Engels’in Kent Sosyolojisine Katkısı

ENGELS’S CONTRIBUTION TO URBAN SOCIOLOGY

E. Zeynep Suda
Prof. Dr., İstanbul Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, İstanbul
Özet
Bu çalışmada Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabının Büyük Kentler başlıklı 3.bölümünde ele alınan şekliyle sanayi kentlerinin gelişimi, burada yoğun olarak yaşayan emekçi sınıfların durumu ve konuya yöntemsel yaklaşımları ele almaya çalışıyoruz. Diğer yandan Engels’in bu çalışması daha sonraki kent sosyolojisi çalışmalarını esinlendirmiş, özellikle 20.yüzyılda konuyla ilgili olarak yazan birçok araştırmacı çalışmalarında Marksist kavramları ve Engels’in bu eserde ortaya koyduğu temaları geliştirerek kullanmışlardır.

Anahtar kelimeler: F. Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, sanayi kenti, kent sosyolojisi, yöntem
Abstract
In this paper we aim at analyzing the text written by Friedrich Engels, Condition of the Working Class in England, especially the 3rd chapter, “Great Towns” with respect to the development of the industrial cities, the condition of the working classes and methodological contribution of Engels in urban sociology. In addition to this we give examples from the certain contemporary Marxist theories and researchers and how they tried to improve concepts and approaches to examine capitalist urban developments.

Key words: F. Engels, Condition of the Working Class in England, industrial city, urban sociology, methodology

GİRİŞ: İNGİLTERE’DE EMEKÇİ SINIFLARIN DURUMU

Friedrich Engels’in 1844-1845 yıllarında kaleme aldığı ve Leipzig’de 1845 yılında ilk kez yayınlanan İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu başlıklı çalışmasının “Büyük Kentler” başlıklı 3.bölümünde İngiltere’de sanayi devrimi süreci yaşayan kentlerde yoğun olarak yerleşen emekçilerin kent ve konut durumu, kente geliş ve kentte bulunma nedenleri ve kentsel varoluş koşulları ele alınır (Engels, 1974). Sanayi devrimi sürecini yaşamakta olan kentlere dair önemli tezler ve bilimsel yaklaşımlar ortaya konulan bu çalışma kent yazınında yaygın olarak kent sosyolojisinin ilk ve önemli eserlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Batılı kaynaklarda, kent sosyolojisi alanında yayınlanan çalışmaların büyük bir bölümünde yer verilen bu eser, daha sonraki yıllarda kaleme aldığı Konut Sorunu kitabıyla birlikte oluşan literatür Engels’in kent konusuna daha sonraki Marksistleri ve kent sosyolojisi çalışmalarını etkileyen yaklaşımlarını incelemek için gerekli veriyi sağlar.[1]

Kent sosyolojisi yazınına önemli bir katkı içeren bu eser aslında günümüz kitaplarında hak ettiği yeri bulamaz. Konuyu yalnızca sanayi kentleri meselesine indirgeyerek yaklaşan yeni eserlerin kimileri Engels’e hiç yer vermezken kimileri de bu erken çalışmaya yalnızca değinmekle yetinir. İncelediğimiz bir örnek kitapta Engels’in çalışması, “Büyük Kentler” bölümü, benzer dönemde, 19. yüzyıl İngilteresinde yazılmış başka eserlerle birlikte ele alınır: Bunlar Henry Mayhew’un Londra Emekçileri ve Londra Yoksulları (London Labour and London Poor), bir diğeri Charles Booth’un Londra’da Yaşayanların Yaşamı ve Emeği (Life and Lobour of the People in London) çalışmalarıdır (Gottdiener-Huchinson, 2011). Bu çalışmalarda varlık içinde çekilen büyük yoksulluktan söz edilmekte, ancak nedenleri bütünlüklü olarak analiz edilmemektedir. Bu anlamda yazılanların çoğunda sanayi devrimi dönemi kentleri betimleyici, durumu anlatan bir biçimde ele alınmaktadır. Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabı ve özellikle de Büyük Kentler başlıklı 3.bölümü kent sosyologları tarafından kentli sınıflar ve sınıf çelişkileri mi, yoksa kentsel reform çabaları açısından mı ele alınmıştır? Akıldaki soru budur.

Bir başka ünlü eserde, 1921 yılında yayınlanan Max Weber’in kent çalışmasında (Weber, 1921), kent ekonomi ve toplum başlığı altında ele alınır. Weber de Engels gibi tarihsel gelişmeler ile kent arasındaki ilişkileri inceler. Diğer yandan kent sosyolojisine dair verdiğimiz örnek çalışmada Marx ve Weber’in teorileri siyasal ekonomi alanında birbirini tamamlayan ve benzeşen teorik yaklaşımlar olarak ele alınır (Gottdiener-Huchinson, 2011, s.75). Ancak Weber’in kente yaklaşım yöntemi Engels’ten bütünüyle farklıdır. Batıda ve doğuda kentin gelişimine odaklanan bu çalışmada batı ve doğu kentleri ortaya çıkardıkları sosyolojik ve siyasi oluşumlar açısından karşılaştırılır. Weber’in çalışması iki eksen üzerinden ilerler. İlki geleneksel toplum-modern toplum karşılaştırması içerir. Weber sosyolojisinde ideal tipik modeller olarak şekillendirilen geleneksel toplum ile modern toplumda farklı mekanizmalar işlemektedir. İnsanlar geleneksel toplumda bire bir, yüz yüze tanışmaktadır, oysa modern kalabalık kentlerde birbirine yakın oturan çok sayıda aile (hane- oikos) bu kalabalık içerisinde birbirlerini tanımazlar. Weber’in bağlantılı diğer sorusu batı kenti ile doğu kentini birbiriyle karşılaştırma amacı içermektedir. Teorik çerçevesine uygun biçimde kent batıda, ortaçağda ortaya çıkan bir oluşumdur. Geleneksel meşruiyetin olmadığı, modern meşruiyet biçimlerinin ortaya çıktığı, pazar, askeri garnizon ve ticaretin önemli olduğu yerler olarak kentlerde modern meşruiyet biçimleri gözlemlenir. Doğu kentleri ise bunların bulunmadığı bir tipoloji olarak incelenir. Araştırma sorularının, başlangıç sorularının yöntemi, kavramları ve bunlara yüklenen anlamları belirlediği görülmektedir. Weber örneğinden söz etmemizin nedeni, kent sosyolojisinde bu alana yaklaşan her düşünür ve teorisyenin alanı kendi teorik çerçevesi, kendi kavramları ve kendi karşılaştırma biçimleri ile ele aldığını göstermektir.

ENGELS’DE EMEKÇİ SINIFLAR VE KENT

19.yüzyıl sermaye birikimi, işçi sınıfı ve siyasal mücadelelerin hızla geliştiği ve bir anlamda farklı toplumsal ve ekonomik bağlamların oluştuğu bir yüzyıl olmakla birlikte, bugünden bakıldığında bu ilk erken eserde kurulan çerçevenin etkileyici ve belirleyici yönlerini görmek mümkündür. Birbirinden farklı tarihlerde yazılan bu iki eserde (İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu ve Konut Sorunu) ve Marx ve Engels’in diğer yöntemsel çalışmalarında yararlanılan kavramlar, araştırma yöntemleri ve konunun daha sonra 20.yüzyıldaki gelişimi açısından önemli bir çerçeve ve hareket noktasının ortaya konulmuş olduğunu ileri sürebiliriz.

Bu erken eserin kimi güçlü yönlerinden, özellikle somut olguların, gelişmelerin aktif, katılımcı gözleme dayanan alan çalışması ve teorinin karşılaştırma ve senteze yönelen yöntemsel yaklaşımlarından söz ederek başlayabiliriz. Çalışma Marx ve Engels’in eserlerinin güçlü yanlarını, sosyal bilimler alanına 19. yüzyıl ve sonrasında, günümüzde bizleri hala etkileyen yöntemsel ve kavramsal katkılarını yansıtmaktadır. Bu çalışmada sözgelimi gerçekçi bir gözle somut durumun somut tahlili yapılmakta, eserin özellikle kentlere dair ele aldığımız bölümü sanayi devrimi döneminin yükselen, kalabalıklaşan ve emekçi kitlelerin yoğun biçimde doldurduğu sanayi kentleri ve bölgelerine dair derinlemesine gözlemler içermektedir. Engels başlangıçtan itibaren teorik bir çerçeveden somuta yaklaşmakta, onu incelemekte ve oradan hareketle yeniden teoriye dönmektedir. Gelişmeler tarihsel olarak incelenmekte, tarihsel somut gelişmeler nedenler olarak ele alınmakta, sosyal bilimler alanında önemli bir araştırma olanağı sağlayan karşılaştırma kullanılmakta, İngiltere’de ortaya çıkan farklı örnekler birbiriyle karşılaştırılmakta, dahası İrlanda ve İskoçya kentleri de gözleme dâhil edilmektedir.[2]

Bu eser toplum alanında mevcudu olduğu gibi yansıtmaya çalışan ve olanı kabul ederek işe başlayanlardan, somut gelişmeleri aktararak bilim yaptığını iddia edenlerden farklı olarak toplumların yapısını değişim dinamikleri içinde ele almaktadır. Bunlar dönemin kent yazınına büyük katkılar içerdiği gibi, yöntemin farklı alanlara nasıl uygulandığı ile ilgili de bir örnek oluşturmaktadır. Diğer yandan bu eser ve devamında kente dair yazılanlar dönemin başka yazarları, düşünceleri ile karşıtlık içinde, onlarla polemik yaparak geliştirilmektedir. Polemik yalnızca kent alanına ilişkin konularda değil, toplumsal yaşamın, toplumsal ilişkilerin ve değişim dinamiklerinin nasıl görüldüğü ile de ilgilidir. Örneğin dönemin yoksulluğa bakış açısıyla ilgili yaklaşımları, bakış açıları, Proudhon’la kısa bir zaman sonra yapılan polemiklerinde ortaya konulmuştur. Proudhon’un 1847’de kaleme aldığı “Sefaletin Felsefesi” çalışmasına yönelik ciddi ve sert bir eleştiri içeren “Felsefenin Sefaleti” kitabı çarpıcı bir etki yapar (Marx, 1979). Bu çalışmada kapitalist ilişkilerin gelişmesinin 19.yüzyıl başlarında ortaya çıkardığı yoksulluk ve sefaletten tarihsel gelişimin bir önceki dönemine dönerek kurtulamayacağımız ileri sürülür. Proudhon’un önerdiği gibi serbest ticaretin, rekabet ve sömürü düzeninin henüz daha sonraki hızına ulaşmadığı küçük üreticilik ve küçük dükkân sahipliğinin yaygın model olarak varlığını sürdürdüğü kapitalist ilişkilerin erken dönemine dönüşün hem mümkün olmadığı ve hem de aslında bu koşulların gelişiminin sömürü düzenini ortaya çıkardığını tartışan önemli bir polemikten söz ediyoruz.

Bu eser 1844 sonu ve 45 başında Almanya’da yazılmış, Leipzig’de basılmıştır. Bu sırada Engels 24 yaşındadır. Sanayileşmenin hareket yasasıyla kentleşmenin yasalarını birleştirerek Kent Marksizmini üretmiş, sermaye birikimi, sınıf dinamikleri ve kentsel gelişmenin analizini bu çerçeve içinde dokumuştur (Merryfield, 2012, s.71). Engels Manchester kentinde iki yılı aşan bir sürede kişisel gözlem ve yaşamın gerçeklerine dair bilgileri derlemiş, ilk elden gözlem yapmış, insanlarla konuşmuş, sokakların genişliğini ölçmüş ve krokilemiş, evlerin her tür hastalığa yol açan rutubetli, küçük pencereli iç mekânını gözlemlemiştir.

Marksizm’in temelleri kapitalizm ve sermaye birikimi ile modern sömürünün ortaya çıktığı dönemlerde yatar. Teorinin özü 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, işçi sınıfının tarihte ilk kez “kendinde sınıf” olmaktan çıkıp mücadelelere giriştiği ve “kendi için sınıf” olmaya başladığı bir dönemde oluşur. Fransız Devrimi’ni izleyen on yıllarda bir yandan eşitlik, özgürlük ve kardeşlik düşünceleri yaygınlaşırken bir yandan da gerçek hayatta yaşanan, yükselen ve derinleşen yeni eşitsizlik ve sömürü biçimleri, bir ucu muhafazakâr düşüncelere, romantizmin ortaya çıkışına ama aynı zamanda eşitlikçi, sosyalizme dair düşüncelerin yaygınlaşmasına yol açan genel bir hoşnutsuzluğa neden olur.

1780-1840 arası Avrupa’da kapitalist ilişkiler hızlı bir gelişme gösterir, yaygınlaşır. Daha önceki dönemde yaygın olarak görülen eve iş verme ve manifaktür, küçük üreticilik ilişkileri çözülür ve yerini makineleşmenin eşlik ettiği fabrika sistemi alır. Bunun mümkün olması demiryolları ve yol sisteminin gelişmesiyle, demir, çelik, kömür üretiminin artmasıyla da hız kazanır. Devlet ve özel girişimler için bir altyapı oluşmaktadır. Sanayinin gelişimi dokumacılıkta modern yöntemlerin kullanılmasının yaygınlaşması, buharlı makinelerin tüm sektörlere yayılmasıyla hızlanır. Kentli işçi sınıfı sayıca artar, üretimde kadın ve çocuk emeği yaygın olarak kullanılmaktadır. Ancak çalışma ve yaşam koşulları son derece kötü durumdadır (Riazanov, 2011).

Engels proleter koşulların klasik biçimini İngiltere’de bulduğunu yazmıştır. Toplumsal koşulların değişmesi gerektiğini düşünür, yaklaşan toplumsal devrime güven duyar. Bu anlamda iyimserdir ve “böyle gelmiş, böyle gitmez” düşüncesindedir. İşçi sınıfının sefil durumu bir yakınma ya da şikâyet alanı olarak değil, kapitalist sistemin kendi işleyiş yasalarına bağlı olarak, giderek daha bilimsel açıdan ele alınır.

Engels İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabı için 1945 yılında kaleme aldığı giriş yazısında, daha geniş bir çalışmanın parçası olarak yayınlamayı düşünerek İngiltere’nin sosyal tarihini yazmaya çalıştığını, ancak koşullar gerektirdiği için bu haliyle yayınladığı bir eser olduğunu söyler. Bu eserde daha sonra Komünist Manifesto’da daha net ve sistematik, daha rafine olarak dile getirilen görüşlerin bir ön taslağını okuruz: 18.yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan makineleşme, buhar makinesi ve fabrika sistemi ile genişleyen ve merkezileşen kapitalist üretim ilişkilerinin kentlere, kentlerin çevrelerine yığdığı insanlardan, emekçilerden, proletaryadan söz edilmektedir. Bu değişimin tüm toplumun yapısını kökten değiştirdiğini, yalnızca kentler ve sanayi alanında değil, tarımda da büyük değişimlere yol açtığını anlatır. Büyüyen rekabet karşısında küçük işletmeler yok olmaya doğru giderken büyüklerin güçlendiğini, yine rekabet nedeniyle düşme eğiliminde olan kâr oranları nedeniyle emekçilere daha az ve daha az ücret ödemenin, onları öldüresiye çalıştırmanın sistemin bir ürünü olduğu dile getirilir. Bu görüşlerin Engels ve Marx’ın daha sonraki eserlerinde geliştirilen düşünceler olduğunu belirtmemiz gerekir.

Engels’e göre kentlerde ortaya çıkan bu sonuç doğal, biyolojik ya da ebedi değildir. Büyük şehirler özgün bir diyalektik nitelik taşır: Kapitalizmin eşitsiz gelişim eğilimini gösterir ve daha da önemlisi işçi hareketinin doğum yeri olarak görülürler. Kentler kapitalist ilişkilerin gelişimi sonucu ortaya çıkan muazzam bir merkezileşmenin göstergesidir; üstelik sınıf bilinci ve kapitalizmi yıkma dinamiği burada yeşerir.

Bu çalışmada Engels İngiltere’de dönemin giderek büyüyen sanayi kentlerinden söz eder: Sırasıyla Londra, Manchester, Birmingham, Leeds... İrlanda’da Dublin bunlara benzer; kuzeyde Edinburgh ve Glasgow da benzer özelliklere sahip biçimde büyüyen, incelemeye konu olan sanayi kentleridir. Örneğin Engels’in kişisel olarak deneyimlediği Manchester tarihi, İngiltere’nin tarihine benzer şekilde 19.yüzyılda başlar. Buhar makinesi ve pamuk işleme makinelerinin icadı, modern üretim, kentleri sanayi metropollerine dönüştürür.

Kentler için hem iten ve hem de çeken faktörlerden söz edilebilir: Kırsal düzenin değişmesi, çitleme sonrası iten, kentsel üretim ve sanayi üretiminin de emekçileri çeken yönü kentleri insani anlamda bu yoğunlukta yerler haline getirmiştir. Göç eden ya da tarımdan gelen emek gücü kentlerde birikir, çoğu proleter olan nüfus hızla artar. İrlandalılar, köy kökenliler doluşur kentlere. Nüfus da sermaye gibi merkezileşir, mülkiyet merkezileşir, yoğunlaşır.

Engels’e göre bütün büyük kentlerin düzeni birbirine benzer. Bir başka deyişle bütün büyük kentlerde ortak bir özellik bulunduğunu yazar genç Engels. Bu anlamda bir modelden söz edilebilir: Planlı değil, bozuk bir düzen, her büyük kentte işçi sınıfının üst üste yığıldığı bir ya da daha çok kenar mahalle ortaya çıkar. Mutlu üst sınıfların gözünden uzak en kötü evler, yaşantılar üst üste yığılır.

Engels bu mahalleleri ayrıntılı olarak betimler. Kaldırım yoktur, pislik içinde, hayvanlarla birlikte yaşanır, kanalizasyon, pis su, atık su drenajı olmayan mahalleler anlatılır. Hava akımı sık binalar tarafından engellenmiştir. Geceleri ıssız modern bir fabrika kentidir Manchester. Manchester’ın hiç görülmemiş yoksullukta ve kötü düzenlemeye sahip işçi mahallelerinde bir İngiliz burjuvası ile gezerlerken bundan söz ederler. Engels hayatta böyle kötü düzenlenmiş, korkunç bir yer görmediğini söyler. Ancak diğeri bir köşede ayrılacakları sırada “ama yine de buradan çok kâr edilmektedir, iyi günler” der. İşçi sınıfının kentteki yaşam koşulları burjuvaları henüz ancak bu kadar ilgilendirmektedir. 19.yüzyılın sonlarından 20.yüzyıla devrolan kentsel reform girişimlerinde işçi sınıfı mücadeleleri, buna karşı yapılan zorunlu düzenlemeler ve burjuvazinin kentte daha güvenli yaşama, mal ve hizmetleri daha hızlı ve daha kolay iletme (kentsel akışkanlık) ve tüketimi artırma istek ve ihtiyacı görülmelidir. Dahası 1840’lardan itibaren dış ve iç pazarlarda rekabet kızışmakta, Alman ve Amerikan rekabeti devreye girmekte, bunun ortaya çıkardığı düzenlemeler işçi sınıfının yaşam koşullarını ve hiç kuşkusuz kentleri olumsuz yönde etkilemektedir.

Bu kentlerde yoksullar arası toplumsal dayanışma kimi dönem yazarlarının ileri sürdüğü gibi ahlaki nedenlerle ortaya çıkmaz, zorunluluklar tarafından oluşur. Rekabet-mülkiyet-sömürü-yedek sanayi işçisi ordusu kentleri bu hale getirir. Buna karşı dönem boyunca ortaya çıkan Ludit hareket ve Çartizm’den söz edilebilir.

Yine de Marx ve Engels’e göre günlük koşullar eskiye göre yeğlenir. İşçiyi tüm toplumsal yapıyı dönüştürecek şekilde özgürleştirir kentler ve bu gelişmeler. Reformizmle (eleştirel fikirlerle koşulların düzeltilmesi düşüncesi) devrimcilik, Proudhonculukla Marksizm arasındaki fark budur. Zincirlerinden kurtulmuş, özgürleşmiş olma hali, ilerici bir konum olarak görülür. Yeni eski olandan iyidir demektedirler.

Kötü mahallelere çözüm bulmak yoksullar kadar zenginleri de ilgilendiren bir konudur. Aslında kapitalist ilişkilerden, sömürü ilişkilerinden kâr etmekte olan varlıklı sınıflar bu durum onların sağlığını, güvenliğini ya da işgücünün sürekliliğini etkileyecek hale gelene kadar bu konuyla pek de ilgilenmemişlerdir. Sanayi devrimi başlangıcında kentlerin düzenlenmesinde yoksul kütleleri varlıklı semtlerden uzak tutmak için köprülerin açılabilir şekilde inşa edilmesi en büyük korkuya işaret eder: Fransız devrimi zamanında görüldüğü gibi yoksulların topluca zengin semtlere yürüyüşe geçmesi… Varlıklı kesimleri yoksullardan, zenginleri işçi sınıfı yerleşimlerinden ayıran “kentsel ayrışma” diye adlandırılan olgu daha sonraki on yıllar ve yüzyıllarda da bir kentsel dinamik olarak giderek derinleşmiştir. 19. yüzyılın devamında salgın hastalıklar vb. kamu sağlığı meselesi reform programlarının parçası olur. Bu reform programları çoğu kez hijyenik toplumsal ortam düşüncesine, öjenik, yoksulları ve farklı ırkları dışlayan üst sınıf programlarına yol açar. Bu bir ahlaki mesele olarak da görülür ama Engels bu yaklaşımı eleştirir. Engels reform programlarının nasıl ve hangi kaynaklarla gerçekleştirileceğini sorar. Ona göre mevcut durum kapitalist üretim ilişkileriyle bağlantılı olarak açıklanmamaktadır. Yoksulluk ve girilmesi tehlikeli görülen mahalleler, “no go areas” kentlerin dışına itildi, kentsel ayrışma derinleşti. Kentsel dönüşüm programları bunu hem düşünsel hem de maddi olarak destekledi. Üretim gibi yoksulluk da giderek gözden ırak hale getirildi, başka yerlere, sonraki yüzyıllarda başka kıtalara, üçüncü dünya kentlerine kaydırıldı.

Kır-kent ayrımı konusunda o dönemde önemli tartışmalar mevcuttu. Sanayi kentlerinin bu insanlık dışı durumu kırsal yaşantının daha değerli ve tercih edilir görülmesine neden oluyordu. Bu aynı zamanda hem muhafazakâr ve hem de kimi ütopyacı sosyalist yazarlar açısından böyleydi. 19. yüzyılın ilk yarısında paylaşımcı ve sanayici ütopyalar kadar pastoral ütopyalar da yaygınlaşmıştı. Bunlar arasında sosyalizan, eşitlikçi olanları da vardı (William Morris, 2002). Diğer yandan romantik hareket de bu sıkışmanın sonucu olarak ortaya çıktı ve bu sıkışmayı eserlerinde çeşitli biçimlerde örnekledi.[3]

Bir yandan Engels ve Marx’ı da etkileyen başka toplumsal hareketler kapitalizmin getirdiği baskı, sömürü ve insanlık dışı koşullara tepkiler üretiyordu. Loncaların dağılması ve manifaktürün çökmesi, üretimde işbölümünün artması ve artan makineleşme emekçilerin kötü koşullarından makineleri sorumlu görmesine neden oldu. 1815 yılında Avrupa’nın çeşitli köy ve kasabalarında, madenlerde makine kırıcı Ludit hareketler ortaya çıktı. Kentlerde biriken çoğunlukla işsiz kalan ya da çalıştıkları durumda çok düşük ücretler alan ve gündelik yaşamlarını büyük zorluklarla sürdüren emekçiler yığını çeşitli tepkilere, toplumsal hareket ve örgütlenmelere yol açtı, bunlara katıldı. 1836’da Londra Emekçiler Birliği kuruldu; 1837’de Çartistler çalışma hakları ile birlikte genel oy hakkı talep eden, dolayısıyla hem ekonomik ve hem de siyasal haklar içeren talep bildirgeleri yazıp meclislere sunmaktaydı.

Bütün bu koşullar genç Engels’in görüşlerini ve teorik birikimini geliştirdi, derinleştirdi. Görüşleri bu erken dönemde bile daha sonraki teorik gelişmelerle uyumlu, en az onlar kadar öngörü sahibidir. Engels’e göre kapitalist büyük kent feodal ve modern öncesi atalarına yeğdir, onlardan daha iyidir. Pastoral geçmiş geçmişte kalmıştır. Çare üretim biçiminin kendisinin ortadan kaldırılmasıdır. Kapitalist kentleşmenin yaratıcı yıkıcılığı fikri ileri sürülür. Şehir onlara göre sınıf mücadelelerinin mekânıdır, sahnesidir.

1887’de konut sorunu işçileri kendi evlerine zincirleme şeklinde yorumlanıyordu. Giderek kiracılar daha fazla ev sahibi hale geldi. Avrupa’da işçi sınıfı içinde 1 ev +1 araba en yaygın model oldu. Onlar ağır ipoteklerle borçlu hale geldiler ve düzene bu şekilde bağlandılar.

Engels’e göre gelecekteki toplumun düzenlenmesi için ütopik sistemler yaratılması bizim işimiz değildir. Gelecekte kentlerin nasıl biçimler alacağı toplumsal mücadelelere bağlı olarak şekillenecektir.

Çalışma ele aldığı durumu betimlemekte, ancak romantize etmemektedir. Engels kent yaşamının gerçekçi bir portresini çizmekte, bu koşulları ortaya çıkartan nedenleri ele almakta ve daha da önemlisi bunun değişmesi gerektiğini söylemektedir. Bu çalışma ütopyacıların yapmaya çalıştığı gibi kentte ideal koşulları formüle etmez, ancak insanca yaşayacak koşullara dair kimi ipuçları sunar.

Başlıklar halinde ele almamız gerekirse:

Bu eserde başlangıçta Londra konu edilir; benzer özelliklerin Manchester, Birmingham ve Leeds’te de geçerli olduğu söylenir. Londra merkeziyetçi ve 2,5 milyon kişinin üst üste yığıldığı bir yer olmuştur. Gücü yüz misline çıkarırken bir yandan da sanayi ve ticareti merkezileştiren bir yapı içinde ticari merkez haline gelir. Engels’in ifadesiyle daha İngiliz toprağına ayak basmadan İngiltere’nin büyüklüğünün harikalarına adım atmış oluruz (Engels, 1974, ss.87-100). Bu bölümde yoksulluk ve içinde yaşandığı teneke mahalleler anlatılır. Uygarlığın harikalarını yaratabilmek için Londralılar insanlıklarının en iyi yönlerinden fedakârlık etmeye zorlanmışlar. Birkaçının gücü ve kapasitesinin gerçekleşmesi, gelişmesi için diğerleri ezilmektedir. Engels sorar: Yüz binlerce insan aynı yeteneklere, aynı güçlere ve aynı mutlu olma hakkına sahip değil midir?

Hızla büyüyen sanayi kentlerinde kente doluşmuş insanların farklılıkları yok olmakta, birbirlerinin üstüne yığılmaktadırlar. Kent kendine özgü kurallar yaratıyor: sokağın sağ yanından yürümek, karşıdan gelenlerin yolunu kesmemek. Hayvani ilgisizlik. İnsan ırkının her birinin ayrı prensipleri ve ayrı amaçları olduğu zerrelere bölünmesi en aşırı noktasına dek burada gerçekleşmiş durumdadır. Dikkat edilecek olursa daha sonra, özellikle Amerikan ekolünde, Chicago okulu araştırmacılarınca 1930’larda ele alınacak kentsellik (Bir Yaşam Biçimi Olarak Kentlileşme) meselesine burada bir giriş yapıldığı görülmektedir (Wirth, 2002).

Engels’e göre bu kentlerde birinin herkese karşı açtığı sosyal savaş açıkça ilan edilmiş durumdadır. İnsanlar da birbirlerine ancak kullanılabilirliği olan maddeler olarak bakmakta, herkes bir diğerini sömürmektedir. Güçlü zayıfı ayaklar altına almakta, güçlüler, kapitalistler her şeyi kendileri için ele geçirirken zayıf olan çoğunluğa, yoksullara belli belirsiz biçimde yaşamlarını sürdürmek kalmaktadır. Bu kavga ortamında yoksullar kent yaşantısında dezavantajlı grubu oluşturur. Bir girdaba atılmış gibidirler, kimse onlarla ilgilenmez, onlar da tekil olarak elinden geldiğince iyi bir savaş vermeye çalışır. İş bulurlarsa, burjuvazi onlar sayesinde kendini zengin etme iyiliğini bahşederse, bedeniyle ruhunu zar zor bir arada tutabilecek bir ücret beklemektedir.

Bu çalışmada sınıfı oluşturan öğelerle (kırdan kente göçmek zorunda kalan insanlar, gruplar) sınıf olma hali bir arada ele alınmaktadır.

Engels önce evlere bakmayı önerir: Her kentin işçi sınıfının doldurduğu bir ya da daha fazla teneke mahallesi vardır. Gerçi sefalet zenginlerin saraylarına yakın ve gizli vadilerde yaşar, ama genel olarak ona ayrı bir bölge verilmiştir. Gözden ırak yaşarlar, en kötü evler buradadır. Sokaklar kaldırımsız, pis, kaba saba, havalandırmasız, ıslak, karışık inşa halindedir.

Bu yoksul mahallelerde evler tepeleme insan doludur. Pis ve kokulu, döküntü, duvarlar yamuk yumuk, kimi zaman çalınacak bir şey olmadığı için kapı bile yoktur. Bu sokaklar çöp ve kül yığını doludur. Burada yoksuldan da yoksul olan en az ücret alan işçiler, hırsızlar, fuhuş kurbanları yaşar. Moral çöküntü ile batmakta olan insanlar...

Bu çalışmanın önemli yönlerinden bir diğeri de yoksulluğun etnik yönüne değinmiş olmasıdır: Burada çoğu İrlandalılar yaşar, yoksulluk ve pislikten moralleri bozulmuş İrlandalılar bölgesi. Londra’da St.Giles gibi başka sokak ve mahalleler de sıralanır, listelenir. Tek bir oda içinde 10 m2’lik alanda 9-10 kişi yaşamaktadırlar. Din adamları konuyla ilgilenir ve bu konuda vaaz verirler. Engels gerçekçi bir gözlemle bu bölgeleri bilen bir bölgesel rahibin Londra Piskoposu'nun bu insanlar hakkında Avustralya ya da Güney Denizi adalarındaki vahşiler kadar az bilgisi olduğunu söylediğini aktarır. Bu koşullarda barınağı olanlar evsizlerden şanslı durumdadır.

Engels daha sonra Dublin örneğine eğilir: Kentin aristokrat bölgesi bulunmaktadır, limanı çok güzeldir. Ama dünyanın en sefil yerleri de buradadır. Tüm büyük kentlerdeki yoksullar gibi buradakiler de çok pis ve sefil durumdadır. 1817 Çalışma Evleri Müfettişi raporuna göre yerde yatanlar çoğunluktadır. Tüm ışık kapı aralığından alınır. Çalışmada 151 kişinin barındığı 28 küçük odadan söz edilir. Daha sonra İskoçya’ya uzanırız: Edinburgh ve Glasgow’da her üç ülkenin en yoksul ve sefil insanları yaşamaktadır. Wynd’lerde 15-30 bin arası insan hayvanlarla iç içe yaşam savaşı vermektedir. İnsanlar dar bir kentsel alanda, sınırlı bir bölgeye yığılmış halde yaşamaktadır. Havalandırmanın olmadığı dar sokaklarda evler birbirinin üstüne yıkılmış gibi durmaktadır. Ot yığınları üstünde yatılır, mobilya yoktur, evlerde su akmaz, çeşmeden alınır. Liverpool'da ve diğer fabrika kentlerinde de durum böyledir. İşçiler kötü havalandırmalı mahzen gibi odalarda uyumaktadır.

Engels sanayi devrimi döneminin bir buluşu olan sıra evlerden söz eder: 7-8 bin kadarı arka arkaya inşa edilmiş durumda, havasız, tuvaletsiz, bir salgın hastalıkta binlerce kişinin öldüğü yerler olarak tasvir edilir.

Kentlere yığılan bu emekçileri barındırmak için avlulara ve kent merkezine pansiyonlar yapılmıştır, daha çok insan kalabilsin diye yatakhane usulü ranzalı odalar vardır; 20-25 kişi aynı odada uyumaktadır. Bunlar kentin ve sanayi devrimi döneminin en yoksul ve en değersiz insanlarıdır.

Bu evlerde aile üyeleri aynı yatak odasını paylaşmaktadır. Engels belki de yaşam deneyiminin ona öğrettiği orta sınıf dürtüsüyle “bunun sonuçlarını görmek insanı titretiyor” der. Bu durum bir tür ahlaksızlık olarak değerlendirilir, ama onları bu nedenle yargılamaz.

Bu çalışmada ele alınan her bir kentin özellikleri ayrıdır, ama çalışan insanlar birbirine benzer koşullarda yaşamaktadır.

Engels daha sonra daha iyi tanıdığı Manchester’a geçer. Burada sefalet içinde 20-30 bin kişinin yaşadığı işçi mahalleleri vardır. Bunlar kentin eski şehir kısmını istila etmiş durumdadır. Eski şehrin dar ve büklümlü yolları içinden çıkılmaz hale gelmiştir. Bu bölgelerin 1832'deki kolera salgınında tümünün boşaltılıp dezenfekte edilmesi gerektiği anlatılır. Dar ve kıvrımlı eski kent sokakları bu yoksul evler ve fabrikalarla dolmuş, iyice dar, basık, pis ve ıslak bir yer haline gelmiş, üst sınıflar için içine girilmez haldedir. Bütün bunlar sanayi çağına ait olgulardır. Eski kentte eski binalar sahiplerince terk edilmiş, buralarda sadece tıkıştırılmış sanayi çağı işçileri yaşam savaşı vermektedir. Bu durum ayrıca ev sahiplerinin para kazanmasına yol açmaktadır; onlara ahırlar bile kiralanmıştır.

Diğer yandan varlıklı sanayicinin söylediği gibi bu sefalet olmadan, bu esaret olmadan imalat var olamazdı. “... serbest olan her köşeye yeni bir ev yapılmış, gereksiz olan geçitler ev haline getirilmiştir. İmalatın gelişmesiyle toprağın değeri de yükselmiş ve bununla birlikte içinde yaşayanların rahatı ve sağlığı hiç gözetilmeksizin olabildiğince yüksek kar kaygısı ve: “Bir bina ne kadar kötü olursa her zaman daha iyisi için para veremeyecek bir zavallı tarafından kiralanacaktır.” prensibiyle inşaat işleri gittikçe artmıştır (Engels, 1974, s.126).

Bu kentlerde sokak dışa bakan ev dizilerinin arasında kalmıştır, ortada arka sokak bulunmaktadır (Engels, 1974, s.111). Malzemeden çalınarak yapılan kötü binalar, dış duvarı yarım tuğla kalınlığında kulübeler vardır. Emekçi aileler daha fazla parası olmadığı için ve fabrikanın yakınında yaşamak için buralara doluşmuştur. Engels metinde bunun nedenlerini inceleyelim diyerek rekabet bölümüyle devam eder.

Kent yazınında 1920 ve 30’larda hakim olan, “ekolojik okul” olarak bilinen Chicago okulu sosyologları kenti bir yandan yapısalcı ve işlevselci geleneksel toplumsal teorilerden etkilenerek, diğer yandan bitki ve hayvan ekolojisi ile insan ekolojisini birleştirerek insan davranışlarını genetik ya da kişisel olarak değil, sosyal yapılar ve fiziksel çevrenin bir ürünü olarak ele almış, topluluğun yerleştiği doğal çevrenin, kişilerin ve toplulukların niteliğini ve insan davranışlarını belirlediği düşüncesi ile teorik çerçevelerini oluşturmuştur. Kent alanına bir laboratuar gibi bakılır, kent bu haliyle bir mikrokozmos işlevi görür. Chicago kentini, kentin oluşum tarihini mikroskop altındaymış gibi incelemişler, toplumsal işbölümünün derinleşmesini kent mekânında ele almışlar, kentlerde ortaya çıkan sosyal sorunlar ile kent arasındaki ilişkiler üzerine yoğunlaşmışlardır. Onlara göre bir doğal ortam olarak görülen kentteki sosyal kurumlar, aile, okul, kilise geleneksel dayanışmanın olmadığı durumda yetersiz kalmaktadır. Tüm bunlara doğal süreçler olarak bakan yaklaşım daha sonraki kent sosyologları tarafından eleştirilmiştir.

Engels’in bu eseri daha sonraki Marksist ve Marksgil düşünür ve araştırmacıların, yazarların ana düşünce çerçevesini derinden etkiler, şekillendirir. 1960’ların sonlarından itibaren özellikle Henri Lefebvre ve David Harvey kent sosyolojisi alanında güncel yazına yaptıkları katkılarda Marksist çerçeveyi, yöntemi ve kavramları kullanmışlardır. Bu iki düşünürün çalışmalarından örnekler vererek teorinin hangi alanlarda gelişme potansiyelleri içerdiğini göstermek istiyoruz.

HENRI LEFEBVRE VE DAVID HARVEY

Lefebvre’e göre sosyal ilişkiler dayanaksız ortada durmaz, var olmaz, mutlaka içinde geçtiği bir sosyal ortam, bir uzama ihtiyaç duyar. Sosyal uzam bir sosyal üretim, sosyal üründür (Lefebvre, 1991, s.26). Her toplum, özgül bir üretim biçimi tarafından şekillendirilir ve bu üretim biçiminin damgasını taşır. Her üretim biçimi, alt varyasyonlarıyla bir uzam üretir, kendi uzamını (Lefebvre, 1991, s.31). Uzamın siyasal bir karakteri vardır.

İlgimiz uzamda bulunan şeylerden uzamın gerçek üretimine kaymalıdır. Uzamın üretilmesi konusunda Lefebvre şunu söyler: Uzam amaca yönelik eylemlerin ve mücadelelerin temel dayanağı olmaktadır. Tabii ki her zaman kaynakların deposu, stratejilerin uygulama aracıdır. Ama toplumsal ilişkiler için bir tiyatrodan, ilgisiz bir sahneden ya da dekordan daha fazlasıdır (Lefebvre, 1991, s.410). Bunlara katkıda bulunur, bunlarla birlikte devinir.

Uzam sosyopolitik arenada rol oynayan diğer malzeme ve kaynakları ortadan kaldırmaz ama onlar bu işin ya da kültürün hammaddeleridir. Daha doğrusu, onları bir araya getirir, kendini onların yerine koyarak toparlar. Tarih boyutundan da söz eder: Uzam geçmişin, tarihin ya da toplumun sonucu ya da ampirik olarak kanıtlanmış etkisi değildir. Uzam bir araç mıdır? Bir ortam? Bir aracı? Hiç kuşkusuz bunların hepsi, ama daha az doğal, daha çok aktif. Hem bir aracı, bir hedef ve bir sonuç olarak görülebilir.

Kapitalizmin bir özelliği de bir sınıfın hegemonyasını oluşturma yönüdür. Hegemonya etki ya da baskıdan daha fazla bir şeydir. Hem kurumlar ve hem de fikirler üzerinde işler, aynı zamanda bunlar aracılığıyla etkide bulunur. Burada uzamda bulunan “şeyler” kadar bunlar hakkında söylem de üretime katılır. Lefebvre uzama ilişkin maddi ilişkilerden hareket eder, ama buradan ileri giderek uzamın sembolik ve söylemsel yönlerini de incelemeyi önerir. Uzam yalnızca içinde yaşadığımız bir yer değil, içinde imajlar, semboller de bulunan bir yerdir. Fiziksel uzamda mekânın sembolik işlevlerinden de söz etmek gerekir. Temsili mekânlar dilsel olmayan sembol ve imgelerin oluşturduğu az çok tutarlı sistemlerdir. Burada yalnızca uzamın tarihini değil, temsillerin ve birbiriyle, uygulamayla ve ideolojiyle ilişkilerinin de incelenmesi gerekir (Lefebvre, 1991, s.42). Diğer yandan teoriye bir diğer katkı da uzam ve mekânın sabit, durağan, donuk ya da kemikleşmiş bir şey olmadığını ileri sürmektir. Uzam üzerinde mücadeleler verilen siyasi bir alandır. Bu anlamda daha sonraki çalışmaları esinlendirecek şekilde uzam sadece okunmaz ama aynı zamanda inşa edilir.

Lefebvre yine de Marksist gelenekle bağlarını koparmaz: Bu modern dönemde insanın doğallığının bozulmasına karşı kendiliğindenliği geri getirmek mümkün değildir. Geri dönüş olanaksızdır. Olan bozulmuşun yerine başka bir bozulmuşluğu yeniden kurmaktır.

Kent mekanı bir sosyal uzamdır ve böylece, tarihsel olarak bakıldığında hakim sınıf uzamı dönüştürerek gücünü artırmaya çalışır ama ona göre işçi sınıfı son sözünü söylememiştir.

Marksist yazar, coğrafyacı ve kent araştırmacısı David Harvey kent ve mekânın dönüşümüyle ilgili çalışmalarıyla bu geleneği sürdüren önemli araştırmacılardan biri olarak değerlendirilir. 1935 doğumlu Harvey akademik yaşamı boyunca sosyal teori, kentsel gelişme, antropoloji ve coğrafya konularında araştıran, yazan ve dersler veren üretken, çalışkan bir bilim insanıdır.

Harvey’e göre bütün bir tarihsel süreç içinde hangi üretim biçimi geçerli olursa olsun ilk ortaya çıktığı dönemden beri kentler, artı değerin yaratıldığı, yönetildiği ve paylaşıldığı mekânlar olmuştur. Artı değer toplumsal yapıyı sınıflara bölerek bir ayrışma oluşturmuş ve kent, artı değerin harekete geçirilmesine dayalı bir yapıya dönüşmüştür. Harvey bu nedenle kapitalizmin gelişimi ile kentleşme arasında yakın bir bağlantı kurmaktadır. Ekonomik eşitsizlik, sosyal adalet ve kentsel deneyimleri tartıştığı Sosyal Adalet ve Şehir’de coğrafya disiplininin kapsadığı alanın sınırlarını genişletip topluma yönelik bir bakış açısı sağlayacak kapsam ve niteliğe kavuşturmayı hedefler. Burada “mekân nedir” yerine, farklı insan pratikleri nasıl farklı mekânsal oluşumlar yaratır sorusuna yanıt aranırken mekânın toplumsal iktidar ve güç ilişkileriyle bağlantıları incelenir (Harvey, 2003).

Kent yazınında Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da 1848-1945 arasında bir “kentsel devrim” yaşandığı ileri sürülür. Harvey’in modernitenin başkenti olarak Paris incelemesi 1830’larla başlar. Balzac gibi dönemin önemli yazarlarının kenti nasıl hayal ettiğiyle ilerler, sonra 1848-1870 arası dönemin modernleşme hamlesinin kenti nasıl dönüştürdüğü, kentle ilişkileri incelenir. Bu çalışmada kentsel mekâna anlam katan alanlar ve anıtların incelendiği bölümlerde örneğin Paris Komünü sırasında III. Napolyon döneminin otoriter yönetimini temsil eden Vendome Anıtı’nın işçiler ve komünarlar tarafından yıkılması tartışılıyor. Burada vurgulanan, sınıf mücadelelerinin kent mekânında yaşandığı, ama aynı zamanda kent mekânı ve mekânın anlamları üzerinde bir mücadelenin sürmekte olduğudur. Komün sonrasında bunun acısı çıkartılır, Papalık komünarları cehennem ateşini Paris sokaklarına indiren şeytanlar olarak lanetler ve Sacré-Coeur Kilisesi'ni Paris’in yüksek tepesine dikmek için ihtiyaç duyduğu cesareti bulur. Paris kitabında tartışılan konulardan biri de “mülkiyet” meselesidir. Paris Komünü sırasında aktif bir biçimde tartışılan mülkiyet konusu, kent tartışmalarında hep karşımıza çıkmaktadır. En küçük mülkiyet kırıntıları bile düzeni savunmak, düzenden yana olmak ve düzenin meşruiyetine inanmak için güçlü bir bahane haline gelmektedir (Harvey, 2012a).

Harvey’in 1970’lerden 2000’lere gelen uzun bir dönem boyunca kent ve mücadeleler hakkında yazdığı makaleleri Sermayenin Mekânları kitabında bir araya getirilmiştir (Harvey, 2012b). Burada coğrafyadan iktisada ve kent incelemelerine uzanan geniş ve bağlantılı bir alanda Marksizm ve sosyal teoriye coğrafya ve mekân boyutunun katıldığı önemli yazılar yer alır, kapitalizmin jeopolitiği incelenir.

Asi Şehirler’de Harvey Lefebvre’den ve onun ünlü “Kent Hakkı” önerisinden başlayarak günümüz kentlerine ve kente dair tartışmalara uzanan bir bağlamda mevcut sömürü ve birikim sisteminin, kapitalist sistemin, devlet yapısının devrimci bir hareketle yıkılması gereğine varan bir çerçeveye kavuşur. Harvey bu çalışmasında 1980’lerden itibaren Amerikan kentlerinin sermaye birikim süreçlerine bağlı olarak genişleme, şekillenme, krizler ve kent için mücadele biçimleri örneklerine eğilirken bir yandan da geriye doğru, 1848 devrimleri ve Fransa’da İkinci Cumhuriyet döneminde Paris’in yaşadığı kentsel deneyimlere uzanır (Harvey, 2013).

SONUÇ

Friedrich Engels’in 19. yüzyılın ilk çeyreğinde İngiltere’de hızla kalabalıklaşan, büyüyen sanayi kentlerine dair, kendi kişisel gözlem ve deneyimlerini, dönemin konuyla ilgili çalışmalarını ve yazınını inceleyerek kaleme aldığı bu metin daha sonraki kent araştırmalarının ve kent sosyolojisinin ilk önemli eseri olarak tanınır. Bu anlamda eser eskimeyen, genç bir soluk olarak değer taşır. Kendinden sonraki çalışmaları esinlendiren, hepsinin az çok derinleştirdiği temaların tümü bu eserde bulunmaktadır. Özellikle 20. yüzyılın büyük bir kısmında yöntemi bir kenara bırakılarak bu eser yalnızca sanayi kentini ele aldığı ve daha sonraki deneyimlere ışık tutmadığı gerekçesiyle değersizleştirilmeye çalışılmıştır. Oysa bu eserin en önemli katkısı kent çalışmalarına önerdiği yöntemde bulunabilir. Öte yandan 1960’ların sonundan itibaren Marksist teoriyle temas eden farklı kuşaklar, kent araştırmaları alanında genel anlamıyla Marksist teoriden ve özel olarak da bu eserden esinlenmiştir. Engels’in genç yaşında yaptığı bu ayrıntılı alan çalışması sanayi kentlerini, işçi mahalleleri ve sokaklarını, evlerini, sağlık koşullarını anlatan bu eser bir kayıt olarak bile değerlendirildiğinde birçok bakımdan değer taşır. Ancak asıl önemi alana yaptığı yöntemsel katkı olmaktadır. Toplumsal ilişkileri birini diğerinden ayırmadan, bütünlüklü olarak, oluşma, gelişme ve değişme dinamikleri içinde diyalektik olarak ele alan bu çalışmada sosyal bilimlerin ve sosyolojinin günümüzde ihtiyaç duyduğu yöntemi bulmaktayız. Günümüzde dünya nüfusunun çok büyük bir bölümü kentler ve kentsel alanlarda yaşıyor. Dünyanın bütün kıtalarında devasa büyüklükte kentler ve bu kentlerin çevresinde birikmiş, yığılmış emekçi mahalleleri, gecekondular bulunuyor (Davis, 2007).

Güncel veri akışının son derece hızlandığı, toplumsal olay ve olguların hepimizin gözü önünde seyrettiği ve dahası bu akışın yarattığı sel karşısında olgularla yöntem, kavramlar ve teori arasında ilişki kurmanın zorlaştığı bir dönemde yöntem üzerinde düşünmeye daha çok ihtiyaç duymaktayız. Kent konusu söz konusu olduğunda bu alanda karşımıza çıkan, günlük hayatımızı, sorunlarımızı, mücadelelerimizi kuşatan, onların içinde oluştuğu, ama onlara yalnızca ev sahipliği yapmayan, sahne olmayan, her açıdan bu ilişkilere katılan bir alandan söz ediyoruz.

Günümüzde kentler, inşaat sektörü ve kent ekonomisi kapitalizmin hem içinde geliştiği, derinleştiği, krizler zamanında yeniden ve yeniden şekillendiği, hem maddi hem de kültürel, ideolojik, sembolik alanlarda üzerinde derin bir rekabet ve paylaşım savaşı yaşanan bir mekân oluşturuyor. Diğer yandan sermaye açısından özgün bir birikim alanı oluşturuyor. Yoksulları düzenli olarak dış çepere iten, merkezdeki göçmen ve diğer genç yoksulluğunu görünmez kılan günümüz kentlerine bakanlar orta sınıf yaşantıyı, yüksek binaları, modern yaşam olanaklarını parlatan reklamları, dizilerde gece zengin semtlerini, hatta cilalanmış yoksulluğu görmektedir. Ancak bu kentlerde yoksulluk bir acı gerçek olarak çeşitli biçimler altında varlığını sürdürmekte, Brecht’in deyişiyle “ekmek daha ucuza satılmamaktadır”. Bu anlamda Engels’in erken dönem çalışmalarından başlayan ve Marksist teorinin yöntemsel çerçevesiyle zenginleşen yazının kenti anlamak, kent içinde yer alan toplumsal ilişkileri çözümleyebilmek için önemli bir kaynak olduğunu düşünüyoruz. Ama asıl önemlisi mevcudu yalnızca anlamak değil, değiştirebilmek için günümüzde de geçerli bir zemin oluşturduğu düşüncesiyle, Engels’i okuyoruz, üzerinde çalışmaya devam ediyoruz.

KAYNAKLAR

Davis, M. (2007). Gecekondu gezegeni. (G. Koca, Çev.) İstanbul: Metis Yayınevi.

Engels,F. (1974). İngiltere’de emekçi sınıfların durumu. (O. Emre, Çev.) İstanbul: Gözlem Yayınları.

Fernbach, D. (2008). Siyasal Marx. (M. Akad, Çev.) İstanbul: Yazılama Yayınevi.

Gottdiener, M, Hutchinson, R. (2011). The new urban sociology. Boulder: Westview Press. Harvey, D. (2003). Sosyal adalet ve şehir. (M. Moralı, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.

Harvey, D. (2012a). Paris, modernitenin başkenti. (B. Kılınçer, Çev.) İstanbul: Sel Yayıncılık.

Harvey, D. (2012b). Sermayenin mekânları: eleştirel bir coğrafyaya doğru.(B. Kıcır, D.Koç, K. Tanrıyar, S. Yüksel, Çev.) İstanbul: Sel Yayıncılık.

Harvey, D. (2013). Asi Şehirler: şehir hakkından kentsel devrime doğru. (A. D. Temiz, Çev.) İstanbul: Metis Yayınları.

Lefebvre, H. (1991). The production of space. Oxford: Blackwell.

Marx, K. (1979). Felsefenin sefaleti. (A. Kardam , Çev.) Ankara: Sol Yayınları.

Merryfield, A. (2012). Engels, Metromarksizm: şehrin Marksist bir hikayesi (ss. 67-103). (N. Ünver, Çev.) İstanbul: Phoenix Yayınları.

Morris, W. (2002). Hiçbir yerden haberler. (B. S. Şener, K. Karaerkek, Çev.) İstanbul: Kaos Yayınları.

Riazanov, D. (2011). K.Marx F.Engels hayat ve eserlerine giriş. (R. Zarakolu, Çev.) İstanbul: Belge Yayınları.

Weber, M. (2000). Şehir: modern kentin oluşumu. (M.Ceylan, Çev.) İstanbul: Bakış Kitaplığı.

Wirth, L. (2002). Bir yaşam biçimi olarak kentlileşme. Duru, B., Alkan, A. (Ed. ve Çev.), 20. yüzyıl kenti (ss. 77-106). Ankara: İmge Kitabevi.


[1] Konut Sorunu çalışması bir başka yazıda ayrıntılı olarak ele alınacağı için, burada yalnızca İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu çalışması incelenmektedir.

[2] Almanya’dan kentsel örnekler yerine köylülüğün hareket biçimleri ele alınmaktadır. Bunun nedeni Almanya’da kentsel gelişmenin henüz başlangıç aşamasında olması gösterilebilir. Kimi yerlerde Almanya’da köylülüğün ve kırsal üretimin daha yaygın bir biçim olduğu, tarımda patriarkal ilişkilerin sürdüğü, ancak Alman kapitalistlerinin daha az ücret karşılığında üretim yaptırabildikleri her durumda bunun İngiliz işçi sınıfına daha düşük ücretler olarak yansıdığı yazılır. Ücretler benzer olduğunda bile o kadar düşüktür ki.. Üstelik İngiltere’de artık hayat pahalılığı Almanya’ya kıyasla hızla artmaktadır. Kitabın 1887 baskısına konulan dipnotta, Alman kapitalistlerinin de diğerlerine yetiştiği ve onlar gibi davrandığı ileri sürülmektedir (Engels, 1974, ss.21-34).

[3] Ütopyacı sistemlerin kurucuları, proletaryayı, “herhangi bir tarihsel inisiyatiften veya bağımsız bir siyasi hareketten yoksun bir sınıf” olarak gördüklerinden, toplumu yeniden inşa etmeye dönük planlarını, toplumun bütününe ve özellikle de eğitimli ve yönetici konumundaki sınıflara seslenerek gerçekleştirmek istemişlerdir. Yazılarında her ne kadar “varolan toplumun her ilkesine saldırsalar” ve yazıları bu bakımdan “işçi sınıfının aydınlanması için gerekli olan en değerli malzemelerle dolu” olsa da, geleceğin toplumuna dair fikirleri ve bu topluma ulaşmak için önerdikleri araçlar kaçınılmaz olarak, kendi mizaçları tarafından şekillendirilmiştir (Fernbach, 208, ss.38-39).