GETAT Uygulamaları Bilimsel Tıp İçine Girmez! (söyleşi)
Geleneksel ve tamamlayıcı tıp uygulamaları (GETAT) Sağlık Bakanlığı tarafından “önleyici,” “tamamlayıcı” veya “geleneksel” olarak tanımlanarak meşrulaştırılmaya çalışılıyor. Fakat bilimsel yöntem süreçlerinden uzak bir “çözüm” çaresiz veya inanmaya hazır insanlara pazarlanıyor.
[Bilim ve Aydınlanma Akademisi]
Söyleşi: Halk Sağlıkçı, Doktor Akif Akalın
Sağlık Bakanlığı'nın "GETAT" adı altında meşrulaştırmaya ve yasallaştırmaya çalıştığı bu bilim dışı süreci Dr. Akif Akalın'la konuştuk. "Toplumcu Tıp", "Sağlığa ve Hastalığa Toplumcu Yaklaşım", "Toplumcu Tıbba Giriş" kitaplarıyla tanınan ve soL Haber Portalı'nda "Sınıfın Sağlığı" blogunda yazan Dr. Akif Akalın'ın sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:
Sağlık Bakanlığı tarafından yasallaştırılan GETAT uygulamaları (Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp) için şimdi de geçen yıl ilki düzenlenen GETAT Kongresi ve Fuarı’nın ikincisi Nisan ayında yapılacakmış. Üstelik Cumhurbaşkanlığı Himayesinde düzenlenecekmiş. Bir doktor olarak bu yasallaştırmayı ve uygulamaları nasıl yorumluyorsunuz?
Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GETAT) konusu, yalnızca tıbbi değil, hatta tıbbi olmaktan çok sosyal, ekonomik, hukuksal, siyasal, dinsel ve ticari yönleri olan bir konu. Biz elden geldiğince tıpla sınırlamaya çalışalım.
Öncelikle hacamat, sülük, ozon veya müzik tedavisi gibi “yasal” hale getirilen 15 uygulamanın, 2014 yılına kadar Türk Ceza Kanunu’nda “suç” olarak nitelendiğini ve uygulayanların hapis cezaları alabildiklerini söyleyelim. Tabip Odaları bu durumlarda hemen soruşturma açıyor ve savcılığa bildiriyorlardı. Bugün dahi bu uygulamaları bakanlığın “sertifikası” olmadan yapmak suç olmaya devam ediyor.
Sağlık Bakanlığı 2014’de “Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği” yayınlayarak GETAT uygulamalarını “suç” olmaktan çıkarttı. 2015 yılında Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB) yasası kabul edildi ve Türkiye Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Enstitüsü GETAT uygulamaları yapacaklara eğitim ve sertifika vermeye başladı.
Öncelikle meselenin “tarihsel ve toplumsal” bağlamını tarif ettik, çünkü bu yöntem gerçeğe ulaşmanın bilinen tek anahtarıdır. Tartışmalarda GETAT ortaya şöyle konuyor: Sanki binlerce yıldır insanlar “geleneksel” yöntemlerle sağlık sorunlarını çözüyorlarmış, fakat birileri 19. yüzyılda batı (modern veya bilimsel) tıbbını icat edince buna aldanıp, geleneksel uygulamaları unutmuş, şimdi bilimsel tıbbın sorunları çözmediğini görünce de geçmişi anımsayıp veya yeniden keşfedip geleneksel uygulamalara geri dönüyormuş algısı yaratılıyor.
Gerçekten böyle mi oldu? Gerçekten bilimsel tıbbın ortaya çıktığı 1900’lerin başlarına kadar insanlar hacamat, sülük tedavisi yaptırıp veya uşşak makamında müzik dinleyip iyileşiyorlar mıydı? Gerçekten 20. yüzyıla kadar homeopati veya hipnoz hastaları iyileştiriyordu da insanlar durduk yere mi aşıları, antibiyotikleri, anesteziyi ve cerrahi yöntemleri icat ettiler?
Özellikle tarihi 5 bin yılı aşan akupunktur söz konusu olduğunda, gerçekten bu iddialar çok “komik” duruyor. Bakın, biz sağlık hizmetlerinin “özelleştirilmesi” sürecinde de aynı oyunu izledik. O zaman da, sanki dünya kurulduğundan beri sağlık hizmetleri hep devlet tarafından veriliyormuş algısı yaratılmıştı. Oysa gerçek bunun tam tersiydi. Dünya kurulduğundan beri binlerce yıldır sağlık hizmeti bedelini ödeyebilenin erişebildiği “özel” hizmetti. Yirminci yüzyıla kadar dünya üzerinde “sağlık bakanlığı” veya “devlet hastanesi” diye bir şey duyan var mı? Sağlık hizmeti Ekim Devrimi sonrasında önce Rusya’da, sonra Avrupa’da “devlet” hizmeti oldu.
Tekrarlıyorum, insanlar en azından beş bin yıldır sağlığın özel olmasından çok memnundu da 20. yüzyılda durduk yere mi devlet hastaneleri açmaya başladılar veya toplumlar tedavi giderlerini ceplerinden karşılayabilecekleri özel hastaneler talep etmesine rağmen zorla mı bedava devlet hastaneleri açıldı? Sonunda devlet işletmesi “verimsiz” dediler ve sağlığı piyasalaştırdılar.
Hastalıkların önlenmesinde, tanı ve tedavisinde hiçbir faydalarının olmadığı yüzyıllardır defalarca kanıtlanmış uygulamaların, 21. yüzyılda önümüze GETAT adı altında konmasının başka nedenleri olmalı. Açıkçası konuyu tıpla sınırlandıralım dedik, fakat konunun ekonomik ve siyasal boyutlarını görmeden mesele anlaşılamaz.
Bununla ilişkili olarak Kongre’nin web sayfasına baktığımızda, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) “2014 - 2023 Geleneksel Tıp Stratejileri” ile ülkeleri GETAT konusunda teşvik ettiğinin ifade edildiğini görüyoruz. Gerçekten de Türkiye’de bu konudaki gelişmeler, DSÖ stratejisiyle paralellik içinde mi? DSÖ geçtiğimiz yıllarda nasıl sağlıkta özelleştirmeyi teşvik ettiyse şimdi de dünyada GETAT’ı teşvik mi ediyor?
GETAT Kongrelerinin “fuarla” bütünleştirilmesi de tıbbi – sanayi kompleksin dikkatini bu “yeni pazara” çekmeye çalışmak olduğunu söyleyebiliriz. Aslında “bitkisel” ilaç ve homeopatik ilaç pazarının şimdiden önemli bir büyüklüğe eriştiği söyleniyor.
Aslında DSÖ'nün tıpta "geleneksel" uygulamalara tolerans gösteren yaklaşımı yeni değil. Bunun birçok nedeni var. Birincisi dünyada bugün bile modern tıp eğitimi almış sağlıkçıların yok denecek kadar az olduğu ülkeler var. DSÖ bu tür ülkelerde geleneksel iyileştiricilerden yararlanmayı "pratik" bir zorunluluk olarak görüyor. İkincisi yine dünyanın geri bıraktırılmış coğrafyalarında iyileştiricilik, inanç sisteminin ve kültürün bir parçası. Bu ülkelerde yerel inanışlara ve kültüre saygı göstermeden insanlara erişme şansı yok. Nitekim Kübalı sağlıkçılar böyle ülkelere yardıma gittiklerinde, bu ülkelerdeki geleneksel yöntemleri reddetmiyorlar, bilimsel tıpla bütünleştirmeye çalışıyorlar.
Ancak GETAT'ın bu çerçevede değerlendirilemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü GETAT içindeki birçok uygulamanın "geleneksel" hiçbir yanı yok. Örneğin Homeopati, 1800'lü yıllarda bir Alman hekim tarafından uygulanmış bir yöntem fakat ne Alman halkının kültürünün ne de inancının bir parçası. GETAT uygulamaları içinde yalnızca tıbbi bitkiler "geleneksel" yöntem olarak kabul edilebilir.
Bugün Küba'da bilimsel tıp, yerli halkın geleneksel yöntemlerini asla küçümsemiyor. Aksine bu yöntemlerin etkililiği ve güvenliği bilimsel yöntemlerle araştırılıyor ve testleri geçenler "ilaç" haline getirilip, ruhsatlandırılıp halkın kullanımına sunuluyor. Küba eczanelerindeki ilaçlar içinde bu yöntemle geliştirilmiş ilaçların sayısı hiç de az değil. Hatta bunların bir kısmı ihraç ediliyor. Fakat kimse bunlara "geleneksel" demeye devam etmiyor artık.
Bugün DSÖ'nün sağlıkta özelleştirme ve piyasalaştırma politikalarının bir uzantısı olan GETAT'ı teşviki, tıpta gericiliğe hizmetten başka hiçbir anlam taşımıyor.
Uygulamaların “önleyici tıp” olduğunu iddia eden bu alan nedir? Bilimsel midir, önleyici midir? Klasik tıp ve geleneksel tıp ayrımı doğru mudur?
Kongre’nin konuları, diyabet, hipertansiyon, obezite, kalp hastalıkları ve kanser gibi günümüzün en önemli ve yaygın sağlık sorunları. Fakat bu sorunların bir ortak yönü daha var: Bunlar bilimin henüz çözüm bulamadığı, yani hastaların iyileştirilemediği, ancak ilaçlar ve tıbbi teknolojiyle gündelik yaşamlarına devam edebilmelerinin sağlandığı sorunlar. Aynı zamanda üzerine muazzam bir ekonominin inşa edildiği sorunlar. Örneğin GETAT bilimsel tıbbın tedavi edebildiği veya salgın hastalıklar gibi sorunlarla ilgilenmiyor.
Öte yandan GETAT bilimsel tıbba “alternatif” olarak değil, daha çok “tamamlayıcı” olarak öneriliyor. Bunu, üzerinden çok para kazanılabilen sorunlara eğilmekle birleştirince, aslında GETAT’ın kendisine, dünyada kârlılıkta silah endüstrisinden sonra ikinci sıraya yerleşen sağlık pazarında “yer bulma” çabası içinde olduğunu anlayabiliyoruz.
Burada “sözcükler” çok önemli. GETAT, “geleneksel” sözcüğüyle daha çok “muhafazakarlara” hitap ederken, “tamamlayıcı” sözcüğüyle liberal solcular da dahil, liberal kesimlere hitap ediyor.
Muhafazakarları hacamatın “sünnet” olduğunu, İslam peygamberinin uyguladığını ve hadislerde yeri olduğunu söyleyerek kolayca ikna edebilirsiniz. Oysa liberaller bu yaklaşımdan çok etkilenmeyecektir. Bu nedenle liberal kesimlerde sermaye medyası tarafından pompalanan bilimsel tıbbın insana bütüncül yaklaşmadığı inancını sömürerek, siz yine bilimsel tıbba da gidin, ama onun bu eksiğini “tamamlamak” için de bize gelin diyorlar.
Diğer taraftan dünyadaki “muhafazakarlaşma” eğiliminin GETAT’ın palazlanmasında önemli bir rolü olduğunu düşünüyorum. Muhafazakarlaşma ile GETAT arasındaki ilişki, birbirini karşılıklı olarak besleyen bir ilişki. Bir yandan toplumdaki muhafazakarlaşma GETAT için “zemin” oluştururken, diğer yandan GETAT, sağlığın muhafazakarlaşmasına ve toplumun sorunlarının çözümünü bilim dışı seçeneklerde aramasına yardımcı oluyor.
GETAT’ın, dünyada “modern/bilimsel” tıbba dört bir yandan en ciddi eleştirilerin yağdığı, 1970’lerde değil, 1990’larda hortlaması tesadüf olamaz. GETAT, ancak toplumların muhafazakarlaştığı, Merkelleri, Putinleri, Trumpları veya AKP’yi “seçtiği” bir dünyaya “yeniden” doğabilirdi.
Peki, geleneklerden hiç mi bir şey öğrenmeyiz? Geçmişin birikimi, deneyimi sözlü olarak aktarılamaz mı? Bu uygulamaların işe yarama ihtimali yok mudur?
Gelenekselden ne anlaşıldığı konusunda da tam bir kavram kargaşası olduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten “geleneksel” terimini kaç kişi kullanıyorsa, neredeyse o kadar farklı anlamda kullanılıyor.
Herhangi birine geleneksel tıp nedir diye sorsanız muhtemelen birtakım otlardan bahseder. Ben çarşıdaki on kişiden dokuzunun GETAT içindeki ozon, proloterapi, refleksoloji, mezoterapi, fitoterapi, homeopati, hipnoz, maggot, osteopati ve apiterapi uygulamalarının anlamını bilemeyeceğine eminim ve bir kısmının anlamını ben de bilmiyorum. Belki insanlar bunlardan birkaçının adını bir yerlerden duymuş olabilir, belki hacamat ve sülük uygulamasını geleneksel tıp olarak görebilir, o kadar.
Toplumun büyük kesimi için geleneksel tıp, annesinin kaynattığı nane – limon veya babasının arada bir çiğnediği sarımsaktır. Fakat biz GETAT’çıların bunlardan bahsetmediğini biliyoruz.
Diğer yandan Kongre’ye yurt dışından katılacak misafirler, Anadolu’da hala kullanılan bazı “geleneksel tıp” yöntemlerini ülkelerine götürmek isteyebilirler. Örneğin kanayan yaranın üzerinin tütün veya çamurla kapatılması ya da Kozluk köylerinde yeni doğan bebeğin, hastalıklara karşı dirençli olsun diye, Ocak soğuğunda buz gibi akan Garzan çayına sokulması (buna “çivileme” derler). Yine Anadolu’nun “geleneklerini koruyan” bazı köylerinde, bugün dahi ishal olan bebeklere, geleneklere uyularak, ishali dursun diye su verilmiyor, emzirilmiyor.
Eğer GETAT Kongresini düzenleyen tıp profesörleri, bu yöntemlerin “geleneksel tıp” kapsamında korunması, uygulanması ve topluma hatta dünyaya yaygınlaştırılması gerektiğini savunuyorlarsa, örneğin Kongre’de karşımıza “Cerrahi dikiş yerine, kesiğe tütün bastırılmasının, yara iyileşmesini hızlandırması” başlıklı bir bildiriyle çıkarlarsa, zaten konuşacak bir şey kalmıyor.
Buraya kadar bilim, bilimsel tıp terimlerini çok kullandık. Biraz da bu terimlerle neyi kastettiğinizi, neden GETAT’ı bilim dışı bulduğunuzu açıklar mısınız?
Tıp aslında bir “bilim” dalı değildir. Aksi halde zaten bilimsel fizik, bilimsel kimya, bilimsel hukuk veya mühendislik demediğimiz gibi, bilimsel tıp demek ihtiyacı duymazdık.
İnsanlar tarih boyunca sağlık sorunlarını çözmek için çeşitli yöntemler geliştirdiler ve bu yöntemler yine tarihin belli bir aşamasında ilkel düzeyde de olsa örgütlenip, “tıp” haline gelmeye başladı. Bu andan itibaren bilim ve inanç sistemleri tıbbı kendi zeminlerine çekmek için rekabete girdiler. Bu rekabeti en açık biçimiyle Hipokrat döneminde görüyoruz. Bir tarafta hastalıkları “doğa-üstü” güçlere bağlayan tapınaklar, diğer tarafta hastalıkların nedenlerini doğal süreçlerde arayan bilimsel yaklaşım…
Hipokrat’ın tapınaklara karşı mücadeleyi kazanıp, tıbbı bilimselleştirebilmesinde, o dönemde Yunanistan’da dünyanın diğer coğrafyalarından farklı olarak “göreli” bir demokrasinin varlığı çok önemliydi. Nitekim Yunanistan’da demokrasi yıkılır yıkılmaz, tıp yeniden inanç sistemlerinin etkisine girmeye ve bilimden uzaklaşmaya başladı.
Tıp orta çağ boyunca inanç sistemlerinin bir parçası oldu ve bugün GETAT olarak önümüzde konan uygulamaların bazıları dönemde geliştirildi. Kapitalist üretim tarzının feodal düzeni çatırdatmaya başlamasıyla, batı toplumlarında tıbbın kiliselerden çıkıp yeniden bilimselleşmeye başlaması arasında çok açık bir paralellik vardır. Paracelcus buradan aldığı cesaretle Basel’de, Hipokratik tıbbı seküler özünden arındırarak İncil’e uygun hale getiren Galen’in ve İbn’i Sina’nın kitaplarını yakabildi.
Bundan sonraki süreçlerde tıbbın genellikle bilimsel yöntemi benimsediğini söyleyebiliriz; fakat kapitalist toplumda sermaye, tıbbı kendi sınıfsal gereksinimleri doğrultusunda örgütlemek istedi. Fransız Devrimi’nden sonra tıbbın ve sağlığın “toplumun” gereksinimlerine göre örgütlenmesi gerektiğini savunanlar ile sağlığı metalaştırmak yani piyasada alınır – satılır bir hizmet, yatırım yapılıp kâr sağlanabilecek bir sektör haline getirmek isteyenler arasında, bugün de devam eden bir mücadele başladı.
Bu süreçte inanç tıbbı dünyanın her yerinde, başta kırsal alanlar olmak üzere bilimsel tıbbın erişemediği yerlere sığındı ya da yine dünyanın her yerinde tarikat türü yapılanmalar içinde sürdürüldü. Ancak özellikle ABD’de ve batı Avrupa ile Japonya’da tıbbi – sanayi kompleksin, yani zincir hastane/eczane grupları, sigorta ve ilaç şirketleri ile tıbbi cihaz üreticilerinin tıp üzerine egemenlik kurmasıyla, 1970’li yıllarda toplum içinde bu gelişmelere az önce belirttiğimiz itirazlar yükselmeye başladı. Ivan Illich gibi isimler bu gelişmelerin ardındaki dinamikleri göremediler ve insanların bilimsel tıbba olan güvenlerini sarsmaya başladılar.
Tarihsel arka planı anlatırken toplumsal formasyonla ilişki kurdunuz. Eğer kapitalist tıp, sosyalist tıp varsa aralarındaki fark nedir?
Bugün insanların bilimsel tıbba yönelttiği eleştirilere baktığımızda bu durumu açıkça görebiliriz. Batıda tıbbın “tedavi” odaklı olduğunu, “önleyiciliğe” önem vermediğini söylüyorlar, haklılar. Batı tıbbının insana çok mekanik yaklaştığını ve insanın bir ruhu da olduğunu görmediğini söylüyorlar, kesinlikle haklılar. Batı tıbbını ilaçlar ve ameliyatlardan ibaret görüyorlar, yine haklılar. Batı tıbbının hastalıkları iyileştirmekten çok, hastalıkların belirtilerini tedavi ettiğini söyleyenler de haklı. Fakat insanların “batı tıbbı” dedikleri şey, aslında kapitalizmin tıbbı ve sağlığı kendi gereksinimlerine göre örgütlemesidir.
Bunu en somut haliyle Küba’da görüyoruz. Küba’da da “batı” tıbbı uygulanıyor, fakat kimse bu konulardan yakınmıyor. Şöyle söyleyeyim; bugün dünyanın herhangi bir yerinde tıp fakültesinde ne okunuyorsa, Küba’da aynı kitaplar okunuyor; bugün herhangi bir hastalık dünyanın herhangi bir hastanesinde hangi ilaç ve yöntemlerle tedavi ediliyorsa, Küba’da da onlar kullanılıyor. Sizi Küba’daki herhangi bir hastanenin ameliyathanesine götürseler, ameliyathanede batı tıbbının kullandıklarından başka cihaz göremezsiniz. Yani mesele bilimsel tıp değil, kapitalizm.
Bütün bu gelişmelerin, dünyada sosyalizmin gerilediği ve kapitalizmin “alternatifsiz” ilan edildiği, sol içinden dahi birçok insanın liberal ideolojiyi benimsediği, “sosyal pazar ekonomisinin” sosyal ile pazarın bir araya gelmesi mümkünmüş gibi savunulduğu bir dönemde yaşanması nedeniyle, durumu kimseye anlatamadık ve GETAT saklandığı kuytuluklardan çıkabilmek için fırsat buldu.
Tek soru kaldı gibi… Ne yapmalıyız?
Bugün dünyanın hızla çok tehlikeli bir yere yuvarlanmakta olduğunu aklı başında olan herkes görüyor. Rosa Luxemburg’un “ya sosyalizm, ya barbarlık” deyişi, Hitler Almanya’sında dahi bugünkü kadar “gerçek” olmamıştı. Nitekim birçok burjuva aydının dahi günümüzü “kapitalist orta çağ” olarak tanımladığını veya günümüzdeki gelişmeleri orta çağla kıyasladıklarını görüyoruz.
Eğer sosyalizmi kuramazsak, örneğin tıpta bizi nasıl bir barbarlığın beklediğini bir örnekle açıklayalım: Hacamat olarak bilinen yöntem, bu yöntemi uygulayanlar tarafından İslam peygamberine dayandırılıyor, “sünnet” olduğu ve hadislerde yer aldığı ifade ediliyor. Bunu cahil insanları kandırmaya yönelik bir girişim olarak görebilirsiniz. Ancak yarın “kutsallık” atfedilen bu uygulamayı eleştirecek bir bilim insanı, “halkın dini değerlerini aşağılama suçuyla” hâkim karşısına çıkartılabilir. İşte bizi sosyalizmi kuramazsak, tam olarak bu yani “engizisyon” bekliyor.
Teşekkür ederiz....