Bilim Emekçilerine Okuma Önerisi: Kendi Hikâyemiz ve Hikâyemizi Paylaşanlar

Sami Faik

İnsanlık tarihi boyunca, bilgiye erişme olanakları her toplumda ve zaman diliminde ilgili iktisadi, siyasi ve toplumsal egemenlik mekanizmalarının belirleniminde olmuş, bilgiye erişmek için uğraş veren insanlar da kaçınılmaz olarak bu belirlenime tabi olmuştur. Bu durum, bugünkü anlamıyla bilimin, yani “modern bilimin” doğuşuyla da değişmemiştir. Bilim insanları yine, içinde yaşadıkları toplum ve zaman diliminin egemenlik mekanizmalarının belirlenimindedir. Kapitalizm, bu durumu bir adım öteye taşımıştır. Burjuvazi, bilim insanlarını verili egemenlik mekanizmasının boşlukları içinde araştırmalarını yürütmeye çalışan, belki bir anlamda “seçilmiş” bir entelektüeller grubu olmaktan çıkarmış, “bilim emekçisi”ne dönüştürmüş, onları işçi sınıfının bir parçası kılmıştır.

Bilim insanları, işçi sınıfının üyeleri olarak, sınıfın hangi bölmesine dâhildir? Bir bilim emekçisinin piyasaya sunduğu, veya “patrona sattığı” emek gücü, esasen eğitim süreçleriyle kazanılan ve “zihinsel emek” kategorisine giren bir bilgi ve beceri dağarcığıdır. Çoğunlukla, yaptığı bilimsel araştırmalardan ziyade ürettiği hizmet (ders vermek gibi) üzerinden belirlenen bir ücret alır (yalnızca araştırma faaliyeti yürüten ve bunun üzerinden ücret alan bilim insanları elbette mevcuttur, örneğin doktora sonrası araştırmacılar; fakat bu durumda da araştırma faaliyetinin kendisi süresi belirli “iş paketleri” içerisinde tanımlanır ve tanımlı bir hizmet üretimi olarak icrası sağlanır). Benzeri bir durumda olan diğer bölmeler “beyaz yakalı” kategorisinde değerlendirildiğine göre, bilim emekçilerini de bu kategoride ele almak mümkündür.

Bu bağlamda, beyaz yakalılarla ilgili yeni bir çalışmaya dikkat çekmek istiyoruz. Nevzat Evrim Önal’ın yeni çıkan kitabı “Bilmiyorlar Ama Yapıyorlar - Beyaz Yakalı Varoluşa Dair Denemeler”, “beyaz yakalı kimdir” sorusundan başlayıp “beyaz yakalı neden kapitalizme karşı mücadele etmelidir” sorusuna ulaşan ve konuyla ilgili hemen her türlü akıl karışıklığını giderebilecek bir çalışma. Günümüzde, işçi sınıfının diğer bölmelerinden insanlar gibi bilim emekçilerinin de sınıfsal konum ve çıkarları ile güncel siyasi tercihleri arasında genellikle ciddi bir açı bulunduğu hatırlanırsa, böyle bir çalışmanın taşıdığı önem de kolayca anlaşılacaktır.

Şimdi, kitabın içeriğine dair bir miktar bilgi verdikten sonra, bilim emekçilerinin hayatlarına izdüşümünü yapabiliriz.

“Bilmiyorlar Ama Yapıyorlar - Beyaz Yakalı Varoluşa Dair Denemeler”

Kitap, dört bölümden oluşmaktadır. İlk bölüm olan “İnceleme” bölümünde Önal, belirli alt başlıklar üzerinden beyaz yakalıları tanımlamakta, sınıfın bu bölmesinin tarih içinde nasıl ortaya çıktığını anlatmakta, beyaz yakalıların kendi konumlarına dair algılarını, bu algının maddi nedenlerini ve yol açtığı ideolojik konumlanışlar ve bireysel bunalımları tartışmakta, ve Türkiye özelinde “beyaz yakalıların gericilikle imtihanı” olarak niteleyebileceğimiz gerilimi ve buradaki mücadele olanaklarını ortaya koymaktadır. Kitabın kuramsal içeriği, büyük oranda bu bölümde verilmektedir. Takip eden “Denemeler” bölümünde, Önal’ın soL Haber Portalı’nda 2014 yılında başlayarak iki yıl boyunca yazdığı köşe yazılarına yer verilmektedir. Üçüncü bölümde, tartışmayı ve ortaya koyulan iddiaları bir anlamda özetleyen “Tezler, Kıssalar ve Alıntılar”a yer verilmiştir. Son bölüm ise, yürütülen tartışma doğrultusunda bir ideolojik konumlanış ve mücadele çağrısı içeren “Argüman” sunulmaktadır.

Ayrıca, Önal’ın köşe yazıları ve kitabın yoğunlaştığı bazı unsurlardan bahsetmek faydalı olacaktır. 2014 Türkiye’si, 2013 Haziran’ında Gezi Parkı’nda başlayan ve birkaç gün içinde bütün ülke sathına yayılan AKP karşıtı kitlesel direnişi yaşamış bir ülkedir; bu direnişte Türkiye’nin ilerici birikimi sokağa dökülmüştür ve bu birikimi temsil eden kitleler içinde eğitimli emekçilerin ağırlığı hissedilmiştir. Önal’ın da ortaya koyduğu üzere, bu insanlar Türkiye’de ilerici değerlerin taşıyıcıları arasındadır ve AKP gericiliğiyle aralarındaki gerilim 2002 yılından bu yana bakidir. Dolayısıyla, köşe yazılarının yazıldığı dönemde, bu insanlara direnişten öteye geçmek için bir siyasi yaklaşım önerme amacı güdülmektedir. Önerilen siyasi yaklaşım, hiç kuşkusuz AKP iktidarı ile kapitalizm arasındaki bağa odaklanmakta ve “AKP gericiliğinden kurtulmak için kapitalizmden kurtulmak gerekir” şeklinde özetlenebilmektedir. Daha ayrıntılı incelendiğinde, beyaz yakalıların içinde yetiştiği toplumsal koşullar, kent ve siyaset ilişkisi ve bunun işçi sınıfı açısından anlamı, Türkiye’de Cumhuriyet'in kazanımları olarak ifade edilebilecek değerler ve dinci gericiliğin bunlarla kavgası gibi başlıklar ön plana çıkmaktadır. Ve köşe yazılarının tamamı, tahmin edileceği üzere, bir mücadele çağrısı içermektedir. Bu dönem ve bahsi geçen politik yönelim, kuramsal çıkarımların da temelini teşkil etmektedir. Ancak, tarihsel materyalist bir perspektife sahip olan çalışma, ilgili dönemi de kendinden menkul bir zaman dilimi olarak ele alamayacağından, dönem vurgusu tarihsel arkaplanın 2013 Haziran sonrası Türkiye’de ve beyaz yakalılar özelinde nasıl somutlandığı şeklinde okunabilir.

Buraya kadar, kadrajı bilim emekçilerine daraltmayı gerektiren bir husus olmadığı görülmektedir. Ancak bu bağlamın, Türkiye’de bilim emekçileri açısından iki temel hususu ön plana çıkardığı söylenebilir. Bunlardan biri, kuşkusuz, geçmişi ve bugünüyle Türkiye’nin ilerici birikiminde bilim emekçilerinin yeridir. Diğeri ise, bilim insanlarının işçileşmesinin dinamikleri ve bunun yol açtığı ideolojik konumlanışlardır.

Bilim İnsanları ve İşçi Olma Hali

İkinci husus ile başlayalım. Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kapitalizmin gelişimiyle bilimsel faaliyetin ölçeği ve içeriği arasında doğrudan bir ilişki mevcuttur. Ancak, Önal’ın da ifade ettiği üzere, Türkiye’nin görece geç gerçekleşen kapitalistleşme süreci, çeşitli özgünlükleri de beraberinde getirmiştir. Kuruluş sürecinden 1980’lere kadar Türkiye Cumhuriyeti nitelikli işgücünün “az bulunur” olduğu bir ülkedir. Paralel olarak, bilim insanlarının da nüfusu bugüne kıyasla nitel farklar yaratacak oranda küçüktür. Az bulunurluk, işçi olma halini en etkili biçimde örten unsurlardan biridir; zira az bulunan nitelikli emekçi güvenceli bir işe sahip olabilmekte, belirli bir asgari refah düzeyinde yaşayabilmekte, emeğini ideolojik konumlanışı üzerinden anlamlandırabilmektedir. Ancak, nitelikli işgücü nüfusunun artması, burjuva sınıfı için alternatifleri artırmakta, doktora veya mühendise veya avukata “sırada bekleyen var” tehdidi savurmayı mümkün kılmaktadır.

Nitelikli iş gücü nüfusunu artırmak için gereken icraatlardan biri üniversitelerin sayısının artırılmasıdır. Bu olguyu, bilim insanlarının işçileşme dinamikleri açısından bir örnek olarak ele almak mümkündür. Türkiye’de üniversitelerin sayısının hızla arttığı 1980 sonrası dönemde bilim emekçilerinin yetiştirildiği süreçler ve çalışma rejimleri de değişmiştir. Ülkemizde bilim emekçileri yoğun olarak üniversitelerde çalışmaktadır; üniversitelerden bağımsız araştırma kurumlarında çalışan nüfus genel durumu belirleyecek nicelikte değildir. Hızla artan üniversite sayısı, ders faaliyetlerini yürütecek personel ihtiyacının artmasına neden olmuştur, ve bu durumun doğrudan sonucu olarak asistanlık kurumu değişmiştir. 1990’lı yıllardan itibaren Türkiye’de akademik personel kurallı bir şekilde sirküle edilmekte, akademik yaşantının uzunca bir bölümü mümkün olduğunca güvencesiz şekilde sürdürülmektedir. Bu durumun en bilinen örneği, ünlü “50d” meselesidir. Ayrıca, “doktora sonrası araştırmacılar” da yine aynı süreç içinde akademik hayatın görünür bir bileşeni olmuştur. Lisansüstü öğrenimin ve doktora sonrasının tamamı, projeler dâhilinde veya haricinde, tümüyle esnek bir çalışma rejimine tabi olunarak geçirilebilmektedir. Doktoralı işgücü sayısındaki artış, özellikle vakıf üniversitelerinde, ders faaliyetlerinin de “taşere edilmesine” yol açmaktadır; sabit pozisyonu olmadan ders veren akademisyen sayısının (koşullar değişmediği sürece) giderek artacağını öngörmek zor değildir.

Bir başka örnek, ileri teknoloji gerektiren çeşitli sektörlerde yürütülen “bilimsel faaliyetler” üzerinden verilebilir. Türkiye’de bunun fazlaca örneği bulunmamakla birlikte, bilim camiasının entegrasyon düzeyi bu örneğin Türkiye için de anlamlı olmasını sağlamaktadır. Örneğin sağlık sektöründe, ilaç veya tıbbi cihaz üreten kimi şirketler bünyesinde ileri düzeyde bilimsel araştırmalar yürütülmektedir. Araştırma çıktıları, bekleneceği üzere, ilgili şirketlerin malı olmakta ve bilimsel bilgi olarak değil ticari sır olarak işlem görmektedir. Dolayısıyla, buradaki bilimsel faaliyet içinde patron - işçi ilişkisi, üniversitelerde veya araştırma kurumlarında olduğundan çok daha doğrudandır.

Elbette Türkiyeli bilim insanları 1980’lerle veya 1990’larla birlikte işçi olmadı; sınıfsal konum, onu kavrayıp kavramadığımızdan bağımsız bir durumdur. Ancak, az bulunur bir insan grubu olmaktan görünür biçimde işçi olmaya geçiş bu dönemde yaşandı. Bu geçişin sonrasında yetişen kuşaklar açısından, önceki kuşakların mesleki algısı ciddi bir sorun kaynağıdır. Önal’ın ifadesiyle benzeştirirsek, bugünün genç bilim emekçileri “güvenceli bir kuşağın güvencesiz çocukları”dır. Ve fakat önceki kuşak, işçi olma halini kavramakta güçlük çekmekte, bilimsel yetkinliği artırma amaçlı sirkülasyonla esnek çalışmayı ayırt edemeyebilmektedir. Bu durum, yeni yetişen kuşağın da aynı dertten muzdarip olmasına neden olabilmektedir. İyi olanın kazanacağına duyulan inanç, özlük hakkı kavramının sözlüklerden çıkmasına varacak kadar ilerlemiştir. Nitelikli bir bilim insanı olma uğraşı şüphesiz bir etik değer taşıyor olsa da, bireysel bir bağlamda anlam kazandığı oranda diğer beyaz yakalı mesleklerde görülen rekabetin daha mütevazı versiyonlarına dönüşebilmektedir. Buradaki tevazu da çoğunlukla insani niteliklerin değil, iktisadi bir tevazünün türevidir. Bilimsel faaliyetin yeterince kârlı olduğu sektörlerde bu da ortadan kalkabilmektedir.

Bu türden sorunların haricinde, bir de emeğine anlam katma sorunu vardır ki, dünya genelinde hemen her yerde ve sektörde yakıcı biçimde hissedilmektedir. Önal buradaki sorun kaynağını “kapitalizmin irrasyonel temeller üzerinde yükselmesi ve emeği anlamlandıran kaynakları dejenere etmesi” olarak ifade etmektedir (sf.47). Bunun bilim insanları açısından ifadesi açık ve çarpıcıdır: en yaygın kabulle “insanlığın gelişimi için” sürdürülen bir faaliyet olan bilim, “insanlığın gelişimi” motivasyonunun anlamsızlaşmasıyla kendi varlık nedenini yitirmektedir. Zaten kapitalizmin bilim emekçilerine yönelik en şiddetli dayatması, bilimsel faaliyeti sistemin devamlılığına (yalnızca devamlılığına; zira gelişebilecek bir yanı kalmadı) yönelik teknik bilgi üretimine indirgeme beklentisidir. Bilim insanları bu doğrultuda araştırma yapmalı, üniversiteler bu doğrultuda öğrenci yetiştirmelidir.

Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Burada durup ilgili başka bir konuya, Önal’ın kategorize ettiği “savunma taktikleri”ne kısaca değinmek faydalı olacaktır. Önal, “içinde yaşadığımız gerçeklikle başa çıkma taktiklerimiz” olarak tarif ettiği ve kısaca “savunma taktikleri” olarak ifade ettiği ideolojik tutumlar için bir kategorizasyon önermektedir (sf. 50). Bu taktikler, bireyin, kendi bireyselliğinden uzaklaşmaksızın, yaşamak durumunda kaldığı çelişkiyi görünmez kılma, taşıdığı vicdani yükleri çeşitli şekillerde boşaltma veya bireysel olarak yapılabilir “iyiliklere” dönüştürme gibi kimi ortak özelliklere sahiptir. İfade etmek istediğimiz husus, böyle savunma taktiklerinin bilim emekçileri arasında da yaygın olduğudur. Mevcut ilişkiler bütünü içindeki konumlarını kavrama ve bu doğrultuda dönüştürücü bir pratik içine girme iradesi yerine, mevcut durumu yaşanır kılma eğilimi baskın görünmektedir. Fakat bilim emekçileri açısından farklı bir durum da söz konusudur. Özellikle toplum bilimleri ve ilgili alanlarda, bu savunma taktikleri bilimsel üretimin içeriğine de yansıyabilmektedir. Mevcut ilişkiler bütününe politik anlamda müdahale etmeyi öngören yaklaşımlar yerine mevcut bütünü akademik anlamda da katlanılır kılma arayışından motive olan yaklaşımlar daha yaygın şekilde tercih edilmektedir. Şüphesiz, Marksizm’den ve Marksizmi aşma veya çürütme motivasyonlu çeşitli kuramlardan bahsediyoruz. Burada ciddi bir etik ve ideolojik sorun söz konusudur. Önal’ın kategorize ettiği savunma taktikleri psikolojik bir yön barındırırken bilimsel üretimin içeriğinde bilim insanının psikolojik durumunun izlerini görmek beklenmez. Dolayısıyla, bilimsel üretimde savunma taktikleri tamamıyla ideolojiktir ve ideolojik bir tartışmanın, belki taraflaşmanın konusudur. Ancak, örneğin bir doktora öğrencisi için, olası tez jürisiyle ideolojik bir taraflaşmada karşı karşıya gelmek, bugünün koşullarında tolere edilemez bir durumdur.

Peki, tabloda yalnızca karanlık mı var? Elbette hayır. Örneğin, bilim emekçilerinin yukarıda tarif edilen sorunlara karşı geliştirdiği tek tepki, yine yukarıda bahsi geçen savunma taktikleri değildir. Ülkemizde ve dünyada, bu akılsızlığa tepki gösteren ve bunu ortadan kaldırmak için yöntem arayışı içinde olan, kendi pratiklerini geliştiren pek çok değerli bilim emekçisi vardır. Bu olgu, esasen yukarıda sözünü ettiğimiz birinci hususla, yani Türkiye’nin ilerici birikiminde bilim emekçilerinin yeri konusuyla ilgilidir.

Türkiye’nin Bilim İnsanları ve İlerici Birikimi

Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu coğrafyasında tarihsel bir ileri atılım olarak ortaya çıkmıştır. Ne yazık ki bu özelliğini tarihinin ancak belirli dönemlerinde (esasen 1940’lara kadar ve 1960’larda) ve sınırlı olarak devam ettirebilmiştir; ve fakat bu durum, tarihin yasalarının gösterdiği üzere, her burjuva iktidarının kaderidir. Dolayısıyla, Türkiye’de bugüne ve geleceğe dair gerçek umutlar burjuva iktidarının kendi programı ve güncel yönelimleriyle değil, cumhuriyetin tarihsel anlamı ile ilişkilenmektedir. Tam bu noktada, daha 1920’lerden başlanarak, ülkenin bilimsel birikimini geliştirmek amacıyla insan yetiştirme çabaları karşımıza çıkmaktadır. Devlet burslarıyla Avrupa ve Amerika ülkelerine gönderilen, sonrasında Türkiye’ye dönüp ülkedeki önemli üniversitelerin kuruluşunda ve gelişmesinde rol oynayan bilim insanları bu anlamda “Cumhuriyet'in çocukları”dır. Daha sonra 1960’ların kalkınmacı paradigması gelmiş ve ülkenin bilimsel birikimini artırmak amacıyla daha fazla insanın bilime teşvik edilebildiği bir dönem yaşanmıştır. Ülkenin yetiştirdiği ilk bilim insanı kuşağından itibaren Türkiyeli bilim insanlarının Cumhuriyet'le ilişkisi, ağırlıklı olarak laiklik, yurtseverlik ve ilerleme fikri bağlamında şekillenmiştir. Bu bağlamın doğal sonucu, ilerleme fikrini devrimci fikirlere dönüştüren bir politizasyonun yaşanmasıdır. 1960’lar Türkiye’si, bu politizasyonun zirvesi olarak kabul edilebilir. 1970’lerde başlayan ve özellikle 1990’larda devam eden aydın cinayetleri ise, burjuva iktidarının bu kaçınılmaz sonuca verdiği tepkilerden yalnızca biridir. Yine de Türkiyeli bilim insanlarının Cumhuriyet'in tarihsel anlamı ile kurdukları bağ koparılamamış ve 2010’lu yıllara kadar kısmen de olsa taşınmıştır. Bu bağın 2000’lerde kendini en güçlü şekilde hissettirdiği iki moment 2008 yılı başlarında AKP’nin üniversitelerde türbanı serbest bırakma düzenlemesine gösterilen tepki ve yine 2013 Haziran Direnişi’dir. 1980’lerle birlikte Türkiye solunun girdiği ideolojik bunalımlar ve ideolojik anlamda Cumhuriyet'le mesafenin açılması dahi, bu bağı koparmaya yetmemiştir. Sıra AKP iktidarına geldiğinde, Cumhuriyet'i tasfiye etme girişimleri aydınlara da uzanmış, Türkiye’nin ilerici birikimi liberal bir teslimiyet ile burjuvazinin geçmişteki suçlarına ortak olma arasına sıkıştırılmak istenmiştir. Sonuç, burjuvazi açısından çokça mevzinin kazanılması, fakat kesin bir zaferin ilan edilememesidir. Önal’ın “İslamcılığın Meydan Okuması” başlığı altında üzerine eğildiği bu süreç, 2018 yılı itibarıyla kesin bir çıkmazdadır. Fakat sorun, ülkenin ilerici birikiminin de yeni bir atılım gerçekleştiremiyor olmasıdır. Bu tespit ise bizi, kitabın ulaştığı “Argüman” ile ortaya konan davete getirmektedir.

“Kazanacağımız Bir Dünya Var”

Bu noktaya kadar çokça sorun tespiti yaparak olumsuz bir tablo çizildi, ve yalnızca bazı noktalarda bugüne ve geleceğe dair umutlardan bahsedildi. Elbette buraya kadarki tartışmanın amacı, kitabın amacıyla da paralel olarak, insanları karamsarlığa sürüklemek değil, bir çıkış alternatifini motive etmekti. Bu alternatif, bu karanlıktan çıkışa dair devrimci tezlerin ortak noktası olarak ifade edebileceğimiz “örgütlü siyasi mücadele ile kapitalizmden kurtulma” fikridir. Fakat bu fikrin genel anlamda toplumda ve özel olarak bilim emekçileri arasında bugün için yaygın kabul görmediği, genel olarak kötünün iyisine razı olma eğiliminin ağır bastığı gözlenmektedir. Önal bu durumu bireylerin kendi yaşam düzenlerinin bozulmasına dair korkularıyla ilişkilendirmektedir. Yine 2013 Haziran’ında görüldüğü ve Önal’ın da değindiği üzere, bu korku düzenin kendisini korumak için uygulayacağı şiddete karşı duyulan korkudan bile daha büyüktür. Peki bu durum nasıl aşılacak? Gelin bunu Önal’ın cümleleriyle (sf. 239) yanıtlayalım ve şimdilik tartışmamıza nokta koyalım; sonuca erdirene kadar devam etmek üzere:

“Bir gün, kendim gibi, konuştuğumda beni anlayacak ve konuştuklarını anlayacağım tek bir insan dahi bulamamaktan; bu insanların hepsinin çekildikleri kabuklarında sessizliğe gömülmüş olması ve çaldığım hiçbir kapının açılmamasından; hep beraber bu insansızlığı kanıksayıp ölmeye yatmamızdan ama upuzun ömürler yaşamamızdan; bütün bu potansiyel heba olurken dünyanın onun içine sıçacak kafasızlara, alçaklara kalmasından; oturduğum yerden çaresizce bunu seyredip hiçbir şey yapamamaktan; yapamadıkça tüm suçu kendimde bulmak ve kendimden nefret etmeye başlamaktan; günün sonunda kendi vicdanımın terazisinde tartıldığımda son sözümün mene mene tekel ufarsin olmasından çok korkuyorum.
Bu korku, geriye kalan tüm korkuları önemsizleştiriyor. Üstelik birlikte harekete geçtiğimizde ne kadar güçlü olacağımızı, düzeni yıkıp dünyayı değiştirebileceğimizi biliyorum.
Kazanacağımız bir dünya var.
Sesime gelin.”