Sosyalist Türkiye'de müzikal yeteneğin gelişimi nasıl olacak?
Bilim ve Aydınlanma Akademisi
BAA Kolektif Yaşamı Kurgulama Bilim Alanı
Gizem Gül(Moleküler Biyolog), Ulaş Özer (PhD, Müzik Eğitimcisi)
Yetenek Nedir?
Yetenek kavramı için kabaca bir tarama yaptığımızda öne çıkan üç tanım dikkatimizi çeker. İlki, kişinin bir şeyi algılayabilme gücü ve kabiliyetinin altını çizerken ikincisi kişinin doğuştan gelen güç ve kapasitesinin, üçüncüsü ise kişinin kalıtımsal olarak öğrenmesinin sınırlarını vurgular (Türk Dil Kurumu Sözlükleri, 2020). Yetenek kavramı için yapılmış bu üç basit tanımdan özellikle son ikisi, çoğumuzun gündelik yaşamında sıkça kullandığı tanımlardır. Bir kişinin örneğin sanat, spor ya da başka bir alanda iyi olduğunu fark ettiğimizde, bunun doğuştan geldiğini ya da ailesindeki benzer örnekleri akla getirerek bu yeteneğin, onun kalıtımsal olarak genlerine kazınmış bir özellik olduğunu ifade eden cümleler kurarız. Bu yaygın kullanım dilimizde öylesine yer etmiştir ki tablonun bütününe dair taşıdığı anlam genellikle gözden kaçar. Yetenek sözcüğünün İngilizce karşılıklarından biri olan “gift” sözcüğü, kavramın taşıdığı örtülü anlamı görmemiz açısından çok daha uygundur. Gift sözcüğünün sözlükteki ilk tanımı, “hediye ya da verilen bir şey”; ikincisi ise “bir şey yapmak için özel bir beceriye sahip olma” şeklinde yazılmıştır (Cambridge Advanced Learner’s Dictionary, 2010: 604). Yine İngilizce “yetenekli” anlamına gelen “gifted” sözcüğü de yeteneği verilmiş, bahşedilmiş bir hediye olarak tanımlar. Buradaki anlamıyla yetenek, tanrısal bir şansı, seçilmiş olma hâlini betimler. Pek çoğumuzun diline yerleşmiş olan bu kullanım, bugün içinde bulunduğumuz eşitsizliği ve sömürüyü meşrulaştıran, ideolojik bir “ajana” kolayca dönüşür. Seçilmiş olmak ve bunun doğal sonucu olarak toplumsal iş bölümü, tanrısal bir anlamla meşrulaşır.
Yeteneği genetikle açıklama çabaları da çoğu zaman bizi farklı bir yere götürmez. Örneğin yeteneğin önemli bir parametre olduğu sanat ve spor gibi alanlarda öne çıkmış isimlerin bu yeteneği genlerinde taşıdığını ve onların böylesi bir yetenekle dünyaya geldiklerini söylediğimizde, yeteneksiz olanların başarısızlığının nedeni ortadadır: Sosyoekonomik koşullar, çevresel faktörler ve sınıfsal farklılıklar yok sayılır; genetik arka plana sahip olmayan “sıradan insan”, yeteneksiz olduğu için başarısızlığa mahkûm edilir. Bu, “Mozart küçük yaşlarda müzikle tanışmasaydı ya da Bach’ın müzisyenlerden oluşan aile ortamı olmasaydı yine aynı başarıyı gösterirdi” demekten farksızdır.
Yetenek kavramına dair yukarıda örnekleri verilen yaklaşımlar, idealist temelli bakışın birer yansımalarıdır. Metnin ilerleyen bölümlerinde idealist yaklaşımın ne olduğu ve günümüzde ne anlama geldiği örnekleriyle birlikte açıklanacaktır, fakat buna gelmeden önce yeteneğin nasıl bir kavrayışla ele alınması gerektiğini kısaca belirtmekte fayda var. Yetenek kavramı sahip olunan biyolojik özellikler ve bu özelliklerin kendisini gösterdiği çevre ile birlikte ele alınmalıdır. Gen ve çevre birbirini etkileyen, dönüştüren ve birlikte değişen bir bütünlük içindedir ve organizmanın kendisiyle birlikte bir potansiyeli oluştururlar. Bu nedenle diyalektik materyalist bir çözümleme, bizim yeteneği en doğru şekilde kavramamıza yarayacaktır.
Yetenek Kavramına İdealist Yaklaşım
Canlılığın evrimsel yolculuğunda insan türünün gelişimine dair birçok olgu biyolojik yasalar ile açıklanabilirken, insanın toplumsallığına dair söz söyleneceği zaman biyolojik yasalara değil, tarihsel materyalist kavrayışa ihtiyacımız vardır. Bunun en önemli nedeni, insanın evriminin biyolojik hareketin yasalarını içermesine rağmen insanlığın yarattığı kültür ile birlikte, insana ait olan toplumsal hareketin biyolojik kavramları aşan bir niteliğe bürünmesidir. Kapitalizmin yüzyıllar içindeki gelişimine baktığımızda ise insanlığı bireylere indirgeyen bir yaklaşım söz konusudur. Toplumun bireylerin toplamından ibaret olduğu görüşü, verili düzenin sorgulanmasının engellenmesi için bilimsel verilere yaslanmayı da gerektirmiştir; buna biyolojik belirlenmecilik (biyolojik determinizm) diyoruz (Nalçacı, 2018). İçinde bulunduğumuz yüzyılda biyolojik belirlenmeci görüşün, bilim insanlarını müzikal yeteneğin kaynağını genlerde aramaya itmesinin tarihsel bir arka planı bulunuyor. Biyolojik belirlenmeciliğin temel tezi, “genler insanı, insanlar da toplumu belirler” şeklinde özetlenebilir (Lewontin, Rose ve Kamin, 2015). Elbette ki insanı belirleyen ve her şeye kâdir olan öz, tarihsel süreç içinde hep “genler” ile ifade edilmedi. Kalıtım, kromozom ve gen gibi kavramların henüz bilinmediği dönemlerde bu öz, yaratılışçılıkla desteklenmiş “doğuştan yetenekli” (gifted) gibi kavramlarla açıklandı. 1953 yılında Deoksiribo Nükleik Asit (DNA)’in keşfi ile insanı belirleyen kodların DNA’da saklı olduğu ve tek yönlü bir şekilde bireyi belirlediği görüşü 20. yüzyılın hâkim görüşü haline geldi (Watson and Crick, 1953).
Toplumu bireylerden, bireyleri de biyolojik arka planından ibaret gören yaklaşımın köklerini, sınıflı toplumların ortaya çıktığı zamanlardan bu yana bulabiliriz. Fakat “doğuştan yetenekli olma” kavramı için, özellikle 19. ve 20. yüzyıl burjuva düzeninde “bilimsel kanıtlar” bulma çabası dikkat çeker (Lewontin, 2015). 19. yüzyıl, bilimsel gelişmelerin yüksek düzeye ulaştığı, fakat aynı zamanda kendisine en büyük tehdit olan işçi sınıfını yaratan burjuvazinin ilericiliğinden vazgeçtiği ve gericilikle yeniden uzlaştığı dönemdir (Nalçacı, 2017). Bu uzlaşma, sanat alanını ve sanatçıyı da değişime zorladı. Düzenin gericileşmesiyle umudunu yitiren sanatçı toplumsal yaşamın dışına doğru itilirken, varoluşunu bireycilikte ve virtüözitede [1] buldu. Bu dönüşüm aslında düzenin, toplumsal ve siyasal yaşamın bir izdüşümüydü. Düzen gericileştikçe virtüözite ilahi bir anlamla yüceltilirken, sanatçının hüneri “doğuştan gelen” bir mucize olarak tanrısallaştı. Yakın dostu Niccolò Paganini’nin ölümü üzerine bir yazı kaleme alan Franz Liszt şöyle diyordu: “Paganini... kamu içine çıktığında, dünya onu süper bir varlık gibi şaşkınlıkla izliyordu. Görülmemiş bir heyecan yaratıyordu, dinleyicilerin fantezileri üzerinde öylesine büyülü bir etki bırakıyordu, öylesine güçlüydü ki doğal bir açıklama ile tatmin olamıyorlardı”. Beceriye verilen önem giderek biçim değiştirmişti. Bu değişim, “özgün”, “dâhi” gibi kavramların günlük yaşamın parçası olmasıyla da desteklendi. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde bu kavramlar beceri ve pratikten çok yaratılışla ilgili anlamlar kazandı (Sennett, 2010: 262, 263). 19. yüzyılda sanat alanında bunlar yaşanırken, kapitalist devrimlerin ilericiliğini kaybetmesiyle toplumdaki eşitsizliğin meşrulaştırılmasına; sömüren ve sömürülen sınıfların yeniden üretiminin garanti altına alınmasına duyulan ihtiyaç biyolojik belirlenmeciliği ortaya çıkardı. 20. Yüzyılda ise aranan mutlak güç DNA olarak kodlanınca, artık toplumsal yaşamdaki eşitsiz koşulların bireyler arasındaki eşitsizlikten, bireyler arasındaki eşitsizliğin ise genlerindeki farklılıklardan kaynaklandığı görüşü hâkimiyet kurmaya başladı. Dolayısıyla yetenek kavramına idealist yaklaşım da kendisini burada somutlamış oldu. Bu yaklaşım, “sadakat geni”, “nezakete nezaketle karşılık verme geni”, “kulüp kurma geni”, “boyun eğmeyi öğütleyen genler”, “hırs, rekabet gibi güdüleri ya da utanç, gurur gibi duyguları aşılayan genler”, “oyuna katılma geni”, “akrabalara yardım etme genleri”, “on beş yaşındakilerin bakıcılık yapmak istemesini sağlayan gen” gibi daha pek çok genin davranışlarımızı ve kişisel özelliklerimizi belirlediğini iddia ediyordu (McKinnon, 2010: 18- 37). Tüm yoksulluğu, eşitsizliği ve sömürüyü meşrulaştıran bu “bilimsel” bakış, eski dünya idealizminin yerini aldı.
Genin bireyi, bireyin de toplumu yarattığı iddiası, sınıflı toplum düzeninin değişim fikrine olan düşmanlığından beslenen ve “bilimsel” buluşlar ile desteklenmeye ihtiyaç duyan bir iddiadır. Toplumun, bireylerin yan yana gelmesiyle oluştuğu görüşü, öncelikle toplumun tek tek bireyleri aşan niteliğini hiçe sayar. Birey ve toplum ilişkisini tek yönlü ve birbiriyle ilişkilenemez iki ayrı olgu olarak ele alır; tıpkı santral dogma [2] kavramında olduğu gibi; “DNA’dan RNA, RNA’dan da protein oluşur ve bilgi tek yönlü şekilde akar”. Hâlbuki bugün bu ilişkinin iki yönlü olduğu kanıtlanmış durumda ve epigenetik kavramı, DNA dizisinin değişimine gerek kalmadan, genin ifadesinin değişebildiğini gösteriyor (Hughes, 2015 ve Weinbhold, 2006). Epigenetik kelime anlamı olarak “genetik üstü(nde)/ötesi(nde)” anlamına gelir ve canlının çevreyle olan etkileşimi sonucunda DNA dizisinde değişim olmadan, çevresel birtakım regülasyonlarla canlıya kazandırdığı yeni özellikleri araştırmaktadır (Şahin ve ark., 2018). Bu da aslında önemli bir etkenin, çevrenin ta kendisi olduğunu anlatıyor.
Yetenek Gelişimi ve Çevre
Güney Amerika’da yaşları 9 ile 14 arasında değişen ve sokakta çalışan bir grup çocuğa informal ve formal bölümlerden oluşan bir test uygulanır. İnformal testin bir sorusu kapsamında araştırmacı ve çocuk arasında şu diyalog geçer:
Müşteri (araştırmacı): Bir hindistan cevizi ne kadar?
M.:Otuz beş
Müşteri: On tane istiyorum. Ne kadar tutuyor?
M.: Üç tanesi yüz beş; üç daha, iki yüz on. (Bekleme) Dört tane daha… (Bekleme) Üç yüz on beş… sanırım üç yüz elli.
Brezilya’da ilkokul üçüncü sınıfa giden dokuz yaşındaki bir çocuk, bir sayının kısa yoldan 10 ile çarpımını matematik dersinde öğrenmektedir. Araştırmanın informal testinde sorulan diğer sorular gibi bu soru da aritmetik bir işlem olarak testin formal bölümünde çocuğa 35x10=? şeklinde yeniden sorulmuştur. Testin sonucu çarpıcıdır. Sokakta çalışan çocukların katıldığı bu testte çocuklar, testin informal bölümünden on üzerinden ortalama 9,78; aynı soruların aritmetik işleme dönüştürülerek sorulduğu formal bölümden 4,1; formal testin sözel bölümünden ise 7,5 puan almışlardır (Nunes, Schliemann ve Carraher, 1993: 17- 24). Bu sonuçlar, çevrenin problem çözme becerisi ve biçimi üzerinde büyük bir etkisi olduğunu göstermektedir. Başka koşullarda kolaylıkla “yeteneksiz” olarak sınıflandırılabilecek olan bu çocukların, uygun koşullarda üstün bir başarı gösterebilecekleri son derece açıktır. Bu potansiyeli ortaya çıkaran ve uygun ortamda bir yetenek olarak geliştiren şey ise çevredir.
Trakya’da yaşayan Çingene müzisyenlerle yapılan bir çalışmada ise müzisyen bir baba, oğlunun müzikle ve çalgısıyla kurduğu ilişkiyi şu sözlerle anlatmaktadır: “Sabahleyin ekmeği yedi mi hemen klarneti alıyor. Sokakta... evde de... Geziyor üç – dört saat. Sonra eve gelir. Hemen klarneti koyar. Sonra yemeğe oturur. (…) En fazla yollarda, izlerde, mahallede klarnet çalıyor” (Özer, 2012: 46). Dünyanın pek çok ülkesinde müzisyenlikleriyle tanınan Çingenelerin bu yetenekleri, sıklıkla “tanrı vergisi yetenek” ya da “genetikle” açıklanmaya çalışılır. Çingenelerin bu yeteneği “kanlarında taşıdığı” iddiasını pek çoğumuz duymuşuzdur. Ne var ki Çingenelerin yaşadıkları çevre, bu çevrede onları müzikle ilişki kurmaya yönlendiren koşullar ve bu toplumsal yaşamda müziğin temel bir kültürel öge olduğu sıklıkla görmezden gelinmektedir.
Çevrenin yetenek gelişimine olan etkisi, bir çocuğun anadilini öğrenme süreciyle ilişkilendirilebilir. Pek çok insanın zorlandığı bir dili konuşmak, o dili anadili olarak konuşan bir insan için son derece kolaydır. Japonların bile taklit edemediği Tohoku lehçesini, Tohoku’da doğan ve orada büyüyen tüm sağlıklı çocuklar, oldukça güzel ve akıcı bir şekilde konuşabilirler (Suzuki, 2010: 1). Çevresel uyaranlar ve toplumsallaşma ihtiyacı, Tohokulu çocukların son derece karmaşık olan bu lehçeyi kolayca öğrenmesini sağlamaktadır. Keman eğitiminde önemli bir yaklaşımın sahibi olan Shinichi Suzuki, bir çocuğun ana dilini öğrenirken dil yeteneği nasıl gelişiyorsa müzikal yeteneğinin de aynı şekilde ve uygun koşullarda geliştiğini belirtir. Suzuki’ye göre müzik yeteneği, kalıtımsal veya doğuştan gelen bir yetenek değildir. Geliştirmiş olduğu Anadil Teorisi’nin temelinde her çocuğun yetenekli ve eğitilebilir olduğu yatar. Bu teoriye göre potansiyeli ortaya çıkaran ve bunun bir yetenek olarak gelişmesini sağlayan şey çevredir (Hongur, 2007: 4).
Sovyet psikolog Lev Vıgostkiy, konuşmayı öğrenme evreleri olarak sınıfladığı evrelerden biri olan Sosyal Konuşma Evresi’nde doğumundan itibaren sosyal olan çocuğun, kendi kendisiyle konuşmaya yani düşünmeye başladığını, dış şartlar onu zorladığında ise bu düşünmenin sesli olarak gerçekleştiğini belirtir (Erdener, 2009: 90). Japon keman eğitimcisi Suzuki, müzik dinlemenin anne karnında başlaması gerektiğini sıklıkla dile getirmiştir. Çünkü 0-5 yaş arası dönem, çocukların işitme kapasitesinin en yüksek olduğu dönemdir. Anadil öğrenme süreciyle müzikal yetenek arasında pek çok benzer noktanın varlığı dikkat çeker. Çocuklar erken yaşlarında çevrelerini çok dinliyor gibi görünmeseler de pasif dinleme güçleri sayesinde çevresindeki sesleri taklit edebilecek beceriyi son derece kolay geliştirirler (Özer ve Hongur, 2016: 147).
Müzikal yetenek ve anadil öğrenme süreci arasında kurulan bu ilişki, Çingenelerin müziğe olan yatkınlıklarını açıklamada son derece önemlidir. Müzisyenlikleriyle öne çıkan Çingene topluluklarda müzik, doğum öncesi dönemi de kapsayarak çocuğu sarar. Çevrenin bu müzikal niteliğine müziğin Çingene kültürüyle olan bağı ve çocukların, ebeveynlerine ve diğer aile büyüklerinin müzikal uğraşlarına öykünmeleri gibi olgular eklendiğinde, Çingenelerin yaşamında müziğin kapladığı yer çok daha rahat anlaşılır. Bir Çingene müzisyen, yaşadığı çevredeki çocukların müzikle olan ilişkisini şu sözlerle anlatmaktadır: “(…) biz, işimizin olmadığı boş zamanlarda evde sazımızı düzeltmek için (iyi çalmak için) sazımızı yokluyoruz (doğaçlama bir şekilde çalıyoruz). Kendi kendimize bir çalışma… akort [3] yapıyoruz mesela. Kendi kendimize bir şeyler yaparken benim yanımda ufak çocuğum olur hep. Diğer arkadaşlarımın da ufak çocukları… zaten çocuklar evde hep duyuyor müziği. Babasının yanındadır o her zaman. O, müziği dinleyip kulaktan bir şeyler alır hep. Biraz yetiştiği zaman da, 7- 8 yaşlarında, eline bir ritim (ritim sazı) alır başlar. Doğar doğmaz başlıyor aslında duyup dinlemeye” (Özer, 2012: 81).
Ling takma adını taşıyan 14 yaşındaki yetenekli piyanistle ilgili olarak yapılan bir başka araştırmada, Ling’in anne ve babasının müzik eğitimi almadıkları fakat her ikisinin de ciddi birer müzik hayranı oldukları belirtilmiştir. Anne ve babasının bu özelliğinden dolayı Ling’in çevresi doğum öncesinden itibaren müzikal uyaranlarla sarılıdır. Araştırmacılar, Ling’in içinde bulunduğu bu çevresel koşulların onun müzikal yeteneğini etkilemiş olabileceğinin altını çizmektedirler (Ho ve Chong, 2010: 52).
Afrikalı çocuklar, son derece karmaşık ritim kalıplarını oldukça kolay öğrenirler. Çünkü bu ritim kalıpları, Afrika kültürünün doğal bir parçasıdır ve günlük yaşamın içinde çocuklar, gerek dinleyerek, gerek taklit ederek ve gerekse bunlar üzerinde çeşitlemeler yaparak bu karmaşık ritim kalıplarıyla ilişki içinde büyürler (Primos, 2002: 2).
Tarihsel süreçte isimleri bugüne ulaşan büyük müzisyenlerin yaşamları incelendiğinde her birinin müzikal uyaranlarca sarılmış bir çevrede doğup büyüdüğü görülür. Dört yaşında piyano çalmaya, altısında beste yapmaya, dokuz yaşında keman ve org çalmaya ve nihayet on ikisinde çelloya başlayan Pablo Cassals’ın, büyük piyanist Glenn Gould’un, Çingene gitarist Django Reinhardt’ın, Büyük besteci W.A. Mozart, J.S. Bach’ın ve daha pek çok büyük müzisyenin müzikle kuşatılmış bir çevre ve sosyal ilişki ağı içinde doğup yetiştikleri unutulmamalıdır.
Müzik başat bir uyaran olarak çevreyi kuşattığında sosyal ilişkinin ve toplumsallaşmanın önemli bir parçası hâline gelmektedir. Böylesi bir çevrede, müzikal yetenek, hayatın olağan akışının doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkar. Yukarıda alıntılanan örneklerin her biri uygun uyaranlarla sarılmış bir çevreye vurgu yapmaktadır. Çevre, yeni deneyimler ve aşılması gereken çelişkiler yarattığı oranda geliştiricidir. Bu durum, yetenekle birlikte gelişen bir çevreyi zorunlu kılar. Diğer bir deyişle, uygun olmayan koşullarda büyük bir potansiyeli barındıran yetenekten ve bu yeteneğin gelişiminden söz edilemez.
Yeteneğe genetiğin etkisi nedir?
1970’li yıllardan itibaren moleküler genetik alanında yaşanan gelişmeler, insan genomuna [4] dair pek çok bilgi elde edilmesini sağladı (Sanger ve ark., 1977). Yeni nesil dizileme (Next Generation Sequencing) [5] teknolojisi ile de genom dizilemenin maliyeti belirgin bir şekilde düştü ve artık sadece insan değil, daha birçok canlıdan elde edilebilen büyük veriler veri tabanlarında yerini almaya başladı (Voelkerding ve ark., 2009). İnsanların genlerine dair bilgiler elde etmek ve bunu insanlık yararına kullanmak önemli ve gerekli bir araştırma konusudur. Fakat içinde yaşadığımız toplumsal düzende, bilim toplum yararı için değil, kâr elde etmek üzerine icra ediliyor. Dolayısıyla özellikle moleküler genetik alanında elde edilen veriler de kapitalist düzenin ezilen sınıflar tarafından ikna edilmesinin yolu olarak uzun yıllardır kullanılıyor. Bugün suça eğimliliğin, IQ kavramının hatta intiharın bile sebeplerini genlere bağlamak saf bilimsel merak ve anlama çabası ile açıklanamaz (Lewontin, 2015). Sınıflı toplumların varlığı sonucunda tahakküm altına alınan emekçi sınıfın bu koşullara razı gelmesi için idealizm her zaman araç olarak kullanılmıştır. Genetik belirlenmecilik ise idealist bakışın kendini en belirgin şekilde gösterdiği alanlardan bir tanesidir.
İnsanların sahip olduğu becerilerden özellikle müzikal beceriye dair son yıllarda, becerinin “doğal bir yetenek mi yoksa yetiştirmeye mi bağlı” olduğu şeklinde bir soru ortaya atılmış ve araştırmalar her ikisine yönelik de cevaplar vermiştir. Finlandiya’da 15 tane çok kuşaklı aile (toplamda 224 kişi) ile yapılan bir çalışmada müzikal yeteneğin 4. kromozomdaki birtakım işaretleyiciler ile bağlantısı olduğu belirtilmiştir (Pulli, ve ark., 2007). Yine 76 aileye mensup toplamda 474 bireyde yapılan tüm genom analizi ile yapılan araştırma sonucunda 3. kromozomda bulunan ve kulak salyangozu [6] ile ilişkili birtakım genlerin müzikal yetenek bağlamında işitsel yolaklarda önemli olabileceği öne sürülmüştür (Oikkonen ve ark., 2015). Bu konuda bu yıl yayımlanmış olan başka bir çalışmada ise 12. Kromozomdaki AVPR1 [7] (Arginine Vasopressn Receptor 1) geninin müzikalite ile güçlü bir ilişkisi olduğu belirtilmiştir (Szyfter, 2020). Elbetteki kişinin gelişim sürecindeki birtakım farklılıklar sesi algılama noktasında fizyolojik ve anatomik temelli bir farklılaşmaya yol açacaktır. Ancak bu gibi çalışmalarda olduğu gibi, bu farklılıkları bir genin değişmez etkisine bağlamak konusunda eksik kalan birkaç nokta var. Birincisi, örnek sayısı istatistiksel olarak kromozom ve yetenek bağlamını ortaya koymaya yeterli değil. Toplamda analiz edilen sayı aslında içinde; profesyonel müzisyenler, amatör müzisyenler ve hiç müzik eğitimi almamış olanları içeriyor ve kategori özelinde az sayıda örnek ile çalışılmış oluyor. Bu da, elde edilen verilerin sağlıklı yorumlanmasını engelliyor. İkincisi, aslında çalışma içinde çevresel faktörlerin önemli derecede etki ettiği birçok gözlem mevcut iken (aileden gelen müzik geleneği, ikizlerin aynı yerde yaşıyor olması, vs.) bunlar dışlanarak, genetik etki hep tek yönlü bir şekilde aranıyor. Yani genlerden gelen kodlara sahip bireyde müzikal yeteneğe sahip olmasını sağlamış olan bir protein aranıyor. Üçüncüsü ise, epigenetik faktörler, yani genin çevresiyle kurduğu etkileşim nedeniyle ilgili genlerin aktivasyonundaki olası değişiklikler göz ardı ediliyor. Sonuncusu ve aslında bu düzen içerisinde çözülmesi mümkün olmayan sorun ise, bilimsel hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da bilim insanları arasındaki işbirliğinin eksik olması. Kişilerin müzikal yeteneklerinin araştırılmasında bir çalışma deneklerin sadece bir ankete verdiği sorular üzerinden genetik analiz yaparken, başka bir çalışma ise birtakım müzik testleriyle katılımcıları gruplara ayırıyor. Bu konunun sağlıklı değerlendirilmesi için sosyal bilimciler ve doğa bilimcilerinin işbirliği içinde çalışılması zorunludur.
Yetenek, başka birçok sosyal kavram gibi, içinde bulunduğumuz çevrenin genlere nazaran çok daha fazla katkısı olduğu bir kavramdır. Sahip olduğumuz 46 kromozom ve toplamda 30.000 genin birbirleri ve çevresel koşullarla etkileşimi görmezden gelinmektedir ve bu bilimsel yöntemin zayıflığı değil, gayet politik bir çabadır (Lewontin, 2007). Yetenek kavramına, bizleri günlük konuşmalarımızda dahi belirlenmeciliğe yaklaştıran her durumdan uzak durarak yaklaşmak gerekir. Genler tabii ki sadece gözlerimizin rengine ya da uzuvlarımızın fiziksel çeşitliliğine etki etmiyor. Moleküler yolaklar solunum, sindirim, boşaltım sistemleri gibi daha birçok fenotipe etki ediyor. Fakat zigot olarak başladığımız yaşamsal yolculuğumuzda genlerimiz, organizma olarak biz ve çevremiz arasında gürültülü karmaşıklık şeklinde bir etkileşim sürekli devam etmektedir (Lewontin,2007). Dolayısıyla genlerden mesajcı RNA’ya [8], oradan da protein oluşumuna giden süreç, tek yönlü ve çoğu zaman da geri döndürülemez bir süreç değil. Buna önemli örneklerden birisi, miyelinleşme kavramıdır (Osika,2020). Miyelinleşme, beynin yapısal değişiklik geçirme kapasitesi ile ilgili bir kavramdır ve sinir hücrelerimizin uzantılarını yalıtarak uyarıların daha hızlı iletimini sağlar. Kanada’da gen-yetişkinlik-çevre yaklaşımıyla yapılan bir çalışmada, özellikle çocukluk çağlarında müzikal ortamda büyümüş çocuklarda, müzikal becerinin çok daha uzun süre kalıcı etkisinin olduğu bulunmuştur (Penhune, 2020). Bu çalışmada müzikal çevrede erken yaşlardan itibaren büyümüş olmanın miyelinleşmenin çok daha hızlı gerçekleşmesi sonucunu doğurduğuna ek olarak, beynin bir bütün halinde bu yeteneğin kalıcılaşmasını sağlayacak şekilde olgunlaşmış olmasının da altı çizilmektedir.
İkizler, birbirleriyle aynı genetik dizilime sahip oldukları için yetenek ve IQ gibi alanda sıklıkla başvurulan popüler araştırma gruplarıdır. Müzikte “mutlak kulak” olarak isimlendirilen bir kavram vardır. Mutlak kulak, duyulan bir sesi, herhangi başka bir ses referansı olmaksızın tanıyabilme, tanımlayabilme yeteneğidir ve 2011 yılında ikizler üzerinde yapılan bir çalışmada tek yumurta ikizlerinin birinde bulunan bu özelliğin, ikizinde de %78 oranında olabileceğini göstermiştir. Çift yumurta ikizlerinde ise bu oran %45 olarak ifade edilmiş. Bu sonuç, müzikal yetenek ve aile kalıtımının bir etkisi olabileceği, fakat çevresel faktörlerin kesinlikle yok sayılamayacağını gösteriyor. Genin bulunduğu çevre ile etkileşim halinde olması nedeniyle tek yumurta ikizlerinde var olan bir özellik diğerinde de yüksek oranda görülse bile (%78) kesin olarak bulunacağı anlamına gelmiyor. (Theusch ve Gitschier, 2011).
Henüz müzikal alanda konservatuar mülakatlarında kimseye genetik test yapıldığı görülmedi fakat şu anda spor dallarından hangisine daha uygun olduğunuzun genetik testini yapıp üstüne de sizlere bir çalışma programı çıkaran birtakım kuruluşlar mevcut (Gür, 2020). Sporun fiziksel özelliklerin azımsanmayacak oranda ön planda olduğu bir alan olduğu doğrudur. Hücrelerin oksijen tutma kapasitelerinden tutun da, birtakım kas özelliklerinin sporcunun spor hayatında oldukça önem taşıyacağı âşikar. Fakat sadece bununla sınırlayarak karar vermek genetik belirlenmeciliğin bir başka boyutu ve kimlerin spora ne kadar erişebildiği ise tamamen sosyoekonomik bir konudur. Bununla ilgili yapılan testlerde özellikle sprinter [9] ve uzun mesafe koşuculuğu alanlarına odaklanılmıştır. Çoğunlukla mutabık kalınmış ACE [10] ve ACTN3 [11] genlerine yönelik yapılan varyasyon testlerinde kişinin hangi spor dallarında başarılı olabileceğinin daha çocuk yaşlarda tespit edebildiğini iddia eden testler, piyasada satılmaya başlanmış bulunuyor (newlifegenetics, 2020 ve mapmygene, 2020). Bir çocuğun atletik başarısını, daha küçük yaşlarda genetik testlerle karar altına almak ve yönlendirmek oldukça sağlıksız bir durumdur. Henüz bu yönde çalışmaların yetersizliği bir yana, ticarileşen spor ve toplum ilişkisinin altında yatan eşitsiz düzeni de meşrulaştırmanın başka bir yoludur: “Genlerinde yoksa sporcu olmayı çok da deneme, çünkü zaten en iyi olamayacaksın!”
Yukarıda örneği verilen genetik testler kendi başına sorunlu olmasa da, gen-birey ilişkisini genetik belirlenmeci şekilde ele almasına ek başka sorunlu yanlar da söz konusu. Bugün genetik olarak birebir ilişkisi kanıtlanmış olan hastalıklara dair genetik testlerde, çocuğunun hangi hastalıklara yatkın olabileceği ve nasıl önlemler alınması gerektiğine dair sürecin yönetimi, toplumdaki tüm ebeveynlere açık bir olanak değil. Yeterli maddi olanaklara sahip olanların erişebildiği, dolayısıyla toplumdaki eşitsiz koşulları ortadan kaldırmak bir yana, bunu derinleştirdiği ve bir yerde de meşrulaştırdığı bir toplumsal düzende yaşıyoruz. Dolayısıyla genetik verilerin örneğin eğitimde belirleyici bir faktör olarak kullanılmasının, verili toplumsal düzen içinde sorgulanması gerekiyor (Martschenko, 2019). Yapılan yeni çalışmalar gösteriyor ki, çocukların ailelerinden devraldıkları genetik mirastan çok daha fazla, ailenin mensup olduğu toplumsal sınıf başarılarını etkiliyor. Şu artık oldukça net şekilde görülmüş durumda ki; gelir seviyesi ve toplumsal statüsü yüksek ailelere mensup çocuklar doğuştan gelen yeteneklerine bakılmaksızın başarı gösterebilirken; tersinden düşük gelire ve toplumsal statülü aileye üye çocuların ise iddia edilen genetik potansiyel var olsa bile bunu gerçekleştirme ihtimali oldukça düşüktür (Lin, 2020).
Biyolojik Determinizme Karşı Toplumsal Dünya Görüşü
Organizma ve çevreyi, birbirinden iki ayrı şey olarak ele almak yerine, birbirine sürekli etki eden ve değiştiren diyalektik bir yöntemle ele almamız gerekiyor. Geçtiğimiz yıllarda yapılan bir çalışmada, profesyonel müzisyenlerde müzikal eğitimi olmayanlara göre hangi aday genlerin farklı ifade edilmiş olabileceğine dair bir çalışma yapılmış. Müzisyenlerden performans öncesi ve sonrası alınan kan örneklerinden genlerin ifade edilme seviyesine bakılmış ve bir grup genin anlamlı şekilde ifadesinin değiştiği gözlenmiştir. Aday olarak düşünülen genlerden özellikle SNCA, FOS ve DUSP1 genleri, ötücü kuşlarda şarkı üretimiyle daha önce ilişkilendiği için ses algısı ve üretimindeki farklılaşmanın evrimsel olarak korunduğu da gösterilmiş (Kanduri, 2015). Şu da oldukça açık ki söz konusu genlerin ifade edilebilecekleri bir çevrede olmadıkları sürece aktifleşmesi söz konusu değildir. Tüm sinirsel esnekliğin sağlanması, miyelinleşmenin oluşabilmesi için ortam şartlarının bu koşulları sağlıyor olması gerekir. Erken yaşta müzikle kurulan ilişki ve pratik, bu nedenle son derece önemlidir. Uygun çevre, genlerin aktivasyonlarını değiştirecektir. Ne var ki toplumun tüm bireylerinin eşit bir şekilde müziğe erişmesi ve müzikle kurulabilecek toplumsal bir ilişki kapitalist toplumda olası değildir. Tüm toplumun müziğe erişimi sağlandığında ve müzik, toplumsal hayatın doğal bir bileşeni olduğunda yetenek kavramına yüklenen anlam da değişecektir. Ancak böylesi bir toplumsal yaklaşımla, yetenek-genetik ilişkisi gerçek anlamıyla bilimsel bir şekilde ele alınabilir. Ya da bu soru, toplumdaki eşitsizliğe bilimsel bir kılıf uydurmanın ötesinde sadece karmaşık bir aktivasyon sürecini çözmek için indirgemeci olmayan ve bütünlüklü bir çalışma ile araştırılmasını mümkün kılar. Çünkü sosyoekonomik olarak aslında herkesin koşullardan eşit şekilde yararlanması gerekiyor. Aksi halde, genetik bilgilerin kullanımı sadece maddi durumu iyi olan insanların test peşinde koşarak çocukları için en mükemmelini arama maratonlarında birer ticari meta olmanın ötesine geçmeyecektir.
Toplumsal Yetenek ve Sosyalist Türkiye
Müzikal yeteneğin sosyalist bir toplumda nasıl gelişeceğine geçmeden ve yeteneğin toplumsal bir olgu olduğu önermesinin altını çizmeden önce yeteneğin, kapitalizmde nasıl bir işlev ve anlam kazandığına dair birkaç söz söylemekte fayda var. Bunun için genç konser piyanistlerine odaklanacağız. Her yıl dünya çapında 800 “kalburüstü” piyanistin yolu, bir konser kariyeri yapmak için New York’a düşer. Bu piyanistler, New York’ta bulunan beş prestijli konser salonundan birinde konser verebilmek için ceplerinden yüklü bir miktar para harcamayı da göze alarak birbiriyle yarışır. Ne var ki bu 800 genç piyanistin ancak 30-35’i bu salonlardan herhangi birinde çalma şansını yakalar. Davetlilerle doldurulmuş salonda verilen konserin ardından bu piyanistlerle ilgili çeşitli dergi ve gazetelerde “başarılı” ya da “umut verici” gibi yorumlar yapılır. Bu genç “kalburüstü” piyanistlerin pek çoğunun adı bir yıl içinde unutulacak, bu sekiz yüz piyanistten yalnızca onu birer “star” olarak kariyerlerini sürdürebilecektir. Eleme süreciyle oluşan bu pazar “star sistemi” olarak tanımlanabilir. Star sisteminin temel ilkesi, izleyicinin herhangi bir müziği canlı izleme isteği ile müzisyenin şöhreti arasında doğrudan bir bağlantı olmasıdır. Star sisteminde 800 kişinin hepsi “ünlü” ise aslında kimse ünlü değil demektir. Bu sekiz yüz piyanistten onunun öne çıkması, ancak 790 piyanistin aşağıya itilmesi ile gerçekleşir (Sennet, 2010: 371-373). Bu çarpıcı örnek bize, kapitalizmin yetenek olgusuna dair ufkunu yansıtır. Piyasanın içinde gerçekleşen bu eleme süreci, pek çok yetenekli müzisyen için son derece yıpratıcıdır. Bu müzisyenler, birbirleriyle yarışarak ve hatta birbirlerinin önüne geçerek bu süreçte ilerlerler. Star sisteminde “olağanüstü” olmayan bir müzikal olgudan söz edilemez. Bu örnek, aynı zamanda, kapitalizmin temel özelliklerinden birini bize basitçe açıklar; kapitalizmde esas olan toplumun değil bireyin gelişimidir. Bir başka deyişle toplumsal gelişim, kapitalizmin var oluşuna aykırıdır. Ne var ki kapitalizmde, hele hele artık kendini tüketmiş, toplumu çürüten bir düzende “bireysel gelişim”in sınırları aslında son derece dardır. Bu noktada yetenek gelişiminin önündeki en büyük engel kapitalizmin kendisidir. Kapitalizm insan potansiyelini, kısaca insanı köreltir.
Sosyalist toplumda ise bireyin kişisel gelişiminin koşulu gelişkin bir toplumsallıktır. Toplumsal yaşam içinde gerçekleşen etkileşimler ve çelişkiler, bireyin yaşantısında yeni kapılar açacaktır. Bireylerin, farklı topluluklar içinde kurdukları ilişkiler ve burada edindiği deneyimler, farklı toplulukların birbiriyle bağ kurmasını ve bir bütün olarak gelişmeyi sağlar. Topluluk, bireyi; birey topluluğu; farklı zeminlerde kurulan ilişki ağları diğer toplulukları geliştirir. Burada sözünü ettiğimiz aslında kamusal alanın bütününe yayılan bir örgütlülüktür. Sosyalist Türkiye öncelikle böylesi bir örgütlenmenin zemini olacaktır.
Müzikal yetenek, ancak müzikal uyaranlarca sarılmış bir toplumsal yaşamda var olur ve gelişir. Sosyalist Türkiye’de tüm toplum farklı şekillerde müziğe erişebileceğinden, doğacak her çocuğun çevresi doğal olarak müzikle sarılı olacaktır. Her çocuğun anne ve babası iyi birer müzik dinleyicisi, çeşitli düzeylerde müzik icracısıdır. Çocuğun kulak gelişimi bugünküyle kıyaslanamayacak bir ivmeyle gerçekleşecek; anne ve babasının müzikle olan uğraşından etkilenen çocuk, çok küçük yaşta bir müzik aletini çalmaya yönelecektir.
Sosyalist Türkiye, kapitalist toplumda emekçilerden kopuk bir şekilde konumlanan sanatı ve sanatçıyı adeta yeryüzüne indirerek çok kısa sürede kendi bağrında yetişmiş sanatçılarını, müzisyenlerini ve müzik eğitimcilerini yetiştirecektir. “Yeni insanın” ilk nüveleri olarak da görebileceğimiz bu nitelikli müzisyen ve eğitimciler, Türkiye’nin her noktasına müziği taşımak için seferber olacaktır. Tüm çocuklar kolaylıkla kaliteli bir müzik eğitimine ulaşabilecektir.
Müzik, tüm çocukların günlük yaşamının bir parçası olacak; çocuklar, onlar için kurulan korolar ve orkestralarda birlikte üretecekler; bu birlikteliğin kendilerini, kendilerinin de bu birlikteliği güçlendirdiğini öğreneceklerdir.
Sosyalist Türkiye’de eleştiri, özel bir öneme sahiptir. Eleştirinin toplumsal gelişimdeki ilerletici rolü ve önemi, “açık kaynak” işletim sistemlerinin gelişim süreciyle örneklenebilir. Bilindiği gibi açık kaynak işletim sistemleri, herkesin kullanımına açıktır. Bu işletim sistemleri bilginin mülkiyet ve gizliliğine karşı çıkar. Dünya üzerindeki tüm geliştiriciler, sistemin her zaman ulaşılabilir olan çekirdeğine özgürce ulaşarak onu geliştirebilir ve onun açıklarını kapatır. Böylelikle işletim sistemi sürekli gelişen bir nitelik kazanır (Özer, 2012: 46). İşte böylesi bir kültürde üretimin niteliğini geliştirecek olan da eleştiridir. Eleştiri, müzikal üretimi ve buna bağlı olarak toplumun müzikal birikimini ileri taşıyacaktır. Toplumsal yaşamın merkezine yerleşen müziğin niteliği geliştikçe, toplumu bu bağlamda ileriye taşıyacak olan nesillerin formasyonu da artarak devam edecektir.
Sosyalist bir dünya, en güzel müziği kendinden öncekileri aşarak üreteceğimiz; bu müzikleri büyük bir haz ve insanın yaratıcı gücüne olan hayranlıkla dinleyeceğimiz; ve en yetenekli çocukların, anne-babaların ve emekçilerin, kendi potansiyellerini her an zorladığı ve her geçen gün daha iyiyi ve güzeli arayarak kendini âdeta yeniden yarattığı bir dünya olacaktır.
Kaynaklar
Bengochea, K. (2020). The myelin sheath and myelination. Erişim tarihi: 14.10.2020. https://www.kenhub.com/en/library/anatomy/the-myelin-sheath-and-myelination
Cambridge University. (2010). Cambridge Advanced Learner’s Dictionary, Cambridge: Cambridge University Press.
Erdener, E. (2009). Vygotsky’nin Düşünce ve Dil Gelişimi Üzerine Görüşleri: Piaget’e Eleştirel Bir Bakış. Türk Eğitim Bilimleri Dergisi Kış, 7(1), 85- 103.
Gür, H. (2019). Genetik ve spor. Erişim tarihi: 29.11.2020. http://www.sporhekimligi.com/genetikvespor.php
Ho, P. S. K., and Chong, S. N. Y. (2010). The Talent Development of a Musically Gifted Adolescent in Singapore. International Journal of Music Education, 28(1), 47-60.
Hongur, G. (2007). Preparing A Suzuki Violin Student For A Successful Bach Double Concerto, A Thesis Presented for the Master of Music Degree The University of Memphis, Memphis.
Hughes S. H. (2015). Reverse Transcription of Retroviruses and LTR Retrotransposons. Microbiology spectrum, 3(2), 3–2014. https://doi.org/10.1128/microbiolspec.MDNA3-0027-2014
https://newlifegenetics.com/dna-talent-test/ Erişim tarihi: 02.10.2020
https://mapmygene.com/services-2/talent-gene-test/ Erişim tarihi: 02.10.2020
https://sozluk.gov.tr/ Erişim tarihi: 06.10.2020
Karl V Voelkerding, Shale A Dames, Jacob D Durtschi, Next-Generation Sequencing: From Basic Research to Diagnostics. (2009) Clinical Chemistry, 55()4, 641 658, https://doi.org/10.1373/clinchem.2008.112789
Lewontin, R. (2007). Üçlü sarmal, 2, Ankara: TÜBİTAK
Lewontin, R. C. (2015). İdeoloji olarak biyoloji, İstanbul: Kolektif Kitap.
Lewontin, R. C., Rose, S. Kamin, L. J. (2015). Genlerimizden ibaret değiliz, 2, İstanbul:YordamKitap.
Lin, M-J.,(2020). The social and genetic inheritance of educational attainment: Genes, parental education, and educational expansion. Social science research. 86. https://doi.org/10.1016/j.ssresearch.2019.102387
McKinnon, S. (2010). Neo- Liberal Genetik: Evrim Psikolojisinin Mitleri ve Meselleri, İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi.
Martschenko, D., Trejo, S., & Domingue, B. W. (2019). Genetics and Education: Recent Developments in the Context of an Ugly History and an Uncertain Future. AERA Open. https://doi.org/10.1177/2332858418810516
Nalçacı, E. (2017). Tarihselci yöntem ve bilim tarihi, İstanbul: Yazılama Yayınevi.
Nalçacı, E. (2018). Bilimle desteklenen bir idealist akım: biyolojik belirlenmecilik. Madde, Diyalektik ve Toplum,1(3). 197-211.
Nunes, T., Schliemann, A. D., and Carraher, D. W. (1993). Street Mathematics And School Mathematics, New York: Cambridge University Press.
Özer, U. (2012). Trakya’daki Çingene Müzisyenler ve Yaşantıda Gerçekleşen Müzikal Öğrenme, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara: Gazi Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü.
Özer, U, Hongur, G. (2016). Suzuki’nin "Anadil Metodu" ve Türkiye’nin Trakya Bölümünde Yaşayan Müzisyen Çingeneler. NWSA Fine Arts , 11 (4) , 153-160. https://dergipark.org.tr/tr/pub/nwsafine/issue/24575/260197
Penhune, Virginia B. (2020). A gene-maturation-environment model for understanding sensitive period effects in musical training Author links open overlay panel, Current opinion in behavioral sciences, 36, 13-22.
Primos, K. (2002). Musical Development and Learning, London: Continuum International Publishing.
Sanger F, Air GM, Barrell BG, Brown NL, Coulson AR, Fiddes CA, Hutchison CA, Slocombe PM, Smith M. (1977). Nucleotide sequence of bacteriophage phi X174 DNA. Nature. 265(5596),687-95. doi: 10.1038/265687a0.
Sennett, R. (2010). Kamusal İnsanın Çöküşü, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Suzuki, S. (2010). Sevgiyle Eğitmek, İstanbul: Porte Müzik Eğitim Malzemeleri Pazarlama Limited Şirketi.
Theusch, E., & Gitschier, J. (2011). Absolute Pitch Twin Study and Segregation Analysis. Twin Research and Human Genetics, 14(2), 173-178. doi:10.1375/twin.14.2.173
Watson, J., Crick, F. (1953). Molecular Structure of Nucleic Acids: A Structure for Deoxyribose Nucleic Acid. Nature 171, 737–738. https://doi.org/10.1038/171737a0
Weinhold B. (2006). Epigenetics: the science of change. Environmental health perspectives, 114(3), A160–A167. https://doi.org/10.1289/ehp.114-a160
Katkılar
Nazlı Somel
Sevgili Gizem ve Ulaş’ın eline sağlık, önemli bir konuya etraflıca eğilmişler.
Önerilerim şöyle:
- Bildirinin başlığına yetenek kavramının müzik alanına odaklanılarak tartışıldığını gösterecek bir ek yapılmalı.
- Yeteneğin doğuştan ya da kalıtsal olduğu yönündeki kapitalizme has vurgu temelde ‘değişime’ olan düşmanlıktan da beslenir. Yetenek ve benzeri kavramlar, emekçilerde ‘değişmeyecek temel bir şeyler var ya da değiştirecek bir şeyin olmadığı’ kanısını uyandırır. “İçinde varsa okur”, “kapasitesi bu kadarmış” gibi yaygın ifadeler, örn. eğitim hizmetlerinin sunumundaki eşitsizlikleri gölgeler ve eşitlik taleplerini törpüler. Benzer şekilde yeteneğin değiştirilemez bir miras olarak kabul edilmesi, öğretmenlerin eşitsiz pratiklerine de zemin hazırlar. Örneğin, öğretmekte zorlandığı, diğerlerine göre daha yavaş kavrayan, ve genellikle yoksunluklar içinden gelen öğrencilerini kendi sorumluluğu olarak görmemesine neden olur. Mevcut eşitsizlik pratikleri (seçme-ayırma, özel okullar, merkezi sınavlar vb.) bu nosyondan beslenir ve bu nosyonu besler. Sovyetlerde, en baştan, eğitimde kalıtımın etkisinin görmezden gelinmesi çağrısı ve insanın toplumsal gelişimine vurgu da örnek olarak verilebilir burada.
- Yetenek konusu tartışılırken ‘potansiyel’ kavramının da tartışılması önemli. Diyalektik bir çözümleme için çok elverişli bir kavram. Siz bildirinin sonuna doğru söyle yer vermişsiniz: “Diğer bir deyişle, uygun olmayan koşullarda büyük bir potansiyeli barındıran yetenekten ve bu yeteneğin gelişiminden söz edilemez”. Bu konu (cümle değil) yeteneğin tanımlandığı kısma taşınarak, genetik ve çevre arasındaki ilişki potansiyel kavramıyla (yani esneklik ve karşılıklı etkileşimi katarak) kurulabilir.
- “Oysa genin bireyi, bireyin de toplumu yarattığı iddiası, açıkça diyalektik materyalist kavrayışa aykırıdır.“ Bu cümlede bir mantık hatası var, yukarıdaki genetik belirlenimcilerin diyalektik materyalist oldukları yönünde bir iddiaları bulunmuyor, cümlenin kuruluş biçimi ise tersini hissettiriyor. Önerim diyalektik materyalist kavrayışa uygun olanın somutlanması ve bu ikisi arasındaki farklara ardından işaret edilmesi.
Ulaş Özer – Gizem Gül
Öncelikle katkı ve önerileriniz için çok teşekkür ederiz. Bildirinin başlığına ilişkin yaptığınız öneri doğrultusunda değişiklik yapılmıştır. Burada reel sosyalizm örneklerine özel olarak girmek istemedik çünkü aslında yetenek kavramının bizlerin de gündelik hayatta alıştığı şekliyle nasıl algılandığını ortaya koyarak, kavramı yerli yerine tarihsel ve güncel birtakım örnekler üzerinden oturtmak istedik. Yetenek ve benzeri kavramların reel sosyalist dönemde nasıl ele alındığı ya da günümüz sosyalist ülkelerde bu kavrama nasıl yaklaşıldığına dair ayrı bir çalışma yapabilirsek, bahsettiğiniz önemli vurgu yerinde olacaktır. Yeteneğin potansiyel kavramıyla birlikte kısaca ele alınışı, yeteneğin tanımlandığı kısma öneriniz doğrultusunda taşınmıştır.
Erhan Nalçacı
Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu sürecinde genetik potansiyel ile çevre etkileşimini açan bu bildiri çok değerli bir katkı sağlamış. Müzik alanına eğilmekle birlikte aslında spor, resim, edebiyat, matematik gibi birçok alana uygulanabilir bir zemin sağlıyor. Bildiriyi yazan arkadaşlarımı kutluyorum.
Bazı öneriler:
Vıgostkiy’e yapılan atıf çok yerinde. Ancak Rusça isimlerin İngilizce yazılışını değil, Türkçe telaffuza uyumlu hale getirilmiş halini tercih ediyoruz.
Sayfa 8’de miyelinleşme tanımlanırken sinir gövdelerinin yalıtılmasından bahsedilmiş. Aslında tipik bir sinir hücresinin gövdesi miyelinsizdir, sinir uzantısı (akson) ki bunlar mikron düzeyinden metrelere kadar uzayabilir, miyelinle kaplanabilir. Muhtemelen Penhune (2020)’ye yapılan atıf erken yaşta müzik eğitimi ile uğraşan çocukların miyelinleşme sürecinin hızlandığı ile ilgili ama vurgu eksikliği nedeniyle anlaşılmıyor. Yedi yaşından önce bir müzik aleti, örneğin keman çalmanın beyin iki yarımküresini birleştiren büyük bir sinir yolağı olan korpus kallozumun kalınlaşmasını artırdığı çok iyi belgelenmiştir, bu verilere atıf yapılabilir. Beynin bölgelerinin daha hızlı ve etkili birbirine bağlanması sadece müzik ile ilgili değil birçok entelektüel işlev için kullanılabilecektir. Bu nedenle herkesin eşit biçimde erken yaşlardan itibaren müzik eğitimi almaya, bir müzik aletiyle haşır neşir olmaya ihtiyacı bulunmaktadır. Bu eşitliğe kavuşanların müzisyen olması gerekmiyor tabi ki, ama çok daha gelişkin ve çok yönlü, zihinsel kapasitesi çok daha güçlü bireyler olarak kolektif üretimlere katılacaklardır.
Bu metinde hiç değerlendirilmeyen bir başka konu, yaşlanma sürecinde de müzik ile uğraşmanın, dans etmenin ve müzik aleti çalmanın beyin yaşlanmasını geciktirmesidir.
Sosyalizm bütün topluma, anne karnından başlayarak müzik yeteneklerini eşit bir şekilde geliştirme hakkı verecektir. Belki bir sonraki bildiride reel sosyalist ülkelerde müziğin yaygın ve eşit kullanımının ne kadar başarıldığı ve hangi kazanımların elde edildiği belgelenebilir.
Ulaş Özer – Gizem Gül
Katkı ve önerileriniz için çok teşekkür ederiz. Müzikal yetenek bağlamında reel sosyalist ülkelerdeki deneyimlerin belgelenmesi ve sosyalist bir toplumda müzikle iç içe bir yaşamın insan yaşamına ve yaşlanmaya olan etkisi bu bildiriyle birlikte düşünüldüğünde bir bütünlük oluşturuyor. Bu konular ayrı birer çalışma konusu olarak ele alınmayı hak eden konular. Miyelinleşme kavramı konusunda, Penhune (2020) çalışmasında sizin de belirttiğiniz gibi aslında erken yaşta müzik ile uğraşan kişilerde miyelinleşmenin hızlandığını vurgulamak istedik. Bu nedenle sizin öneriniz üzerine orayı birkaç cümle ile açmaya çalıştık.
Katkılarınızı şu adrese iletebilirsiniz:
[1] Virtüözite: İcrada yüksek ustalık; müzikte yüksek teknik ve müzikalite gerektiren eserleri büyük bir ustalıkla çalabilme becerisi.
[2] Santral Dogma: Merkezi kabul adıyla da bilinen ve biyolojik sistemlerde genetik bilginin akışı ile ilgili 1958 yılında Francis Crick tarafından ortaya atılan görüş.
[3] Akort: Bir çalgıda doğru ses vermesi için yapılan ayar, düzen.
[4] Genom: Organizmanın kalıtım materyalinin bütününe genom adı verilir.
[5] Yeni Nesil Dizileme: Aynı anda birden çok DNA parçasının dizilenmesine olanak sağlayarak büyük veriler elde edilmesini sağlayan teknolojiye verilen ad.
[6] Kulak salyangozu: Kulağın iç kulak kısmında yer alan, akustik dalgayı beynin yorumlayabileceği elektriksel işarete dönüştürmekle görevli bölüm.
[7] AVPR1: Arginin vazopressin reseptörü 1A geni beyin, karaciğer ve böbrek dokularında hücre çoğalması, trombosit agregasyonu ve pıhtılaşma faktörlerinin salınması ile ilişkilidir.
[8] Mesajcı RNA: Sentezlenecek olan bir proteinin amino asit dizilimine karşılık gelen bilgiyi taşıyan RNA molekülü.
[9] Kısa mesafe koşucusu
[10] ACE: Anjiyotensin dönüştürücü enzimi kodlayan gen, vücutta kan basıncını düzenleyen renin-anjiyotensin sisteminin bir parçasıdır.
[11] ACTN3: Alfa aktinin 3 geni, çoğunlukla iskelet kaslarında bulunan ve kasılma ile ilgili görev alan enzimi kodlamaktadır.