Söyleşi | Bu düzen çevre sorunlarını çözebilir mi?

Türkiye'de çevre mücadelesinin gelişimini, bu mücadelenin nasıl ele alınması gerektiğini ve yazdığı son kitabı DEÜ Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı öğretim görevlisi Ahmet Soysal ile konuştuk...

Söyleşi: Zuhal Okuyan


Ahmet Soysal 1983 Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu. Önce Hakkâri’de zorunlu hizmet, daha sonra Bergama’da kısa bir süre sağlık ocağı hekimi olarak çalışmadan sonra uzunca bir süre belediye bürokratlığı yapan Soysal,   ‘Hastane ve Sağlık Kuruluşları Yönetimi’  yüksek lisansından sonra DEÜ Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalında Halk Sağlığı doktorası yaptı ve aynı bölümde öğretim görevlisi oldu. Gençlik yıllarında bir aktivist olarak başlayan çevre ilgisi; sonraki yıllarda önce yerel yönetimler nedeni ile mesleksel bir uğraş; daha sonra bilimsel ve eğitsel alana dönüştü.

Çevre mücadelesi çok boyutlu bir mücadele. Tek başına mücadele etmek yetiyor mu? Nerede hata yapıyoruz?

Kesinlikle çok boyutu olan bir mücadele; çevre mücadelesi… Çevre sorunlarını bir bütün olarak düşünmek gerekiyor… Esas neden olan ekolojik sömürüyü; doğal kaynakların sömürülmesini gözden kaçırmamamız gerekiyor. Mücadele stratejisinin de buna göre oluşturulması gerekiyor; toplumun tüm bileşenleri ile birlikte… Bugüne kadar çevre sorunları hep endüstrileşmenin bir sonucu olarak görüldü. Oysa endüstrileşme bu sorunu elle tutulur hale getiren, hızlandıran birçok nedenden sadece bir tanesi… Ama en temel neden kapitalizmin bizzat kendisi… Çünkü tüm doğal kaynakların sömürüsü üzerine kurulu; endüstrileşme bu sömürüyü hızlandırdı ve elle tutulur hale getirdi…

'KAPİTALİST SİSTEMDE SÜREKLİ DOĞAL KAYNAKLARA EL KOYMA VAR'

Marx daha XIX. yüzyılda çevre sorunları için en temelde ekolojik sömürünün olduğunu yazmış; o dönem koşulları içinde bunu toprak sömürüsü olarak ortaya koymuş. Bugün şunu açık ve net olarak görmemiz gerekiyor; kapitalist sistemin içinde sürekli bir endüstriyel gelişme ve teknoloji devrimi ve doğal kaynaklara el koyma var. Para-meta-para ilişkisi için sürekli üretim ve tüketim çılgınlığı yaratma uğraşı var. Kapitalist sistemin teknoloji devrimi içinde, üstelik gelişmiş kapitalist ülkeler üretim metotlarındaki değişimin çevre sorunlarını da çözebileceğini düşünüyorlar veya buna toplumu inandırmaya çalışıyorlar. Örnek olarak üretim teknolojilerindeki devrimin gaz ve sıvı arıtma sistemleri üzerinde sağladığı gelişmeleri gösteriyorlar… Baca filtreleri, atık su arıtma sistemleri en büyük örnekleri… Ama bunun böyle olmadığı çok açık… Günden güne büyüyen çevre krizi bunu ispatlıyor. Hiçbir baca filtresi 2.5 mikronun altındaki parçacıkları süzemiyor ve olduğu gibi atmosfere bırakıyor… Dünya Sağlık Örgütü bile artık yılda 8 milyon insanın sadece hava kirliliğine bağlı olarak yaşamını yitirdiğini söylüyor. Hatta dünyada yıllık ölümlerin % 23’ünün çevresel nedenli olduğunun altını çiziyor…

'GELİŞMİŞ MERKEZ KAPİTALİST ÜLKELER ESKİ TEKNOLOJİLERİ İLE ÇEVRE ÜLKELERDEN KAR ELDE EDİYOR'

Yani bu sistem yarattığı sorunlara çözümü üretemiyor demek istiyorsunuz.

Kesinlikle evet. O nedenle de bugün yaşadığımız başta iklim krizi olmak üzere ekolojik krizi bu sistemin içinde çözmemiz mümkün değil. Burada iki konu var; bilmemiz gereken… Birincisi; tüm arıtma ve filtreleme sistemlerine rağmen endüstriyel tesislerden, enerji üretim tesislerinden çevresel kirleticilerin salınması artarak devam ediyor… Çünkü geliştirdikleri arıtma sistemleri ya bu sorunları tam olarak çözemiyor, ya da daha çok kar etmek için özellikle bizim gibi ülkelerde hemen hemen hiç çalıştırılmıyor. İkinci sorun daha da kötü; gelişmiş kapitalist ülkelerin daha çok para peşinde koşan çok uluslu şirketleri çevre kirliliği yaratma potansiyeli ve enerji kullanımı yüksek; çimento, demir-çelik, petro-kimya endüstrisi gibi alanları çevre sorunlarının siyasi sınır tanımadığı gerçeğini bir kenara iterek bizim gibi çevre kapitalist ülkelerin üzerine atıyorlar. Üstelik bu tesislerin enerji gereksinimi kömürlü termik santrallerden karşılanacak şekilde planlanıyor; bu politikalar… Bu ülkelerdeki çok uluslu şirketlerin uzantısı olan şirketlerde daha çok kar etmek için giderek büyüyen çevre sorunu ve buna bağlı insan sağlığı sorunlarını hiçe sayarak hiçbir önlem almadan üretime devam ediyorlar…  Bunun ülkemizdeki en tipik örneği Aliağa… Ayrıca bu kapsamda şunu da unutmamak gerek; yine gelişmiş merkez kapitalist ülkeler kendi ülkelerinde uyguladıkları gelişmiş teknolojileri çevre ülkelere vermek yerine eski teknolojileri onlardan kar etmeye devam edebilmek adına bu ülkelere gönderiyorlar… Bunun da en iyi örnekleri rüzgar enerjisi tribünleri… Kendi ülkelerinde geliştirdikleri çevresel etkisi çok düşük tribünler yerine eski, gürültülü tribünleri satmayı tercih ediyorlar bizim gibi ülkelere…

'1989 YILINDA ALİAĞA'DA TERMİK SANTRAL YAPILMASINI ENGELLEDİK AMA BUGÜN 7 ADET SANTRAL PROJELENDİRİLDİ'

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; bizde ve bazı ülkelerde şu anda yürütülen çevre mücadelesi tamamen ahtapotun kolları ile savaştan ibaret… 1989’da Aliağa Gencelli’de kömürlü termik santral yapılmasını engelledik ama bugün Aliağa’ya 7 adet kömürlü termik santral projelendirildi… Evet; ahtapotun kolları ile savaşalım ama altındaki gerçek nedeni de unutmadan… Ama hatayı bu noktada yapıyoruz. Bunun da en büyük göstergesi ise giderek küresel iklim değişikliği sorunun derinleşmesi ve büyük bir hızla çözümsüz seviyeye yaklaşması… Kapitalist üretim ve tüketim ilişkileri içinde bu sorunun çözülemeyeceği uzun yıllar önce belli olmuştu.

Kyoto iklim anlaşması neden başarısız oldu?

Kyoto anlaşması başarısız oldu; Paris iklim antlaşmasının da başarısız olacağı şimdiden belli. Oysa temel neden biliniyor; fosil yakıtların tüketilmesi… O zaman çözüm ne? Fosil yakıtların kullanımının tüm dünyada yasaklanması… Kapitalist sistemin içinde mümkün mü? Bence hayır… Toprağın altındaki petrolü, kömürü son gramına kadar çıkaracaklar; para uğruna; sonucunu göz ardı ederek… İşte bu noktada çaba göstermemiz gerekiyor; doğanın daha fazla sömürülmemesi için, çevre sorunlarının kalıcı çözümü için… Temel insan gereksinimleri olan temiz hava, kirlenmemiş su, güvenli yiyecek, herkese sağlık hizmeti ve eğitim sağlayacak bir dönüşüm için çaba göstermeliyiz bence… Ütopik gelebilir birçok kişiye ama temel insan gereksinimlerine çözüm üreten yeni bir sistem oluşturmak; çevre mücadelesinin temel boyutu bu olmalı bence…

'SOL UZUN YILLAR ÇEVRE SORUNUNA İLGİSİZ KALARAK HATA YAPTI'

Çevre sorunlarına sol kesimin bakışını da konuşalım. Toptan yok sayma ile sorunlara sınıfsal bakmadan çevre mücadelesi verme arasında gidip gelindi. Ama artık taşlar yeniden yerine oturuyor galiba..

Sol kesim çevre sorununa uzun yıllar ilgisiz kalarak büyük bir hata yaptı. 70’li yıllarda belirginleştiği iddia edilen çevre sorunlarına aslında XIX. yüzyılda Marx’ın kafa yorduğunu biliyoruz. O dönem yazdıklarına bakarsanız sorunun temelinde ‘ekolojik sömürü’ olduğunu ve bu sömürünün böyle devam etmesi halinde gelecekte çarpık kentleşme, endüstriyel kirlilik, yetersiz beslenme, toksik atıklar, çalışan sağlığı sorunu, ormanların yok olması, su sorunu, türlerin yok olması gibi sorunlar yaşanabileceğini yazdığını görürüz. Hatta Marx’ın o dönem Londra’da özellikle endüstriden kaynaklanan gazların atmosferik ısınmaya neden olabileceği konusunda yapılan çalışmaları izlediğini iddia eden kaynaklar bile vardır. Bu deneyleri izleyip izlemediğini net olarak bilmiyorum ama şu sözler ona aittir. ‘İnsan doğa sayesinde yaşar, yani doğa onun bedenidir ve ölmek istemiyorsa onunla kesintisiz diyaloğu korumalıdır. İnsanın fiziksel ve ruhsal yaşamının doğayla bağlantılı olması, doğanın kendisi ile bağlantılı olduğu anlamına gelir; zira insan doğanın bir parçasıdır.’

Kapitalist sistem doğayı ve doğal kaynakları sömürerek ve tüketerek büyüme peşinde iken sol kesimde insanın doğanın bir parçası olduğunu unuttu ve onlar da benzer bir üretim çılgınlığına kapıldı bence… Özellikle II. Dünya Savaşından sonra giderek belirginleşen çevre krizine de katkıda bulunmasa bile en azından seyirci kaldı sol kesim… O dönem üretim açısından doğal kaynakların sınırlılığı, ekolojik dengenin bozulmasının sonuçları, üretim ve tüketim faaliyetlerinin ortaya çıkarttığı katı, sıvı ve gaz atık sorunu ya görülmedi ya da görülmezlikten geldi. Olaya ekolojik sömürü penceresinden bakılması unutuldu. Ekosistemlere daha fazla üretim için müdahale edildi; ekolojik denge bozuldu. Bunun en tipik örneklerinden bir tanesi daha fazla pamuk üretmek için sulama nedeniyle Aral Gölü’nün yok edilmesidir.  İşte solun bu çevre sorunlarından bu kopukluğu 70’li yıllardan sonra yeşil-çevreci hareketleri başlatmıştır. Bence bu hareketleri bile iyi okuyamadı kendisini sol olarak tarif eden kesim… Kapitalist dünya bence bu hareketleri daha iyi okudu ve birkaç yıl içinde kendi yedeklerinde ve tamamen ekolojik sömürü bakışından koparılmış sığ bir çevreci-yeşil hareket yarattılar… Yeşil partiler içindeki realist-fundamentalist çekişmesini hatırlayınız. Fundamentalistler yine de belli ölçüde sınıfsal bir bakışa sahiplerdi ama kapitalist sistem içinde tavsiye oldular. Hepsini realistler kazandı ve bugün bazı ülkelerde yeşillerin sağ partilerle koalisyon yapabileceği konuşuluyor. Seçim kampanyalarında ‘sanayiciler bizden korkmayın; endüstriye karşı değiliz’ pankartları kullanıyorlar… Düşünün artık gerisini… Üstelik ülkemizde kendilerini sol diye nitelendirip; çeşitli ülkelerde yeşillerin oyu arttı diye sevinenler var… Artık en kısa zamanda solun yaşadığımız ekolojik krizi masaya yatırarak tartışması ve en azından bizden sonraki kuşakların yaşamını sürdürebilmeleri için ekolojik dengenin nasıl sürdürülebileceğini, ekolojik yıkım sonrası restorasyon yöntemlerini tartışması gerek… Bir de durduğu gerçek yeri hatırlaması… Çünkü doğa beklemez; süre doldu…

'KAMUCU BELEDİYE DEYİNCE AKLIMA KATILIMCILIK GELİYOR'

Siz uzun yıllar yerel yönetim bürokratlığı da yaptınız. Kamucu belediye deyince ne anlıyorsunuz?

Evet; uzun süre belediye bürokratlığı yaptım. Belki de bu ülkede en zor işlerden biri belediye bürokratlığı… Seçim ile gelen belediye başkanlarının büyük çoğunluğu ülkemizin genel kültürel yapısına uygun olarak zaman ile bireyselleşip kimsenin görüşünü alma gereksinimi duymadan kendi başına karar verme eğilimine giriyorlar. Böyle olunca bürokratın görevi günlük işleri kaza yapmadan (!) yürütme ile sınırlı kalıyor.

Kamucu belediye deyince aklıma her şeyden önce katılımcılık geliyor. Yani belediye bölgesinde yaşayanların tamamının tüm aşamalarda karar alma sürecine açık ve net olarak katıldığı bir sistem. O bölge için planlanan her türlü yatırımda, karar mekanizmasına o bölgede yaşayan herkesin eşit ve özgürce katılabildiği ve karar mekanizmasına katkı verebildiği bir yapıyı savunmamız gerekiyor. Sağlıktan, eğitime, beslenmeye, yatırımlara kadar…

'BELEDİYE ÖNCÜLÜĞÜNDE ÜRETİM VE TÜKETİM KOOPERATİFLERİ KURULABİLİR'

Örneğin ne gibi uygulamalar yapabilirler?

Örnek olarak öğrencilere, alt gelir gruplarına daha ucuz ulaşım, eğitim desteği, konutlarda yeterli, güvenilir ve ucuz içme ve kullanma suyu sağlama ve dengeli beslenme olanakları yaratma olabilir. Ayrıca belediyeler öncülüğünde üretim ve tüketim kooperatiflerinin kurulması, yaşlanan nüfusumuz için yeterli donanıma sahip bakımevleri oluşturulması, kendi bölgelerindeki yapıya uygun yeni istihdam alanlarına dönük alt yapının hazırlanması ve işsizlerin buna göre eğitimi de düşünülebilir. Bir de imar politikaları çok önemli, özellikle dar gelirliler için sağlıklı ve yeterli büyüklükte konutlar yapılması ve kentsel yeşil alanların korunarak; yenilerinin eklenmesi şart. Bugün artık kentte yaşayan bir kişinin konutundan çıktıktan sonra yürüyerek yeterli büyüklükte kamusal bir yeşil alana ulaşması gerekiyor.

Yeri gelmişken, gıda denetimi eskiden belediyelerin elindeydi ama artık değil. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Önce yetki belediyelerin elindeydi; sonra Sağlık Bakanlığı’na verildi. Uzun bir süredir ise yetki Tarım ve Orman Bakanlığında… Bu bakanlığın gıda güvenliğini sağlama konusunda başarısız olduğu kamuoyuna yansıyan haberlerden de anlaşılabileceği gibi açıkça görülüyor. İçinde yerel yönetimlerin ve Sağlık Bakanlığının da olduğu yeni bir sistem oluşturulmalı bence… Belediyeler, Sağlık Bakanlığı ve Tarım ve Orman Bakanlığının elamanlarının yer aldığı bölgesel ve bağımsız örgütlenmeler oluşturulabilir. Ama sistem bugünkü gibi kesinlikle sürmemeli; hangimiz gönül rahatlığı ile gıda alışverişi yapabiliyoruz bugün?

'BUGÜN GELDİĞİMİZ NOKTADA MULTİDİSİPLİNER ÇALIŞMADAN SÖZ ETMEK ZOR'

Biraz da akademiden söz edelim, örneğin multidisipliner çalışmada neredeyiz? Oda ve üniversiteler yeterince aktif mi çevre konusunda?

Aslında 80 yılların sonunda; 90’lı yılların başında oldukça iyi durumdaydık multidisipliner çalışma açısından… Özellikle 1989’da yapılan ve başarıya ulaşan Aliağa Gencelli Termik Santraline karşı yürütülen kampanyaya başta sağlık, ziraat, sosyoloji, eğitim, jeoloji gibi her alandan tüm meslek odaları, akademisyenler, belediyeler, çeşitli üniversitelerin bazı bölümleri, çeşitli çevre örgütleri, sanatçılar, kadın dernekleri destek vermişti.  Bu destek daha sonra karşılıklı işbirliğine dönüşmüştü. Örneğin bir dönem Bergama Altın Madenine karşı yürütülen mücadele sırasında oluşturulan Elele Hareketi böyle bir platformdu. Bugün geldiğimiz bu noktada ise bu multidisipliner çalışmadan söz etmek çok zor. Üniversitelerin ilgili bölümleri hemen hemen tamamen çevre ile ilgili mücadele alanlarından çekildiler. Mücadeleye kendi inisiyatifi ile devam etmek isteyen bazı akademisyenlerde çeşitli baskılara uğradılar. Bugün üniversiteler resmi olarak bırakın çevre ile ilgili kuruluşları; meslek odaları ile bile işbirliği yapmıyorlar. Hatta bazı meslek odalarının yönetimine sırf çevre mücadelesinden çekilmeleri için akademi organizasyonlu listelerle seçimlerde el koyma çabası bile var. Çevre ile ilgili sivil toplum örgütleri ise ayırım gözetmeden söylüyorum; hem bazı olaya yanlış pencereden bakan politik odakların örgütlenme alanı oldu; hem de bilimsel verimlilikleri hiç yok... Günlük yaşıyorlar… Ortada şimdilik çevre mücadelesini ciddi olarak sürdüren sadece meslek odaları kaldı. Barolar, tabip odaları ve mimar ve mühendis odaları işbirliği halinde özellikle hukuksal mücadeleyi sürdürüyor. Herhangi çevre ve insan sağlığı ile ilgili bir sorun yaratacak projeye her oda kendi alanı ile ilgili çalışma yapıp sunuyor… Bu alanda meslek odalarının oluşturduğu platformlar bu alanda hala en önemli multidisipliner örgütlenmeler… Zaman zaman görev alıyorum oralarda; çok şey öğrendim; diğer disiplinlerden… Onların bu çabası da olmasa ülkemizin her tarafı kömürlü termik santrallerden, su havzalarının üzerine kurulan sanayi tesislerinden, çarpık kentleşme örneklerinden geçilmeyecek… Bunlar bugün de var diyecek olursanız; evet var ama bir de meslek odalarının açtığı davalar nedeni ile yapılmayanları düşünün… Onlar da olsaydı daha berbat durumda olurduk; çevre sorunları açısından bugün… Sonuç olarak dün bir multidisipliner yapı vardı; çok sayıda insanın bir araya gelip bilgilerini paylaştığı… Ancak bugün ise sadece meslek odaları var bu alanda ve onların çabası ile disiplinler arası işbirliği olabiliyor…

Multidisipliner çalışma deyince gerçekten sağlık, eğitim, sosyoloji, tarım gibi bilim alanlarının da bir arada çalışmasını düşünmek gerekiyor. Sağlık ve tarım örneğin kaçınılmaz olarak bir araya gelebilmeli.

Bu arada kitabınız basıldı. Bizim günlük dijital dergi Alakarga’da okuduğumuz yazıların çoğu şimdi elimizde derli toplu bir kitap halinde. Bu kitabı da tanıtalım istiyorum...

Evet; büyük çoğunluğu Alakarga’da yazdığım haftalık yazıların oluşan kitabım basıldı. Aslında Alakarga’ya paralel sekiz yıllık bir öyküsü var bu yazıların… Alakarga iki değerli akademisyen arkadaşımın;  büyük emek verdiği bir fanzin; 1880’li sayılara ulaştı. Sekiz yıldır cumartesi-pazar ve resmi tatil günleri hariç her gün yayınlanıyor.  Kitabın önsözünde de iki değerli arkadaşımın yazdığı gibi 8 yıl önce asistan hekim kardeşlerimizin çalışma koşullarını ağırlaştıran 663 sayılı KHK nedeni ile onlara destek vermek için günlük olarak yayınlanmaya başladı Alakarga… İlk önce sadece genç hekimlerimize destek yazılarından oluşan ve hekimler arasında yaygınlaşan Alakarga sanırım 2 yıl sonra hukukçular, mühendisler, çalışanlar, ziraatçılar, ekonomistlere kadar çok büyük sayıda insana ulaşmaya başladı; günlük bir sayfa yayınlanırken 4 sayfaya çıktı. Artık her alandan yazılara yer verilmeye başlamıştı. İşte o dönemde haftalık ‘Bir Ekolojistin Not Defteri’ni yazmaya başladım.

'TOPLUMUN ÇEVREYE İLGİSİ AZALDI'

Çevre konularını herkesin anlayacağı bir dille yazmışsınız...

Ben de açıkçası o güne kadar çevre ile ilgili toplumun ilgili tüm kesimlerine bilimsel gerçekleri popüler, kolay anlaşılabilir bir dille nasıl aktarabileceğimi düşünüyordum.  Çünkü son yıllar da çevre mücadelesine toplum desteği zayıflamış; üstelik zayıf toplum desteği bazı çevrelerce yalan yanlış; bilimsel temeli olmayan bilgilerle yanlış alanlara yönlendirilmişti. İşte bu duygularla yazmaya başladım; kitabımın adı da olan ‘Bir Ekolojistin Not Defteri’ adını da köşeme yine Alakarga’nın iki yaratıcısı arkadaşım verdi. Yazılar çok büyük ilgi toplandı ve hekim, mühendis; her çevreden yazılarımı geliştiren çok yararlı geri bildirimler aldım. Belki de Alakarga’nın en çok okuyucu geri bildirimi alan köşelerinden biri oldu; ‘Bir Ekolojistin Not Defteri’… Daha sonra ise bu yazıları toplu olarak okumak için bir kitap olması için hem okuyucu hem de iki değerli dostum Ahmet Can Bilgin ve Alp Ergör’ün baskısı başladı. Yazılar içinden belli bir ölçüye göre seçim yaptım ve elden geçirdim. Sınıf arkadaşım yazar-hekim Necdet Özkaya’da bu yazıların editörlüğünü yapınca da bana da kitaplaştırmak kaldı. Kitapta çok büyük çoğunluğunu Alakarga’da yayınladığım 100’ün üzerinde güncel global ve yerel çevre sorunları, ekolojik çözüm önerileri vs. ile ilgili popüler dille yazılmış yazılar yer alıyor.

'KOCASI MADEN İŞÇİSİ OLAN, AMA BABASI MADEN KARŞITI OLAN KADINLAR VAR BERGAMA'DA'

Sizi İzmir’de en çok Bergama altın madeni ve Aliağa çalışmalarından tanıyoruz. Aliağa ve çevresindeki kirlilikten söz edelim mi biraz?

İzmir’de yaşayıp ucundan köşesinden çevre mücadelelerine katılmış her insanın Aliağa ve Bergama ile ilgili anısı mutlaka vardır. Bergama’da Altın madenine karşı o dönem meslek odaları ve sivil toplum örgütlerinin oluşturduğu Elele Hareketinin dönem sözcülüğünü yaptım. Gerçek anlamda multidisipliner bir örgütlenmeydi. Çok şey öğrendim; bu platformun toplantılarında; özellikle jeolog arkadaşlarımdan… Hep birlikte çalışarak çok sayıda dava kazandık orada… Ama maalesef bu dava sonuçlarına rağmen o altın madeni siyanür liçi yöntemi ile işletilmeye devam etti. Bugün o bölgedeki cevher bitti ama maden açık… Çünkü başka bölgelerden cevher taşıyorlar; onlara göre orası artık ‘kirli’ bölge… O dönem ‘7 yılda cevher bitecek gidecekler’ diye düşünen Bergamalılara anlatmaya çalışmıştık; bu tehlikeyi… Düşünün bir ton toprağı siyanür ile işliyorlar ve içinden bir gram altın alıp gerisini tehlikeli atık olarak alana bırakıyorlar… O bölgede bana göre en büyük acıyı kadınlar çekti. Düşünün kocası madende işçi olan ama babası maden karşıtı olan kadınlar var Bergama’da…

'ALİAĞA HAVA KİRLİLİĞİ ÖLÇÜM SONUÇLARI KAMUOYU İLE PAYLAŞILMIYOR'

Aliağa ise başlı başına bir sorun; yaşamımın 30 yılı Aliağa yollarında geçti. Ülkemizdeki 500 büyük sanayi işletmesinin 116’sı Aliağa’da… Aliağa’nın sanayi bölgesi yapılmasının tek nedeni Ege Denizi kıyısındaki tek doğal limana sahip olması… En büyük şanssızlığı Nemrut Körfezi… Oysa belki de Bodrum’dan daha güzel bir ilçeymiş eskiden… Şimdi kükürt kokusundan, hava kirliliğinden dışarıda duramıyorsunuz. Dokuz Eylül Üniversitesi Çevre Mühendisliği bölümünün 2009 yılında raporu var; buranın tüm taşıma kapasitesi dolmuştur’ diye… O yıldan bu yana kaç tane daha petro-kimya tesisi yapıldı, termik santraller eklendi… Hurda demir-çelik tesisleri; tüm dünyanın hurda demir çeliği geliyor Aliağa’ya… Yüksek ısılı potalarda tekrar dökülüp, gönderiliyor… O potalara enerji sağlamak için kurulan termik santraller de ayrı konu… Bir de gemi söküm tesisleri var; benzeri sadece Pakistan ve Çin’de olan… Bugün Aliağa’daki endüstriden kaynaklanan hava kirliliği İzmir’in tanınmış semti Karşıyaka’yı bile etkiliyor. Aliağa’ya kurulu dört tane hava kirliliği ölçüm istasyonu var. Nedense yıllardır tüm uyarılara rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı bu istasyonların ölçüm sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmıyor.

Geçenlerde genç bir hekim kardeşimle gittik Aliağa’ya; gördüğü ekolojik kriz karşısında çok şaşırdı; ‘hiç mi burada halk sağlığı müdahele çalışması yapmadınız?’ dedi. Çok mücadele ettik de... En azından vicdan azabı çekmiyorum kişisel olarak…

Bu alanda konuşacak konu var ama başka bir söyleşiye bırakalım isterseniz, çok teşekkür ederiz...

Bu güzel söyleşi için ben teşekkür ederim.