Antropolojiyi bir aydınlanma çalışması haline getirmek: Prof. Dr. Yılmaz Selim Erdal

Söyleşi: Erhan Nalçacı, Mevsim Demir

Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Türkiye antropoloji araştırmalarında önemli bir yere sahipsiniz. Sizi daha iyi tanıyabilmek ve neden bilime yöneldiğinizi anlayabilmemiz için yaşamınızın ilk yıllarından bahsedebilir misiniz? Nasıl bir ortamda büyüdünüz, sizi neler yönlendirdi?

1960’lı yıllarda bir öğretmen çocuğu olarak Amasya, Taşova’da Gürsu köyünde dünyaya geldim. İçine doğduğum ortamda düşünme, bilgi üretme, sorgulama ve sentez yapmayı Köy Enstitüleri’nin geleneğinden edinmiş olan bir öğretmenden, yani babamdan edindim. Babam, TÖBDER üyesi, 80 öncesinde mütevazı bir kitaplığı olan bir eğitmendir. Köy okulunu tamir eder, boyar, duvar örerdi. Bu o dönemin eğitim anlayışının, topyekûn gelişme düşüncesinin bir parçasıydı. Dahası, okulda deneyler yapar, bize köyün eski mezarlığında iskelet kazdırır, vücudumuzu tanımamıza olanak sağlardı. Kurban bayramlarında, her bir öğrencinin getirdiği iç organları formaldehit içerisine bir yıl kadar saklar, yumuşak dokuları ve işlevlerini göstererek öğretirdi. Böylece Türkiye’nin kaynaklarıyla eğitimini almış bir öğretmen, yaşanılan dünyaya, çevreye nasıl bakmamamız gerektiğini kısmen algılamama olanak sağlamış oldu. Tabi sadece babam değil, onun atalarının da o günün koşullarında, Osmanlı döneminin sonunda o dönemin örgün eğitimi alarak, kendi dünyaları içinde aydın olan geniş bir ailede, akranlarım olan sekiz kardeşin çocuklarının arasında yetişmiş olmam da bilimsel yaklaşımı öğrenmeme olanak sağladı diye düşünüyorum. Bununla beraber annemin akılcı düşünme yeteneği ve pratik zekâsı ile bana kattıkları hayatta önümü açtı.

Köyde doğdum, köy çocukları ile oynayarak, paylaşarak, mücadele ederek büyüdüm. Orta öğrenimimi Taşova ilçesinde kasabada tamamladım. Köyümüz ilçeye 8-9 km uzaklıkta idi, ortaokul ve lisede bu mesafeyi diğer gençlerle hemen her gün yürüyerek kat ettik. Ancak eğitim açısından can sıkıcı durum, bu mesafe değildi. 12 Eylül’den hemen önceki yıllarda Türkiye’de yaşananların örgün eğitime yansıyan sancıları söz konusuydu. Yeterince hoca yoktu, uzun süre ilçede kalmazlardı, siyasi çatışmalar nedeniyle okullar sık sık kapanırdı. Ancak bu durum Anadolu’nun birçok yeri için geçerliydi. Eğitimdeki aksamalar gerçekten yıkıcıydı. Bu dönemde sosyal-siyasal yapılardan bolca beslendiğimi söyleyemem. Ancak her zaman öğrenme konusunda meraklıydım. Bilgi birikimim ve aldığım örgün eğitim, sınırlı sayıdaki kontenjana yerleşerek üniversiteli olmama olanak sağlamadı. Ailemle birlikte tarım işlerinde çalıştım. Tütün, soğan, şeker pancarı, buğday ekip dikmeyi, hasadı öğrendim. Öte yandan köyün sıkıcı yaşamından kurtulmak için üniversite arayışındaydım. Ankara Üniversitesi DTCF’de okuyan amcamın önerisiyle Tarih Öncesi Arkeoloji, Önasya Arkeolojisi ile Antropoloji bölümlerini tercihlerim arasına yazdım. Şanslıymışım ki Antropoloji bölümünü kazandım. Antropoloji çok heyecan verici bir bilim. İnsanı bütüncül bir yaklaşımla anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Ancak bilimlerin ortaya koyduğu heyecan bir yana, insanın geldiği birim, asistanlar, hocalar, öğrenci toplukları çok daha önemli. Ben Ankara’ya geldiğimde, kendimi öğrendikleri kentte çok bir şey ifade etmeyen boş bir beyin olarak tanımlamaktayım. Ankara Üniversitesi DTCF’ye geldiğim zaman o dönem yardımcı doçent olan Erksin Savaş Güleç, lisans eğitimini tamamlamış arkadaşlarım, arkeoloji, etnoloji, halk bilim, sosyoloji gibi farklı bölümlerden asistanlar toplanırdık. Ankara Üniversitesi ile Sakarya’daki çay ocağı, diğer sosyal ortamlar o bilimsel düşünce sistemini disipline edecek ortamı hazırladı. Benim Antropoloji bilimindeki serüvenim böylece başlamış oldu.


Fotoğraf 1. Yılmaz Selim Erdal’ın anne ve babası köyde çalışırken (Ayşe-Bahattin Erdal)

2012'den bu yana Hacettepe Antropoloji bölümü başkanlığını yürütüyorsunuz. Bölümün hikâyesinden kısaca bahsedebilir misiniz?

Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü 1971’de Üniversitemizin de kurucuları arasında yer alan Prof. Bozkurt Güvenç tarafından kurulmuştur. Mimarlıktan sonra antropolojiye yönelen Bozkurt Hoca, Hacettepe’de eğitimini aldığı Amerikan Antropoloji ekolünün bir parçası olarak bölümü kurguluyor. İnsanı, toplumları ve kültürleri bütüncül bir yaklaşımla ele alan, kültürel yapının analizine yoğunlaşan sosyal/kültürel antropoloji ağırlığı ile bölüm şekilleniyor. Başlangıcından itibaren lisansa değil, lisansüstü eğitime yöneliyor. Hedef, antropoloji mezunlarına antropoloji alanında bilgi üretmek değil, farklı bilim alanlarından insanların insana, toplumlara ve kültürlere dair bilgi birikimlerini arttırmak ve onların kendi alanlarından edindikleri birikimi antropolojiye taşımak. Bunun için farklı disiplinlerden insanların bir arada olduğu bir bölüm olarak kuruluyor. Lisans eğitimini herhangi bir alanda yapmanın yeterli olduğu ve oradaki bilgileri bize taşımanın daha etkili olacağı düşünülüyor. Dilbilimciler, etnograflar, gruba katılıyor. Lisansüstü düzeyde ilk öğrencilerini yetiştiriyor. Her ne kadar kuruluşu ve etki alanı sosyal antropoloji ile özdeşleşse de, biyolojik antropolojinin Türkiye’de öncülerinden biri olan Prof. Metin Özbek gruba dâhil oluyor. İnsanın sadece sosyal ya da kültürel bir varlık değil, doğanın bir parçası, biyolojik bir varlık olması, Metin Hoca ile antropolojinin bu eksikliği giderilmiştir. Ben bu bölüme 1988 yılında, Ankara Üniversitesi DTCF’den mezun olduktan hemen sonra dâhil oldum. Biyolojik ve sosyal antropolojinin her ikisinden beslenmek, insanı bütüncül olarak ele almama katkı sağladı. Bu bilim anlayışı ile eğitimimiz 2018 yılına kadar Lisansüstü düzeyde devam etti. 2018 yılında YÖK’ün aldığı bir kararla bölümümüz lisans eğitimine başladı.

90’lı yılların sonlarına kadar Hacettepe Üniversitesi Antropoloji bölümü denildiğinde ağırlıklı olarak Sosyal/Kültürel Antropoloji geliyordu. Çünkü bölüm kuruluşundan itibaren Sosyal Kültürel Antropoloji lisansüstü eğitimi verdi, bu alanda uzmanlaşmış çok sayıda öğretim elemanıyla itici bir rol üstlendi. 2000’li yıllardan itibaren çeşitli kadro problemleri ve hocaların da tercihiyle, idarecilerin kısmen vurdumduymazlığı nedeniyle bölümdeki Sosyal Antropoloji hocalarının önemli kısmı bölümden ayrıldılar, istifa ettiler ya da emekli oldular. Bu dönemde antropolojinin sosyal ayağı aksamaya başlarken biyolojik antropoloji ayağı gittikçe güçlenmeye başladı. Bu güçlenmede insanları sınıflayarak ırk kavramı altında ele alan Fiziki Antropoloji yaklaşımı yerine, temeli dünyada 1930’lu yıllarda atılan, Türkiye’de ise şu anda bazı hocalarımız, İstanbul Üniversitesi’ndeki birkaç arkadaş ve benim de içinde bulunduğum grup sayesinde, insanın yaşadığı çevreye, ekolojik ortama ve yarattığı kültüre uyarlanma modellerini inceleyen biyolojik antropolojinin şekillenmesi, Hacettepe’de de yansımasını buldu. Dolayısıyla 2000’li yıllardan itibaren önemli bir kısmını öğrencilerimin oluşturduğu, her birine farklı alanlarda tezler yaptırdığım bir ekiple Hacettepe Üniversitesi’nde biyolojik antropoloji gelişti, kendi sınırlarını aşarak uluslararası tanınırlığı olan bir birim haline dönüştü. Bu gelişmede Prof. Dr. Metin Özbek’in yaklaşımı, benimle ve birlikte çalıştığımız öğrenciler ile öğretim elemanlarının farklı yaklaşımlara ve farklı bilimsel alt yapıya sahip olmaları etkili oldu.


Fotoğraf 2. Yılmaz Selim Erdal, Ömür Dilek Erdal ve Eylem Özdoğan Çayönü (Diyarbakır) Neolitik insan kalıntılarındaki yeni araştırmalar ve Husbio_L Labrotuvarı’nın çalışma düzeni üzerine tartışırken

Araştırmalarınız arkeoloji ile çakışıyor. Anadolu'da çok sayıda arkeolojik alandan elde edilmiş insan iskeleti kalıntıları ile çalıştınız. En temel bulgularınızdan bahsedebilir misiniz?

Birçok bilgi doğrudan ya da dolaylı olarak insanla ilgilidir. Ancak insanı doğrudan ele alan araştırmalar, diğer alanlardan da sonra gelişmiştir. Bu durumu belki de arkeolojik çalışmalar için de geçerli olarak düşünebiliriz. İnsanın geçmişi uzun süredir antropolojinin ilgi alanıdır. İnsanın uzak atalarının araştırılması oldukça heyecan verici bir alandır ve antropolojinin ilk gelişen alanlarından birisidir. Ancak, insan kimdir? Nereden köken almıştır? Bugünkü özellikleri nelerdir? İnsanlar arasındaki farklılıkların nedeni nedir? Bu kadim sorular uzun süredir araştırmacıların ilgisini çekmekle birlikte, insan özelliklerinin doğuştan geldiği ve değişemeyeceği fikri ile insanın yakın geçmişini anlamak için arkeolojinin ilgi alanında yer alan materyal kültüre yoğunlaşılmış, kültür tarihçiliği önemli olmuştur. O kültürleri yaratan insan, araştırma dışı bırakılmıştır. İncelenenler ise o dönem ağırlıklı olarak kafataslarıdır. Ancak geçmişi anlamak istersek onu yalnızca kültürel yönüyle çözmemiz olanaksız gözükmektedir. Geçmişi anlamanın bir yolu da insanın kendisini, o kültürü yaratan, üreten ve etkileyen ve o kültürden etkilenen insanı, toplumları analiz etmektir. Bu çerçevede de insanı temsil eden en uygun özelliklerden birisi insana ilişkin biyolojik kalıntılardır. Bunlar arasında iskeletleşmiş, mumyalaşmış kemik, diş gibi kalıntılar bulunmaktadır.

Antropoloji bölümünün gelişiminde olduğu gibi 90’lı yıllara kadar insanları ırk diye tanımlanan gruplar halinde sınıflayarak değerlendirmeler yapılıyordu. Yüksek lisans tezimde de insan çeşitliliğinin anlamak için “ırk tipleri” kullanılmıştır. Ancak günümüzde insan topluluklarına ilişkin ölü gömme gibi çeşitli ritüeller, estetik ve kimlikle bağlantılı kafatası ya da bedene uygulanan çeşitli biçim değişiklikleri, yeme-içme alışkanlıkları, yedikleri besinlerin içerikleri (hayvansal ve bitkisel ağırlıklı beslenme, hayvansal ise hangi hayvan? Bitkisel besin kaynakları gibi kimi detaylı durumları), nüfus büyüklüğü ve yapısı, insan hareketliliği, boy pos, büyüme ve gelişme durumları, çalışma koşullarının beden üzerindeki etkisi, kemiğe yansıyan birçok hastalık gibi geçmişe ilişkin birçok durum insan kalıntıları üzerinde çözülebilmektedir. Maddi kültür kalıntıları olarak tanımlanabilecek materyallerden yola çıkarak toplumların sosyal statüsü, eşitsizlik, üretim-tüketim ilişkileri, beslenme alışkanlıkları çözümlenebilmekle beraber bu durumlardan toplumların hangi kesimlerinin olumlu ya da olumsuz etkilendiğini belirlemek olası değildir. Dolayısıyla bu yapılardan etkilenen bireylere ilişkin kalıntıları doğrudan incelemek bu sorulara daha güvenilir yanıt verilmesine olanak sağlamaktadır. Sosyoekonomik farklılıklar ve gelir eşitsizliği, farklı beslenme modelleri, tercihler, ideolojik ve kültürel temelli olmakla birlikte bunlardan doğrudan insan bedeni etkilenmektedir. Dolayısıyla kemikler üzerine yansıyan bu yapıları doğrudan okumak, geçmişe ilişkin birçok soruyu insan kalıntıları üzerinden çözmek olanaklıdır. Bu yaklaşımla yerleşik yaşama geçiş, üretim-tüketim ilişkilerindeki köklü değişim aşamalarının insan sağlığı ve beslenmesi üzerindeki etkileri, Anadolu ölçekli birçok çalışmayla çözümlenmeye çalışılmaktadır.


Fotoğraf 3. Yılmaz Selim Erdal Küllüoba’da iskelet kazarken.

Örneğin, şiddetin kökeni üzerine tartışmalar oldukça kadimdir. Jan-Jaques Rousseau ve Hobbes’e kadar uzanan şiddetin kökeninin doğal mı (nature) olduğu yoksa kültüre mi (nurture) dayandığı tartışması halen sürdürülmektedir. Yerleşik yaşama geçiş, tarım, özel mülkiyet, insan hareketliliğindeki artış, ticaret, iktidar gibi birçok kavram ile şiddet arasındaki ilişki sorgulanmaktadır. Anadolu, Neolitikleşme süreci, kentleşme ve yukarıda tanımlanan birçok olgunun, dünyanın diğer bölgelerinden daha erken yaşandığı bölgeler arasındadır. Bireyler arası şiddetin erken örnekleri, Körtik Tepe, Demirköy, Aşıklı gibi yerleşmelerde saptanmıştır. Ancak ölümle sonuçlanan şiddet izleri nadirdir. Bu ise Neolitik dönemin erken evrelerinde, yerleşik yaşam ve tarımın şiddeti artıran bir durum olmadığını, diğer bir deyişle yüksek yoğunlukta yaşanan bir olgu olmadığını göstermektedir. Bununla birlikte M.Ö. 3500’lerden sonra, Geç Kalkolitik ve Erken Tunç Çağı topluluklarının her birinde savaş ve katliam gibi olgular ile sık karşılaşıldığı bir döneme girilmiştir. Bu dönemin aynı zamanda, iktidarın belirli insanlar tarafından kullanıldığı, dini ya da siyasal elitlerin filizlendiği bir zamanı tanımladığı sonucuna, Anadolu eski insan kalıntılarının analizi ile varılmıştır.

Antik DNA çalışmalarının antropolojiye nasıl bir katkısı oldu?

2000’li yılların başlarına kadar insan, ağırlıklı olarak görsel yöntem ile makroskobik olarak inceleniyordu. Ancak her bir canlıya ait kalıntılar aynı zamanda sahip olduğu genetik/moleküler yapıyı içine hapsettiği ve koruduğu için önemli bir potansiyele sahiptir. Moleküler antropoloji çalışmaları 70’li yıllardan başlamış, 2000’li yıllardan itibaren hız kazanmıştır. Özellikle yeni DNA dizileme yöntemlerinin ortaya çıkması ve izolasyon protokollerinin önerilmesi moleküler çalışmalara yeni yaklaşımlar kazandırmıştır. Bu yolla, artık insanı sadece beden özellikleri ile değil onun genetik yapısını anlamak, uygun koşullarda gömülü kalmış kemik ve dişlerden hareketle çözmek mümkün olmuştur. Günümüzde uygun koşullarda korunmuş milyon yaşında bir mamutu ya da on binlerce yıl mağarada kalmış bir Denisova insanını, neandertalleri, paleolitik ve epipaleolitik avcı-toplayıcıları, yerleşik yaşama geçişi, ilk çiftçileri, hayvancılık ile geçimini sağlayan toplumları, karmaşık toplumları, antik DNA analizleriyle inceleyerek göçler, seçilim, uyarlanma modelleri gibi birçok toplumsal yapıyı daha iyi anlamaya başladık. Genetik değişimin kültürel değişimden daha yavaş olduğu ve her zaman kültürel değişimin mutlaka genetik yapıya yansıyamayacağını bu araştırmalarla öğrendik. Dahası ırk olarak sınıflandırılan bu grupların genetik/biyolojik bir açıklamasının olmayacağını da yeni gelişen moleküler çalışmalar ile pekiştirdik.

Anadolu arkeolojik ve antropolojik çalışmalar için oldukça zengindir. Bu zenginlik genetik çalışmalar açısından da Anadolu’dan ele geçen materyaller üzerinde bir rekabet yaratmaktadır. ODTÜ, Hacettepe, Stockholm Üniversitesi, rekabet yerine birlikte çalışmayı yeğleyerek çeşitli projeler geliştirip, antik genom çalışmalarında da öncü olacak işler yapmayı başardı. Birisi Hacettepe’de iki aDNA laboratuvarı kuruldu. Hacettepedeki Human_G (Hacettepe Üniversitesi Moleküler Antropoloji) laboratuvarı bu amaçla kurulmuş ilk laboratuvardır ve gelişmiş laboratuvarların sahip olduğu olanakların hemen tamamına sahiptir. Ekip ise oldukça dinamik ve üretken bir kimliğe sahiptir. Nitekim son iki yılda yayınlanan makaleler Neolitikleşme sürecinin dinamiklerini anlamada öncü sayılacak bilgiler sağlamıştır.

Bu alan yenidir ancak bu alan yalnızca insanla sınırlı değildir. Hayvanlar, bitkiler, mikroplar, yaşadığı alandaki sedimanları içeren geniş kapsamlı moleküler çalışmalar insanı ve onun yaşadığı çevreyi daha iyi anlamamızı sağlayacaktır. Bu özelliği bu alanların yeni bir bilim alanı olarak gelişmesine yol açacaktır. Dolayısıyla artık geçmişi anlamada 20 yıl öncesine göre daha iyi bir konumdayız.


Fotoğraf 4. Yılmaz Selim Erdal Gobustan Müzesi’nde (Azerbaycan) paleolitik ve mezolitik kültürleri incelerken.

Son dönemde toplumun sınıflı yapısının Mezolitik-Neolitik dönemde başladığına ilişkin iddialar var. Siz Anadolu kalkolitiğinden önce belirgin bir toplumsal eşitsizlik kanıtına rastladınız mı?

Sınıflı toplum yapısının ne zaman başladığı kadim bir sorudur. Küçük ölçekli avcı-toplayıcı toplulukların görece eşitlikçi olduğu yapılan etnografik çalışmalar ile gösterilmiştir. Son yıllarda Güneydoğu Anadolu bölgesinde yapılan çığır açıcı kazılar (Göbeklitepe ve Karahantepe gibi) bu durumun sorgulanmasına yol açmıştır. Özellikli yapılarda kazılmış alçak kabartmalar, çizimler, heykeller, insan ve hayvan tasvirleri, yaşamla ve ölümle bağlantılı birçok betimlemeler bu görkemli yapılarla birleştirilerek, geniş yelpazeli yabanıl bitki ve hayvancılığa dayanan avcı-toplayıcılığın sınıflı toplumlar olduklarına ilişkin öneriler yapılmıştır. Ancak Neolitik döneme ait kimi yerleşmelerden ele geçen insan iskeletleri üzerine yapılan araştırmalar yaşam biçimi, beslenme alışkanlıkları, mobilite, gömü biçimi, mezar eşyası gibi birçok özellik açısından iskelet sistemine yansımış bir eşitsizliğin ya da sınıflı bir toplum yapısının mevcut olmadığını göstermiştir. Örneğin Körtik Tepe’de yaşayan hanelerin içerisine gömülü insanlar arasında mezar eşyaları, ölülerin üzerindeki boya, alçı, sıva, gömüldükleri mekânlar açısından bir farkın olmadığını göstermiştir. İskeletlerdeki yaralar, kulaklarında gelişen yeni kemik oluşumları, dişlerindeki ip üretimiyle ilişkili oluklar, yedikleri etin oranı birbirlerine benzerdir. Barınaklar arasında da farklılıklar yoktur. Bununla birlikte gündelik yaşamda tarımın önemli olmaya başladığı Geç Neolitik toplumlarda çocuk ve yetişkin, kadın ve erkekler arasında sağlık sorunları, beslenme modelleri, gömüldükleri mekânlar açısından önemli farklılıkların ortaya çıktığı gösterilmiştir. Bu durum Geç Kalkolitik dönemde daha belirgin hale dönüşürken bugünkü anlamda gerçek sınıflı toplumların Erken Tunç Çağı toplulukları ile birlikte konsolide olduğu söylenebilir.

Antropolojide nesnel verilerin yorumlanmasında ideolojik yönlendirmeler görülüyor. Bunların kaynağı sizce nedir?

Bilimsel düşünce, içinde yaşanılan toplumların sorunlarından bağımsız değildir. Yalnız, siyasal iktidarlar kimi zaman toplumsal yapının şekillenmesinde bu ideolojilerden yararlanır ve bilimi de araç olarak kullanırlar. Örneğin 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren hızlanan, insanların sınıflandırılmasına yönelik çabalar insan toplulukları ile ilgili her şeyin “ırk” ile açıklanabileceği önermesine yol açmıştır. Bu önerme ülkeleri yönetenlerce ulus yaratmada, toplumsal tarihi oluşturmada bu kavramların sıkça kullanılmasına olanak sağlamıştır. Benzer şekilde 1930’lu ve 40’lı yıllarda her şeyi belirleyen olarak “çevre” kavramı etkili iken günümüzde, yaşanılan iklim krizi her şeyi iklimle açıklama eğilimine dönüşmüştür.

İnsanların sahip oldukları eşitsizliklerin doğuştan kazanıldığı, bunların değişmeyeceği düşüncesi günümüzde hala etkin bir ideolojidir. Doğuştan gelen eşitsizliklerin yaradılışın bir ürünü olduğu ve bunu değiştirmeye kimsenin hakkı olmadığı düşünülür. Dolayısıyla bu ideoloji mevcut eşitsizlikleri ve mevcut ideolojileri sürdürmek için bir araç olarak kullanılır. Bu bir ölçüde değişmeyen insan tezahürünün sosyal ve kültürel alana yansımasıdır. Bu ideoloji her defasında farklı enstrümanlar kullanarak farklı konuları bu yolla açıklamakta ve eşitsizliklerin sürdürülmesine katkı sağlamaktadır. Bütün bunların kaynağı, iktidarı elinde bulunduranların iktidarlarını sürdürme çabasıdır. Bilgi bu anlamda sürekli bir araç olarak kullanılmaktadır. Belki de değişmeyen tek olgu iktidarların sürekli kontrol altında tutmak istedikleri durumun bir kader olduğu düşüncesidir. “Eşitsizlik, çevrenin insan bedeni üzerindeki etkisi, iklim değişikliği, çatışmalar, savaşlar, toplumsal cinsiyet farklılıkları, bunlar hep kaderdir ve insan kaderini yaşamak zorundadır.” İktidarlar eşitsizlikleri meşrulaştırmak ve sürdürmek için her yola başvururlar. Antropoloji bilimi, sanırım bu tür ideolojik sapmaları simgesel olarak anlamaya ve anlatmaya çalışan bilimler arasında önemli bir yere sahiptir.