Clifford D. Conner ile Söyleşi: Bilim Milyonlarca İsimsiz Emekçinin Ürünüdür

Söyleşi: Muzaffer Gül

Özgeçmiş

Clifford D. Conner bir bilim tarihçisi ve devrimcilerin hayatını araştıran bir biyografi yazarıdır. Halkın Bilim Tarihi (A People's History of Science) ve Truman'dan Trump'a Amerikan Biliminin Trajedisi (The Tragedy of American Science) adlı kitapların yazarıdır. Conner, tarihin en dönüştürücü devrimlerinden birinin önde gelen lideri, Jean Paul Marat'nın yaşayan tek İngilizce biyografi yazarıdır. Conner, Marat hakkında iki biyografik eser yazmıştır; bunlardan biri onun bilimsel kariyerine, diğeri ise Marat’nın kendisini adadığı Fransız Devrimi'nin lideri olarak geçirdiği yıllara yöneliktir. Conner, Marat’nın yanı sıra İrlandalı devrimciler Arthur O'Connor ve Albay Edward Marcus Despard'ın biyografilerini de yazmıştır.

Conner bir mühendislik eğitimi aldı, ancak daha sonra sosyal bilimlere geçiş yaptı ve tarihçi oldu. New York Şehir Üniversitesi Lisansüstü Merkezi'ndeki Mesleki Araştırmalar Okulu'nda bilim tarihi dersleri verdi, Uluslararası Devrim ve Protesto Ansiklopedisi’nin (The International Encyclopedia of Revolution and Protest) (Blackwell, 2009) yayın kurulundaydı ve Sosyalist ABD’de Yaşadığınızı Hayal Edin (Imagine: Living in a Socialist USA) (HarperCollins, 2014) kitabının yazarlarından biridir. Halen Science for the People dergisinin yayın kurulundadır.


Görsel 1. Clifford Conner tarihi Paris gözlemevinde Konuşma Yapıyor

Conner 1941 yılında New Jersey'de doğdu, Tennessee'de büyüdü ve üniversiteyi Georgia Teknoloji Enstitüsü'nde okudu. Mezun olduktan sonra, 1966'da kendisini C-5A askeri kargo uçağı tasarım projesinde mühendis olarak İngiltere'ye gönderecek olan Lockheed Aircraft şirketi için çalışmak üzere Georgia'da kaldı. İngiltere'de yaşadığı dönem, Vietnam savaşının tırmanmasıyla aynı zamana denk gelmişti. İngiltere'den Georgia'ya döndüğünde, Lockheed'in savaş fırsatçılığı rolüne karşı halka açık bir protesto eylemiyle işinden istifa etti. Bunun sonucunda, FBI tüm olası işverenleri onu işe almamaları konusunda uyardığı için işsiz kaldı. (Bundan hep şüphelenmişti, ancak yıllar sonra Conner'ın, Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası’nı kullanarak FBI dosyalarını almasıyla doğrulandı.)

Lockheed'den ayrıldıktan sonra, Conner savaş karşıtı yerel harekete katıldı ve Vietnam'daki savaşa karşı protesto gösterileri düzenlemeye başladı. Atlanta'daki savaş karşıtı hareketin merkezi Dr. Martin Luther King'in sivil haklar örgütü, Güney Hıristiyan Liderlik Konferansı'ydı ve Rahip Andrew Young da dahil olmak üzere birçok sivil haklar lideri savaş karşıtı faaliyetlere katılıyordu. Sonuç olarak, Conner’ın işsizliği, Peder Young'ın karısı Jean Young, ona bir öğretmen eğitim programında iş teklif ettiğinde nihayet sona erdi. Jean Young’ın FBI tarafından sürekli taciz edilen sivil haklar hareketiyle olan bağlantısı, onu FBI etkisine karşı dayanıklı hale getirmişti. Katıldığı iki yıllık program, Conner'ın Georgia Üniversitesi'nden eğitim alanında yüksek lisans derecesi almasıyla sonuçlandı ve böylece Conner, Atlanta Devlet Okulları sisteminde bir öğretmenlik pozisyonu alabildi. Bu, onu Birleşik Öğretmenler Federasyonu'na bağlı ulusal öğretmenler sendikası’nın Atlanta şubesinin kurucu üyesi olarak sendikal harekete aktif olarak katılmaya yöneltti.

Bu arada, Conner savaş karşıtı ve sendika hareketlerde yer alan sosyalist aktivistlerle karşılaştı ve kısa süre sonra kendisi de sosyalist bir aktivist oldu. 1970'lerin başında, sosyalist bir yayın olan International Socialist Review'in editör kadrosunda tam zamanlı olarak çalışmak üzere New York'a taşındı. 1985 yılında tarihçi olmaya karar verdi ve bunun için gerekli olan doktora derecesini aldı; tarih öğretmeye ve tarihi konularda kitaplar yazmaya devam etti.


Görsel 2. The Tragedy of American Science: From Truman to Trump

Bibliyografya

A People’s History of Science: Miners, Midwives, and “Low Mechanicks” (Bold Type Books, 2005)

The Tragedy of American Science: From Truman to Trump (Haymarket Books, 2020)

The Tragedy of American Science: From the Cold War to the Forever Wars (Gözden geçirilmiş baskı olarak 2022’de yayımlanması planlanıyor)

Jean Paul Marat: Scientist and Revolutionary (Humanities Press, 1997)

Jean Paul Marat: Tribune of the French Revolution (Pluto Press, 2012)

Colonel Despard: The Life and Times of an Anglo-Irish Rebel (Da Capo Press, 2000)

Arthur O’Connor: The Most Important Irish Revolutionary You May Never Have Heard Of (iUniverse, 2009)


Görsel 3. Jean Paul Marat: Tribune of the French Revolution

Sevgili Clifford Conner, öncelikle Madde, Diyalektik ve Toplum dergisi için gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiyi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.  Bize eğitim ve iş hayatınızdan, sosyalist fikirlerle tanışma ve bilim tarihine ilgi duyma süreçlerinizden kısaca bahseder misiniz?

Bilim tarihi metinlerime gösterdiğiniz ilgiden dolayı teşekkür ederim. Sosyalist fikirlerle tanışmam aslında bilim tarihçisi olmadan önceydi. 1960'ların sonlarında, Vietnam'daki ABD savaşı sürerken, bu savaşın apaçık adaletsizliği, ona meşruiyet kazandırmak için kullanılan Soğuk Savaş ideolojisini sorgulamama neden oldu. Bu ideolojinin anti-komünist söylemlerini reddettiğimde, sosyalist dünya görüşünü takdir edebildim ve Vietnam'daki savaşı, siyasi ve ekonomik bağımsızlığı için savaşan küçük bir ülkeye karşı emperyalist bir savaş olarak kavrayabildim. İronik bir şekilde o dönem, Lockheed Aircraft adında büyük bir savaş şirketinde mühendis olarak çalışıyordum ve savaş karşıtı bir protesto eylemi olarak kamuoyu önünde şirketten istifa ettim. Bu durum beni geçimimi sağlamak için başka bir yol bulmaya itti. Bu arada, bilim ve teknolojiye karşı güçlü bir ilgi geliştirmiştim ve bu beni üniversite düzeyinde bilim tarihi okumaya sevk etti. Varlıklı biri değildim ve bakmam gereken bir ailem vardı, bu yüzden gündüzleri düzeltmen olarak çalışmak ve geceleri ise ders almak zorunda kaldım. Sonunda doktoramı tamamlayarak bilim tarihçisi olabildim ve geç de olsa bu alanda öğretme ve yazma kariyerim başladı. Bilim tarihi disiplinine yönelimime gelince, lisansüstü eğitimim esnasında tesadüf o ki, tarihçilerin alana dair düşünme biçiminde bir devrim gerçekleşiyordu ve bu yeni yaklaşım beni oldukça etkiledi. Tarihçiler, geleneksel bir yaklaşım olan, bilimsel bilginin Galileo ve Newton gibi dâhilerin tek başlarına zihinlerinde oluşturdukları saf fikirleri sayesinde ilerlediği düşüncesi yerine, bilimsel fikirlerin ortaya çıktığı sosyal bağlama önem atfetmeye başladılar. Ve o zamandan beri benim yönelimim de hala bu şekildedir.


Görsel 4. 1975 yılında Manhattan’da sosyalist bir gazete satarken

Size ilk olarak bilim tarihi yazıcılığı ile ilgili bir soru sormak istiyorum. Marx ve Engels Alman İdeolojisi adlı eserlerinde; her çağın egemen fikirlerinin o çağın egemen sınıfına ait olduğunu; maddi ve zihinsel üretim araçlarından yoksun olanların fikirlerinin de genel olarak egemen sınıfın düşüncelerine tabi olduğunu belirtirler. Egemen bilim tarihi yazıcılığı ile Marx ve Engels’in bu yaklaşımları nasıl ilişkilendirilebilir? 2005 yılında yayımladığınız Halkın Bilim Tarihi adlı kitabınızın temel argümanlarını bu bağlamda açıklar mısınız?

Marx ve Engels, yönetici sınıfın ideolojik üstünlüğünü genel bir doğru olarak ortaya koydular, ancak her genel doğruda olduğu gibi, her zaman birçok istisna ve karşı örnek de vardır. Dikkatimin çoğunu 1789'da gerçekleşen Fransız Devrimi dönemine ayırdım. Bu devrimi araştıran Fransız tarihçilerinin önde gelenlerinin onlarca yıldır Marksistler, özellikle de Lefebvre, Soboul ve Mathiez olduğu inkâr edilemez. Bu kesinlikle kapitalist ideolojik egemenlik kavramıyla bir zıtlık oluşturuyordu. Bununla birlikte, 1950'lerde, İngilizce konuşulan dünyada var olan Soğuk Savaş ideolojisi, Fransız Devrimi'nin Marksist yorumuna meydan okudu ve nihayetinde Fransız üniversitelerine sızmayı ve kapitalizm yanlısı üstünlüğü yeniden kurmayı başardı.

Bilim tarihi yazımında, kapitalizm yanlısı ideoloji, daha önce de belirttiğim gibi, bilimsel bilginin oluşumunda sosyal bağlamın önemine dikkat çeken devrimci yeni bir yaklaşımın başladığı 1960'lara kadar egemen olmuştu. Bu eğilim aslında o dönemin birkaç on yıl öncesinde, Büyük Buhran olarak bilinen kapitalist çöküşün tetiklediği 1930'lardaki radikalleşme sürecinde başladı. Aynı dönem Boris Hessen adında bir Sovyet fizikçisi, Newton fiziğinin yükselişini on yedinci yüzyıl İngiltere'sinin sosyal koşullarına bağlayan güçlü bir argümanla batı akademisinin karşısına çıktı. “Hessen Tezi” batının önde gelen bilim insanlarından bazılarını etkiledi ve Edgar Zilsel adlı Marksist bir bilim tarihçisi onu genişleterek “Zilsel Tezi”ne dönüştürdü. Batı akademisindeki bilim tarihçileri, şiddetli Soğuk Savaşın anti-Marksist etkisi altında, Zilsel'in fikirlerini ya görmezden geldiler ya da 1960'ların dünya çapındaki siyasi radikalleşme sürecinde yeniden ilgi görmeye başlayana kadar bu fikirleri doğrudan reddettiler.

Akademide ortodoks bilim tarihi anlayışı artık çöktü ve şimdi sosyal bağlamın önemi evrensel olarak kabul görüyor. Bu, Edgar Zilsel'in fikirlerini bir çıkış noktası olarak alan ve onları genelleştirmeye çalışan Halkın Bilim Tarihi'ni yazıp yayınlayabildiğim düşünsel iklimi yarattı. Zilsel'in odak noktası “Bilim Devrimi” olarak bilinen Avrupa tarihinin belirli bir dönemi olmasına karşın ben onun yaklaşımını, Paleolitik Çağ’dan postmodern döneme, tüm insanlık tarihini kapsayacak şekilde genişletmeye çalıştım. Özetle, bilimsel ilerlemenin ancak yüzeysel olarak Newton, Einstein ve Darwin gibi “Büyük Bilim Adamları”na atfedilebileceğini, bunun yerine her gün doğada karşılaştıkları zorluklar ve verdikleri hayatta kalma mücadelesi sırasında yeni bilgiler keşfeden milyonlarca isimsiz emekçinin ürünü olarak kabul edilmesi gerektiğini göstermeye çalıştım.

Yirminci yüzyılda gerçekleşen iki büyük dünya savaşında yaşanan tahribatın büyüklüğündeki rolü nedeniyle bilim üzerine birçok tartışma yürütüldü. Bilimin günümüzde emperyalist hegemonyanın sürdürülebilmesinde merkezi bir önemi olduğu görülüyor. Bilimin kamu yararına kullanılmasına ise kar mekanizmalarının eşlik ettiğini görüyoruz. Bu sürecin tamamen kamu lehine değiştirilmesinin olanakları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Modern bilim olgusu, onun şirketleşme ve askerileşme süreçleri dikkate alınmadan anlaşılamaz. Günümüz dünyasında bu iki etmen, küresel kapitalist ekonomik sistem bağlamında kesinlikle birbiriyle ilişkili ve iç içe geçmiştir, ancak bunları ayrı ayrı ele almak da mümkündür.

Şirketleşme ile, tamamen çürütücü bir etkisi olan, şirket çıkarlarının bilim üzerindeki egemenliğini kastediyorum. “Şirketleşme” diğer bir deyişle özelleştirmedir. Yaygın kullanılan "kamu yararına bilim" ifadesini duymuşsunuzdur. Eh, günümüz dünyasında çoğu bilim kamu yararına değil, özel çıkara yöneliktir. Bu, doğrudan şirketler tarafından gerçekleştirilen ya da finanse edilen tüm araştırmaları, yani bugün dünyada yapılan araştırmaların büyük bölümünü içerir.

Şirket laboratuvarları bazen geçerli ve faydalı bilimsel bilgi üretmiyor demiyorum. Üretirler ve Covid-19 aşıları bunun en iyi örneğidir (her ne kadar aşı karşıtı yaygın propagandanın bu olumlu örneği reddetmeye devam ettiğinin farkında olsam da). Çok uluslu ilaç endüstrisi, istediği zaman olağanüstü bilimsel başarılar elde edebilecek bir kapasiteye sahip olduğunu göstermiştir. Ama sorun da burada: İstemek zorunda. Ve bunu istemeye yöneltecek tek şey, devasa kârlar şeklinde maddi ödüller beklentisidir. Uygulanabilir birkaç Covid-19 aşısının araştırılması ve geliştirilmesinin teşviki için özel sermaye değil, büyük bir kamu finansmanı akıtılması gerekti.

Bu paranın tamamının, özel yatırımcıların tüm kâra el koyarak inanılmaz derecede zengin olmalarını sağlayan özel şirketler aracılığıyla hortumlanmasının hiçbir maddi nedeni yoktur. Akılcı ve adil yaklaşım, büyük ilaç firmalarını kamulaştırmak ve aşıları kamunun finanse ettiği laboratuvarlarda üretmek olacaktır.

Bilimin askerileştirilmesi, geçerli bilimsel bilgi yaratmak için büyük miktarlarda kamu parasının özel yatırımcılara aktarıldığı başka bir yola işaret ediyor, ancak bu durumda, insani ilerlemenin yaratıcı motoru olarak bilim ideali, yıkıcı ve insanlık dışı amaçlara hizmet edecek şekilde bozulmaya uğruyor. İkinci Dünya Savaşı'nın sona ermesinden bu yana, ABD bilim kurumu bu sürecin en uç örneğini verdi.

Yirmi beş yüzyıl önce, şimdi ülkeniz sınırları içinde bulunan bir kasabada bir filozof (Efesli Herakleitos): "Savaş her şeyin babasıdır" demişti. Bu tanımlama bugün modern bilimin başarılarının çoğunda ne yazık ki hala geçerlidir. Günümüz dünyasındaki en dikkat çekici teknolojiler, DARPA (İleri Savunma Araştırma Projeleri Ajansı) adlı gizli bir ABD askeri örgütün merkezlerinde oluşturulmuştur. DARPA'nın ürettiği bilim, bilimsel geçerlik anlamında “iyi”; Amerikan emperyalist dünya egemenliğinin sürdürülmesi bağlamında ise “kötü”dür.

Bu durum daha iyiye evrilebilir mi? Bilim, teknoloji ve endüstri, küresel bir planlı ekonomi bağlamında gerçekten demokratik kontrol altına alınabilir mi, böylece zor kazandığımız bilimsel bilgiyi ortaklaşa faydalı bir şekilde kullanabilir miyiz? Yapılabileceğine inanıyorum, ancak bu bilimsel bir problemden ziyade bugün tüm insanlığın karşı karşıya olduğu başat bir toplumsal sorundur.


Görsel 5. Julian Assange'ın serbest bırakılmasını talep eden bir mitingde konuşurken

Covid 19 pandemisinin emperyalist düzende var olan çelişkileri daha görünür hale getirdiğini ve bilimin bu süreçteki kullanım biçiminin bu bağlamda etkisi olduğunu söyleyebilir miyiz?

İlk sorunuzun cevabı kesinlikle evettir. Pandeminin dünya ekonomisi üzerindeki etkisi yıkıcı ve istikrarsızlaştırıcı oldu ve bu etkilerin uzun bir süre daha yankılanmaya ve muhtemelen şiddetlenmeye devam edeceğinden emin olabiliriz. Pandemi ABD'nin yönetici sınıfında öyle bir korkuya yol açtı ki, kamu sektörünü özel sektör adına aç bırakmaya yönelik “kemer sıkma” içgüdülerinin tersine, kamu projelerine trilyonlarca dolar harcamaya gidildi.

Bu sosyal harcamalara rağmen, pandemi ekonomik anlamda zenginlerden çok emekçilere zarar verdi. Güvenilir bir rapora göre, ABD'nin en zengin milyarderlerinden dokuzunun serveti, pandeminin ilk yılında 360 milyar dolar artarken, milyonlarca Amerikalı yükselen işsizliğe ve ev tahliyelerine tanık oluyordu. Bu, zaten çok büyük olan küresel ekonomik eşitsizliğin daha önce hiç olmadığı kadar hızlandığı anlamına geliyor. Bu, sonsuza dek devam edemeyecek, sürdürülemez bir durumdur.

Bilim, pandeminin neden olduğu ekonomik yıkımda bir rol oynamadı ve güvenli ve etkili aşılar üretmesi aslında bir dereceye kadar yardımcı oldu. Ancak daha önce de belirttiğim gibi, bilimin özel mülkiyetin kontrolü altında olması, katkısının ağır bir bedeli olacağını gösterdi ve dünyanın bir numaralı sosyal sorununu daha da derinleştirdi: ekonomik anlamda küresel aşırı eşitsizlik. Bu süreçte, uluslararası bilimsel iş birliğine, dayanışmaya ve insan refahının gözetilmesine değil “fikri mülkiyet hakları” endişelerine tanık olduk. Bu, zengin ulusların aşıların faydalarına erişmesine neden olurken, en trajik biçimde Afrika'daki en yoksul ulusların yararlanamamasına yol açtı.

Amerikan Biliminin Trajedisi (The Tragedy of American Science) adlı kitabınızda ABD Parlamentosunda özellikle Cumhuriyetçiler arasında bir bilim karşıtlığının var olduğundan söz ediyorsunuz ve bu bağlamda Trump’ın göreve başlamasını “hakikat sonrası” bir çağın, aydınlanma karşıtlığının ve bir akılsızlık çağının başlangıcı olduğu yönündeki genel kanıyı dillendirmekle birlikte, bu sürecin Trump’la başlamadığına dikkat çekiyorsunuz. Başkanların kişisel özellikleri üzerinden yürütülen bu tip tartışmaların idealist bir perspektifte yürütüldüğünü ve sorunun asıl kaynağının üzerini örttüğünü düşünmüyor musunuz?

Yerinde bir noktaya değindiniz. Trump'ın "kişisel özellikleri" kesinlikle aşırı ve kınanması gereken türden, ancak sizin de vurguladığınız gibi, bunlar Amerika Birleşik Devletleri'ni yutmuş olan sosyal sorunların nedeni olmaktan çok bir semptomuydu. ABD'deki yönetici çevreler, Amerika’nın dünya ölçeğindeki mali ve siyasi emperyal hegemonyasının bariz düşüşünden dolayı kendilerini tehdit altında hissediyorlar ve bu, ABD siyasetini istikrarsızlaştırıyor.

Trump'ın seçilmesi, ABD’nin resmi söylemlerinde bilim karşıtlığı da dahil olmak üzere yaygın bir mantıksızlığı gün yüzüne çıkardı. Bu durum daha önce gizlenebiliyordu ama başından beri hep böyleydi. Trump ve dalkavuklarının teşvik ettiği kamusal irrasyonellik türü (QAnon, iklim değişikliği inkârı, ırksal üstünlük teorileri vb.) faşist siyasetin nitelikleridir. Trump'ın temsil ettiği sahte popülist demagoji, sınıf bilincinin altını oymak ve böylece emekçilerin dayanışmasını zayıflatmak için tasarlanmıştır. Teşvik ettiği mantıksızlık, “doğal” bir olgu değildir; gezegendeki en zengin kapitalistlerin devasa maddi kaynakları tarafından yaratılır ve desteklenir. Onlar aşırı ekonomik eşitsizlik krizini çözmeyi değil bunun artmasını isterler. Ne yazık ki, mantıksızlığın kamusal alana yayılması mantıksal bir argümanla durdurulamaz. Bunun üstesinden kararlı bir sınıf mücadelesi gelebilir.

Amerikan Biliminin Trajedisi’nde (The Tragedy of American Science) 1990'lardan önce Sovyetler Birliği ve Çin ekonomilerini sosyalist değil, "kapitalizm sonrası" olarak adlandırıyorsunuz ve "kapitalizm sonrası" bilimsel başarıların, gerçek sosyalizm kriterlerini karşılayan toplumlar tarafından çok daha fazlasının başarılabileceğine işaret ettiğini söylüyorsunuz. Bu değerlendirmenizi burada biraz daha açabilir misiniz?

Açmaya çalışayım. Kitabımda sosyalist ve post-kapitalist ulusal ekonomik sistemler arasında bir ayrıma gidiyorum ve bu ayrımın çok önemli olduğunu savunuyorum. Benim düşünceme göre, tam gelişmiş sosyalizm, yüksek düzeyde bir ekonomik gelişme ile üretimin ve siyasi yaşamın demokratik kontrolünü gerektirir. Örnek olarak 1990'lardan önceki Sovyetler Birliği ve Çin'i göstererek, piyasa sistemini planlı ekonomilerle değiştiren her iki ülkenin de “sosyalizme giden yola” çıktığını ancak ne yazık ki çıkmaza girdiğini ve sonunda geri döndüğünü ifade ettim. Bununla birlikte, onların deneyimleri, bilimsel ilerlemenin bireysel maddi teşviklere ve kâr güdüsüne bağlı olmadığını göstermiştir.

Rus ve Çin devrimleri, piyasa kontrollü ekonomileri, kaynakların verimli kullanabildiği ve bilimsel hedeflere daha önce benzeri görülmemiş bir derecede odaklanma yeteneği yaratan merkezi olarak planlanmış ekonomilerle değiştirdi. Altmış yıllık bir süre içinde, Sovyetler Birliği, uluslararası bilimde küçük bir öneme sahip bir ulus olmaktan, ABD'nin ardından ikinci büyük bilimsel güç haline gelmişti. Benzer şekilde, merkezileşme ve planlama, devrimci Çin'in etkisiz bir elemandan, uluslararası bilim sahnesinde önemli bir oyuncuya (belki de ABD'nin üstünlüğüne karşı durabilecek yegâne aktöre) dönüşmesinin temeliydi.

Sovyetler Birliği ve Çin’in etkileyici post-kapitalist bilimsel başarıları, gerçek sosyalist toplumlar tarafından çok daha fazlasının başarılabileceğine işaret ediyor. Bu arada, çok daha küçük bir ülkede bir devrim, özel kârdan ziyade insan ihtiyaçlarına odaklı bilimin, ütopik bir fantezi değil, kanıtlanabilir bir gerçeklik olduğunu gösterdi.

Devrimci Küba, tamamen insan odaklı bir bilim hedefini gerçekleştirmede en yakın noktaya geldi. Küba'nın tıp bilimlerindeki dikkate değer başarıları, önemli ve üst düzey bilimsel çalışmaların kâr güdüsü olmadan gerçekleştirilebileceğinin kanıtıdır. Küba bunun yanı sıra merkezi planlamada, bilimin halkın refahını iyileştirmek yerine devleti güçlendirmenin çıkarlarına hizmet ettiği Sovyetler Birliği ve Çin tarafından uygulanan aşırı bürokratik modelin bir zorunluluk olmadığını da göstermektedir. Küba'nın küçük ölçeği, evrensel sonuçlara ulaşmada onun kullanışlı bir kaynak olarak alınmasını sınırlasa da örneği dünyanın geri kalanı için kesinlikle umut sağlıyor.