20. Yüzyılda Sınıf Mücadeleleri, Bilim Felsefesi ve Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı

Class Struggles in the 20th Century, Philosophy of Science, and Kuhn's Structure of Scientific Revolutions

Erhan Nalçacı
Prof. Dr., Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı, Ankara

Özet

Bilim felsefecileri tarihten, yaşadıkları çağın siyasi olaylarından ve sınıf mücadelelerinden bağımsız düşünülemezler. 20. yüzyılda etkinlik göstermiş bütün bilim felsefecileri geçen yüzyıla damgasını vuran işçi sınıfı-sermaye sınıfı, sosyalizm ve emperyalizm arasındaki mücadelede yer almışlardır.

Öznel idealizmin farklı versiyonlarını üreten bilim felsefecileri 20. yüzyıla ayak basar basmaz bu gerilim tarafından yönlendirilmiştir. Ekim Devrimi’nin ilk yıllarındaki etkisi çok önemsenmese de emperyalist sistem 1929’da derin bir iktisadi bunalıma girerken Sovyetler Birliği’nin planlı ekonomi ile görülmemiş bir hızla kalkınması alarm zillerinin çalmasına neden olmuştur. Daha çok İngiltere’de istihdam edilen bilim felsefecileri bu dönemde Marksizm’i bilim dışı ilan edecek bir aktivite göstererek sınıf mücadelesine katılmışlardır.

1945-1968 arası ise sosyalizm dünya çapında bir saygınlık kazanmış, bir dünya sistemine dönüşmüştür. İlk uydunun Sovyetler Birliği tarafından 1957’de uzaya fırlatılışı bir altüst oluş çağı duygusu uyandırmıştır. Bu altüst oluş çağının bilim felsefesindeki filozofu ABD’li Thomas Kuhn olarak belirmiştir. 1962’de yayınlanan Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı kitabında idealist bir diyalektiği savunmuş ve pozitivist ilerlemeye karşı çıkmıştır.

1968 sonrası sosyalizm ideoloji cephesinde bir gerileme yaşamış ve 1989’da çözülmüştür. Bu dönemde artık sosyalizmin aydınlattığı kitlelerin aklına saldıran post-modernistler sahne almıştır.

Marksist bir bilim tarihi çalışmasında ayakları üstüne dikilmiş bir Kuhn öğretisinden yararlanılmalıdır. Bu ancak üretim tarzındaki değişikliklerle birlikte bilimsel sıçramaların değişiminin ele alınması ile yapılabilir.



Anahtar kelimeler: Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Thomas Kuhn, sınıf mücadeleleri, bilim felsefesi

Abstract

Philosophers of science cannot be thought of independently of history, the political events of their age and class struggles. All philosophers of science active in the 20th century took part in the struggle between the working class-capital class, socialism and imperialism that marked the last century.

Philosophers of science, who produced different versions of subjective idealism, were driven by this tension as soon as they stepped into the 20th century. Although the impact of the October Revolution in the first years was not taken into account, the imperialist system went into a deep economic depression in 1929, and the unprecedented rapid development of the Soviet Union with a planned economy caused alarm bells to sound. Philosophers of science, who were mostly employed in England, participated in the class struggle by showing an activity that would declare Marxism unscientific in this period.

Between 1945 and 1968, socialism gained a worldwide prestige and turned into a world system. The launch of the first satellite into space by the Soviet Union in 1957 evoked a sense of an era of upheaval. The philosopher of this era of upheaval in the philosophy of science appeared as Thomas Kuhn from the USA. In his book The Structure of Scientific Revolutions, published in 1962, he advocated idealist dialectic in science history and opposed positivist progress.

After 1968, socialism experienced a regression on the ideological front and dissolved in 1989. In this period, post-modernists, who attacked the minds of the masses enlightened by socialism, took the stage.

In a Marxist study of the history of science, a standing Kuhn doctrine should be utilized. This can only be done by addressing the change of scientific leaps with changes in the mode of production.



Key words: The Structure of Scientific Revolutions, Thomas Kuhn, Class Struggles, philosophy of science

GİRİŞ

Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin bu yaz yapılan 4. Yaz Okulu’nun konusu “20. yüzyılda sınıf mücadeleleri ve bilim felsefesi”ydi. Bu makalede söz konusu okul kapsamında sunulan iki bildirinin notları paylaşılacak, ama özellikle Thomas S. Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı ele alınacaktır.

Yaz okulunda yapmaya çalıştığımız şey geçen yüzyılda etkili olmuş bilim felsefecilerini verili tarihin içine yerleştirmek ve onların tarih dışı düşünürler olarak algılanmasına karşı çıkmaktı. Hiçbir felsefeci yaşadığı dönemdeki sınıf mücadelelerinden azade değildir. Hangi sınıfa hizmet ettiklerine, egemen sınıfla ilişkilerine, içinde yetiştikleri ideolojik atmosfere, yaşamları boyunca nasıl finanse edildiklerine ve ürettiklerinin neye hizmet ettiğine bakmaksızın salt düşünürler olarak ele alınmalarının kendisinin felsefi idealizm olduğunu iddia ediyoruz.

Örneğin, başlıca ürünlerini 20. yüzyılda vermiş bilim felsefecilerinin yaşadıkları dönemi, doğdukları ve öldükleri ülkeleri gösteren Tablo 1’e bakabiliriz. Sadece böyle bir döküm bile bize çok şey söylüyor, örneğin söz konusu felsefecilerin çoğunun 19. yüzyılda burjuvazinin başlıca entelektüel merkezi olan Viyana’da doğup yetiştiklerini ama sonra 20. yüzyılın ilk yarısında emperyalizmin ideolojik üretim merkezi ve cephesi haline gelen İngiltere ve Londra civarında istihdam edildiklerini gösteriyor.  ABD’de doğup, ABD’de ölen Kuhn’un ayrıksılığına yeri gelince değinilecektir.


Tablo 1. Geçen yüzyıldaki belli başlı bilim felsefecilerinin yaşadıkları dönem, kökenlendikleri ve çalıştıkları ülkeler. *İsviçre’de hayatı sonlansa da Feyerabend’in felsefe çalışmalarını yaptığı başlıca yer İngiltere’dir.

Bu nedenle öncelikle 20. yüzyılı sınıf mücadeleleri açısından dönemlendirmeliyiz. Yirminci yüzyılda Ekim Devrimi ile birlikte işçi sınıfının iktidara gelmesini, sosyalizmi kurmasını ve korumasını sınıf mücadelelerinin odağına yerleştireceğiz. Ancak dönemlendirmeyi egemen sınıfa bağlı felsefecilerin analizine girişmek için sermaye sınıfının tehdit algısına göre yapacağız.

1. 20. YÜZYILDA SINIF MÜCADELELERİNİN DÖNEMLENDİRİLMESİ

1.1. 1900 (1871) - 1917 Dönemi: Emperyalizmin Egemenliği

Dönemlendirme her ne kadar 20. yüzyılın ilk yılından başlamalıysa da aslında Paris Komünü’nün yenilgisinden başlatmak genel karakteri açısından daha uygun gözüküyor. 1870’ler kapitalizmin emperyalizm aşamasının başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu dönemin hemen başlangıcında işçi sınıfının sermaye için yıkıcı özellikleri fark edilmiş, işçi sınıfının iradesini seyreltecek siyasi önlemler hep dikkate alınmıştır. Emperyalist ülkelerde etkinlik gösteren kitlesel sosyal demokrat işçi partilerinde 1900’lerin başında revizyonizmin etkisi kendisini göstermiş ve devrimin imkânsız olduğuna ilişkin inanç sinsice yayılmıştır.

Bu dönemin bir diğer özelliği emperyalist ülkeler arasında sömürge ve hegemonya alanları olarak pay edilen dünyanın güçlenen emperyalist devletler tarafından yeniden paylaşılmak istenmesi, böylece dünya çapında yeniden paylaşım savaşlarının zemininin döşenmesidir.

Gerçekten sosyal demokrat partilerinin milliyetçiliğe teslim olmasıyla 1914’te büyük savaş patlar. Ancak derinden derine başka bir süreç işlemektedir. Çarlığın egemenliğindeki Rusya’ya kapitalizm nüfuz etmiş, köylülerin ve işçi sınıfının mücadelesi tarihsel olarak birbirine güç verecek şekilde çakışmıştır. Üstelik 1900’lerin başından itibaren Rus Sosyal Demokratlarının Bolşevik kanadı devrimin imkânsızlığından habersiz gözükmekte ve ısrarla bu topraklarda devrimi arayacak şekilde örgütlenmektedir.

Savaşın getirdiği yıkımı ve devletteki dağılmayı siyasi bir olanağa çeviren Bolşevikler 1917’de iktidara gelerek işçi sınıfı devletini kurarlar. Artık 20. yüzyıl sosyalizmli yüzyıl olacaktır.

1.2.  1917-1989 Dönemi: Sosyalizmli Dünya

Yirminci yüzyıla damgasını vuran 70 yılı kaplayan sosyalist devletlerin varlığı oldu. Ancak bilim felsefecilerinin hangi gereksinimlere göre ürettiklerine bakmak için bu 70 yılı da kendi içinde dönemlendirmemiz gerekecek.

1.2.1. 1917-1929: Arızi Vaka

Muhakkak emperyalist devletler için Rusya’daki işçi sınıfı iktidarı çok can sıkıcıydı ama öte yandan Rusya’daki tuhaflık ve aşırılıklardan biri olarak görülmekte ve geçici bir durum olduğu düşünülmekteydi. Gerçekten 1924’te devrim Lenin’in ölümüyle liderini erkenden yitirmiş, devrimin Avrupa’ya sıçraması engellenmiş, ülkede NEP dönemi ile kapitalizme kısmi de olsa yol verilmişti (Carr, 2011, ss. 68-69). Bu uçsuz bucaksız ülkede tarımdaki kargaşa, sabotaj ve kuraklıkların yarattığı gıda güvenliği sorunu bile belki tek başına iktidarın sonu olmaya yetecekti.

1.2.2. 1929-1945: Sosyalizm Parlıyor

Ancak sanılanın tersi iki gelişme Marksizm’i çok daha ciddiye alınması gereken bir tehdit seviyesine yükseltti. Bu gelişmelerden biri dünya kapitalizminin Marx’ın öngördüğü ve mekanizmasını açıkladığı gibi derin bir iktisadi bunalıma girmesiydi (Hobsbawm, 2008, s. 137).

İkincisi ise, Marksizm’i dünya görüşü olarak benimsemiş Sovyetler Birliği’nde uluslararası bir devrimden umudun kesilmesinden sonra ayakta kalabilmek için büyük bir hızla sosyalizmin inşa edilmeye başlanmasıydı.

Emperyalist düzen ekonomik bir çöküşe sürüklenirken Sovyetler Birliği’nde tarımım kolektifleştirilmesi ve sanayileşme hızla ilerledi. Bu devrimci hamle olası karşı-devrimci zeminleri zayıflatırken milyonların iradesi ile dünyanın o zamana kadar gördüğü en hızlı sanayileşmeye dayalı kalkınmasını gerçekleştirdi.  1928’de başlayan Birinci Beş Yıllık Plan’da hedeflere dört sene içinde ulaşılıyor, plan doğrultusunda inşa edilen 1500 büyük işletme ile Sovyetler Birliği traktörden uçağa birçok sanayi ürününü kendi başına üretir hale geliyordu (Ponomarev, 1976, ss. 202-206).  Dünya sanayi üretimindeki payı %14 oranında artış gösterirken buharlı lokomotif, tarım makineleri ve sentetik kauçuk üretiminde dünya birincisi oluyordu (Yeliseyeva ve Manfred, 1978, s.362).

İki üretim tarzı arasında yaşanan kontrast ve biri bunalım içinde debelenirken diğerinin eş zamanlı olarak görülmedik bir sanayileşme hamlesi yapması değildi tek sorun. Aynı zamanda Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kuruluşuna eşlik eden yeni bir kültür doğuyordu. Büyük emekçi kitlelerinin kendilerini ortaya koyarak elleriyle yeni toplumu kurmaları, işsizliğin sorun olmaktan çıkması, görülmedik bir aydınlanma seferberliği, halk sağlığındaki gelişme vb. birçok başlık emperyalist dünyayı sarsıyordu. Mutlaka ve ne pahasına olursa olsun Sovyetler Birliği’nden kurtulmalıydılar. Burada eksenin kaymaması için nasıl Avrupa’da faşizmin yükseldiğinden ve Sovyetler Birliği’nin üstüne salındığından bahsetmeyeceğiz.  Ancak Nazi saldırısından 9 hafta sonra Sovyetler Birliği askeri malzeme kayıplarını ilan ettiğinde dünya bir kez daha şaşkınlığa uğramıştı: 7500 top, 4500 uçak, 5000 tank. Bu kadar kayıptan sonra savaşa devam edebilen bir ülke ve ordu inanılmaz bir etki yaratıyordu (Strong, 1988, s. 140).

1.2.3. 1945 – 1968: Sosyalizm Dünya Ölçeğinde Yayılıyor ve Saygınlık Kazanıyor

ABD ve İngiliz emperyalizminin beklentileri boşa çıktı, faşizme diz çöktüren sosyalizm dünya çapında saygınlık kazanmıştı. Üstelik artık sosyalizm tek bir ülkede değildi, dünyaya yayılıyordu. Sosyalist dünya sistemine yeni ülkeler katılıyor, sömürgecilik çöküyor, dünya emekçi halkları yeni ve daha güzel bir dünya umuduyla hareketleniyorlardı. 1957’de komünist ve işçi partilerinin Moskova’da yapılan toplantısına 65 parti katılırken bunlardan 11’i kendi ülkelerinde iktidarı temsil ediyordu (Komünist ve İşçi Partilerinin 4 Toplantısı, 1976).

Üstelik savaş sırasında muazzam bir yıkıma uğrayan Sovyetler Birliği tekrar beş yıllık planlara dönmüş ve yaralarını hızlıca sarmıştı.1950’ye gelindiğinde üretim kapasitesi savaş öncesini aşmış, 6 binden fazla fabrika onarılmış veya yeniden kurulmuştu (Ponomarev, 1976, s. 262). Ayrıca ABD’nin ilk nükleer silahı Japonya’da sivil halkın üzerinde kullanmasından ve Sovyetler’i tehdit etmeye başlamasından 4 yıl sonra Sovyetler ilk atom bombası denemesini gerçekleştirmişti.

Ancak daha sonra bahsedileceği gibi emperyalizm Marksizmi bilim dışı ilan etmeye çabalarken Sovyetlerin 1957’de ilk uyduyu uzaya göndermesi derin bir şok etkisi yarattı (Bulduk, 2006). Başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerde Sovyetlerin bilim ve teknolojide bu kadar ileri gitmiş olması ciddi bir panik havasına neden oldu.

1950’de Çin, 1960’da Küba, 1970’lerde Vietnam devrimleri, sömürge karşıtı mücadelelerin sola çekilmesi ve bağımsız, halkçı devletlerin hızla çoğalması emperyalist dünyada bir yenilgi ve altüst oluş çağı duygusunun yükselmesine yol açtı.

1.2.4. 1968-1989, Reel sosyalizm ideolojik cepheyi kaybediyor

Reel sosyalizmi çözülüşe götüren süreç muhakkak 1968 ile başlatılamaz ve öncülleri bulunur. Burada bu karmaşık konu bütün boyutları ile ele alınmayacaktır. Daha kapsamlı bir tartışma için Sovyetler Birliği’nin çözülüşü üzerine Anti-Tezler’e bakılabilir (Okuyan, 2005).

Dünya çapındaki bir sınıf savaşı için emperyalizmin özellikle Avrupa’da uyguladığı çok yönlü basınç ideolojik cephenin önemli ölçüde kaybedilmesine neden oldu. Söz konusu dönemlendirme için seçilen 1968 Olayları işçi sınıfsız bir toplumsal dönüşüm fikrinin yaygınlık kazanması açısından bu kaybediş için bir mihenk noktasıydı (Çınar, 2020). Avrupa’da birçok komünist partisinin devrim fikrinden vazgeçmesi benzer bir zaman diliminde gerçekleşti. Çin-Sovyet ayrılığını, 1970’lerden itibaren Sovyetler’in desteğini alarak bağımsız cumhuriyetler haline gelen ülkelerin burjuvazilerinin doğası gereği gericileşmeleri ve taraf değiştirmeleri izledi.

Ancak sınıf mücadelesinin diğer tarafına da bakmak gerekiyor, Sovyetler Birliği ve çoğu sosyalist ülke devrimci dinamizmini koruyamadı, kendi ülkelerinde karşı-devrime karşı siyasi örgütlülüğü ve refleksleri yitirdikleri görüldü (Daha ayrıntılı bilgi için; Keeran ve Kenny, 2009).

1.3. 1990 – 2000: Sovyetler Birliği Sonrası Emperyalist Restorasyon

Bu dönem ABD emperyalizminin zaferine ve sosyalizmli dünyanın kazanımlarının emekçi halklardan tek tek kopartılmaya çalışıldığı bir restorasyona işaret eder. Tıpkı sağlık gibi, varken fark edilmeyen ancak kaybedilince önemi anlaşılan sosyalizmli dünya büyük ölçüde tasfiye edildi. Sosyalizmin yarattığı kitlesel aydınlanmanın yarattığı bilinçle ayrıca uğraşmak zorundaydılar.

2.  SINIF MÜCADELESİ VE BİLİM FELSEFESİ

Marx ve Engels daha 1840’larda materyalist tarih anlayışı “fikirlerin oluşumunu maddi pratiğe göre açıklar” demişlerdir (Marx ve Engels, 1999, s. 68). Yirminci yüzyıldaki dönemlendirme sınıf mücadeleleri ile bilim felsefesi arasında ilişkiyi bir pratiğe dayandırmaya çalışıyor. İlk sınıflı toplumlarda toplumsal iş bölümü içinde “felsefeci” kategorisinin doğuşu da sınıf mücadeleleri ile ilişkilidir. Rahiplerin yetmediği yerde, daha ince ve kurnazlığa dayanan bir ideoloji üretme işi idealist filozoflara kalmıştır (Nalçacı, 2018, s. 17).  Pitagoras’tan Sokrat’a, Platon’dan Berkeley’e ve Popper’a özünde durum değişmemiştir.

Bu nedenle Althusser felsefenin tarihi olmadığını iddia etmiştir. Hep aynı fikirlerin etrafında dönen bu dünyada Kant’ın bir pasajını yorumlamak için bir filozof, aralarında 2300 yıl olan ister Platon’a ister Husserl’e atıf yapabilir (Althusser, 2016, s. 35). Lenin de Materyalizm ve Ampiryokritisizm adlı kitabında Berkeley (1685-1753) ile Mach’ın (1838-1916) ve en nihayet Rus Ampiryokritistlerin savunduğu fikirlerin öznel idealizme dayandığını, 200 yıl içinde özde bir farklılık olmadığını ayrıntılı bir şekilde incelemiştir (Lenin, 1988).

Ancak tarih boyunca idealist düşünürlerin farklı bir öz üretememiş olmaları onları tarih dışı yapmaz. Her tarihsel dilimde egemen sınıfın o anki gereksinimlerine yanıt verecek bir kılıfla bu özü sararak hedefe saldırmışlardır. Örneğin Rus Mahçıları 19. yüzyılın başında sosyal demokrat işçi partilerindeki burjuvazinin etkisi ile kendini gösteren revizyonizmin felsefi kolu olarak ortaya çıkmıştır (Tokmakçıoğlu, 2020).

Şimdi 20. yüzyıldaki sınıf mücadelelerinde sermaye sınıfının gereksinimlerine bilim felsefesiyle uğraşanların nasıl yanıt verdiğine bakabiliriz.

2.1.     1870 – 1929: Yeni-pozitivizm

Bu dönemde pozitivizmin uzantısı olan birçok akım görürüz. Bu akımlar insan bilgisinin ufkunu artık sermaye sınıfının egemenliğine girmiş bilimlerle sınırlandırırlarken bir yandan da materyalizme karşı bilinemezciliği yeniden üretirler. Bu şekilde sermayenin bilime olan gereksinimine yanıt verirken idealizme ve en nihayet dini inançlara kapı aralarlar. Hemen her zaman emekçi sınıfların çıkarlarına yabancı ve karşıdırlar.

Buradaki devamlılığa ait bir örneğe Cornforth işaret etmiştir. Russell’ın Batı Felsefesi Tarihi’nde değinmediği az sayıda filozofun içinde Ernst Mach da vardır, çünkü hemen tamamen aynı yöntemi kullanmakta ve aynı şeyi söylemektedirler (Cornforth, 2009, s. 37).

2.2.     1929 – 1945: Marksizme Karşı Pozitivizm

Daha önce bahsettiğimiz sosyalist devletin bir coğrafyada tutunması ve yeni bir kültür yaratarak yükselmesi alarm çanlarının çalmasına neden olmuş gözükmektedir. Bütün yeni pozitivistler bir ideolojik savaş cephesine çağrılmış önlerine ortak bir hedef konmuştur: Marksizm’i bilimden dışlamak ve aşağılamak.

Bu nedenle bilim felsefecilerinin asıl işi bilime sınır koymak olmuştur ama dolambaçlı yollardan asıl ulaşmak istedikleri Marksizm’i bilim dışı ilan etmek ve karalamaktır. Bu dönemin başlıca eseri Karl Popper’in 1945’te yayınlanan Açık Toplum ve Düşmanları kitabıdır. Kitabında Hegel ve Freud gibi düşünürleri de eleştirse de bu içerik taktikseldir, hedef Marx’ın kendisidir. 1945’te daha sonra cepheye çağrılacak birçoğu gibi gericiliğin başlıca kalesi olan Londra’da istihdam edilmiştir.

Russell’ın Batı Felsefesi Tarihi de belki de sadece Marksizm’i aşağılamak için yazılmış gözükür. Birçok filozof içinde Marx’a son derece sığ ve çarpıtılmış bir içerikle yer verecektir. İbret olsun diye bu bölümün tamamı okunmalıdır ancak kısa bir alıntı çarpıtmayla birlikte korkuyu ele vermektedir:

“Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, Sosyal Demokrat Parti bir süre iktidardaydı ve Weimar Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı Ebert bu partinin üyesiydi. Fakat parti daha o zaman, koyu Marksçılığa sarılmayı bir yana bırakmıştı. Rusya’da Marx’a fanatik biçimde inananların hükümeti ele geçirmesi bu sıralara rastlar… Ancak Nazi’ler devrildikten sonra Marksçıların yeniden canlanması beklenebilir (Bu satırları 1943’te yazıyorum.) (Russell, 2000, s. 151).

Belirtmeye gerek yok, ama yine de Ebert’in partisinin Birinci Dünya Savaşı’nda Alman burjuvazisinden yana milliyetçi bir tavır sergilediği ve açık bir karşı devrimci pozisyona geçtiğini söyleyelim. Marx’a fanatik bir biçimde inananlar da Bolşevikler oluyor.

Ancak felsefi gericilik kabına sığmadı ve Russell Sovyetlere karşı bir ABD galibiyetinin insanlık için yararlı olacağını vaaz etti, hatta Sovyetlere karşı atom bombasının kullanılmasını dahi önerdi (Cornforth, 2009, s. 291).

Hem Russell hem Popper düzen tarafından el üstünde tutuldular, her ikisi de İngiliz burjuvazisinin feodalizme ait Sir unvanını alıp bu gericilik nişanesini göğüslerine yerleştirdiler.

2.3. 1945 – 1968: Altüst Oluş Felsefesi

Daha önce kısaca tanımlandığı gibi 1945 sonrası sermaye sınıfı için bir alt üst oluş oluş çağına benzemektedir. Emekçi sınıfların arka arkaya kazandığı zaferler, sosyalizmin saygınlığı ve eski sömürge dünyasının çöküşü bu çağın karakteristiğidir.

Öznel idealizmi Marksizm düşmanı bir cephe oluşturarak yeniden üreten bilim felsefecileri Lakatos gibi dönekleri de kapsayarak Londra’da toplanırlar. Ancak ne kadar Marksizm’i bilim dışı ilan etmeye çalışırlarsa çalışsınlar karşılarında bir uyduyu ve insanı uzaya ilk kez gönderen bir sosyalizm vardır. 1960’lara gelindiğinde insanlığın sosyalizme doğru ilerleyişine emperyalizm ancak savaş ve katliamlarla karşı koyabilmektedir.

Alt üst oluş çağı farklı bir felsefeye ihtiyaç duymaktadır.

Egemenlerden yana altüst oluş çağı felsefesinin bildiğimiz en iyi iki örneği Herakleitos ve Hegel olmuştur. MÖ 6. yüzyılda Efes’te yaşamış bir aristokrat olan Herakleitos için çağı gerçek bir altüst oluş dönemiydi.  Ege kıyılarındaki İyon kentleri Pers işgali altında kalmış, halk tabakaları aristokrasiye karşı etkili bir sınıf mücadelesi vermiştir. Tunç çağının bütün değerleri aristokrasinin iktidarıyla birlikte çökmektedir (Şenel, 2017, ss. 134-135). Herakleitos kendi çağını kendi sınıfı adına açıklayabilmek için diyalektik yöntemi geliştirir, ancak tahmin edileceği gibi idealist bir diyalektiktir (Arslan, 2018).

Fransız Devrimi gerçekleştiğinde Hegel 19 yaşındadır ve burjuva devrimlerinin Avrupa’yı sarsan etkisini, Napolyon’un Alman devletlerini işgalini yaşamış, sanayinin ve ticaretin toplumu ne kadar hızlı değiştirdiğini deneyimlemiştir (Nalçacı, 2018). Onun felsefesi de idealist bir diyalektiğe dayanır, çağının altüst oluşunu egemen sınıf adına felsefi düzeyde teorize etmiştir. Hegel felsefesi doğanın veya toplumun hareketini düşüncedeki değişim dinamikleri olarak ele alır: İç çelişkilerin belirlenmesi ve aşılması, nicelikçe değişimlerin sıçrayıcı nitelikte değişimi koşullamaları, eskinin yeni tarafından olumsuzlanması, özde yaşanan değişimler… (Malinin, 1979, s. 39).  Böyle bir soyutlamanın Prusya’da egemen sınıfın, devletinin ve üniversitelerinin prestijini artırdığını tahmin edebiliriz. İşçi sınıfının dünya görüşünün oluşmasına katkısı ise egemen sınıf tarafından arzu edilmeyen bir yan etki olmuştur.

Kuhn’un çağı ise Hegel gibi kapitalizm tarafından parçalanan bir feodalizme değil, sosyalizm tarafından parçalanan bir kapitalizm dönemine denk gelmiştir. Daha önce bahsedildiği gibi mesele sadece dünya halklarının sosyalizme yönelmesi değildir, Sovyetler Birliği’nin uzay çağını başlatmasının ABD’de şok edici bir etkisi olmuştur. Kendisinden önceki bilim felsefecilerinin en önemli kaygısı Marksizm’i bilim dışı ilan etmek veya başka bir deyiş ile dünyayı değiştirmeye dönük bir irade ve örgütlenme ile bilgi üretilemeyeceğini vaaz eden bir agnostizm yaymaktı. Ancak yaşanan gelişmeler karşılığında, bilim dışılık iddiası 1960’lı yıllarda itibarsızlaşmıştır. Örneğin, kendisi de oldukça sağcı bir yazar olan Delacampagne, Popper’ın tarihi bilim dışına itmeye çalışmasını “maalesef” inandırıcı bulmamaktadır (Delacampagne, 2020, s. 215).

Kuhn işte böyle bir çağı egemen sınıfın prestijini artıran, dolayısı ile daha çok olguyu açıklayan ve çağın baş döndürücü değişimine ve altüst oluş niteliğine uygun bir bilim felsefesi yaratarak ve kendinden önceki idealistleri aşarak karşılamıştır. 1962’de yayınlanan Bilimsel Devrimlerin Yapısı çağın gereği olarak “devrim” kavramını kullanmaktadır (Kuhn, 1982).

2.4. 1968 ve Sonrası: Karşı Devrimin Bilim Felsefesi Post-modernizm

Özellikle 1968’den başlayan sınıflar üstü siyasi açılımların değer kazanması ve Avrupa Komünizmi denilen devrimden vazgeçme halinin yaygınlaşması ile hız kazanan ideolojik cephedeki kayıplar 1989’da “Duvarın” emekçi sınıfların üzerine yıkılması ile sonlandı.

Ancak Ekim Devrimi’nin yaktığı ateşin aydınlattığı yüz milyonları bulan emekçi kitlelerin aklını karıştırmak ve onları kolay yönlendirilebilir hale getirmek gerekiyordu. Kuhn gibi bilimin gelişimine dair anlayışı idealistçe olsa da diyalektiğe dayanarak geliştirecek bir bilim felsefecisine düzenin gereksinimi kalmamıştı. Süreçlerin bütün olarak algılanmasına karşı olan ve diyalektik yerine metafizik yöntemleri kullananlar ortalığı kaplayacaktır.

Artık kapitalizm zamanını doldurmuş ve yapısal krizinin içindeyken gelen bu beklenmedik zafer egemenlere insan aklına saldırmak ve onu dağıtmak için büyük bir fırsat vermiş gözükmektedir. İki koldan ilerler: İlki feodalizmin üstyapı kurumu olan dinci gericiliği yaymaktır. İkincisi ise, sosyalist aydınlanmanın etkisi ile ateistleşmiş, en azından dini pratikle ilgisi kalmamış ve hala ilerici konumunu korumak isteyen çeşitli uluslara dağılmış aydınlara sunulan bir zırva olan Post-modernizm.

Burjuvaziyle ilişkilenmiş çok sayıda aydın (G. Deleuze, J. Derrida, M. Foucault, J.F. Lyotard ve diğerleri) Hegel ve Marx’ın eserlerindeki (dolayısıyla Kuhn’un) bütünsel anlatının boşluğunu ve anlamsızlığını çeşitli kurnazlıklarla savundular (Callinicos, 2001; Sarup, 2017). İnsanlık tarihini bütünsel olarak anlama çabası boşa çıkınca, toplumu dönüştürme mücadelesi ise lüzumsuz bir “toplum mühendisliği” haline geliyordu.

3. BİLİMSEL DEVRİMLERİN YAPISI NE SÖYLÜYOR?

3.1. Thomas Kuhn

Thomas Kuhn 1922’de ABD’de Ohio eyaletinde orta halli bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Annesi ve babası entelektüel insanlardı, Yahudi olmalarına karşın dini pratikle ilişkili değillerdi ve ABD ölçülerinde sol kanat liberal görüşlere sahiptiler (www.famousscientists.org, 2021).

1996’da ABD’de yaşamını yitiren Kuhn’un yaşamı genel olarak ABD’nin emperyalist düzende yükselişine ve İkinci Dünya Savaşı ile birlikte emperyalist hegemonya patronajının İngiltere’den ABD’ye geçtiği döneme denk gelir. Kuhn Ağustos 1944’te Paris’e ilk giren ABD askerleri arasında yer alır, Alman radarlarını çözümlemeye çalışan bir grubun içindedir (www.famousscientists.org, 2021).

Etkilendiği öncüller bu koşullarda Marksist eserler değildir. Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’inden çok etkilenir. Gestalt psikolojisine eğilir, ayrıca J. Piager’in çocuğun zekâ gelişimindeki kesintililiğe dayanan kuramı ilgisini çeker. A. Koyre’nin Galileocu İncelemeler’ini etüt eder (Delacampagne, 2020, ss. 294-295).  

Harvard Fizik Bölümü’nü bitiren Kuhn, 1949’da doktorasını verir. Harvard’da daha doktorasını yaparken hocası fizikçi olmayanlar için bilim tarihi anlatmasını isteyince ilgisi bilim tarihine kayar, felsefe ve bilim tarihini sentezlemeye başlar. Sonrasında ABD’de çeşitli üniversitelerde bilim tarihi kürsülerinde çalışmalarını sürdürür. 1957’de Kopernik Devrimi, 1962’de Bilimsel Devrimlerin Yapısı yayınlanır.

3.2. Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda İdealist Diyalektik ve Tarihçilik

Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda sunulan diyalektik tıpkı Marx’ın Kapital’in Birinci Cildi’nin önsözünde Hegel için yazdığı gibi baş aşağı duran ve ayakları üzerine dikilmesi gereken bir mistisizmi içerir (Marx, 1997, ss. 27-28). Öte yandan bilim tarihi için gelişkin ve öncüllerini aşan bir yöntem önerdiği için değerlidir.

Bilimsel Devrimlerin Yapısı’nda çok kısaca şu görüşlere yer verilmektedir:

Aynı temalar üzerinde uzmanlaşmış ve birbirleriyle haberleşen bilim insanları verili bir tarihsel dönemde alanlarındaki olguları açıklayan temel bir paradigma konusunda uzlaşırlar. Bu paradigma anlayışı, kuramı, araştırma tekniklerini ve bilim insanı eğitimini içerir. Böylece bilimde “olağan bir dönem” başlar ve bilim insanları paradigmaya sadık kalarak Kuhn’un “bulmaca çözümü” olarak tanımladığı bir faaliyet içinde bulunurlar. Kuram çeşitli fenomenler üzerinde sınanmakta, sınamaların yapılabilmesi için teknikler geliştirilmekte, ancak paradigma sorgulanmamaktadır.

Ancak bir süre sonra paradigmaya ilişkin çelişkili sonuçlar ve açıklanamayan olgular artmaya başlar. Rakip paradigmalar bir azınlık tarafından ortaya atılır ve hâkim paradigma ile çatışır. Bu dönemi Kuhn “bunalım dönemi” olarak adlandırmaktadır. Çatışmalı ve gergin bir dönemden sonra yeni paradigma hakimiyet kazanır ve bilimde bir devrim gerçekleşir. Yeni paradigma etrafında bilim insanı öbeği yetişerek yeni bir olağan bilim dönemini başlatırlar. Ancak bu dönem de bir bunalım ve devrimle karşılaşacaktır (Kuhn, 1982).

Kuhn’un en büyük katkısı o zaman kadar gelen bütün pozitivistlerin benimsediği bilimin buluşlarla sürekli bir gelişme içinde olduğu fikrine karşı çıkmasıdır. İster bilimsel tezlerin doğrulanması, ister “yanlışlanması” ile gitsin tarih dışı bu düz ilerleyici çizgiye ağır bir darbe indirmiştir.

Kuhn’un tezi bir yere kadar tarihselcidir. Bilim insanlarını verili bir dönemde saran inançlar, eğilimler, teknik sorunlar etkilemektedir. Ve tarihsel bir anda her paradigma giderek büyüyen zıtların birliği ve çelişkisine sahip olur. Zıtların birliği ve çelişkisine bağlı nicelikçe birikim nitelikçe bir değişime neden olur ve bilimin yol alışı düz bir çizgi üzerinde değil, sıçrayıcı bir karakterdedir. Ve değişim bilimsel düşüncenin karakterindedir, yeni paradigma ve yeni olağan bilim de olumsuzlanacaktır.

Bilimsel Devrimlerin Yapısı Marx’ın eserlerine hiç atıfta bulunmaz, oysa Kuhn gibi bir entelektüelin hiç Marksist eserlere göz atmadığına inanmak kolay değildir. Oysa önerdiği yöntemin materyalist olanı ve tüm toplumsal değişimi kapsayanı Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın önsözünde yüz sene kadar önce 1859’ta formüle edilmiştir. Çok iyi bilinmesine rağmen bir kısmına burada yer vermek yararlı olacaktır:

“Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engeli haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.” (Marx, 1976, ss. 25-26).

Kuhn kitapta hiç Marx’a referans vermediği halde kendi görüşleri ile siyasi dönüşümler arasında benzerlik kurar: “Gerek siyasi gerek bilimsel gelişmede devrimin önkoşulu, düzenin bunalıma varan ölçüde işlerliğini yitirdiğini haber veren belirtilerin algılanmasıdır.” (Kuhn, 1982, s.105)

Kuhn’un gerçeği ters yüz eden idealizmi de burada başlamaktadır. Üretim ilişkilerinden kopuk bir bilim insanları topluluğunun fikirlerinde değişim olmaktadır. Paradigma adeta “idea” gibi bir bilim insanı topluluğunun zihninde gerçekleşmekte, bütün topluluğa hükmeden bir özellik göstermektedir.

Kuhn rölativizmle de suçlanmıştır, yani paradigma kaymalarının bilginin nesnelliğini ortadan kaldırdığı iddia edilmiştir (Yalçın, 2001). Bu konuda idealist olduğunu iddia ettiğimiz Kuhn’a kefil olunmayacaktır. Ancak kendisi rölativizm suçlamasını Asal Gerilim kitabında reddetmiştir (Kuhn, 1994, ss. 381-404).

Öte yandan bir tanıklığa başvurmak gerekirse, Marksist eğilimli ve biyolojik bilimlerden üreyen ırkçılığa karşı mücadele vermiş Stephen Jay Gould’a (1941-2002) söz verilebilir. Kendisi ile 1995’te yapılan bir röportajda Darwin’in yanı sıra Marx ve Kuhn’dan etkilendiğini, Kuhn’un kendisine alt tabakalardan yetişen bir gencin de bilimde önemli keşifler yapabileceği duygusunu kazandırdığını söyler (Horgan, 2015). Gould bilindiği gibi biyolojik evrimin Darwin’in telkin ettiği gibi aynı hızda devam eden bir süreç olmadığını, sıçramalarla gittiğini gösteren ekibin içindedir. Kuhn’un düzen adına yarattığı entelektüel çekim etkisinin bir tanığı olarak kabul edilebilir. Ayrıca Gould Kuhn’un bilimin nesnelliğinden yana olduğunu düşündüğünü bu söyleşide bildirmiştir (Horgan, 2015).  

3.3. Bilim Tarihine Marksist Yaklaşımda Kuhn’dan Yararlanmak

20. yüzyıldan günümüze devrolunan sınıf mücadeleleri devam ediyor. Emperyalist sistemin yaşadığı çürüme had safhasına ulaştı, savaşlarla, yoksullukla ve iklim krizi ile emekçi yığınları tehdit edişi dayanılmaz bir boyuta ulaşıyor. İşçi sınıfı öncü siyasetleri dünyanın birçok yerinde tekrar düzenle hesaplaşacakları ve sosyalizmi daha gelişkin bir noktadan kurmaya başlayacakları güne bakıyorlar.

Böyle bir mücadeleye hazırlanırken Marksist yöntemle bilim tarihini gelişkin bir şekilde ele almak aydınların ve aydın adayı gençlerin burjuvazinin saflarından emekçi sınıfların saflarına çekilmesi için önem kazanıyor.

Bunu yaparken, bilim felsefecilerinin öznel idealizmine karşı koyarken Kuhn’un geliştirdiği yöntemi yani bilimin sıçramalarla ilerleyen yapısını Marksist kurama yerleştirmek, üretim tarzlarındaki değişiklerin dinamikleriyle birlikte ele almak zorundayız. Muhakkak çok emek ve derinleşme isteyen bir başlık.

Öte yandan zaten Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nde bu konuda çaba sarf ediyoruz. Bu yazıda ayrıntısına girmeyeceğimiz birkaç örnek verilebilir.

Örneğin, Lamarck’ın evrim kuramı Fransız Devrimi’nden ayrı düşünülemez. Devrimin aydınlatıcı ve özgürleştirici süreci ve devrimin radikalliği biyolojide her türün ayrı ayrı yaratıldığı inancından evrim düşüncesine geçişi çok kolaylaştırmış gözükmektedir. Ancak Fransız Devrimi’nin başlangıçtaki eşit yurttaşlık fikri türlerin eşit bir şekilde yukarıya doğru dönüşerek gittiğine ilişkin bir kuramla sonlanmıştır. Darwin’in Evrim Kuramı’nın bu kuramı eleştirip yerini alması için burjuva devrimini çok önceden yapmış ve kapitalizmde kıyasıya rekabet düşüncesinin çok meşru olduğu bir İngiltere’yi beklemesi gerekecektir (Nalçacı, 2017, Akat ve Nalçacı, 2017).

Bir diğer örnek ise, yaşamın kökeni tartışması ile ilgilidir. Orta Çağ boyunca geçerli olan canlılığın kendiliğinden oluşumu düşüncesi Fransız Devrimi sonrası gıda sanayisinin bilim tarafından desteklenmesi sürecinde aşılmıştır. L. Pasteur (1822-1895) kesin kanıtlarıyla canlıların ancak canlılardan oluştuğunu göstermiştir. Ancak evrim sürecinde ilk canlıların nasıl oluştuğu ve inorganik doğanın biyolojik harekete dönüşümü sorununun halledilmesi ise Ekim Devrimi’ne ve A. İ. Oparin’in (1894-1980) doğaya yönelik tarihselci yaklaşımına kadar çözülemeyecektir (Gül, 2018).

SONUÇ

Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı eserinin şimdiye kadar sadece çağdaşı olan pozitivistlerle gerilimi ve satır aralarındaki değerler, rölativizm sorunları açısından değerlendirilmesi de bir “paradigma” olarak kabul edilebilir. Burada eseri sınıf mücadelelerinin içine yerleştirerek bir “paradigma kayması” önermiş oluyoruz.

21. yüzyılda ise bilim felsefeci ve tarihçilerini de kapsayarak sınıf mücadeleleri sürüyor.


KAYNAKLAR

Akat, F. ve Nalçacı, E. (2017).  Evrim teorisinin doğuşu: 19. yy İngiltere’si bir tesadüf müydü? E. Nalçacı (Ed.) Tarihselci Yöntem ve Bilim Tarihi. İstanbul: Yazılama, ss 53-66.

Althusser, L. (2016). Filozof olmayanlar için felsefeye giriş. (İ. Birkan, Çev.), İstanbul: Can Yayınları.

Arslan, A. (2018). İlkçağ Felsefe Tarihi. 1. Cilt, 9. Baskı, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları. ss.179-209.

Bulduk, S. (2006). Sputnik Sendromu. Sosyoloji Dergisi, 3(12), 61-69.

Callinicos, A. (2001). Postmodernizme hayır. Marksist bir eleştiri. (Ş. Pala, Çev.) Ankara: Ayraç.

Carr, E. H. (2011). Lenin’den Stalin’e Rus Devrimi, 1917-1929. (L. Cinemre, Çev.) İstanbul: Yordam.

Cornforth, M. (2009). Pozitivizme ve pragmatizme karşı felsefeyi savunmak. (T. Ok, Çev.), 2. Baskı, İstanbul: Evrensel Basım Yayın.

Çınar, A. (2020). 1968’in asıl sırrı neydi? Gelenek, 149, 115-137.

Delacampagne, C. (2020). 20. yüzyılda felsefe tarihi. (D. Çetikasap, Çev.), İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

famousscientists.org/thomas-kuhn/ (son erişim tarihi: 24.11.2021)

Gül, G. (2018). Yaşamın başlangıcı ve Oparin. Madde, Diyalektik ve Toplum, 1, 221-226.

Hobsbawn, E. (2008). Kısa 20. yüzyıl,1914-1991 Aşırılıklar çağı. (Y. Alogan, Çev.), İstanbul: Everest, 4. Baskı.

Horgen, J. (2015). Stepehen Jay Gould on Marx, Kuhn and Punk Meek. https://blogs.scientificamerican.com/cross-check/stephen-jay-gould-on-marx-kuhn-and-punk-meek/

Keeran, R. ve Kenny, T. (2009). İhanete uğrayan sosyalizm. (M. Akad, Çev.), İstanbul: Yazılama.

Komünist ve İşçi Partilerinin 4 toplantısı. (1976). (S. Erdoğan, Çev.), İstanbul: Ürün Yayınları.

Kuhn, T. S. (1982). Bilimsel devrimlerin yapısı. (N. Kuyaş, Çev.), İstanbul: Alan Yayıncılık.

Kuhn, T. S. (1994). Asal gerilim. (Y. Şahan, Çev.) İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Lenin, V. I. (1993). Meteryalizm ve Ampiryokritisizim. (S. Belli, Çev.) Ankara:Sol Yayınları, 3. Baskı.

Malinin, V. A. (1979). Marksçı-Leninci felsefenin temelleri. (A.V. Atayman Çev.). İstanbul: Konuk Yayınları.

Marx, K. (1976). Ekonomi politiğin eleştirisine katkı. (S. Belli, Çev.) Ankara: Sol Yayınları.

Marx, K. (1997). Kapital, Birinci Cilt, (A. Bilgi, Çev.), Ankara: Sol Yayınları.

Marx, K. ve Engels, F. (1999). Alman ideolojisi. (S. Belli, Çev.), Ankara: Sol Yayınları, 4. Baskı.

Nalçacı, E. (2017). Lamarck ve Fransız Devrimi. E. Nalçacı (Ed.) Tarihselci Yöntem ve Bilim Tarihi. İstanbul: Yazılama, ss 41-52.

Nalçacı, E. (2018). Tarih içinde diyalektik materyalizm. E. Nalçacı, I. Akış, M. A. Olpak (Ed.) Bilimsel Yeni Verilerin Işığında Diyalektik Materyalizm. İstanbul: Yazılama, ss.13-32.

Okuyan, K. (2005). Sovyetler Birliği’nin çözülüşü üzerine anti-tezler. İstanbul: Nazım Kitaplığı.

Ponomarev, B. (1976). Sovyetler Birliği Komünist Partisi tarihi. (H. Gün, Çev.), İstanbul: Bilim Yayınları.

Russell, B. (2000). Batı Felsefesi Tarihi, Yeniçağ. (M. Sencer, Çev.), İstanbul: Say, 7. Baskı.

Strong, A. L. (1988). Stalin Dönemi. (A. Bilgi, Çev.), Ankara: Onur Yayınları.

Sarup, M. (2017). Post-yapısalcılık ve postmodernizm. (A. Güçlü, Çev.), Ankara: Pharmakon Yayınevi, 2. Edisyon.

Şenel, A. (2017). Siyasal düşünceler tarihi. Ankara: Dafne Kitap.

Tokmakçıoğlu, K. (2020). Yoldan çıkan Bolşevik: Aleksendr Bogdanov, Madde, Diyalektik ve Toplum, 3, 327-337.

Yalçın, Ş. (2001). Kuhn ve bilimsel relativizm. Muğla Üniversitesi SBE Dergisi, 6, 1-11.

Yeliseyeva, N. V. ve Manfred, A. Z. (1978). Yakın Çağlar Tarihi, (Ö. İnce ve E. Tuncalı, Çev.), İstanbul: Konuk Yayınları, 3. Baskı.