyaları için de geçerli olduğunu söylemek mümkündür. 1980 askeri darbesi Türkiye için gericileşme döneminin miladı olarak kabul edilirse, yaklaşık on yıl sonra gerçekleşen Sovyetler Birliği’nin çözülüşü de bu gericiliğin dünyanın büyük bir kısmına yayıldığı sürecin başlangıcı sayılabilir. Baskı ve gözden geçirmelerin önemli bir kısmının, Serol Teber’in de saflarında bulunduğu devrim cephesinin büyük bir düşüş yaşadığı, geleneksel Marksist, sınıfsal değerlendirmelerin geri çekildiği bir dönemde yapıldığı göz önünde bulundurulursa, kitabın felsefe alanında iddialı bir çıkış yapmış olmasına rağmen neden yeterince derinleşemediği bir miktar anlaşılmış olur. İlk baskılarda kendine yer bulan reel sosyalizm deneyimlerine olumlu atıflar, sınıflı toplumun insanlıkta yaratmış olduğu sorunların aşılmasına yönelik somut politik önermelerin geri çekilmesi, yerlerine Frankfurt Okulu’nun “kitle insanı”, “yabancılaşmaya yabancılaşma” gibi kavramlarının konulması felsefi tutarlılığı etkilemiştir.

Diğer yandan bu tür çalışmalar ortaklaşa bir üretimin sonucu olarak ortaya çıktığında daha bütünlüklü ve derinlikli olma eğilimi sergilemektedirler. Yazarın çalışmayı büyük oranda kişisel çabaları ile yürüttüğü kitabın sunumundan anlaşılmaktadır.

Marksizm’in ilk ele aldığı başlıklardan biri olarak görülebilecek “Yabancılaşma” kavramı, kitapta sonuç kavramı olarak kullanılmakta fakat bir dönemin toplumsal görüngülerinin ilk göze çarpan unsurları üzerinden “hızlı” bir biçimde tarif edilmektedir. Artan çalışma süreleri, tüketim çılgınlığı, artan alkol madde kullanımı, artan intiharlar bu yabancılaşmanın hem sonuçları hem de onu arttıran dinamikler olarak gösterilmiş ancak bu olgulara dair –çoklukla bu olguların yadsınamaz olduğu bilinmesine rağmen- istatistiki veri ya da kaynak sunulmamıştır. Benzer şekilde yabancılaşma süreci, bireylerin ahlaki anlamda sorumluluk üstlenerek karşı durulması gereken bir durum olarak değerlendirilmiştir. Alınacak bu sorumluluğun evrensel değerleri göz önüne alarak, tüm ulusları kapsaması gerektiği gibi -ele almış olduğu “insanlaşma” konusunun tarihsel, bilimsel ve toplumsal derinliği yanında-yüzeysel ve bireysel sayılabilecek ve bir miktar da havada kalan önermelerle sonlanması çalışmanın “politik” ayağının da -özellikle ele almış olduğumuz baskıda- yaralı olduğunu düşündürmektedir. Bu eksiklikler insan biyolojisi ve toplum arasındaki diyalektik bağlantının yeterince kurulamamış olmasına yol açmıştır diyebiliriz.

Tüm bunların ışığında, önemli eksiklerine rağmen kitap alanındaki özgün ve cesur çalışmalardan birisi olarak kabul edilmelidir. Halkı aydınlatma amacı taşıması, her türlü idealist sapmaya ve gericiliğe karşı savaşma sorumluluğu üstlendiğini ilan etmesi, olguları diyalektik materyalist felsefe ile kavrama çabası göstermesi, biyolojik ve evrimsel anlatının doğru ve anlaşılabilir olması kitabın güçlü taraflarıdır.

Son söz olarak, bilimden ve aydınlanmadan yana olanların kitabı okuması ve kitaplıklarında bulundurmasının yararlı olacağını söyleyebiliriz.

Kaynaklar:

Teber, S. (2004) Davranışlarımızın Kökeni. İstanbul; Say Yayınları ISBN:975-468-012-4

Teber, S. (1975) Davranışlarımızın Kökeni. İstanbul; Sorun Yayınları