Coğrafi köprü olan Anadolu’da yeni bir tür - Söyleşi
İzmir – Manisa yolu üzerinde çalışma yapan araştırma ekibinin buluntuları dikkat çekiyor. Son çalışmadaki diş fosili kedimsi alttakımında yeni bir türü ortaya çıkarıyor.
Dr. Öğr. Üyesi Serdar Mayda
Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Zooloji Ana Bilim Dalı / Tabiat Tarihi Müzesi
Röportaj: Ozan Akşar
Merhaba Serdar Hocam. Öncelikle son çalışmanızla ilgili konuşmak istiyoruz. Yaklaşık on yıl önce bulduğunuz diş fosillerinin yeni bir canlı grubuna ait olduğu ve yaklaşık yirmi milyon yıllık tabakaların içinde yer aldığı bilgisinin tespit edildiği makaleniz kabul edildi, şimdi yayımlanma sürecinde. Diş oluşum süreci ve farklı diş yapılarına dayanarak yaptığınız tespiti açıklar mısınız?
Ağzın ön kısmında yer alan kesici dişler kesme ve kırpma için; köpek dişleri tutma ve delme için ve premolar (küçük azı) ve molarlar (büyük azı) besini ezerek öğütme amacıyla kullanılır. Bazı cins ve türlerde özellikle premolar yapısının molarlara benzediği görülmekte ve bu değişime premolarların molarizasyonu olarak adlandırılmaktadır. Özellikle otçul türlerde bu gelişmiş yapı daha belirgin olarak gözlenir. Soyağacı analizimiz sonucunda Izmirictis cinsinin ön premolarlarda (alt ve üst p3 ve p4) molarizasyonun gelişimiyle karakterize olan monofiletik bir grup (ortak ataya sahip türlerin oluşturduğu grup) içerisinde yer aldığını söyleyebiliriz.
Izmirictis’in içinde bulunduğu Lophocyonidae ailesinin teşhisinde premolarında gözlenen molarizasyon; üst molarlarının dilambdodont yapı (tüberküllerin birleriyle sırtlar vasıtasıyla çiğneme yüzeyinde “W” şeklini alacak şekilde birleşerek oluşturduğu yapı) sunması ve alt moların belirgin lofodont yapıya (tüberküllerin birbirleri ile enine mine sırtları vasıtasıyla birleşmesi ile oluşan diş yapısı) sahip olması en önemli karakterlerdir.
Diş fosillerinin, üç boyutlu tarama ve giydirme yoluyla, ait olduğu canlı grubunun akrabalık ilişkileri ortaya çıkarılıyor. Bu yöntemi biraz anlatabilir misiniz?
Izmirictis’de yeni mine sırtlarının sonucu olarak gözlenen lopfodont yapı daha otçul bir diyete doğru adaptasyon olarak algılanabilir. Diş üzerinde sürdürülen mikro-aşınma yöntemini, fosil canlının diyeti gösteren ve en çok kullanılan metod olması nedeniyle çalışmamız sırasında kullandık. Mine yüzeyi SEM (elektron mikroskobu) ile taranmış ve yüksek yoğunlukta küçük çaplı çukurların, uzun çiziklerin varlığı gözlenmiştir. Bu tip aşınma yapısı yırtıcı dişlerinde gözlenen klasik aşınma yapısından farklılıklar sunmakta ve daha çok otçul beslenmeye işaret etmektedir. Ağaçlara bağlı bir yaşamı olduğunu düşünüyoruz.
Izmirictis cani ismini verdiğiniz türünün iki aileyi birleştiren kayıp halka olarak düşünülebileceğini söylüyorsunuz. Etçillerin alt grubu olan kedimsiler takımının dallanmasına yeni bir evrimsel ağaç öneriyorsunuz diye anlıyoruz. Bunu yorumun gerekçeleri nelerdir?
Izmirictis, Lophocyonidae ve ilkel Feliformia (kedimsiler) arasında gerçek bir “kayıp halka”olarak kabul edilebilir. Özellikle Izmirictis cani, Lophocyonidae ailesinin diğer cinsleriyle karşılaştırdığımızda çok daha ilkel karakterlere sahiptir. Bu açıdan bu ailenin bilinen en yaşlı üyesini olduğu sonucu soyağacıçalışmamız neticesinde ortaya çıkmıştır.
Paleontoloji (taşıl bilimi) çalışmaları içerisinde Lophocyonidae ailesinin son derece karışık bir sistematik geçmişi vardır. Bu çalışmamıza değin Lophocyonidae ailesine ait öncel çalışmalarda bilinen üyeleri, farklı farklı aileler altında toplanmıştır. Bunların içerisinde Viverridae (Misk kedisigiller), Hyaenodontidae ve Procyonidae (Rakungiller) aileleri ilk akla gelenleridir.
Lophocyonidae içerisinde gözlenen yoğun otoapomorfi, bu aileyi bağı bulunduğu alttakım olan Feliformia içerisindeki diğer ailelerden görece uzaklaştırmıştır. Ancak soyoluş çalışmamız göstermiştir ki ilkel bir sırtlan cinsi olan Protictitherium ile Izmirictis arasında ortak türemiş karakterlerin (ön premoların ve karnasiyelin -m1- morfolojisi) varlığı her iki cins arasındaki yakınlığı göstermektedir. Ancak Protictitherium ve diğer ilkel sırtlanların Izmirictis’e oranla çok daha genç formlar olması nedeniyle, elimizdeki kısıtlı verilerden yola çıkarak, şu an için Lophocyonidae ile Hyaenidae (sırtlangiller) arasında bir kardeş grup ilişkisinden söz edebiliriz.
İlk defa Avrupa dışında Anadolu topraklarında kedimsiler ile akraba ve böyle yaşlı bir fosil bulunmuş durumda. Başka fosil örneklerini de düşünerek acaba Avrupa etçil grubunun ortak ataları Anadolu’da yaşamış olabilir mi? Daha fazla fosil bulmayı umabilir miyiz?
Anadolu’da bilinen en yaşlı yırtıcı (carnivora) Edirne - Keşan - Kocayarma’da günümüzden yaklaşık 28 milyon sene önce yaşamıştır. Kocayarma örneği, erken -orta Oligosen dönemin küçük boyutlu etçili olarak “Pachycynodon” altında tanımlanmıştır. Sistematik pozisyonu problemli olan bu cinsin en ilkel Ursidae (ayıgiller) altında yer aldığı düşünülmektedir.
Avrasya’da ise Anadolu'daki kayıtlardan çok daha öncesine ait etçil (carnivora) türleri bilinmektedir.
Anadolu’nun en yaşlı Lophocyonidae örneği jeolojik açıdan elimizdeki somut veridir. Sabuncubeli’nde henüz yayın aşmasında olan farklı ailelere (Amphicyonidae, Mustelidae, Viverridae, Ursidae) ait fosil örnekler mevcuttur. Örneğin Ursidae (ayıgil) ailesi içinde Ursavus cinsi altında yeni bir tür geçtiğimiz yıllarda bir bildiriye konu olmuştur. Bu aynı zamanda bu cinsin en ilkel ve yaşlı örneğinin Anadolu olduğunu göstermektedir.
Türkiye’de paleontoloji dalındaki kazı çalışmalarının durumu nedir, yaşanan zorluklar nelerdir? Ne tür ihtiyaçlar söz konusu bahsedebilir misiniz?
Türkiye, Tersiyer’de Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında kavşak konumlu bir ülke olarak, memeli hayvanların göç yolları üzerinde yer almış, bu özelliğinin yanı sıra, birçok endemik faunanın evrilmesine olanak sağlayan büyük bir coğrafi alan olma özelliğini de taşımıştır. Kıtalar arası göçlerin büyük bir bölümü Türkiye, Ege Denizi ve Marmara Denizi üzerindeki kara köprüleri ile gerçekleşmiştir. Bu açıdan Türkiye, üç kıtaya ait jeolojik devir memeli formlarının birlikte evrildiği büyük bir paleocoğrafik alan oluşturmuştur. Türkiye’nin jeolojik devir memeli fosil potansiyelini ortaya koymak için yapılan çalışmalarda 500’e yakın memeli fosil yatağı keşfedilmiş olmasına karşın daha yüzlerce yeni fosil yatağı gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir.
Türkiye’de fosil araması, kazı yapılması ve bulundurulması 1983 yılında yürürlüğe girmiş olan 2863 sayılı “Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu” ile denetim altındadır. Bu kanunun 22 no’lu maddesinde “her çeşit hayvan ve bitki fosilleri” korunması gerekli kültür ve tabiat varlıkları arasına alınmış ve arkeolojik eserler ile aynı değerde nitelendirilmiştir. Bundan ötürü arkeolojik çalışmalarda gerekli olan izinlerin aynısı fosil arama-toplama ve kazı işleri içinde geçerlidir. Kısaca paleontolojik çalışmalar Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın iznine tabii kılınmıştır.
Oysa benzer çalışmalar üzerine Avrupa ve Amerika’da farklı uygulamalar söz konusudur. Bu ülkelerde paleontolojik eser ve çalışmaların arkeolojik çalışmalardan ayrıldığı, gerekli izin durumlarında sadece “gerekli durumlarda” bölgesel yetkililere bildirilmesi ile çalışmaların aksamadan yürütüldüğü biliyoruz. Bu tip uygulamalar arama ve kazı çalışmalarını hızlandırmasının yanı sıra büyük çoğunluğu maddi değer taşımayan fosillerin üzerinde bilimsel çalışmaların daha hızlı yürütülmesine de imkân sağlıyor. Ayrıca doğa tarihi müzelerinin paleontolojik koleksiyonlarını da aralıksız zenginleşmesi sonucunu doğuruyor.
Kazı izninin sosyal bilimlere ait bölüm ve akademisyenlere bırakılması ise diğer bir eksiklik. Çünkü paleontoloji öncelikle ülkemizde Jeoloji Mühendisliği bölümü akademisyenlerinin çalışma alanına girmekte. Ancak kazı konusunda deneyim sahibi olmamaları kazılarda dezavantaj yaratmaktadır. Son yıllarda Ege Üniversitesi Tabiat Tarihi Müzesi ile Bakanlık denetimli Paleontolojik kazı çalışmalarında farklı branşlardan (Paleoantropoloji, Arkeoloji, Jeoloji) araştırıcıların beraber yer aldığı kazılarda çok verimli sonuçların alındığını görmekteyiz. Benzer izinlerin yer bilimleri dallarında çalışan araştırıcılara da verilmesi, arama ve kazı izinlerinin üniversite benzeri araştırma kurumlarına devredilmesi ülkemizde paleontoloji bilimini canlandıracak yegane çözümdür.