Bilimin Bilimi: Bernal
Dr., BilimsoL yayın yönetmeni, kivilcimbasak@gmail.com Özet
Bu çalışma, J. D. Bernal’ın bilimsel ilerleme konusundaki genel yaklaşımına dair bir özet sunmayı amaçlamaktadır. Sözü geçen yaklaşımın Marksist bir bilim tarihi ve felsefesi yazını için önemli köşe taşları olan çeşitli görüşler içermesi dolayısıyla, bu çalışma, “Marksizmin bilim tarihine katkısı ve J. D. Bernal” şeklinde bir alt başlık ile de okunabilir.
Anahtar kelimeler: Bernal, bilim tarihi, Marksizm ve Bilim, Tarihte Bilim
Giriş
19. yüzyılın son çeyreğinde başlayan bilim tarihi yazımı, olay tarihçiliği yaklaşımı şeklinde yapılmıştır. İlk özgün bilim tarihi yazıcılığı ise 30'lu yıllarda görülmeye başlamıştır (Gavroğlu, 2006, ss. 37-54). Bu dönemde, “Bilim nasıl ilerler?” sorusu farklı disiplinlerden kimi bilim insanları tarafından ortaya atılmış ve bu soru etrafında başlayan tartışmalar bilim tarihi yazımının gelişmesini sağlamıştır. Kimi bilim tarihçileri bu soruyu “kişisel merak, deha ürünü” gibi kavramlarla yanıtlarken, kimileri sorunun cevabını (özellikle Marksizm’in etkisiyle) toplumsal ve ekonomik gelişmelerde aramıştır. Marksistler tarihi bireylerin eylemleriyle gelişen bir olgu olarak ele almadıklarından, bilimsel ilerlemeyi de bilim insanlarının kişisel dehalarının ürünü olarak açıklamazlar. Bilimsel gelişmeler de toplumların sahip olduğu üretim biçimlerinden bağımsız düşünülemez.
Bu açıdan, batıdaki ilk Marksist bilim tarihçilerinden biri olan John Desmond Bernal, bilimin toplumla yaşadığı etkileşimi analiz etmiş ve bütün incelemelerini, bilimin tarihsel sürecinin toplumla kurduğu ilişki üzerinden yapmıştır. Bernal’a göre bilim, üretim ilişkilerine, ekonomik yapıya, toplumun sınıfsal durumuna bakılmaksızın tanımlanamaz. Kostas Gavroğlu’na göre “Bernal sosyal olguların bilimleri etkileme sürecinin en ince ayrıntılarını saptamak ve anlayabilmek için çalışmıştır” (Gavroğlu, 2006, s.16). Bernal, toplumsal olayların bilimsel düşüncelere ve teorik yaklaşımlara yön verdiğini ifade ederken, doğa bilimlerindeki ilerlemenin de (yalnızca bilimsel buluşların hayata geçmesiyle ortaya çıkan ekonomik değişikler bakımından değil, yeni bilimsel teorilerin genel düşünce tarzı üzerindeki etkisi yönünden de) toplumsal ilerlemeyi bir ölçüde belirlediğini vurgulamıştır (Bernal, 2009). Bu nedenle Bernal, bilim ve toplum arasındaki ilerleme ilişkisini “etkileşim” olarak tanımlar ve bu etkileşimi en ince ayrıntısıyla analiz etmeye çalışır. Bu çalışma, Bernal’ın bilimsel ilerleme konusundaki genel yaklaşımını inceleyecektir.
John Desmond Bernal kimdir?
1901’de İrlanda’da doğdu. Lise eğitimini Bardford Koleji’nde tamamladı. Cambridge Üniversitesi’nde matematik ve fizik eğitimi aldıktan sonra bir yıldan fazla doğa bilimleri okudu. Üniversiteden sonra Londra Kraliyet Araştırma Enstitüsü’nde bulunan Davy-Faraday Laboratuvarında dört yıl kadar çalıştı. 1927’de Cambridge Üniversitesi’nde öğretim üyesi oldu ve Cavendish Laboratuvarı’nda kendi araştırma grubunu kurdu. 1937’de Ömrünün sonuna kadar kalacağı Londra’da bulunan Birkbeck Koleji’nde fizik profesörü ve bölüm başkanı oldu. 15 Eylül 1971’de Londra’daki evinde öldü. Bernal, kristalografi ve moleküler biyolojinin kurucuları arasında sayılır ve X-ışını kristallografisindeki öncü çalışmalarıyla tanınır.
Bunların yanında araştırmacı bilim insanlığı, eğitimciliği, felsefeciliği ve bilim tarihçiliği ile de ön plana çıkmış bir eylem adamıydı. Ekim Devrimi’nin etkisiyle Marksist oldu ve 1923 yılında Londra’ya taşındığında Komünist Partiye üye oldu. 1930’lı yıllarda Britanya Bilim Emekçileri Birliği’nin (British Association of Scientific Workers) kurulması ve ülke çapında üniversitelerde yaygınlaşmasında önemli rol oynadı. Dünya Barış Konseyi’nin 1958-63 yılları arasında başkanlığını yaptı. İngiltere dışında, Sovyetler Birliği, Polonya, Macaristan, Romanya, Çekoslovakya ve Demokratik Alman Cumhuriyeti gibi ülkelerin de bilim akademilerinde yer aldı. 1945’te İngiltere Bilimler Akademisi’nin en büyük ödülü “Kraliyet Madalyası”nı, 1947’de ABD’den “Özgürlük Madalyası”nı ve 1953’de Sovyetler Birliği’nde “Lenin Barış Ödülü”nü aldı. Kendisinin yönlendirdiği araştırma projelerini sürdüren öğrenci, asistan ve yardımcıları çeşitli yıllarda Nobel Ödülü kazandığı halde, Bernal politik görüşleri nedeniyle bunun dışında tutuldu. Farklı zamanlarda Nobel Ödülü kazanan öğrenci ve yardımcılarından Dorothy Hodgkin (1964), Aaron Klug (1982) ve Max Perutz’un (1962) ayrı ayrı Nobel komitesine başvurup çalışmalarında Profesör Bernal’in çok büyük katkılarının olduğunu, bu yüzden ödülü Bernal ile paylaşmaları gerektiğini açıklamalarına rağmen sonuç değişmedi. (Bernal, 2009, ss. 11-14)
J. D. Bernal’in 1939 yılında yayınladığı “The Social Function of Science” (Bilimin Toplumsal İşlevi) kitabı bilimin sosyal yönünün ortaya konduğu, işlevinin ve yerinin açıklandığı bilim sosyolojisi alanında dünyadaki ilk yayın olma özelliğini taşır. Çalışma saf, mutlak ve özerk bilim iddialarını çürüterek bilimin toplumsal işlevini ortaya koymuştur. Bunu yalnızca teorik bağlamda değil, somut örneklere, İngiltere ve Sovyetler Birliği’ni temel alarak sömürüye dayanan bir toplumla sosyalist toplum arasındaki bilim ve bilim politikalarını karşılaştırmalı olarak inceleyerek yapmıştır. 1952 yılında “Marx ve Bilim” kitabını çıkararak bütün bilimleri çok iyi kavradığını düşündüğü Marx’ın toplum ve doğa bilimlerine katkısını anlattı. 1954 yılında yayınladığı “Science in History” (Tarihte Bilim) kitabında tarih boyunca bilim ve tekniğin birbiriyle karşılıklı etkileşimini ve bilim-tekniğin toplumla arasındaki karşılıklı etkileşimlerini inceledi.
Çok sayıda makalesinin yanında yayınlanmış eserleri: The World, the Flesh and the Devil (Dünya, Beden ve Şeytan – 1929); The Social Function of Science (Bilimin Sosyal Fonksiyonu – 1939); The Freedom of Necessity (Zorunluluğun Özgürlüğü – 1949); The Physical Basis of Life (Yaşamın Fiziksel Temeli – 1951); Marx and Science (Marx ve Bilim – 1952); Science and Industry in the 19th Century (19. Yüzyılda Bilim ve Sanayi – 1953); Science in History (Tarihte Bilim – 1954); World Without War (Savaşsız Dünya – 1958); The Origin of Life (Yaşamın Kökenleri – 1967); Physics Before 1900 (1900 Öncesi Fizik – 1973).
Bilim nedir?
Bernal, bu soru etrafında süren tartışmalarda iki farklı yaygın görüşün olduğunu ifade eder. Birincisi “saf düşünce olarak bilim” şeklindedir; klasik zamanlardan alınan bu görüşe göre, bilim evrenin ya da yaşamın kökenleri hakkında sorulabilecek en derin sorulara yanıt bulma araçlarından biridir. Bu görüşün savunucuları bilimin toplumsal işlevi olamayacağı iddiasındadır ve bilimin neyi açıkladığından çok neyi açıklayamayacağı ile ilgilenmektedir. Bilimin açıklayamadığı düşünülen her durum ilahi bir güç ile tanımlanır. Bu yaklaşımı Bernal bilimsel-mistik yeni bir din inşa edilmesi olarak tanımlar ve görüşünü, bu dönemde dinsel bir görüşün kendisini bilimsel terminoloji ile süslemedikçe özellikle entelektüel çevreye kabul ettirmesinin beklenemeyeceği vurgusuyla tamamlar. Bu idealist düşüncenin başka bir versiyonu ise “bilim yalnızca entelektüel kültürün tamamlayıcısı olabilir” görüşüdür. İkinci görüş ise, Rönesans’tan beri dillendirilen ve baskın görüş olan, bilimi, doğayı kavrayıp ona egemen olma aracı olarak görme eğilimidir. Bu pozitivist eğilim genelde bilimin teknik çıktılarıyla ilgilenir ve bu çıktıların toplumun işine yarar çıktılar olmasını bekler. Tüm bilimsel çıktıların toplumun yararına olduğunu savunur (Bernal, 2011, ss. 19-28). Ancak burada şöyle bir sorunla karşılaşılmaktadır: Bilimin çıktılarının “işe yararlığına” neye göre karar verilecek? Bilim tarihi incelendiğinde birçok teknolojik çıktının başlangıçta toplumun işine yaramadığı, sonrasında bambaşka amaçlar için kullanıldığında gayet işlevsel olabildiği görülmektedir. Ayrıca tüm bilimsel çıktılar her zaman insanlığın yararına mıdır?
Bilim insanlığın yararına mıdır?
“Bilim nedir?”, “Bilim kimin içindir?”, “Bilim nasıl ilerler?” gibi sorular etrafında dönen tartışmaların yoğun yaşandığı 30’lu yıllar, aynı zamanda bilimin her zaman insanlığın yararına olduğu efsanesinin yıkıldığı, yerini hayal kırıklığına bıraktığı bir dönemdi. Bu dönem batıda Paylaşım Savaşı ve 29 büyük bunalımının ertesidir ve bilim ve onun teknolojik çıktılarının tarihte hiç olmadığı kadar toplumda yıkıcı sonuçlar yaratabileceğini insanlık görmüştür. 2. Dünya Savaşı ve onunla simgeleşen atom bombasının yıkıcılığına ise insanlık henüz tanık olmamıştır. İskoç fizikçi ve mühendis olan Sir Alfred Ewing 1932’de British Association’da yaptığı açılış konuşmasında, yaşanan bu hayal kırıklığını şu cümlelerle ifade eder (Bernal, 2011, ss. 24-25):[1] [2]
“Sanayi Devrimi, herkesin bildiği gibi İngiltere’nin kökenidir; adamız bir dönem dünyanın fabrikasıydı. Fakat çok geçmeden ve kaçınılmaz olarak değişim yayıldı. Bugün Çin bile az çok makineleşmiş bir ülke haline geldi. Mühendisin bereketli boynuzu tüm dünyayı sarsarak her yeri daha önce hayal bile edilemeyen yetenekler ve güçlerle donattı. Bu armağanların insanlığa büyük yararlar sağladığına; maddi şeylerin sunulabileceği kadarıyla insanı daha mutlu, yaşamı daha dolu ve daha sağlıklı kıldığına şüphe yok. Ne var ki, mühendisin sunduğu bu armağanların son derece kötü kullanıldığını ve kullanılabileceğini hepimiz çok iyi biliyoruz. Bugün tanık olduğumuz sıkıntıların gelecekte trajediye dönüşme olasılığı da var. İnsan böylesine cömert armağanlar almaya etik bakımdan hazır değildi. Manevi değerlerin evrimi ağır ilerleyen bir süreç olduğundan, bugün de bunun getirdiği büyük sorumlulukların altından kalkabilecek güçten yoksun. Daha kendisini nasıl denetleyeceğini öğrenmeden doğayı denetimi altına geçirdi.”
Bu dönemde doğa bilimcilerinin yalnızca araştırmalarında başvurdukları yöntemlerin değil, teorik yaklaşımlarına yön veren düşüncelerin de toplumsal olaylar tarafından belirlendiği düşüncesi baskın düşünce olurken bilimin toplum üzerine dolaysız etki yarattığı görüşü çok daha az taraftar bulmaya başlamıştı. Bilimin toplumsal işlevi hiçbir kesim tarafından reddedilmemekteydi. Hayal kırıklığının yarattığı durum ise daha uç noktalara taşınmış, bilimsel buluşların engellenmesi gerektiğini söyleyen ve bilimsel düşüncenin yararlılığını sorgulayan sesler de azımsanmayacak düzeye ulaşmıştı. Akılcılığın reddine varan bu tutumun etkin olduğu ortamda 19. yüzyılda terk edilen metafizik düşünceler de bilim dünyasına yeniden kendilerini kabul ettirmeye başlıyordu. Bernal ise bilimin ne amaçla kullanıldığının ortaya çıkarılmasının bir zorunluluk olduğunu, bunun toplumsal ve ekonomik bir sorun olduğunu düşünüyordu. Bilim tarihinin toplumsal ve ekonomik olaylarla ilişkili olarak yazılmasının gerekli olduğu, böylece bilimin toplumsal işlevinin ne olduğu ve gelecekte ne olacağının saptanabileceği kanısındaydı (Bernal, 2011, ss. 27-28). Ayrıntılı incelemeler sonunda Bernal, “Bilim, maddi ihtiyaçlarımızı karşılamak için gerekli araçları elimize verir. Ayrıca ihtiyaçlarımızı toplumsal ölçekte anlamamızı ve gerektiği gibi örgütlenerek bu ihtiyacımızı karşılamamızı sağlayacak düşünceleri bize sunar” (Bernal, 2011, s. 363) değerlendirmesini yaptı.
Bernal için toplumsal olayların bilime yön vermesini tek başına incelemek yeterli değildi. Aynı zamanda bilimsel gelişmelerinde toplumsal gelişmeye ciddi etkileri vardı ve bu çift taraflı durum ancak bilim ile toplum arasındaki etkileşim olarak tanımlanabilirdi. Benzer şekilde, toplumsal bir olgu olan bilimden çıkarılan bilimsel yöntemin saf bilimcilerin iddia ettiği gibi tek bir doğru yolu yoktu ve yöntem sürekli değişen bir süreçti. Bilimin toplumsal özelliklerinin de bilimin sınıfsal niteliğiyle yakın ilişkileri ortaya koymaksızın bu yöntem ele alınamazdı. Bernal açısından, kapitalizm, bilimi dinin ya da feodal otoritenin keyfi uygulamalarından kurtarmış, ona pratik bir değer kazandırarak ilerlemesini sağlamıştır. Ancak, bilimin insani açıdan önemi kapitalizmi aşmaktadır ve bilimin insanlığın hizmetinde tam anlamıyla gelişmesi kapitalizmin olduğu şartlarla uyumlu değildir (Bernal, 2011,s.364).
Teknik ilerleme her zaman bilime ihtiyaç duyar mı?
İnsanlar diğer hayvanlardan farklı olarak daha iyi besin bulmak ve korunmak için bedensel yeteneklerini kullanmakla yetinmeyip, bu yeteneklerini aşan farklı yöntemler bulmaya başladığından beri teknik sürekli ilerlemiştir. Bu ilerleme gerçekleşirken aslında modern bilimlerin doğuşuna kadar bilime de fazlaca ihtiyaç duyulmamıştır. Bernal teknik ve ideolojik yönleri arasında temel bir ayrımın olmadığı ilkel toplumda teknik ilerlemeyi şöyle anlatır (Bernal, 2009,ss.81-82):
“Alet önceden rasgele alınmış taş veya bir dalken, daha sonra belirli bir amaç doğrultusunda önceden düşünülerek seçilmiş biçimlendirilmiş bir alete dönüşmüştü. Herhangi bir aletin herkes tarafından kullanılabilmesi için zamanla geliştirilmesi için onun yapılış ve kullanımı öğretilmek ve öğrenilmek zorundadır. Alet gelenek yoluyla standartlaştırılmalıdır. Bu da sürekliliği olan toplum gerektirir.”
Bernal, Yunan çağının sonuna gelene kadar anıtsal mimari, su şebekesi ve bilimsel bir buluş olarak tanımlamanın daha doğru olacağı terazi dışında, bilimin teknolojiye nüfuz ettiğine dair herhangi bir kanıt bulunmadığını söyler (Bernal, 2009, ss. 235-237). Benzer şekilde, Ortaçağ ekonomisini modern ekonomiye dönüştürecek olan buluşlar dizisinin hiçbiri varlıklarını bilime borçlu değildir (Bernal, 2009, ss. 320-324). Başlangıçta herhangi bir toplumsal ihtiyaç için bulunmamış matbaa ve barut, bilimsel değil teknik bir başarıyı göstermektedir. Yalnızca, pusula ile saatin icadı için bilim insanına gerek duyulmuştur (Bernal, 2009, ss. 308-309).
Bilimin ilk evrelerinde herhangi bir amaç için gerekli olup olmadığı sorusu aslında oldukça tartışmalı bir sorudur. Bernal, bilimin, bilinçli bir disiplin olarak uygarlığın başından beridir var olsa da denizcilik için vazgeçilmez hale geldiği 16. yüzyıla kadar herhangi bir teknik amaç için zorunlu hale gelmediği değerlendirmesini yapar. Bernal’a göre bilimin kısır matematiksel astronominin ötesine geçebilmesini sağlayan etken, onun Rönesans döneminde mekanik ve balistik teknikleriyle, ve 18. yüzyılda bira üretimi, damıtım ve tekstil kimyası ile kurduğu ilişkidir (Bernal, 2009, ss. 446-447). Teknik gereksinimler, her zaman olmamakla beraber, yeni bilim dallarının doğmasına yol açan sorular ortaya çıkarır. Örneğin denizciliğin gelişmesi sonucunda açık deniz seferleri yapabilmek için astronomi gözlemleri ve haritalar gerekliydi. 17. yüzyılda okyanus denizciliği için astronomların boylamların belirlenmesi sorununu çözmesi gerekliydi (Bernal, 2009, s.311). Bilimsel yenilikler pratik ve kârlı iş kollarıyla birleştiklerinde kabul görürler. Günümüzde ise teknolojik gelişimin tamamında bilimin teknolojiye müdahalesini görebiliriz. Artık bilimsel ilerleme ve teknik ilerleme içi içe geçmiş bir durumdadır.
İcatlar ve toplumun gereksinimleri
İnsanlar doğa karşısında hayatta kalabilmek, beslenme ve barınma gibi gereksinimlerini karşılamak için icatlara yapmıştır. Günümüze kadar gelen kanıtlar da bu icatların çoğu zaman bir toplumsal ihtiyacı gidermek amacıyla tasarlandığı sonucunu çıkarmamızı sağlamaktadır. Kullanım şeklinde de benzer tarihsel koşullarda belli bir standartlaşma gözümüze çarpmaktadır. Dolayısıyla teknik ilerleme, genelde, bulunduğu tarihsel koşulların bire bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak şüphesiz istisnalar da mevcuttur, söz gelimi toplum yaşamında çok büyük değişiklikler yaratan matbaa ve barut gibi buluşların ilk tasarlanımı herhangi bir toplumsal gereksinimi karşılamak için yapılmamıştır ya da başlangıcındaki gereksinimle daha sonra kullanılan şekli arasında ciddi farklılıklar vardır. Bu yüzden ilk kullanımı toplumlar arasında farklılık gösterir. Barut, icadını gerçekleştiren Çinliler için bir havai fişek gösterisi aracı olmaktan öteye gitmezken, bu icat yıllar sonra batı feodalizminde savaşta üstünlük kurmanın olmazsa olmazı haline dönüşmüştür. Matbaanın icadı çok eskilere dayanmasına rağmen, Avrupa’da ancak çok sonra, bu aygıta duyulan ihtiyaca bağlı olarak gelişme ve yayılma eğilimi göstermiştir. Matbaa doğuda Taocu ve Budist duaları basma ve daha sonra para basma ihtiyacını karşılamak için kullanılırken, batıda başlangıçta ilahi bir büyü türü olan iskambil kâğıtlarının çok miktarda basılması ihtiyacından dolayı kullanılmıştır; dualar ve kutsal tasvirler sonra gelmiştir (Bernal, 2009, ss. 313-316). Bugün ise teknik, toplumsal ihtiyaçlara paralel ilerlerken, yeri geldiğinde bu ihtiyaçları yeniden tanımlamaya başlamıştır.
Bilim, toplum ve ekonomi arasındaki etkileşim
Bilimsel etkinliğin yükseldiği dönemlere bakıldığında, bilimin gelişmesi hızlı teknik ilerlemeye, dolayısıyla bilimin maddi ihtiyaçlarının karşılanması açısından elverişli bir ekonomiye ihtiyaç duymaktadır. Aslında bütün harcama kalemleri içinde bilimin mali ihtiyacı çok küçük kalsa da harcanan paranın kısa sürede döneceği garantisi olmadığından sermaye bulma sorunu kolayca çözülememektedir. Bilimsel ilerlemeyi geciktiren maddi etkenler, temelde, özellikle büyük ölçekli çalışmalarda, bilimin gerekli sermayeden yoksun kalabilmesiyle ilgilidir (Bernal, 2009, s. 447). Bilimin ilerleyebilmesi için bir diğer koşul nitelikli iş gücüne sahip olmaktır. Bernal bu iş gücünün yani bilim insanının “bilimsel hakikat dogması” gibi idealist bir düşüncenin peşinden gitmesi durumunun bilimin ilerlemesinin önündeki en önemli engel olacağı kanısındadır.
Bilimin ilk gelişimi ekonomik ve politik etkenlerden kaynaklanır. Daha sonra iktidarların kendisini güvence altına alma aracı haline gelmesiyle, ilerleme sorunu sadece bilimin değil ekonomik ve toplumsal yaşamın da sorunu haline gelmiştir. Bernal’a göre bilim, tarihi iki önemli biçimde etkiler. Bunlardan ilki ve doğrudan olanı üretim yöntemleri üzerindeki etkisidir. Bernal’dan alıntılarsak; “Mantığa dayalı ve deneyle kanıtlanabilen bir düşünce sisteminden yararlanarak teknikte ilerlemeye yol açan yeni bir yöntem bir kez bulundu mu, bilimin üretim yöntemlerini sınırsız bir şeklide etkilemesinin önü açılmış demektir. Ardından bu yöntemler de üretim ilişkilerini etkileyecek; böylece ekonomik ve siyasal gelişmeler üzerinde muazzam bir etkiye sahip olacaktır” (Bernal, 2009, s. 75). Günümüz kapitalizm koşullarında artık bilim boş zamanı bol bir takım insanların kişisel merakını gidermek için yaptığı bir uğraş olarak görülemez durumdadır. Bugün hiçbir modern sanayi devleti bilim olmaksızın ayakta kalmayı başaramaz. Bilimin içinde yaşadığı dönüşümlerin temel kaynağı toplumsal olaylarsa, toplumsal dönüşümler de giderek artan ölçüde bilimin etkisiyle gerçekleşmektedir [3]. Bu etki diğerine göre dolaylı ve karmaşıktır. İlkçağ’dan günümüze geldiğimizde, bilim ve bilim insanı, bilime duyulan ihtiyaçtan kaynaklı olarak tarihinde hiç olmadığı kadar saygınlığa sahip olmuştur. Bilimin görüşlerinin, insan düşüncesinin ve eyleminin tüm diğer biçimleri üzerinde (dini, sanatsal, felsefi ve politik) büyük bir etkisi vardır. Örneğin, bilimde yeniliğin ve tarihin kabul edilmesiyle düşünce yöntemimizde kritik bir adımı temsil eden Darvinci evrim görüşünü, kapitalist çağın serbest rekabetinde doğal seçilim ve ayakta kalma mücadelesi teorisinde de görebiliriz. Burada eski çağların tüm toplumsal ve entelektüel birikimiyle elde edilen ve bilimsel deneyle pek çok kez sınanmış bilim, toplumsal pratiğe onay vermek amacıyla kullanmaktadır (Bernal, 2009, ss. 449-451). Her sistem bilim tarafından bu onay verilme durumuna ihtiyaç duymaktadır. Diğer taraftan, bilimsel çıktıların kabulü, insanlığın mevcut duruma üstü kapalı da olsa bir eleştirisini beraberinde getirir. Elbette onları eyleme geçirmek, bilim dışındaki toplumsal güçlere bağlıdır (Bernal, 2011, s. 343).
Bernal, bilimin toplumla sürekli değişen ilişkisini tam olarak kavrayabilmek için hem maddi, hem de ideolojik etkenleri göz önünde bulundurdu. Burada, tarih boyunca her toplumun üretici güçleri ilerletmek için az da olsa bilime ihtiyaç duyduğu tespitini yaptı. Bu miktar yakın zamana kadar oldukça düşük olmakla beraber, herhangi bir toplumun minimum düzeyde sahip olduğu bilim, felsefe ve dinin mevcut sistemi desteklemek için gerekli olduğunu belirtti. Kurumsal yapısını kapitalizmle kazanan bilim, tek başına teknik uyarıcı değildi. Sanayi Devrimi’nin makineleri sadece bunları geliştirenlerin becerisinin sonucu değildi. Ancak gerekli sermaye, iş gücü ile kârlı pazarların bulunması sayesinde gelişebilirdi. Eski çağlarda da pek çok yaratıcı insan olmasına rağmen bu makineler o dönem gelişmedi. Gerek ekonomik ve toplumsal yapı, gerekse insanlığın birikimi bu yaratıcılığı belli bir doğrultuya yönlendirmeye engeldi (Bernal, 2009, s. 450).
Yukarıda bahsedilen konuya biraz daha açıklık getirmek için, bilimin çağlar boyu ilerleme serüveninde görece yavaş kaldığı dönemlere bakılabilir. Bunun en bilinen örneği Ortaçağ’dır. Ortaçağ, burjuva devrimi sonrası, burjuva ideolojisinin toplumda kabul görmesini sağlamak için gösterilen kötü örnek olarak karşımıza çıkar. Bilim tarihi söz konusu olduğunda ise oldukça tartışmalı bir konudur. Birçok kesim, Ortaçağ’a fazla haksızlık edildiği, aslında kilisenin de bilimsel çalışmalarda öncülük yaptığı söylemini savunur, bir adım daha öteye gidip Rönesans dönemine saldıranlar vardır. Bernal, Ortaçağ dönemine bazı bilim tarihi yazarları tarafından haksızlık yapıldığını kabul etse de bu dönemdeki ilerlemenin görece yavaş olduğunu atlamaz. Bu dönemdeki yavaş ilerlemenin temel nedeni toplumsal ve ekonomik koşullardır. Ekonomik neden olarak, tarım devriminden beridir insanlığın geliştirdiği teknolojinin, toprağa bağlı feodal sistem için yeterli olmasını gösterir. Mevcut teknoloji ekonomik sistem için yeterli olduğundan birçok yeni bilgi kitaplarda yazıldığıyla kalmış, teknik ilerleme yavaşladıkça bilimsel çalışmaları tetikleyecek koşullar da oluşmamıştır. Toplumsal neden olarak da, o dönemde bilime biçilen görevin, ilahi düzenin doğrulanması şeklinde olmasını gösterir. Yapılan bilimsel araştırmalar yalnızca dini amaçlıdır ve nereyse tamamı din adamları tarafından gerçekleştirilmiştir. Bernal Ortaçağ’ın düşünce sistematiğini de bilimsel ilerlemenin önündeki büyük bir engel olarak görüyordu. Dönemin düşünce tarzında, evrenin yaratıcı tarafından kusursuz şekilde yaratıldığı kabul edilirken, bu evrene dışarıdan müdahale etmeye çalışmak, onu dönüştürme arzusunda bulunmak kilise ile devlet için kabul edilebilir değildi. Bu nedenle tüm bilimsel çalışmaların bir sınırı vardı.
Sınıflı toplumda bilimin ilerleme sorunu
Bernal, Marx ve Engels’in Alman İdeolojisi’ne atıfla, sınıflı toplumlarda bilimin ilerlemesinde itici gücün egemen sınıfın çıkarları olduğunu söyler. Bernal’dan alıntılarsak: “Bilim teorileri doğdukları zamanın yönetici sınıfının ideolojisinin bir kısmı ve parçasını oluştururlar ve o sınıfın çıkarlarına uygun olarak sürdürülmüş ve geliştirilmiştir” (Bernal, 1997, s.43). Bu dönüşümlerin diğer sınıflara sağladığı yararlar görece önemsiz ve rastlantısaldır. Hatta kimi zaman bu ilerlemelerin bedelini de diğer sınıflar ödemiştir. Kapitalist sistemde gerçekleşen teknik ilerlemenin temel işlevi hiçbir zaman insanın yükünü hafifletmek olmamış, kâr yüzdesinde artış sağlamak olmuştur (Bernal, 1997, s. 52). Bernal’a göre, bilimin ilerleyişinin temelinde egemen sınıfların çıkarı olduğu gibi, aynı çıkarlar bilimin ilerlemesinin önünde engel oluşturmaktadır. Özellikle kimya ve elektrik alanının gelişimi incelediğinde bir kimyasalın ya da bir aparatın ancak kâr getiren bir meta haline dönüştüğü koşullarda bir değeri olduğunu, bu yüzden de ilk keşfinden ancak yıllar sonra bilimsel ilerlemenin temelini oluşturabildiğini ifade eder. Bernal’a göre sürekli ilerlemenin gözlendiği 19. yüzyılda da durum farklı değildir. Öngörülen kâra ulaşamayacağını düşünen kapitalistler, teknik bakımdan mümkün olduğu halde uzun süre yeni girişimlerde bulunmamış, bunun sonucunda bilimin ilerlemesi uzun süre ertelenmiş ve/veya kararsız devam etmiştir. Burada elde bulunan entelektüel birikimin de tamamı kullanılmamıştır. Bernal için 20. yüzyılda da durum farklı değildir. 20. yüzyılın kapitalist toplumunda gelişigüzel yapılan çalışmaların yerini yeni örgütlü endüstriyel araştırmalara bırakmış olmasından dev tekellerin radikal araştırmalar yapma konusunda istekli olduğu sonucu çıkmamaktadır. Bununla beraber Bernal 20. yüzyılı değerlendirirken, ABD’de askeri amaçla yapılan araştırma-geliştirme çalışmalarının sivil amaçla yapılan çalışmalara oranının tarihte hiç olmadığı kadar büyük olduğunu belirtir. Araştırmanın örgütlenmesi de başka bir sorundur. Sınaî araştırma kurumları fizik ve kimya alanına daha fazla ihtiyaç duydukça bilimin çekim merkezi giderek sanayi alanına kaymış, bu durum bilimsel araştırma denetiminin bilim insanlarının elinden çıkmasına yol açmıştır (Bernal, 2009, ss. 459-462).
Sovyetler Birliği ve bilimsel ilerleme
Bernal, Sovyetler Birliği’nde bilimin üretim sürecini ve örgütlenişini incelemiş ve bu başlıkta birçok değerlendirme yapmıştır. Devrim sonrası, ülkenin inşa çalışmaları sırasında gerek tarımda, doğanın dönüştürülmesinde ve doğal kaynakların keşfedilmesinde, gerekse bu kaynaklardan yararlanma sürecinde, halkın refahı ve sağlığı öncelikli alındığından bilimler arasında çok daha sağlıklı bir denge kurulduğunu belirler. Bilim, bir kaç elitin uğraşı olmaktan çıkartılıp halkın tamamına açılmış bir kurum haline getirilmiştir. İlköğretimden itibaren bilime vurgu yapılmıştır, günlük gazeteler ve periyodik yayınlarda bilime ayrılan yerle halk yığınlarının gözünde bilimin saygınlığı artırılmıştır. Bu sayede bilimsel çalışmalar için gerekli iş gücü kolayca sağlanmış ve 1951 yılına gelindiğinde Sovyetler Birliği yetkin bilimsel ve teknik personel sayısı bakımında ABD’yi geçmiştir (Bernal, 2009, ss. 476-479). Sovyetler Birliği, çok daha geriden başlamasına rağmen batının yüz yılda gerçekleştirdiği sanayileşme seviyesine oldukça kısa zamanda ulaşmış ve bu seviyeyi daha ileri taşımıştır. Bernal’a göre, bu başarının sağlanmasında önemli etkenlerden biri Sovyetler Birliği’nin elindeki entelektüel birikimin tamamından yararlanabilmiş olmasıdır. Bir etken de teori pratik kaynaşmasının önünde engel oluşturan sınıfsal farklılıkların Sovyetler Birliği’nde sorun olmaktan çıkmasıdır.
Bernal, Sovyetler Birliği’nde bilimin örgütlenme modeline baktığında; sanayide ve tarımda en önemli unsurun bilim olması nedeniyle bilimin güvence altına alınması ihtiyacının doğduğunu ifade eder. Bu güvencenin doğrudan devlet tarafından değil bilimsel kurumların çok büyük ölçüde yaygınlaşmasıyla sağlandığını belirtir. Tüm Sovyetler Birliği Akademisi, tüm bilim dallarında binlerce işçinin çalıştığı araştırma kurumlarını örgütlemek ve bunları işletmekle görevliydi. Akademi, aynı zamanda kendi kurumları aracılığıyla ve üniversitelere vereceği bilimsel araştırma yönergeleriyle bilimsel faaliyetlerin planlanmasının yanı sıra ekonominin planlanmasından da sorumluydu (Bernal, 2009, ss. 477-479). Bu özerk denilebilecek yapıyla bilimin yönetimi bilim insanlarına bırakılmıştı. Bu noktada, şöyle bir soru akla gelecektir: Bilim insanı modelinin sosyalist bir sisteme uygun olması zorunlu mudur? Ya da sosyalist sistemin yaratmakla yükümlü olduğu yeni insan gibi yeni bir bilim insanı modeli olmalı mıdır? Şüphesiz ki, tüm toplumla aynı amaca yönelmiş bilim insanı modeli bir zorunluluk gibi görülmektedir.
Bilimin dönüşümü ve Marksizm
Bernal, bilimin büyük ve basit olandan küçük ve karmaşık olana doğru ilerlemesini evrelere ayırmıştır. Birincisi yani ilk evre erişilebilir evrenin tanımlanıp düzene konmasıdır. Bernal’a göre, bu evre tamamlanmıştır. İkinci evre, bu evrenin mekaniğinin anlaşılması sürecidir. Bu evre, genel şemayı görebilen ve tamamlanmak üzere olan evre olarak ifade edilir. Bernal, bunun ötesindeki olasılıkları ise henüz bilinmeyeler olarak belirtir. Teoride ve pratikte bilimin karşılaştığı ve çözülmeyi bekleyen başlıca güçlükler (ekonomide, sosyolojide ve psikolojide) insanın kendi ürünü olan sorunlardır. Bernal, “yeni şeylerin kökeni sorunu” olarak tanımladığı bu süreci “Düşünce, kısmen bilinçli olarak yönlendirilip kısmen de içinde işleyen güçlerin fark edilmez etkileşimi sonucu harekete geçilerek hızla gelişmekte olan toplumun sorunlarına daha fazla eğildikçe, yeni ve beklenmedik sorunların üstesinden gelmek için yeni yöntemlere ihtiyaç duyacaktır.” (Bernal, 2011, s. 367) şekillinde tanımlar. Mekanik, fizik ve kimya gibi rasyonel bilimler, her şeyin bir örnek olduğu kabulüne dayanır ve yeni hiçbir şeyin gerçekleşmediği sistemleri inceler. Biyolojide, bu düşünce tarzı, insanların doğayı anlama şeklinde ilerlemeye yol açan, aynı zamanda düşünce sisteminde radikal değişikliğe yol açan evrim teorisi ile terk edilmiştir. Bernal, dünyaya egemen olup onun yönetilebilmesini, evrenin yalnızca düzenli değil yeni yönleriyle (bizim ürünümüz olsa bile) anlayarak sağlanabileceğini belirtir. Bernal, bu yeni durumun çözümünü Marksizm’de bulur. Eğer evrenin yeni yönleri anlaşılacaksa, insanlığın geleceğini öngörmek ve onu biçimlendirmek gerekiyorsa, bu, düzenli ve değişmez bir dünya anlayışına dayalı bir bilimin sınırları içinde bu gerçekleşemezdi. Dönemsel olarak, bilim neredeyse tamamen izolasyon yöntemiyle ilerlemekteydi ve bu yöntem deney ve uygulama koşullarının üzerinde çok sıkı bir denetim kurularak sağlanabildiğinden, yeni şeyleri ve ortaya çıkardığı faktörleri anlamada başarısız olmaktaydı. Bu sorun ancak insanlığın gelişimini öngörebilme ve biçimlendirebilme becerisine sahip olan Marksist yöntemle çözülebilir. Elbette öngörü bilimin düzenli ve yalıtık işlemlerinde olduğu gibi kesin bilgi olarak değerlendiremez. Ancak bilginin tek formu “kesinlik” değildir. Örneğin modern fizikte olduğu gibi bilimin doğrultusu küçük ve karmaşık sistemlere doğru gittikçe bilginin kesin olması beklenmemektedir. Ancak çok sayıda olaya dayanan istatistiksel bilginin kesinliğine güvenilmektedir. Bilimin ilerleyişi de bu yöndedir (Bernal, 2011, ss. 366-367).
Marksist analiz yöntemi, olayların gelişiminin hangi yönde seyredeceğine ilişkin isabetli değerlendirmeler yapabilme olanağı sağlar. Bilimin geleceği de bu yöntemdedir. Son olarak Bernal’dan alıntılayacak olursak: “Marksizmin bilimle ilişkisi onun sözüm ona yansızlık[yalıtılmışlık] konumunu ortadan kaldırması ve onun ekonomik ve toplumsal gelişmenin bir parçası olduğunu göstermesidir. Bunu yaparak, tarihi boyunca bilimsel düşünceye nüfuz etmiş olan metafizik unsurların bilimden ayıklanmasına yardımcı olabilir.”(Bernal, 2011, s. 368)
John Desmond Bernal, bilimin tarihini yazan değil, bilimin tarih üzerindeki etkilerini yazan bir bilim insanıydı. Bilimin ilerlemesi ve ilerlememesi şeklinde gözlemlenen süreçleri analiz etti. Bilimin toplumsal ve ekonomik etkileşimlerini en ince ayrıntısına kadar araştırdı. Bilimin tarihsel evrimine Marksizm penceresinden baktı. Ayrıca Sovyetler Birliği’ndeki bilimsel üretim süreçlerini inceledi ve bunu kapitalist sistemdeki üretim süreciyle karşılaştırma şansı buldu. Avrupa’daki birçok dönemdaşından farklı olarak Sovyetler Birliğini anlayabildi ve model olarak önerdi. Kapitalist sistemde bilimsel ilerlemenin sınırları olduğu ve bu sınırları aşmanın yolunun da toplumsal devrimden geçtiği fikrine sahipti.
Kaynaklar
Bernal, J. D. (1997). Marx ve bilim (O. Arman, Çev.) Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları.
Bernal, J. D. (2009). Tarihte bilim (T. Ok, Çev.) İstanbul: Evrensel Yayınları.
Bernal, J. D. (2011). Bilimin toplumsal işlevi (T. Ok, Çev.) İstanbul: Evrensel Yayınları.
Gavroğlu, K. (2006). Bilimlerin geçmişinden tarih üretmek (A. Çokona, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları.
Dipnotlar:
[1] Mitolojide bolluk ve bereketin sembolü olan Amalthea’nın boynuzuna göndermede bulunuyor. (Bernal’ın Bilimin Toplumsal İşlevi kitabının çevirmeni Tonguç Ok’ın notu)
[2] Sir Alfred Ewing’in konuşması 1932 tarihli Nature Dergisi’nde yayınlanmıştır. Burada ise Bernal’ın 1939’da yayınladığı ve Türkiye’de 2011 yılında basılan “Bilimin Toplumsal İşlevi” isimli kitabından alınmıştır.
[3] Burada bir not: 1931 yılında Londra’da toplanan “İkinci Uluslararası Bilim ve Teknoloji Tarihi Kongresi”nde en tartışmalı sunum kongreye Sovyetler Birliği’nden katılan heyetten Boris Hessen’in “Newton’un Principia’sının Sosyoekonomik Kökenleri” başlığında yaptığı sunumdu; sunum, Newton’un bu en önemli yapıtının Newton’un kişisel dehası ya da bilimin içi mantığının bir sonucu ile açıklanamayacağını iddia ediyordu. Ayrıca bu yapıtın gelişen İngiliz burjuvazisinin ihtiyaçlarını karşıladığını ifade ediyordu. Bu sunumun en çok Bernal’ı etkilediği aşikârdır; 1939’da konferanslarda yaptığı sunumlardan derlediği Bilimin Toplumsal İşlevi adlı eserinde Bernal, bilimin toplumla kurduğu ilişkinin tek taraflı görülemeyeceğini ifade eder. Daha sonra 1954 yılında yayınladığı Tarihte Bilim adlı eserinin giriş kısmında, bir tercih yapmak zorunda kalırsa bilimsel ilerlememin toplumu dönüştürmesi tarafını tercih edeceğini yazar. Zaten kitabın yazılış amacını da, “bilimin toplumu nasıl dönüştürdüğünü göstermek” olarak ifade eder. Nedenini de toplumsal değişimlerin bilimi nasıl etkilediğine dair çalışmaların fazlasıyla yapılmış olmasıyla açıklar. Bernal’dan bahsederken “etkileşim” ifadesinin sıkça kullanılmasının nedeni Bernal’ın bu önemli katkısıdır.