Bilim ile Dinin Kesiştiği Yerde Büyük Bilimciler
Great Scientists At the Intersection Of Science and Religion
Hasan KarabıyıkProf. Dr., Fizik Bölümü, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir
hasan.karabiyik@deu.edu.tr
Özet
Bilim tarihinde kendilerine yer bulmuş büyük simaların din ile olan ilişkileri göz önüne alındığında, büyük bilimcilerin dinsel inançların etkisinde şekillenmiş bir düşünce yapısına sahip oldukları görüşü yeterince sorgulanmadan kabul edilir. Bu tezin kanıtı olarak büyük bilimcilerin son derece dindar oldukları görüşü ileri sürülür. Bu görüşün geçerliği bilim tarihinde kendilerine yer bulan Kepler, Newton, Dalton, Faraday, Maxwell gibi büyük bilimcilerin yaşadıkları dönemlerdeki tutumları bağlamında ele alınacaktır. Kepler’in yaşamını yitirdiğinde bir mezhebe bağlı olmadığı ve yaşamının son yirmi yılında dinsel otorite ile gergin bir ilişki içerisinde bulunduğu, Newton’un Anglikan Kilisesi karşıtı olmasına karşın Anglikan Kilisesi’nin kalbi sayılan Westminster Abbey’e gömülmesinin bir yanılsama yarattığı, Dalton’un dönemin egemen çevrelerince sapkın sayılan The Quakers tarikatına mensup olmasının bilimsel üretimini gerçekleştirebilmesinin önünü açtığı, bir Sandemancı olan Faraday’ın döneminin çok ilerisinde bir toplumsal muhalif tutuma sahip olduğu ve Maxwell’in yaşam pratiğinde ütopik sosyalist bir Hristiyanlık anlayışını benimsediği görülmüştür
Anahtar kelimeler: Kepler, Newton, Dalton, Faraday, Maxwell, Katarsis.
Abstract
Considering the relations with religion of the great figures who have found their place in the history of science, an opinion accepted without sufficiently inquiring about this relationship is that the great scientists have a mindset shaped under the influence of their religious beliefs and orientations. As proof of this thesis, the view is put forward that great scientists are extremely religious in their lives. In this study, the validity of this view will be discussed in the context of the attitudes of the great scientists such as Kepler, Newton, Dalton, Faraday and Maxwell, who found a place in the history of science. Kepler was not a member of a sect when he passed away and had a tense relationship with the religious authority for the last two decades of his life, and Newton despite his anti-Anglican attitude was buried in Westminster Abbey, which is considered the heart of the Anglican Church. In addition, it has been seen that Dalton's membership of The Quakers sect, which was considered heretical by the ruling circles of his period, paved the way for his scientific production, that Faraday, a Sandemanian, had a social opposition attitude far beyond his time, and Maxwell adopted a utopic socialist Christian understanding in his life practice.
Key words: Kepler, Newton, Dalton, Faraday, Maxwell, catharsis.
“GALILEO: Bilimin amacı sonsuz bilgeliğin kapısını aralamak değil,
sonsuz olan yanlışlığı sınırlamaktır.”
–Bertolt Brecht
GİRİŞ
Ocak 2006 tarihinde Massachusetts Institute of Technology (MIT), “Pek çok büyük bilimcinin dile getirdikleri Hristiyan inancı bilimsel düşüncelerini nasıl etkiledi?” sorusuna cevap arayan bir seminerler dizisi düzenledi. Bu seminerlerde üzerinde durulan büyük bilimciler Kepler, Boyle ve Maxwell ve dördüncüsü de nörofizyolog John Carew Eccles’tir. Yalnızca bu bilimcilerin Hristiyanlıkla ilgili öznel düşüncelerini sergilemeye yönelik bir girişim olmanın ötesine geçemeyen bu seminerler sonucunda bir tez önerisinde bulunulmamıştır.
Bu seminerler dizisinde Newton, Dalton, Faraday gibi Hristiyanlık bağlamındaki düşünceleri nedeniyle öne çıkarılan ve bilim tarihindeki ağırlıkları Boyle ve Eccles ile kıyaslanamayacak büyüklükte olan bilimciler üzerinde durulmamıştır. Bunun olası nedenlerinin ne olabileceği sorusunu aklımızın bir köşesinde tutarak meseleyi etraflıca tartışıp ortaya koyabilmek amacıyla ele alınan bilimcilerin listesini MIT’deki seminer dizisinde ele alınanları da kapsayacak biçimde genişleterek bir bakış açısı ileri sürülebilir.
Bu yazıda farklı bir bilim tarihi ve sosyolojisi okuması yaparak konunun gerici çevreler tarafından çoğunlukla göz ardı edilen yanları üzerinde durulacaktır.
1. Uyum ve Çelişki Tezleri
Büyük bilimcilerin aslında son derece inançlı kimseler oldukları, dolayısıyla bilim ile din arasında aydınlanma çağı sonrasında ortaya çıkan gerginliğin temelsiz ve yapay bir gerilim olduğu ve bilim ile dinin birbiriyle çatışmayıp uyum içerisinde oldukları ve birbirlerini destekleyebilecekleri düşüncesi neredeyse iki yüz yıldır aydınlanma karşıtı çevrelerce ifade edilmektedir. Uyumluluk tezi, dinin temelindeki inanç ile bilimin temellendiği aklın çelişkili olduğu düşüncesinin, “çarpık bir inanç” anlayışının yanı sıra “doğa bilimlerinin yüzeysel kavranışından” kaynaklandığını ileri sürer. Bilim ve dinin birbiriyle çeliştikleri tezinin karşısına çıkarılan uyumluluk tezinin temelleri bu şekilde özetlenebilir.
Günümüzde bu iki bilgi kategorisi –bilim ve din– arasındaki çelişkiyi öne çıkaran bilimciler arasında, evrimsel biyolog Richard Dawkins, kuramsal fizikçi Lawrence Krauss, fizikokimyacı Peter Atkins ve jeolog Donald Prothero öne çıkmaktadır. Uyumluluk tezinin karşısında çelişki tezini savunan bu isimler aynı zamanda tavizsiz tanrıtanımaz tutumlarıyla tanınırlar. Fakat bu bilimcilerin tanrıtanımazlıkları onların ilerici toplumsal mücadelenin bileşenleri arasında oldukları anlamına gelmemektedir.
Bir örnekle açıklamak gerekirse; Hiç Yoktan Evren adlı kitabında Lawrence Krauss, evrenin hiçlikten ortaya çıktığı tezini (evet yanlış okumuyorsunuz hiçlikten) ileri sürerken güncel bilimsel verileri en bayağı materyalizmin bile kabul edemeyeceği bir ideolojik mercekten geçirerek sunar. Richard Dawkins de Krauss’un kitabına bir önsöz yazarak materyalizm karşıtı bu girişime destek olur.
Krauss’a göre, evrenin hiçlikten ortaya çıkmış olması düşüncesi bilimin günümüzde eriştiği son noktadır. Krauss, bilimsel aklın kabul edemeyeceği bir akıl yürütme neticesinde bu düşünceyi savunmakta beis görmez çünkü tanrıtanımazlık kalkanının ardına gizlenerek kendisi hakkında yapılacak gericilik suçlamasının önüne geçtiğini düşünür. Krauss, tanrıtanımazlığını özenle işleyerek yazdığı kitabında ve yaptığı konuşmalarda materyalist doğa anlayışıyla ters düşmekten çekinmez. Tanrıtanımazlığını belli etmiştir ya, artık gerisi önemli değildir. Her tür eleştiriden muaftır ne de olsa. Bilim topluluklarına şirin görünmesine ve kabul edilmesine yetecek kadarını yapmıştır. Bu durum Krauss’u ve benzeri diğer tanrıtanımazları ilerici sanma yanlışına düşmememiz konusunda verilebilecek örneklerden sadece biridir. Gericiliğin değirmenine su taşıyan ve ‘Yeni Ateist’ler adıyla anılan akımın temsilcilerinin ABD’nin Irak ve Afganistan’ı işgal etmesini desteklemiş olmalarının üzerinden çok uzun zaman geçmemiştir.
Bilim ve din arasındaki uyumluluk tezini savunan bilimcilerin listesi ise uzayıp gider. Bu listenin önde gelen isimlerinin listesini yapmak yerine daha dikkat çekici bir konuya değinmek daha açıklayıcı olur. 1973’ten beri her yıl, hayatın ruhani yanını vurgulayan çalışmalarıyla kamuoyunu etkileyen kanaat önderlerine verilen Templeton ödülünü alan ve şimdilik sayıları 18 olan (13’ü fizikçi, 3’ü biyolog, 1’i biyokimyacı, ve 1’i genetik tıpçı) bilimci bulunmaktadır. Templeton ödülünü alanların %38’sinin bilimci olması şaşırtıcı değildir çünkü kurumsal gericilik kendisine bilimciler arasından savunucular aramaya büyük önem vermektedir. Templeton vakfı, bu ödülü verebileceği bilimciler bulmakta zorlanmıyor. Ayrıca 2020 yılında Templeton ödülünün mali değerinin (neredeyse 1,5 milyon $) Nobel ödülününkinden (yaklaşık 1,1 milyon $) yüksek olduğunu da belirtmekte yarar var.
Zaman zaman idealizm, kimi zaman teizm, bazen mistisizm, ara sıra panteizm, çoğunlukla da köktendincilik ve türevi olan muhafazakârlık biçimlerinde ortaya çıkan bilim karşıtı politikleşmiş söylem ve tutumlar karşısında ne yapacaklarını bilemeyen sözüm ona “aydınlanmış” burjuva ideologları kendi düşüncelerinin -eş deyişiyle liberal demokrasinin- tükenmişliğini salt bilimselliğe yamanarak aşmaya çalışırlar. Aksi halde her türden gerici müdahaleyi meşrulaştırmış olacaklarını düşünürler ve bunu yapmak istemezler ama Krauss örneğinde olduğu gibi materyalizmin karşısında konumlanarak daha da kötüsünü yaparlar.
Burjuvazinin gerici bir sınıf haline gelmesinin ardından sahipsiz ya da daha doğrusu sınıfsız kalan bilimciler o günden bu yana bir bocalamanın ve ne yapacaklarını bilememenin çaresizliği içerisindedirler. Bilim ile din arasındaki kutuplaşmada kendi siyasal konumlarının yetersizliğinin üzerini tanrıtanımazlık peleriniyle örtme gereği duyan yukarıda adları anılan ünlü tanrıtanımaz bilimcilerin katışıksız liberal demokrat politik tutuma sahip olmaları rastlantıyla açıklanamaz.
2. Katarsis
Sadece bilim yaparak bilim dışının zayıflatılabileceğini ve bilimsel olmayanın önüne geçilebileceğini, başka deyişle safdil bir burjuva aydınlanmacılığını savunan bu ideologların içine düştükleri tuzağın adı katarsis’tir. Katarsis, bir arınma mekanizmasıdır. Antik Yunan tiyatrosundaki trajedilerde katarsis sayesinde sahne dışındaki izleyici sahnede sergilenen acı, üzüntü ve kötülüklerin dışında kalarak bu kötülüklerden arınacağını düşünür. Basite indirgeyerek anlatırsak; izleyici, oyun sırasında ağlayarak gerçek hayatta ağlamayacağı zannına kapılır.
Brecht’e göre antik Yunan tiyatrosundaki katarsis bir aldatmacadır. Yukarıda bahsedilen tanrıtanımaz bilimcilerin, salt fizik ya da bilim yaparak metafizikten arınmanın mümkün olduğu zannıyla hareket etmelerinin geri planında katarsis (arınma arzusu) yatmaktadır. Bu burjuvazinin kurduğu bir oyundur. Metafiziğin karşısına sadece fizik yaparak çıkılabileceği düşüncesi, metafizik düşüncenin panzehri olan diyalektik ve tarihsel materyalizme mesafeli durmayı ve çözümsüzlüğünün sürdürülmesini beraberinde getirir.
Bilim ile din konularında çelişki ve uyum gibi iki karşıt kutuptan birine hapsolmak bilimin tarihsel gelişim sürecinin maddi koşullarının anlaşılması konusundaki görüşümüzü sakatlar. Bilim ile dinin çelişki içinde olduklarını savunmak uyum içinde olduklarını savunmak kadar yanıltıcı olabilmektedir, çünkü burjuva aydınlanmacılığı tam olarak bu açıklamaya sığınarak verili toplumsal düzendeki değişimi perdeleyen yeni pozitivist veya pozitivist tutumu destekler. Bu sırada toplumun maddi koşullarıyla tarihselliğini dışlayan bir yaklaşım savunulur.
Bu çalışmada, büyük bilimcilerin dinsel tutumlarını toplumsal dinamiği önceleyen bir tarihsellikte ele almaya çalışacağız. Bunu yaparken iddia edildiği gibi bilimin büyük isimlerinin hiç de dindar olmadıkları, verili toplumsal ve dini normların dışında kaldıklarını göreceğiz.
3. Bilim Tarihindeki Ünlü Kişilerin Çalışmaları
Bilim tarihinde kendilerine yer edinmiş olan Johannes Kepler (1571-1630), Isaac Newton (1643-1727), John Dalton (1776-1844), Michael Faraday (1791-1867), James Clerk Maxwell (1831-1879) popüler bilim yazınında dinsel kimlikleri öne çıkarılan bilimcilerdir. Öncelikle bu isimlerin bilim tarihindeki başarılarını kısaca tanıttıktan sonra sahip oldukları dinsel tutumların toplumsal ayrıntılarına değinelim.
Newton 1676'da meslektaşı Robert Hooke’a yazdığı mektupta, kendisinin uzağı daha iyi görebilmesini iki devin omuzlarından bakabilmesine bağlar. Bu devler, Galilei ve Kepler’dir. Matematikçi ve astronom olan Johannes Kepler gezegenlerin hareketleriyle ilgili üç yasa ortaya koyarak Copernicus’un günmerkezli kozmolojisine bilimsel bir temel kazandırır. Fakat bunu Copernicus’un öğretisini olduğu gibi kabul ederek değil onu yenileyip dönüştürerek, başka deyişle aşarak yapar.
Klasik fiziğin kurucusu Newton, kendinden önceki çağlarda Aristoteles’in etkisiyle farklı yasalara tabi oldukları düşünülen yerdeki cisimlerin hareketleriyle gökteki cisimlerin hareketlerinin sanıldığı gibi ayrı değil aynı yasalara tabi olduklarını ortaya koyarak bir anlamda fizikteki ilk birleştirme kuramını geliştirir. Günümüzde de kullanışlılığını sürdüren bu hareket yasalarıyla mekanik bilimini başlatmış ve kendinden sonra gelişen mekanik materyalizme bilimsel temel kazandırmıştır.
Dalton, 18. yy’ın ikinci yarısında kıta Avrupası’nda ortaya çıkmaya başlayan deneysel kimyanın gelişiminde atom kavramına işlevsellik kazandırarak önemli bir katkıda bulunmuştur. Dalton, binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan fakat o devre kadar felsefenin tekelinde kalmış metafizik bir kavram olarak görülen atom kavramını bilimselleştirmiştir. Bölünemez, parçalanamaz anlamına gelen atom kavramının felsefe tarihindeki rolünü Lenin (1909), “Genişletilmiş, sağlam, parçalanmaz atom, her zaman materyalist evren anlayışının kalesi olmuştur” diyerek net biçimde ortaya koymuştur.
Elektrik motorunu keşfeden Faraday, elektrik ve manyetizma konularında çığır açan deneylerine ek olarak suyun elektrolizini gerçekleştirerek Lavoisier’in başlattığı deneysel kimya bilimine büyük katkıda bulunmuştur. Elektrifikasyonun denel temellerinin bilimselleştirilmesini sağlayarak kendinden sonra üretim araçlarının gelişiminde yaşanan önemli ilerlemenin de mimarı olmuştur.
Faraday’ın ufuk açıcı ve diyalektik materyalizmin doğadaki en etkileyici görüngülerini ortaya koyan keşiflerinin ardında yatan kuramı ortaya koyarak fizikteki ikinci birleştirme kuramının sahibi olan Maxwell, aynı zamanda gazların kinetik kuramını da geliştirmiştir. Maxwell, gazların kinetik kuramını geliştirirken Dalton’un bilimselleştirdiği atom kavramından yararlanmıştır.
4. Gericilerin Temcit Pilavı
Kepler’in güçlü dinsel inançları ve metafizik düşkünlüğüyle tanındığı iddiası sıkça ve ısrarla dillendirilir. Ne yazık ki o dönemde astronomi ile astroloji arasındaki ayrım bugünkü ölçülerde belirgin değildi. Kepler, dük ve krallara astroloji hizmeti sunuyor ve geçimini sağlamak için de o dönemde geniş rağbet gören astroloji yıllıkları yayımlamak zorunda kalıyordu. Astroloji yıllıkları hazırlamayı ‘dilenmekten biraz daha onurlu bir iş’ olarak tanımlıyor ve hayıflanıyordu (Voelkel, 2002: 86).
Klasik bilimin en büyük ismi olarak bilinen Newton ise simya çalışmaları yapan ve Kitab-ı Mukaddes’in yorumlanması üzerine gayretkeş çalışmalarda bulunan sofu bir dindar olarak tanıtılır. Ayrıca Dalton’un The Quakers tarikatına mensup olduğu ve Faraday’ın ise koyu bir Sandemancı olduğu vurgulanır. Maxwell’in ise iyi bir Hristiyan olma çabasında olduğu gerici çevrelerce öne çıkarılır. Böylece bilimin din ile uyumlu olduğu tezi desteklenmeye çalışılır.
Peki, gerçek bu denli yalın mıdır? İncelenmesi ve değerlendirilmesi gereken budur. Adı geçen bilimcilerin dinsel inançlarını dönemlerinin toplumsallığı temelinde incelemenin bilim ve aydınlanma mücadelesinde taşıdığı önem açıktır.
5. Mezhepsiz Kalan Kepler
Kepler’in koyu bir dindar olduğu ve yaşamı boyunca sürekli dinsel bir arayış içinde olduğu söylenir. Bunun nedeni olarak da, Kepler’in 1600 yılında Katolik mezhebinden ve 1619 yılında da mensubu olduğu Luthercilikten aforoz edilmesi gösterilir. Fakat Kepler’in ölümünden önceki son on bir yılda herhangi bir mezhebe resmen mensup olmadığı ve uğradığı aforozların ayrıntıları üzerinde pek durulmaz. Durulduğu zaman da iyi bir Hristiyan olma gayesinde olan biri olduğu ısrarla vurgulanarak durum geçiştirilir. Geçiştirilemediği veya geçiştirilemeyeceği anlaşılınca da Kepler’in bilimsel başarılarının kökenindeki teolojik (Barker ve Goldstein, 2001) ve dini (Kozhamthadam, 2002) temeller araştırılır ve dindar bir Kepler portresi yaratılmaya çalışılır.
Bu yapılırken de Kepler’in henüz hiçbir mezhepten aforoz edilmemişken 1596’da yayımladığı Mysterium Cosmographicum adlı eserinden yapılan alıntılar okuyucunun zihnine boca edilir. Mysterium Cosmographicum, Kepler’in bilimsel kariyeri açısından önemli bir uğrak olmayıp günümüzde Kepler’i dinsel ve metafizik duyarlıklarıyla öne çıkarmak isteyenlerin sık sık ziyaret ettikleri ve kendi tezlerini destekleyen alıntılar deposu olarak gördükleri bir eser olmanın ötesinde bir anlam taşımaz. Bu eser Kepler’in düşünsel evriminin anlaşılması için gereklidir fakat yeterli değildir.
Hiçbir Kepler yasası bu kitapta (Mysterium’da) yer almaz çünkü Kepler henüz yasalarını keşfetmemiştir! Fakat doğada matematiksel düşüncenin izini sürmek konusundaki Platoncu bir doktrinin etkisiyle kaleme aldığı bu yapıtta Kepler, teolojik bir ilhamla tanrısal bilgeliğin ardındaki ilkelerin matematiksel ifadesine ulaşılabileceği görüşündedir.
Mysterium’da gezegen hareketlerinin uyduğu ilahi ilkelerin matematikle ifade edilebileceğini savunan Kepler, 1600’den sonra Danimarkalı astronom Tycho Brahe’nin himayesinde yürüttüğü deneysel astronomi çalışmalarının ardından bu anlayışı terk eder. Buna karşın Barker ve Goldstein (2001) gibi burjuva bilim tarihçileri ısrarla Kepler’in, fiziksel argümanlarla matematiksel argümanları ilişkilendirirken “Lutherci teolojinin etkisinde kalarak kendi doğa felsefesini şekillendirdiğini” iddia ederler.
Genç Kepler’in Lutherciliğin yaygın olduğu kentlerde burslu olarak aldığı ilahiyat eğitimi sırasında da Lutherci öğretiyi sorguladığı ve benimsemediği hatırlandığında bu varsayımın geçersizliği anlaşılır (Voelkel, 2002: 79-80). Kepler’in hayattayken Lutherci inanç doktrinini bütünüyle benimsediği oldukça şüphe götürür bir tespit olmasına karşın ana akım yazında Kepler tarihsel ve toplumsal çevresine bakılarak Lutherci olarak kategorize edilir.
Kepler’in ilk iki yasası, 1609’da yayımladığı Astronomia Nova (Yeni Astronomi) adlı eserinde yer alır. Ayrıca bu eserinde ‘fiziksel etkiler’ (mesafe-hız ilişkisi ve karşılıklılık kuralı) adını verdiği ‘ilahiyat dışı’ kavramları kullanır. Kepler, nedensel astronomi olarak adlandırdığı yönteminin başarılı olabilmesi için fiziksel akıl yürütmenin önemini vurgular. Artık Mysterium'da peşine düştüğü ‘ilkelerden’ başka deyişle ‘yanlışlardan’ vazgeçmiştir: “İlkelerin yerine aldığım fiziksel nedenler iyi olmasaydı, bu tür kesinliklerin araştırılmasında asla başarılı olunamazdı” (Kepler, 1609: 295) diyecektir. Kepler’in üçüncü yasası ise 1619'da yayımladığı Harmonices Mundi adlı eserinde yer alır.
Kepler’in Copernicus tarafından önerilen günmerkezli kozmolojiyi bilimsel anlamda yasalaştıran Astronomia Nova (1609) ve Harmonices Mundi (1619) adlı eserleri, 1835 yılına kadar Katolik Kilisesi'nin okunması yasak kitaplar listesinde (Index Librorum Prohibitorum) yer alacaktır. Buradan da anlaşılmaktadır ki dönemin egemenlerince korkulan eserleri bu iki kitabıdır. Mysterium’dan rahatsızlık duyan bir egemen çevre olmamıştır. Mysterium Kepler’in erken dönem çalışmalarındandır ve ‘bulduğu’ değil ‘aradığı’ döneme aittir. Gerici çevreler ve burjuva ideologları gibi yalnızca Mysterium’a bakılarak Kepler hakkında yapılan çıkarımlar geçersiz olmaya mahkûmdur.
Kepler, ilk iki yasasını 1600 yılında Katoliklikten aforoz edildikten sonra, üçüncü yasasını ise kendi mezhebi olarak görülen Luthercilikle gergin bir ilişki içerisinde bulunduğu (1612 ve özellikle 1615’ten sonra) dönemde geliştirir. 1612’de Kepler Lutherci topluluğun amentüsü Uyum Formülünü (Konkordienformel) imzalamayı reddederek yerel inanlı topluluğundan dışlanır (Voelkel, 2002: 79-80).
Kepler’in Luthercilikle gerginliğinin doruk noktası olan 1615 yılında, Leonberg kentinin Lutherci savcısı Lutherus Einhorn tarafından Kepler’in annesi cadılıkla suçlanmıştır (Gribbin, 2014: 81). O dönemde bağımsız tutum sergileyen kadınlara karşı yürütülen cadı avları, sanıldığının aksine Katolik Kilisesi tarafından değil orta Avrupa’daki bağnaz Protestan topluluklar ya da Kilise yetkilileri tarafından gerçekleştirilmiştir. Mesela aynı yıl Leonberg kentinde Kepler’in annesi dışında altı kadın daha cadılıkla suçlanmıştır.
Harmonices Mundi‘nin 1619’da Kepler’in Luthercilikten aforoz edildikten sonra yayımlanması ve gergin bir ilişki sürdüğü dönemde yazılmaya başlanmış olması nedense göz ardı edilir. Kepler Astronomia Nova adlı eserini yayımladıktan sonra kendi cemaati tarafından dışlanmasının ardından Lutherci bağnaz yerel kilise yetkilileri ve toplulukların ileri gelenleri İncil’deki evren anlayışına sahip olmayan Kepler’i fazla ileri gitmiş olmakla itham ederler. Çünkü Luther’in ünlü Masa Sohbetleri’nde isim vermeden, Copernicus’un öğretisine hiddetle karşı çıkarak kınaması nedeniyle takipçileri de benzeri bir tutumu takınmışlardır (Gribbin, 2014: 26).
Ama yalnızca Luther değil reformasyonun diğer babası Calvin de Copernicus’un günmerkezli doktrinini savunanları yalnızca kınamakla kalmamış şeytanla işbirliği yapmakla da suçlamıştır (Young, 2007: 47). Bağnaz Lutherci ve Calvinci dini otoriteler Kepler’in dönüştürerek bilimselleştirdiği günmerkezli kozmolojiye karşı İncil’den parçaları inanlı topluluklarına hatırlatarak günmerkezli kozmoloji karşısında dinsel bir doktrin ortaya koyuyorlardı.
Kepler, Katoliklik ve Luthercilikten dışlanarak mezhepsiz kalmasının ardından bir başka mezhebe intisap etmemiştir. 1618’de Otuz Yıl savaşlarının başlangıcını görecek ama sonlandığını göremeyecekti.
Lutherci ve Calvinci topluluk önderlerinin kozmoloji konusunda Katolik Kilisesiyle aynı düşüncelere sahip olmaları önemlidir. Bu gerçek karşısında Protestan çevreler günümüzde bile nasıl bir kılıf bulacaklarını bilememektedirler. En iyi ihtimalle Protestan kurucu babaların konuyu sadece ilahiyat bağlamında ele aldıklarından ve kurucu babaların Copernicus öğretisini kınadıkları dönemde günmerkezli kozmolojinin bilimsel olarak kanıtlanmamış olduğundan söz ederler. Bunlar da işe yaramazsa, Kepler’in çalışmalarının esasında Lutherci ilahiyatla uyumlu olduğunu ileri sürerek öküz altında buzağı aramaya devam ederler.
Protestan çevrelerin sözünü ettiği uyum tezinin temelinde Tanrı yasalarının yalnızca insanlar için değil doğada da geçerli olduğu yönündeki doktrin yer alır. Fakat aşağıda göreceğimiz gibi Kepler özelinde bu da geçerli değildir çünkü Kepler, Copernicus’un kozmolojisini de bütünüyle kabul etmemiş ve deneysel veriler ışığında matematiksel bir kesinlikte kendi yasalarını geliştirmiştir. Kepler eliptik yörüngeleri yasalaştırır, oysa Copernicus günmerkezli çembersel yörüngeleri savunuyordu. Kepler 1596’daki gibi doğada olup bitenlerin ilahi bir uyum ve güzelliğe işaret etmediğini bizzat kendisi fark etmiş ve Mysterium’da sergilediği Platoncu saplantıdan kurtulmuştur.
Kepler, Katolik olamayacak kadar Protestan, Lutherci Protestan olamayacak kadar da Calvinci Protestan görüşlere yakınlık duyan biriydi (Voelkel, 2002: 79-80). Ancak Calvinci topluluğa da katılmamıştır. Çünkü Kepler, dinin kurumsallaşmış ve yozlaşmış bir toplumsal otorite haline gelmesinden rahatsızdı:
“Üç büyük mezhebin [Luthercilik, Calvincilik ve Katoliklik kastedilmektedir] gerçeği aralarında parçalaması beni o kadar üzüyor ki, gerçeğin parçalarını, her nerede bulursam, bir araya getirmem gerekiyor”
Diye yazmıştır (Voelkel, 2002: 79-80). Kepler’e göre gerçek, dini retoriğin dışında aranmalıydı.
Kepler, bilhassa Lutherciliğin kurumsal bir dini otorite oluşturma yönündeki gayretlerini Katolik kilisesinin hatasının sürdürülmesi olarak görüyordu. Lutherci kiliseler yerel prenslerin himayesi altında bulunuyorlar ve prensliklerle karşılıklı yarar ilişkisi içine giriyorlardı. Buna karşın Calvinciler ise kilisenin her türden siyasal otoriteden bağımsızlığını savunarak o dönem için Luthercilikle kıyaslandığında daha özgürlükçü sivil bir tutum sergiliyorlardı. Bu nedenle Kepler kendini Calvinciliğe yakın hissetse de günmerkezli kozmoloji karşısında her iki mezhebin takındığı ortak tutum nedeniyle bu mezheplerden birinin içinde yer almamış olmasında şaşılacak bir şey yoktur.
Üstelik o yıllarda kiliseden dışlanmış olmanın beraberinde getirdiği toplumsal olumsuzlukları da akılda tutmalıyız. Örneğin, Kepler’in mezarı otuz yıl savaşları sırasında İsveçli Protestan ordular tarafından tahrip edildiğinden günümüzde yeri tam olarak bilinmemektedir.
Kepler’in Lutherci ilahiyatın etkisinde kalarak bilimsel başarılarını gerçekleştirdiği iddiası kabul edilebilir olmaktan uzaktır çünkü Protestan ilahiyatı günmerkezli kozmolojinin karşısında tutum alıyordu.
6. Teslisi Reddeden Newton
Sofu bir dindar olduğu iddia edilen Newton’un, kutsal kitabın yorumlanmasına yönelik büyük çaba gösterdiği ve akıl almaz boyutlara vardırdığı simya ilgisi nedeniyle sağlığının bozulduğu bilinmektedir. Newton’un kutsal metin incelemelerinin yer aldığı “Kutsal Kitap'ın Yorumu” adlı çalışmasının tam metni 2015 yılında dilimize kazandırılmışken, Principia’sının tam metninin hala dilimizde yayımlanmadığı ve Principia’dan yapılan 63 sayfalık seçkinin 1997 yılında dilimize kazandırıldığını belirterek başlayalım.
İktisatçı John Maynard Keynes (1883-1946), Newton’un 300. doğum yılı anmaları sırasında yaptığı “Newton, The Man” başlıklı konuşmada Newton’u, “O, akıl çağının ilki değildi. O büyücülerin sonuncusuydu” diyerek yâd etmiştir. Bu yorumunda Keynes ne yazık ki egemen ideolojinin sözcülüğünü üstlenerek gerçeği eğip büküyordu çünkü Newton aşağıda göreceğimiz üzere, Keynes’in dediği gibi büyücülerin sonuncusu değildi. İlki olmasa da akıl çağının öncülerindendi. Öne çıkarılması gereken yanı da budur.
Newton, 1661-1665 yılında tuttuğu defterinde çalışmalarını özetlediği sayfalardan birinin üstüne -muhtemelen 1664 yılında- “Amicus Plato amicus Aristoteles magis amica veritas” (Plato dostum, Aristoteles dostum ama en iyi dostum gerçeklerdir) özdeyişini yazmıştır (Westfall, 2018: 106). Bu satır Newton’un açıkça dönemin egemen düşüncesinden ayrılarak akılcılığın etkisinde olduğunun kanıtıdır.
Newton, Hristiyan ilahiyatçılarca suistimal edilen iki Yunan düşünür karşısında pejoratif bir tutum takınmıştır. Bu tutum 17. yy’da öne çıkmaya başlayan burjuvazinin sürükleyiciliğinde eğitim almış kişiler üzerinde giderek etkisini artırıyordu. Aynı özdeyişe Don Quijote romanında da rastlamak mümkündür (Saavedra, 2013: 756). Burjuvazinin ilerici bir sınıf olduğu 17. yy’da, Newton da kendi coğrafyasında kurulu olan toplumsal yapıyla karşı karşıya geliyordu. Bu Newton’un dinsel tutumunun da zamanla değişmesine neden olacaktır. Çünkü Trinity Kolejindeki öğrenciliği sırasında dönemin yaygın beğenisinin dışında kalan ve pek revaçta olmayan Galilei ve Kepler’in çalışmalarını okumuştur. Aristotelesçiliğe eleştirel yaklaşan Newton, ruhun ölümsüzlüğü fikrini kabul etmediği gibi İsa’nın da ölümlü bir bedene sahip olduğunu savunan Ariusçuluğa ilgi duymaktadır ve bu ilgisi zamanla pekişecektir.
Newton’un 1704 yılında İngilizce kaleme aldığı Opticks adlı eserinin başında yer alan “Bu kitaptaki amacım ışığın özelliklerini varsayımlarla açıklamak değil, akıl ve deneyle sunup kanıtlamaktır.” cümlesi Keynes’in kasıtlı saptırmasının karşısındaki en açık göstergedir. Keynes’in bu cümleyi okumamış olması düşük bir olasılıkken nasıl oluyor da Newton’u bir büyücü olarak andığı sorusu yanıt bekleyen bir sorudur. Newton çağdaşı John Locke’a yazdığı bir mektupta “Dini meselelerde insanların batıl inançlara yatkın fevri tarafı onları öteden beri gizemlerden yana olmaya itmiştir, bu nedenle en az anladıkları şeyi en çok severler” (Westfall, 2018: 495) diyerek gizemciliğin karşısında akılcılığı yeğlemesi Keynes’in hatasını ortaya koyan bir diğer veridir.
Newton’un simyaya olan ilgisinin temelinde de maddeyi dönüştürme ve ona yeni işlevler kazandırma yönündeki tutkusu yer almaktaydı. O dönemde, kimya biliminin doğmak üzere olduğu, fiziğin ise yeni yeni ortaya çıkmakta olduğu unutulmamalıdır. Simya sanıldığı gibi büyüsel ve doğaüstü bir etkinlik olmayıp bilimsel bir etkinliktir. Simya durağına uğramadan kimya biliminin ortaya çıkacağını düşünmek imkânsızdır. Bugün temel kimya laboratuvarlarında kullanılan kaplar ve benzeri gerecin tamamı simyacıların yüzyıllarca süren çalışmaları sırasında geliştirilmiştir. Newton Lucas profesörlüğünün ilk yıllarında simya deneyleri yapmaya başlamış ve bu deneylerde özellikle metallerle çalışmayı yeğlemiştir (Christianson, 2020: 80). Metaller konusundaki bu deneyimi ileride darphanedeki görevinde işine yarayacaktır.
İddia edildiği gibi Newton gerçekten de sofu bir dindar mıydı? Elbette, değildi! İngiliz astrofizikçi John Gribbin (2014: 204) ve hacimli bir Newton biyografisi kaleme alan saygın bilim tarihçisi Richard Westfall (2018: 494), Newton’un Ariusçu olduğunu kaydederler. Westfall (2018: 343), elimizdeki belgelere dayanarak Newton’un 1673 yılından önce Ariusçu inançlarını pekiştirdiği görüşündedir. Ariusçuluk, kurumsal Hristiyanlığın temelinde yer alan teslis (trinity) -kutsal üçleme (baba, oğul, kutsal ruh)- düşüncesine karşı çıkan bir Hristiyanlık doktrinidir.
Newton, döneminin toplumsal normu olarak kurumsallaşan Anglikanlığı benimsemez. Westfall’a (2018: 494) göre Newton, Kitab-ı Mukaddes’teki Katolik tahrifatı ortaya çıkarmak için yukarıda bahsedilen kutsal metin incelemelerine yönelmiştir.
1534’te kurumsallaşmış ve piskoposluk kurumuna sahip Anglikan Kilisesi de teslis inancı üzerine kurulmuştu. Anglikan kilisesi, Protestan gelenek içerisinde gelişen bir kilise olmayıp bağımsız bir batı kilisesidir. Esasında Anglikan Kilisesi’nin sadece boşanma serbestisi ile Katoliklikten ayrıştığını söylemek çok da yanlış olmaz. Reform sonrası kurulan diğer kiliselerden farklı olarak Anglikanlık, yalnızca inanç öğretileri bakımından değil ibadet biçimleri bakımından da Katolik öğretinin mirasına sahip çıkıyor ve kurumsal anlamda siyasallaşmış olmanın tüm ağırlığını da üzerinde taşıyordu. Liderliğini kral ya da kraliçenin üstlendiği Anglikan Kilisesi'nin ruhani liderliğini üstlenen Canterbury Başpiskoposluğuna atanma işlemi günümüzde bile Başbakanın önerisiyle kral (ya da kraliçe) tarafından yapılmaktadır.
Newton, o günkü usullere göre geleneksel teslis inancını beyan eden bir yemin ederek Anglikan Kilisesi'nin ruhban sınıfında görevli olmak zorundaydı. Dönemin İngilteresi, iç savaş sonrasındaki restorasyon döneminin çalkantıları içerisindeydi ve Newton’un yeteneklerinin farkında olan yakın çevresi her ne olursa olsun onun desteklenmesi gerektiği düşünüyordu. Trinity Koleji dönemin Anglikan Kilisesi üzerinde etkili olan kurumların başında geliyordu.
İkinci kez Lucas profesörlüğüne atanmasının arifesinde -1675 yılında- zamanla pekişen Ariusçu inancı nedeniyle Newton bu yemini ederek Anglikan ruhban sınıfının bir üyesi olmak istemiyordu. Kendi kişisel kariyer endişesiyle Lucas kürsüsünü Newton’a devretmek isteyen o zamanki Trinity Koleji müdürü Isaac Barrow’un çabasıyla bilime ilgi duyan Kral II. Charles, Lucas profesörlüğüne atanma koşulu olan dini yemin etme ve ruhban sınıfına atanma zorunluluğunu kaldırmıştır (Westfall, 2018: 345).
Lucas kürsüsüne atanması öncesinde Newton’un okumak istemediği yemin metni o günden bu yana bir daha uygulanmamıştır. İki yıl önce yitirdiğimiz Stephen Hawking de Lucas kürsüsünde profesördü ve tanrıtanımazlığı iyi bilinmesine karşın Newton’un tutumu sayesinde 17. yy'da ruhban sınıfından olma zorunluluğunun kaldırılmasından yararlanmıştır.
Newton ikinci kez Lucas profesörlüğüne atanmadan önce Trinity Kolejinde kıdemli üye olması sürecinde dört kez benzeri yemin metinlerini okumak zorunda kalmıştır (Westfall, 2018: 342) fakat zamanla pekişen ve teslisi reddeden Ariusçu tutumu nedeniyle artık bu yemini etmek istemiyordu. Üstelik Newton, adını teslis inancından alan Trinity Kolejinde kıdemli üye olarak çalışıyordu ve teslisi reddeden tutumunu açık etmesi beklenemezdi. Parlamentoya seçildiğinde Lucas kürsüsünü emanet edeceği ismi bizzat Newton kendisi belirlemiştir (Christianson, 2020: 133). Newton’un halefi olan norm dışı dinsel inancı ile tehlikeli siyasi görüşlerini açık etmekten çekinmeyen William Whiston’un 1710 yılında teslisi benimsemediği anlaşılınca kürsüdeki görevi sona ermiş ve sürgüne gönderilmiştir.
Newton yaşamı boyunca siyasal otoritenin gadrine uğramamak için dinsel inançlarını ve politik görüşlerini gizlemiştir. Anayasal monarşinin temellendirilmeye çalışıldığı dönemde parlamento üyeliği yapmıştır. İmtiyazlı toplumsal statüsünü koruyabilmek için Anglikan sosyetesinin dikkatini çekmeyecek şekilde aykırılığını saklamaya özen göstermiştir (Westfall, 2018: 801). Ancak ölümünden üç yıl önce Katolik Kilisesi'nin zorunlu ve Anglikan Kilisesi’nin de makbul saydığı yedi kutsal ayininden biri olan viaticum’u (ölüm döşeğinde düzenlenen kudas ayinini) reddederek Anglikan karşıtı tutumunu açıktan belli etmiştir.
İleride göreceğimiz gibi Newton’un, 17. yy ortalarında Britanya’da ortaya çıkan ve kutsal ayinleri tamamen ya da kısmen reddeden muhalif Protestan grupların (bu gruplar Katolik Kilisesi'nin değil Anglikan Kilisesi'nin karşısındadırlar) yarattığı toplumsal hareketlilikten etkilenmiştir. Yaşamı boyunca Anglikan Kilisesi'ni ve öğretisini reddetmesine ve ölüm döşeğindeyken bunu açıkça ortaya koymasına karşın Newton, öldükten sonra egemenlerin iradesiyle Anglikan Kilisesi’nin kalbi sayılan ve taç takma merasimlerinin düzenlendiği Westminster Abbey’e defnedilmiştir.
7. John Dalton: Quaker’lar ve Dönemin Britanyası
Dalton’un babası yerel bir Quaker mahalle okulunu idare eden bir dokumacıydı ve cemaatin öğretisini genç kuşaklara aktarma işini bu mahalli okullar görüyordu. Ailesi Dalton’un örgün eğitimini finanse edemeyecek denli düşük gelire sahipti.
The Quakers (Sarsıcılar) 17. yy ortasında İngiltere’deki iç savaş sırasında ortaya çıkan dinsel gruplardan (tarikatlardan) biridir. Bu dönemde ortaya çıkan dinsel grupları ve savundukları düşünceleri özetlemek dönemin toplumsal dinamiğinin anlaşılması bakımından açıklayıcı olacaktır.
The Levellers (Düzleyiciler) erkeklerin oy verme hakkı mücadelesine öncülük ediyorlardı. The Independents(Bağımsızlar) devletin kilisesi olamayacağını ve devletin kilise için vergi toplamaması için mücadele ediyorlardı. The Seekers (Arayışçılar) herkesin Tanrıya kendi bildiğince ulaşmaya çalışmasını savunuyor ve toplumsal egemenlerin koruyuculuğundaki dinsel üst yapı Anglikan ruhban sınıfının tüylerini diken diken ediyorlardı. The Ranters (İddiacılar) mutlak bir ifade özgürlüğünün peşindeydiler. The Quakers (Sarsıcılar) ise tüm insanların eşit oldukları düşüncesiyle -cinsiyet eşitsizlikleri de dâhil- her türden toplumsal hiyerarşi normunun karşısında yer alıyorlardı. The Dissenters (Ayrılıkçılar) dine devlet müdahalesine şiddetle karşı çıkıyorlardı. The Diggers (Kazıcılar) ise Hristiyanlığın panteist bir yorumunu benimseyerek toprağın herkesin ortak yararına komünal köyler biçiminde kullanılmasını savunuyorlardı (Conner, 2013: 368-369). Kendilerini eleştirenlere küfretmeleriyle tanınan The Muggletonians (Muggleton’cular) tanrının varlığını açıkça reddediyorlar ama yüce bir insan olarak İsa’yı örnek alıyorlar ve ibadet etmiyorlardı. İngiltere’de ayrılıkçılığı benimseyen Baptistler (Vaftizciler) din ile devlet arasında kurulan bağı reddediyorlar ve yalnızca yetişkinlerin kendi iradeleriyle vaftiz olabileceklerini savunarak yeni doğan vaftizi de dâhil olmak üzere diğer ayinleri uygulamıyorlardı.
Taraftarlarının uğradığı katliam ve tutuklamalarla yok edilen, siyasi kargaşa yaratmayı hedefleyen Brownistlergibi küçük radikal muhalif kiliseler de yeraltı kiliseleri olarak örgütlüydüler. Britanya’da yaşanan toplumsal ve siyasi karmaşa kendini inanç alanında da gösteriyor ve tam bir inanç anarşisi yaşanıyordu. Thomas Edward Gangraena adlı eserinde dönemin Britanyasında en az 16 mezhep ve 176 ‘sapkın’ tarikat örgütlenmesi listeler.
17. yy ortalarında İngiltere toplumsal bir altüst oluş içerisindeydi ve bu sırada halkın yürüttüğü mücadele sonucunda dinsel anlayışlarda da farklı arayışlar kendilerini belli edebiliyor ve toplumsal zemin kazanabiliyorlardı. Restorasyon döneminde yaşanan bu karmaşa sönümlendikten sonra da dinsel alanda yaşanan ayrışma toplumsal pratikte devam etmiştir. Britanya’da Protestanlık kendini Püritenizm (halislik) adı altında ifade ediyor ve restorasyon çağından sonra da ‘İskoç Presbiteryenliği’, ‘Anglikan Evanjelizmi’ ve inançlılar meclisinin iradesini öne çıkaran ‘Kongrecilik’ akımlarıyla dinin buyurgan kurumsallığını reddeden sivil bir pratiği hayata geçiriyorlardı.
Dalton, The Quakers tarikatındandı. Quaker'lar, herkeste Tanrısal bir öz bulunduğuna ve her insanın eşsiz bir değere sahip olduğuna inanıyorlar ve tüm insanlara eşit değer verilmesini, onlara zarar verebilecek ya da onları tehdit edebilecek her şeye karşı çıkıyorlardı. Vicdan özgürlüğünü savunan Quaker’lar savaş karşıtıydılar, tüm insanların eşit olduklarını düşündükleri için de toplumsal statü farklılıkları karşısında tutum alıyorlar ve toplumsal adaleti savunuyorlardı. 17. yüzyıl ortalarında ortaya çıktıkları ilk günden beri kölelik karşıtı devrimci bir toplumsal ve siyasal etkinliğe sahiptiler.
Katolik, Ortodoks ve diğer doğu kiliseleri yedi ayini zorunlu uygularken, Anglikanlar bu yedi kutsal ayinin (sacrament) yedisini de tanır fakat ikisini zorunlu kabul eder, kalan beşinin uygulanmasını ise makbul karşılayıp tavsiye eder. Protestan Kiliseler, yedi ayinden sadece ikisini -vaftiz ve komünyon- uygularlar ve diğerlerini reddederler. Quakerlar ise yeni doğan vaftizi de dâhil olmak üzere yedi kutsal ayinin tamamını reddeden dinsel pratikleriyle diğer Protestan gruplardan ciddi ölçüde ayrılmaktaydılar. Matta 18:20’deki sözlerin etkisiyle Kilise Binaları da yoktu ve ibadetlerini bir saatlik süreyle toplandıkları inanlılardan birinin evinde İncil’den parçalar okuyarak gerçekleştiriyorlardı.
Dalton, bir Quaker olduğu için o dönemde resmi yükseköğretim kurumlarında öğrenci olamamıştı (Gribbin, 2014: 394). O yıllarda üniversitede öğrenci olabilmek için Anglikan Kilisesi üyesi olma koşulu aranıyordu. Bunun üzerine Dalton, yeni yeni sanayileşmeye başlamış işçi sınıfının güçlü olduğu, toplumsal mücadele ve hareketliliğin belirleyici olduğu Manchester’a gelerek orada presbiteryenlerin kurduğu kolejde çalışmaya başlamıştır. Bir Quaker olarak Presbiteryenlerin okulunda okuyabiliyor ve çalışabiliyordu. Presbiteryenler diğer radikal Protestan tarikatları kendilerine yakın gördükleri için onlara yardımcı oluyorlar ve destekliyorlardı.
Calvinci Protestan öğretiden etkilenmiş olan Presbiteryenlik Anglikan Kilisesi gibi siyasallaşmış kurumsal Hristiyanlık karşısında tutum alan bir mezhepti. Yerel inançlı toplulukların kendi aralarından seçtikleri ‘ihtiyar meclisleri’ tarafından yönetilme pratiğini benimsiyorlardı ve piskoposluk gibi bir kuruma sahip değillerdi. Özellikle İskoçya’da yayılmışlardı ve varlıklarını restorasyon çağından beri yürüttükleri toplumsal ve politik mücadeleye borçluydular.
James C. Maxwell ve Bertrand Russell, Presbiteryen ailelerde dünyaya gelen ünlü isimlerdendir. Ayrıca sanayi devriminin önemli ismi James Watt da Presbiteryen bir ailenin çocuğuydu ve ailesi İskoç Presbiteryenliği’nin açık bir politik tutum takınan radikal tarikatı The Covenanter’ler (Antlaşmacı’lar) olarak anılan kolundandı. The Covenanter’ler Britanya’da sürdürdükleri yüzyıllık politik mücadelelerine ABD’ye göç ettikten sonra kölelik karşıtlığını ekleyerek devam etmişlerdir.
8. Savaş Karşıtı Michael Faraday ve Sandemancılık
Faraday da tıpkı Dalton gibi toplumun alt sınıfından gelmekteydi. Çağdaşı bilimcilerin aksine; ne soyluydu ne de kentsoylu. Ciltçide çalışan bir emekçiydi. Örgün eğitim alma şansına sahip olamadı (Motz ve Weawer, 1989: 138) ama otodidakttı. Kendi çabasıyla edindiği sınırlı matematiksel kazanımları ise muhtemelen dört işlem yapmanın ötesine geçemiyordu. Faraday’ın geliştirdiği kuvvet çizgileri kavramının etkisiyle Maxwell elektrodinamik kuramı oluşturabildi. Maxwell, kuramının yer aldığı kitabın bir nüshasını incelemesi için Faraday’a göndermesi üzerine Faraday 1857’de Maxwell’e yazdığı mektupta Maxwell’in denklemlerini ‘hiyerogliflere’ benzeterek bunların deneysel olarak çözümlenmesi gereğini belirtmiştir (Tricker, 1966: 25).
Dönemin kimya bilimindeki gelişmeleri halka tanıtan ve yüksek ücretler karşılığında izlenen bilimsel gösterileriyle tanınan Humphry Davy’nin toplantılarını izleyebilmek için Davy’nin yanında şişe temizleyicisi olarak işe başlayan Faraday, elektriğin yanı sıra deneysel kimya alanındaki becerileriyle de dikkat çekici başarılara imza atmıştı. Sadece elektrolizi değil benzinin keşfini de Faraday’a borçluyuz. Dünyamızı değiştiren bilimsel yasalardan birinin kâşifi olan Faraday, ciltçide çalışırken büyük bir iştahla okuyordu. Dalton’un atom kavramından da haberdardır. "Doğa kanunlarıyla uyumlu olan hiçbir şey olağanüstü olamaz" diyen Faraday’ın bilimsel tutumunun şekillenmesinde dönemin genel dinsel normlarının aksine ilahi mucizeleri kabul etmeyen bir anlayışın izi açıkça görülür.
Faraday, Sandeman tarikatına mensup bir aileden geliyordu. Büyükanne ve büyükbabası Quaker’ların yoğun biçimde yaşadıkları bir yöreden göç etmişlerdi. Sarsıcılar (The Quakers), sonradan Sandemancılar olarak anılacak marjinal varyantlarıyla ortak bir toplumsal tabana sahiplerdi ve sarsıcılık, çoğunlukla yarı-vasıflı ve vasıfsız işçi ailelerince benimseniyordu (Cantor, 1993: 34 ve 55).
Sandemancılar, olabildiğince basit ve mütevazı bir yaşam sürdürülmesi gerektiğine inanan, Luka İncil’indeki (18:25) sözlerin etkisiyle zenginlerin Tanrının göksel egemenliğine girmelerinin zor olacağına inanan, Tanrının yasalarının sadece insanlar için değil doğada da geçerli olduğunu düşünenlerin oluşturduğu radikal bir tarikat oldukları için sapkın sayılıyorlardı. Sandemancılar o denli radikaldirler ki, anarşist düşünür William Godwin’in de bir Sandemancı olduğunu belirtmek açıklayıcı olacaktır.
1853 yılında Faraday, Sandemancılığa aykırı olduğu gerekçesiyle Kraliyet Bilim Derneğinin kimya bölümü tarafından üretilmesi planlanan ve hükümetin Rus Çarlığı karşısında Osmanlı İmparatorluğu’na yardım etmek için gireceği Kırım Savaşı’nda kullanılmak üzere hazırlanmasını istediği zehirli gaz üretme projesinde yer almayı “barbarlık” olarak nitelendirerek reddetmiştir (Croddy, 2002: 131). Faraday bu teklifi reddettiğinde uluslararası şöhretinin doruğundaydı. Faraday Kraliyet Bilim Derneğinin başkanlığı teklifini de, şövalyelik unvanını da insanlar arasındaki her türlü hiyerarşinin karşısında olan Sandemancılığa aykırı olduğu için kabul etmemiştir (Gribbin, 2014: 455). 1847’de Kraliyet Bilim Derneğine ilk kez bir kadın araştırmacının (Bayan Burdett-Coutts) üye seçilmesi için azami çaba harcamıştır. Üstelik 1827’den beri mütemadiyen bu uğurda mücadele vermiştir. Victoria çağının tüm azametiyle yaşandığı dönemde cinsiyet eşitsizlikleri karşısında döneminin çok ilerisinde ilerici bir tutum takınmıştır.
9. Maxwell: Sosyalist bir Hristiyan
Calvincilikten etkilenen Presbiteryenlik İskoçya’da hâkim olan mezheptir. Presbiteryenlik Britanya’da köleliği mensuplarına yasaklayan mezheplerden biri olmasıyla döneminin devrimci toplumsal hareketliliğine destek olan bir tutuma sahiptir. Quaker’lar ve diğer radikal tarikatlar da kölelik karşısında duruyor ve köleliğe zemin kaybettirecek toplumsal mücadelenin bileşenleri arasında yer alıyorlardı. Anglikan Kilisesi’nin köleliği savunan bir retoriğe sahip olduğu unutulmamalıdır.
Kıta Avrupası’ndaki 1848 devrimleri ile 1871 Paris komünü Maxwell’in 48 yıllık kısa yaşamına sığmıştır. Kıta Avrupası işçi sınıfının hareketliliğiyle altüst olurken Britanya da işçi sınıfının 1838-1857 yılları arasında sergilediği kitlesel Çartist (Chartist) mücadeleye sahne oluyordu. İrili ufaklı tüm Protestan çevreler işçi sınıfının bu hareketine üstü kapalı destek vermenin yanı sıra özellikle Quaker’lar ve Presbiteryenler açıkça destek veriyorlardı.
James Clerk Maxwell varlıklı bir İskoç ailesinin çocuğudur: Babası Presbiteryen annesi ise Anglikandır (Campbell ve Garnet, 1882: 55). Maxwell, hayatı boyunca dinsel inançlarında dönüşümler yaşayacak ve Anglikan Evanjelizmine yönelecektir. Anglikan Evanjelistleri (müjdecileri) Çartist hareketin de etkisiyle dinsel grupların güdümündeki sosyal yardım hareketlerinin yaygınlaştırılarak toplumsal refahın artırılmasını önceleyen bir yaklaşıma sahiptir.
Maxwell, bilim-din arasındaki ‘uyumluluk’ tezine karşı çıkar. Ölümünden üç yıl önce, 1876’da Bristol’deki Anglikan Piskoposu C. J. Ellicot’a cevaben yazdığı mektubunda (Campbell ve Garnet, 1882: 393-395), bilimin asla dini hakikat için bir rehber olarak görülmemesi gerektiğini savunur: “Bilimden hareketle teolojiye ulaşmaya çalışan düşünce akımları gayrimeşru olmalarının ötesinde inananlar için tehlikeli de olabilir”. Bunun nedeni olarak da, “Bilimsel hipotezlerin değişim hızı, doğal olarak İncil yorumlarınınkilerden çok daha fazladır” demiştir.
Theerman (1986), Maxwell’i dinsel düşünceleriyle öne çıkaran egemen ideolojiye hizmet eden bir makale yayınlamıştır. Bu makalenin kaynaklarında yer alan ve Maxwell’in Cambridge Havarileri (Apostles) adlı edebiyat ve felsefe topluluğundan arkadaşı Campbell’ın arşivinde bulunan mektuplarından yapılan alıntılar bir süzgeçten geçirilerek aktarılır ve okuyucuda Maxwell’in Hristiyan inancını doğrulama gayretindeki samimi bir inançlı olduğu izlenimi uyandırılır. Oysa gerçek yine bu denli basit değildir.
Havari topluluğunun gündemine aldığı konulardan biri Frederick Denison Maurice tarafından geliştirilen sosyalist Hristiyanlık doktrini olmuştur. Maurice, kıtadaki 1848 devrimlerinin etkisiyle Britanya’daki işçi sınıfının eğitimine odaklanmıştı. Londra’da bir İşçi Üniversitesi (Working Men’s College) kurma projesini hayata geçirir. Maurice’in bu çalışmaları Cambridge Havarileri topluluğunun üyeleri tarafından heyecanla izleniyordu. Maxwell, 1853’te F. D. Maurice hakkında dinsel sapkınlık iddiasıyla açılan kamu davasını yakından takip ediyordu ve Maurice’in İlahiyat Denemeleri’ni okuyordu (Theerman, 1986).
Maxwell, 27 Eylül 1855’te Campbell’a yazdığı mektupta “Kendimi öğrencilerden çok derse giren işçilere adamaya niyetliyim” diyordu (Campbell ve Garnet, 1882: 217). Mart 1856’ya gelindiğinde politik bir pratiğin içinde yer almaya başlamıştı. İşçi Üniversitesi çalışmaları sırasında Maxwell’in babasına yazdığı bir mektupta aşağıdaki satırları okumak mümkündür: “Bugün İşçi Koleji'ndeydim, kesirli sayıları öğretmeye çalışıyordum. Bu kocaman erkek çocuklarının eğitim eksikliklerini tamamlamaları için bir hazırlık okulu kuruyoruz. Ayrıca dükkanların erken kapanması için de ajitasyon yapıyoruz. Hırdavatçıların tamamı ve biri hariç tüm ayakkabı imalatçıları bizimle. Kitapçılar bunu bir ara yaptı. Bir tek Pitt Press’tekiler geç saatlere kadar çalışmaya devam ediyor ve bunun sonlanması için dilekçe verilecek.” (Campbell ve Garnet, 1882: 252).
Theerman makalesinde kasıtlı biçimde Maxwell’in Maurice’in sosyalist Hristiyanlık teolojisine ihtiyatla yaklaştığını ve benimsemediğini belirtir. Oysa sık sık alıntılama yaptığı “The Life of James Clerk Maxwell” adlı eserde yer alan şu satırlardan hiç bahsetmez: “Hristiyanlık - yani İncil'in dini - herhangi bir mülkiyeti reddeden tek inanç şeması ya da biçimidir. Burada her şey ücretsizdir. Dünyanın sonuna uçabilir ve Kurtuluşun Yazarından başka Tanrı bulamazsınız. Kutsal metinleri araştırabilir ve keşiflerinizde sizi durduracak bir ifade bulamazsınız.” (Campbell ve Garnet, 1882: 178).
Bu satırlarda Maxwell’in ‘Kurtuluşun Yazarı’ olarak nitelediği kişi İsa’dır. Theerman, Ronald Reagan döneminde her derde deva olarak sunulan yeni liberal söylemin itici gücüyle yola çıkan trenin yeni muhafazakârlık vagonuna binebilmek için Maxwell’in ‘sosyalist’ bir Hristiyan olduğunu söyleyemezdi sadece ‘içten’ bir Hristiyan olduğunu vurgulayabilirdi. Ve öyle de yapmıştır.
Maxwell Hristiyan mıydı? Şüphesiz evet. Fakat Maxwell’in Hristiyanlığı, döneminin yaygın kabul gören Hristiyanlık normundan oldukça farklıdır. Bu farklılığın temelinde ise Maxwell’in içinde yer aldığı eşitlikçi toplumsal mücadele ve muhalefetin etkisinde şekillenen ütopik (hayalci) sosyalizmin etkisi açıkça görülmektedir.
10. Bilim ile Dinin Kesiştiği Yer: Toplum
Egemen ideoloji ve onu üreten üst yapı kurumları tarafından ‘dindar’ olarak tanıtılan bilimin büyük isimlerinin dinsel tutumları incelendiğinde; Kepler, Newton, Dalton, Faraday ve Maxwell’in günümüzde kullanılan anlamıyla hiç de ‘dindar’ olmadıkları anlaşılmaktadır.
Burada sözü edilen ‘dindarlık’ kavramı, toplumsal zeminde taşıdığı anlamla öne çıkmaktadır ve dinsel normun içinde kalarak onu onaylayan bir anlama sahiptir. Dindarlık, salt ilahiyattaki retorik bağlamında üstlendiği işlev bakımından değerlendirilmesi mümkün olmayan, toplumsal boyuta sahip bir kavramdır.
Bilim ile Din hakkında tarihsel ve diyalektik olmayan aydınlanma çizgisinin (pozitivizm, mekanik ve diğer ilkel materyalizmler, yeni olan ve olmayan pozitivizm, mantıkçı pozitivizm, eleştirel ve nesnel idealizm de dâhil her türden idealizm vb.) tıkandığı noktalarda başvurduğu kayıtsızlığın bir açmaz olarak karşımızda durduğunu görmeliyiz. Çünkü diyalektik ve tarihsel olmayan her tür materyalizm Bilim ile Din arasındaki ayrılığı salt üst yapı kurumları arasındaki mücadeleye indirgeme eğilimindedir (Önal, 2018). Ve nihayetinde bilim ile din arasındaki tarihsel gerilimin, bilimsel ve dinsel üst yapı kurumları arasında uyumun tesis edilerek çözülebileceği iddia edilir. Bu tutum pek çok gerçeğin, özellikle de toplumsal dinamiğin tarihselliğinin anlaşılmasının önüne geçer.
Toplumsal mücadelelerin din cephesinde yaşananlara odaklanan tarihsel materyalist yöntem ile bilim cephesinde ortaya konulanlara odaklanan diyalektik materyalist yöntem çerçevesinde bilimde büyük ilerlemelerin yaşanmasına aracılık etmiş kişilerin aynı zamanda içinde yaşadıkları toplumun dinsel üst yapı kurumlarıyla yaşadıkları gerginliğin anlaşılmasının taşıdığı önem bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır. Yukarıda adları geçen büyük bilimcilerin, ya topluma egemen sınıfların güdümünde gelişen dinsel üst yapı kurumlarının karşısında oldukları ya da toplumsal muhalefetin dinsel alandaki ifade biçimlerinin bileşenleri arasında mevzilendikleri görülmektedir.
1615 yılında Galilei (1978: 128-135) bir mektubunda ‘Heaven’ ile ‘the heavens’ arasında nazire yaparak şöyle yazmıştır: “Kutsal ruhun amacı bize cennete nasıl gideceğimizi öğretmektir, cennetin (göklerin) nasıl gideceğini öğretmek değil”.
KAYNAKLAR
Barker, P. ve Goldstein, B. R. (2001). Theological Foundations of Kepler's Astronomy. Osiris, 16, 88-113.
Campbell, L. ve Garnet, W. (1882). The life of James Clerk Maxwell. London: McMillan.
Cantor, G. (1993). Michael Faraday: Sandemanian and Scientist. The Macmillan Press Ltd: London.
Christianson, G. E. (2020). Isaac Newton: Bilimsel Devrim (A. N. Tümay, Çev.). Martı Kitap: İstanbul, (a) s. 80, (b) s. 133.
Conner, C. D. (2013). Halkın Bilim Tarihi (Z. Çiftçi Kanburoğlu, Çev.) Ankara: TÜBİTAK.
Croddy, E. (2002). Chemical and biological warfare. New York: Springer-Verlag.
Galilei, G. (1978). Lettere, Einaudi: Torino.
Gribbin, J. (2014). Bilim Tarihi (B. Gönülşen, Çev.). İstanbul: Alfa Bilim.
Kepler, J. (1609). Astronomia Nova.
Kozhamthadam, J. (2002). The Religious Foundations of Kepler's Science. Revista Portuguesa de Filosofia, 887-901.
Lenin, V.I. (1909). Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Vrezno Yay., Moskova (Ленина, В.И. (1909) Материализм и Эмпириокритицизм, Издаие Звено, Москва.) [Lenin, V. İ. (1993) Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Ankara Sol Yayınları, s. 313.]
Motz, L. ve Weawer, J. H. (1989). Story of Physics. New York: Avon Books.
Önal, N. E. (2018). Feuerbach’tan günümüze militan ateizmin diyalektik eleştirisi. Madde, Diyalektik ve Toplum, 1 (4), 298-305.
Saavedra, M. de Cervantes (2013). Don Quijote. İstanbul: YKY.
Theerman, P. (1986). James Clerk Maxwell and religion. Am. J. Phys. 54, 312-317.
Tricker, R. A. R (1966). The contributions of Faraday and Maxwell to Electrical Science, Oxford: Pergamon Press.
Voelkel, J. R. (2002). Johannes Kepler: Yeni Gökbilim, (N. Özlük, Çev.). Ankara: TÜBİTAK.
Westfall, R. (2018). Newton: Isaac Newton’un Biyografisi (O. Düz, Çev.). İstanbul: Alfa Bilim.
Young, D. A. (2007). John Calvin and the Natural World. Lanham: University Press of America.