Türkiye ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasındaki ekonomik ilişkiler (1920-1991)

Yavuz İRS
[email protected]



Giriş

Bu çalışmada, 1920’den 1991’e kadar uzanan dönemde Türkiye ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği arasındaki ekonomik ilişkiler ele alınmıştır. Çalışmada ekonomik ilişkilere odaklanılması nedeniyle dünyada yaşananlara, ülkelerin kendi içlerindeki gelişmelere ya da karşılıklı ilişkilere, ekonomik ilişkileri etkilediği oranda değinilmiştir. Bu doğrultuda, Türk-Sovyet ilişkileri, ekonomik ilişkilerin esas alınması nedeniyle literatürdeki diğer sınıflandırmalardan farklı olarak 5 bölümde ele alınmıştır. İlk bölüm, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci ile Sovyetler Birliği’nin kuruluş sürecini içeren ve iki ülkede devrimci öznelerin karşılıklı olarak ilişkiler kurduğu 1920-1925 yılları arasını kapsamaktadır. İkinci bölüm, 1925’te imzalanan dostluk antlaşmayla başlayıp İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlangıcına kadar devam eden, ekonomik ilişkilerin tekrar aynı düzeye uzun yıllarca gelemeyeceği kadar geliştiği 1925-1939 arasını kapsamaktadır. Üçüncü bölüm, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başladığı 1939 yılından, Savaş’ın 1945’te bitmesinden kısa bir süre sonra Sovyetlerin, 1946’da ilettiği Türkiye’nin ulusal egemenliğini ve bağımsızlığını zedeleyici birtakım taleplerinden vazgeçtiğini açıkladığı 1953 yılına kadar olan dönemi ele almaktadır. Dördüncü dönem, ikili ilişkilerin yeniden kurulmaya başlandığı ancak düşük seviyelerde seyrettiği 1953-1965 arası dönemi içermektedir. Beşinci bölüm ise Başbakan Suat Hayri Ürgüplü’nün 1965’te SSCB’ye ziyareti ile yeniden yakın ikili ilişkilerin kurulduğu ve Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1991 yılına kadar devam edecek süreci ele almaktadır.

1. İKİ FARKLI DEVRİMİN ORTAK DÜŞMAN EMPERYALİZM KARŞISINDA GELİŞTİRDİĞİ DAYANIŞMA (1920-1925): ‘’Mustafa Kemal Paşa, tabii ki sosyalist değildir.’’ [1]

Kapitalizmin en yüksek aşamasına, emperyalist aşamaya geçişiyle birlikte dünyada yeni bir dönem başlamıştır. Emperyalist aşamanın en temel özelliklerinden birisi, yeryüzünün kapitalistler tarafından tamamen paylaşılmış olmasıdır. Bu nedenle topraklar artık ilk kez ele geçirilemeyecek ancak, yeniden paylaşıma konu olabilecektir. Yani, efendisiz bir toprağın efendisi olmak değil, toprağın bir efendiden diğerine geçişi söz konusu olabilir. (Lenin, 86-87.) Dünya üzerindeki ilk yeniden paylaşım mücadelesi ise 1914-1918 arasında olmuştur. Burjuva tarihçileri tarafından Büyük Savaş ya da Birinci Dünya Savaşı olarak da adlandırılan bu savaşı doğru niteleyen sözcükler Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşıdır (BEPS). Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı, bir yandan yeryüzünde o ana kadar görülmemiş bir yıkım oluştururken, diğer yandan da yine o ana kadar görülmemiş kırılmalar yaratmıştır. Bunlardan en önemlisi, Rusya İmparatorluğu’nun yıkılarak Paris Komünü’nden sonra hayata geçirilmiş ilk sosyalist toplum/devlet olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin kurulmasıdır. Bununla birlikte, Anadolu’da da Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış ve yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Bu her iki ülke de, Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonucunda yıkılan köhnemiş imparatorlukların yıkıntıları üzerine kurulan, anti-emperyalist, bağımsız ülkeler olmuşlardır. Kuruluşlarındaki ‘’kader birliği’’ onları daha sonrasında da yakınlaştıracak ve (en azından İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı (İEPS)’na kadar aralarında önemli bir dostluk kurulmasına neden olacaktır.

Bu ortaklık kendisini ilk olarak Anadolu’da Mustafa Kemal önderliğinde yürütülen Ulusal Kurtuluş Mücadelesi sırasında gösterecektir. Anadolu’da emperyalist işgal ile işbirlikçi saltanata karşı Ulusal Kurtuluş Mücadelesi (1919-1923) sürerken, Rusya Fedaratif Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti (1922’den sonra Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği)’nde de Bolşeviklerin emperyalist işgalciler ile onların müttefiki muhalif Beyaz Ordular arasında (1917-1922) iç savaş sürmektedir.

İki ülke arasındaki ilk ilişkiler böylesine zorlu bir dönemde, Sovyet Rusya’nın Anadolu’da Mustafa Kemal Paşa önderliğinde yürütülen Ulusal Kurtuluş Mücadelesi’ne verdiği maddi ve manevi destek ile başlamıştır. Sovyet Rusya, ilk olarak 1920 yazında Anadolu’ya 6000 tüfek, 5 milyondan fazla fişek ve 17 600 mermi; 1920 Eylülünde 200,6 kilo altın külçesi; 1921 yılının Ocak-Şubat aylarında 1000 bomba, 4000 el bombası vesaire göndermiştir. (Potskhveriya,1976:1889)

1921 Martına gelindiğinde iki ülke arasındaki fiili dayanışmayı artık resmiye dökecek ilk antlaşma yapılmıştır. Bu antlaşma, 16 Mart 1921 tarihli Türkiye – Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması’dır. Antlaşmada, Rusya’nın Türkiye’ye 10 milyon ruble altın ve silah göndereceği öngörülmüştür. Buna göre, 1921’de Türkiye Hükümetine 33 275 tüfek, 57 986 fişek, 327 mitralyöz,  54 top, 129 479 mermi, 1500 kılıç, 20 000 gaz maskesi ve diğer askeri teçhizat, 6,5 milyon ruble altın ve ‘’Jıvoy’’ ve ‘’Jutkiy’’ adlı küçük iki askeri gemi ile 1922’de 3,5 milyon ruble altın, silah ve askeri malzeme gönderilmiştir. (Potskhveriya, 1976:1889)

Anadolu’da sürdürülen mücadelede Bolşeviklerin savaş araç gereçleri, maddi yardımları ve uluslararası alanda verdikleri destek çok önemli olmuştur. Ancak bu konuda ayrıntılara girmek çalışmanın sınırlarını aşmaktadır. Bununla birlikte, ikili ilişkiler Anadolu’da süren Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ile 1922’de Sovyetler Birliği’ni oluşturacak topraklarda süren sosyalist kuruluş mücadelesinin en zorlu dönemlerinde Mustafa Kemal ve Lenin önderliğinde başlamıştır.

İkili ilişkilerde ilk dönüm noktası, yukarıda yapılan askeri yardımlar bağlamında değinilen  16 Mart 1921 tarihli Türkiye – Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Dostluk ve Kardeşlik Antlaşması olmuştur. Bu antlaşmayla Türkiye’nin kuzey sınırları güven altına alınmış ve buradaki birlikler batıya kaydırılarak mücadele sürecinde önemli bir güç sağlamıştır.

Antlaşmayla başlayan ilişkiler Semyon İvanoviç Aralov’un [2] Ocak 1922’de Rusya Sovyet Federatif Sosyalist Cumhuriyeti Ankara büyükelçisi olarak atanmasıyla daha da ilerlemiştir. Aralov anılarında, Türkiye’de elçi olarak göreve başlamak üzere yola çıkmadan önce Lenin’le yaptığı bir görüşmeyi aktarır. Bu görüşmede Lenin’in kendisine, ‘’ Mustafa Kemal Paşa, tabii ki sosyalist değildir, ama görülüyor ki, iyi bir örgütçü, yetenekli bir komutan, burjuva-ulusal devrimini yürütüyor, ilerici bir insan, akıllı bir devlet adamı’’ dediğini aktarmakta ve Anadolu’daki mücadelenin sosyalist karakterli olmadığını, Mustafa Kemal’in de sosyalist olmadığını ama verilen mücadelenin anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı bir mücadele olduğunu, dolayısıyla bu mücadeleye destek verilmesinin gerekli olduğunu kendisine ifade ettiğini aktarmaktadır (Aralov, 2020:28)

İki ülke arasında ekonomik ilişkiler de 1921’de başlamış ve 1922’ye gelindiğinde SSCB Türkiye’de ilk ticaret temsilciliklerini açmıştır (Oran, 2009:316). 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin ve 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasının ardından iki ülke arasında resmi olarak ticaret başlamıştır. Milli Mücadele döneminden itibaren kurulan iyi ilişkiler ticarete de yansımıştır. Resmi verilere göre ilk yıl yaklaşık 2,8 milyon dolar dış ticaret hacmi üçüncü yılın sonunda 5,8 milyona kadar çıkmıştır.


Tablo 1. Türkiye’nin SSCB ile 1923-1925 Yıllarında Dış Ticareti. Kaynak: TÜİK İstatistik Göstergeler 453, 461

2. KURTULUŞTAN KURULUŞA ARTARAK DEVAM EDEN İŞBİRLİĞİ (1925-1939): ‘’Sovyetlerle dostluğumuz, her zamanki gibi, sağlamdır ve içtendir.’’ [3]

2.1. Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşmasının İmzalanması

Anadolu’nun emperyalist işgalden temizlenmesi ve saltanatın kaldırılmasıyla 29 Ekim 1923’te Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, Türkiye’nin kuzey komşusunda da emperyalist işgal defedilmiş ve Beyaz Ordular yenilerek 30 Aralık 1922’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuştur. Böylece, henüz işgale karşı mücadeleler döneminde Mustafa Kemal ile Lenin [4] arasından başlayan ikili ilişkiler yeni devletlerin kurulmasıyla resmileşmiş ve daha da güçlenerek devam etmiştir.

Devlet devlete ilişkiler döneminin en önemli gelişmesi 17 Aralık 1925’te imzalanan Türkiye-Sovyetler Birliği Dostluk ve Tarafsızlık Antlaşması olmuştur. Bu antlaşmayla, taraflardan birine saldırı olması durumunda diğer tarafın tarafsızlık ilan edeceği ve birbirleri aleyhine üçüncü ülkelerle herhangi bir antlaşma yapmayacakları kabul edilmiştir (Vandov, 2014:98). Üç yıl geçerli olacak şekilde imzalan bu antlaşma, önce 1929’da 2 yıllığına, arından 1931’de 5 yıllığına ve sonra olarak 1935’te 10 yıllığına olacak şekilde, imzalanan protokollerle üç kez uzatılmıştır. [5]

Ekonomik ilişkilerde diğer önemli bir gelişme 11 Mart 1927’de iki ülke arasında imzalanan Ticaret ve Seyrisefain Antlaşması’dır. Bu antlaşmayla SSCB’nin Türkiye’de 1922 yılında açtığı ticaret temsilcilikleri diplomatik dokunulmazlıklar kazanmışlardır. Ayrıca İstanbul, İzmir, Trabzon, Mersin, Erzurum, Konya ve Eskişehir’de de temsilciliklerin açılacağı düzenlenmiştir. (Oran, 2009:317)

İki köhnemiş imparatorluğun kalıntıları üzerine kurulan bu iki yeni modern devletin baş etmekle yükümlü oldukları en büyük sorunlardan birisi ekonomi olmuştur. Bu sorunla Sovyetlerin başa çıkma yöntemi, önce 1921-1928 yılları arasında NEP (Novaya Ekonomiçeskaya Politika) olarak adlandırılan Komünist Parti kontrolünde kapitalist ekonomik düzenken, 1928 itibariyle Stalin önderliğinde planlı ekonomik modele geçiş olmuştur. 1928’de kabul edilen ve 1928-1932 yıllarını kapsayan Birinci Beş Yıllık Plan [6] uygulanmış ve ülkede çok önemli bir kalkınma mücadelesi verilmiştir. İlk planın başarılı olmasının ardından bu kez 1933-1937 yıllarını kapsayan İkinci Beş Yıllık Plan yapılmıştır.

Kuzey komşuda bunlar olurken Türkiye’de de önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Türkiye’nin 1923-1930 [7] yılları arası ekonomi politikalarını etkileyen en önemli unsur Lozan Antlaşması ile Osmanlı’nın yıkılış sürecindeki gümrük politikalarının 5 yıl daha geçerli kılınmasıdır. Ekonomik kalkınma için vazgeçilmez öneme sahip olan gümrük kontrolünü, Osmanlı gümrük tarifesi nedeniyle 5 yıl boyunca sağlayamayan Cumhuriyet bu dönemde yeni sanayi yatırımları yapamamıştır. Bununla birlikte Osmanlı’dan kalan borçlar, henüz bir merkez bankasının kurulamaması (1930’da kurulacaktır) ve yeni Cumhuriyet’e ait kâğıt paraların basılamaması gibi diğer sorunlar da zorlaştırıcı engeller olmuşlardır. Yine de bu dönemde birtakım şirketler ve demiryolları devletleştirilmiş ve yeni demiryolları inşa edilmiştir (Ertuğrul, 2017:362).

SSCB’de ve Türkiye’de bunlar olurken dünyada da önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Kapitalizm 1929’da o ana kadarki en büyük krizine tutulmuştur. Büyük Buhran (Great Depression) olarak adlandırılan bu dönemde dünyanın bütün gelişmiş ülkeleri ve genel olarak kapitalizm büyük bir krize girmiştir.

2.2. İsmet İnönü’nün SSCB Gezisi

Türkiye-SSCB arasındaki tüm ilişkileri etkileyen ve tarihi olarak son derece önem taşıyan olaylardan birisi Başbakan İsmet İnönü’nün 25 Nisan 1932’den 10 Mayıs 1932’ye kadar süren SSCB gezisidir. Bu gezi Türk-Sovyet dostluğu açısından çok önemli bir yere sahiptir. Dönemin Cumhuriyet Gazetesi İsmet İnönü’nün yola çıkacağı 24 Nisan günkü sayısında ilk sayfada şu satırlara yer vermiştir ‘’Osmanlı İmparatorluğu Rusya ile ilk temasından itibaren çarpışmıştı. Yeni Türkiye ilk temastan itibaren Rusya ile dost olmuştur. Şüphe yok ki, bu dostluk başlı başına tarihi bir hadise sayılacak kadar büyük ve manalıdır.’’ (Vandov, 2014:128).

İsmet İnönü de yola çıkmadan önce gazetecilere verdiği mülakatta ‘’ Senelerden beri ciddi tecrübelerden geçmiş olan iki memleket dostluğunun esası Bolşevik Rusya ile Milliyetçi Türkiye’nin yüksek menfaatleri arasındaki ahenk ve münasebetin ve büyük inkılaplar geçirmiş iki memleket evlatlarında birbirinin sözüne ve niyetine itimadının mevcudiyetidir’’ diyerek kurulan ilişkilerin önemini ortaya koymuştur. (Vandov, 2014:130)


Şekil 1. İsmet İnönü SSCB Gezisi Sırasında Molotov’la Moskova Tren İstasyonu’nda. Kaynak: https://www.ismetinonu.org.tr/tarihte-bugun-25-nisan/

Gezinin en önemli sonuçlarından biri SSCB’nin Türkiye’ye 8 milyon dolarlık kredi vermesine ilişkin antlaşmasının imzalanmasıdır. Bu antlaşmayla verilen 8 milyon dolarlık kredi faizsiz, 20 yıl vadeli, tarım ürünleriyle ödenecek şekilde ve sanayi fabrikalarının kurulmasında kullanılmak üzere verilmiştir.

Kayseri Sümerbank Bez Fabrikası’nın temeli 20 Mayıs 1934’te atılmış, fabrika 16 Eylül 1935’te Ekonomi Bakanı Celal Bayar, Sümerbank Genel Müdürü Nurullah Sumer, SSCB Ağır Sanayi Müdürü Petakof ve Turkstory Müdürü Zolataryef’in katılımıyla açılmıştır. Sümerbank Nazilli Basma Fabrikası’nın ise 24 Ağustos 1935’te temelleri atılmış, 9 Ekim 1937’de faaliyete geçmiştir. Fabrikaların her ikisi de birer yerleşke olarak tasarlanmış olup içlerinde sosyal, kültürel, sportif yapıları okulları, hastaneleri, lojmanları barındırmaktadırlar. (Can, 2020:62-63).

Türkiye’de toplu taşımacılığın başlamasında da Sovyetler Birliği’nin önemli bir etkisi olmuştur. 1930 tarih ve 1580 Sayılı Belediye Kanununun 15.02.1934 tarih ve 2571 Sayılı Kanun’la değiştirilen 19. maddesine dayanılarak 1 Ekim 1935’te kurulan “Belediye Otobüs İdaresi” aynı yıl Sovyetler Birliğinden alınan 100 adet ZİS marka otobüsle 12 hat üzerinde, yoğun saatlerde yolcu taşımaya başlamıştır (İrs, 2020:384).

Kaynak: İrs, 384)

Tablo 2. Türkiye’nin SSCB ile 1926-1939 Yıllarında Dış Ticareti. Kaynak: TÜİK İstatistik Göstergeler 453, 461)

Yaşanan bu gelişmelerle Türkiye-SSCB ilişkileri adeta doruk noktasına ulaşmıştır. Yukarıdaki tabloda da görüleceği gibi 1937’ye kadar artarak süren bir ticari ilişki söz konusudur. Atatürk’ün 1935 yılında CHP’nin Dördüncü Kurultayı’nda yaptığı konuşmada ‘’Sovyetlerle dostluğumuz, her zamanki gibi, sağlamdır ve içtendir.’’ (Vandov, 2014:164) sözleri durumu özetler niteliktedir.

2.3. İlk Kırılma

İlerleyen Türk-Sovyet dostluğu, 1936’ya gelindiğinde ilk sarsıntısını yaşayacaktır. Türkiye Nisan 1936’da ilgili devletlere verdiği notayla, Boğazlar rejiminde değişiklik yapmak istediğini belirterek bir konferans davetinde bulunmuştur. Konferansta SSCB ile Türkiye arasında ayrılık oluşmuştur. SSCB, Batı’da yükselen faşizm tehlikesi [8] nedeniyle Boğazların güvenliğinden emin olmak istemiş ve bu gerekçeyle Türkiye’yi tedirgin edecek bazı taleplerde bulunmuştur. İki taraf arasında ilk ayrılık yaşansa da sonuçta Montreux Sözleşmesi imzalanmıştır. Sözleşmenin imzalanmasından sonra toplam 11 milyon dolar olan ticaret hacmi 1938’de 8,7 milyona, 1939’da ise 5,8 milyona düşecektir.

3. TÜRKİYE’DE KAPİTALİZMİN OLGUNLAŞMASI İKİNCİ EMPERYALİST PAYLAŞIM SAVAŞI VE TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİNDE SAPMA (1939-1953): ‘’eski batakçı çiftlik ağası, gözü doymaz vurguncu tüccar, hangi yabancı millete çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı’’ [9]

3.1. İkinci Emperyalist Savaş’tan 1946’ya

1 Eylül 1939’da Almanya’nın Polonya’yı işgali ile başlayan İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı (İEPS) 8 Mayıs 1945 Almanya’nın ve 15 Ağustos 1945’te Japonya’nın teslim olmasıyla sonlanmıştır. Bu savaş yine o zamana kadar görülmemiş bir yıkıntı yaratarak yaklaşık 60 milyon insanın ölümüne neden olmuştur.

Türkiye resmen 23 Şubat 1945’te Japonya ve Almanya’ya savaş ilan etse de fiilen savaşa girmemiştir. Bununla birlikte 6 yıl boyunca ordu savaşa hazır konumda beklemiş ve ülkede savaş ekonomisi koşulları hâkim olmuştur.
Türkiye fiilen savaşa girmezken SSCB, 22 Haziran 1941’de Almanya’nın Barbarossa Harekâtı ile saldırması üzerine savaşa girmek zorunda kalmıştır. SSCB’de savaş nedeniyle yaklaşık 25 milyon insan ölmüş, Naziler işgal döneminde sanayisinin 1/3’ünü, tarımsal alanlar ile demiryollarının 2/5’ini ve 60 milyondan fazla insanı kontrol altına almıştır.

İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı dünyayı etkisi altına almışken SSCB, kendi güvenliğini korumak adına Türkiye Boğazları hakkında bir takım taleplerde bulunmuştur. İlk olarak, Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu’nun 25 Eylül-18 Ekim 1939’da SSCB’ye yaptığı gezide kendisine, Montreux Sözleşmesi’nin savaş durumunda Boğazlardan gemilerin geçişine ilişkin düzenlemelerin olduğu 20. ve 21. maddelerinde değişiklik yapılması istendiği ifade edilmiştir. Tellal’a göre bu taleplerin nedeni Türkiye’yi savaş boyunca tarafsız tutarak Boğazların kapalı kalmasını sağlamaktır (Tellal, 2000:28).

İlk olarak Montreux’da ortaya çıkan ayrılık ve sonrasında 1939’da Şükrü Saraçoğlu’na Boğazlarla ilgili değişiklik taleplerinin iletilmesi iki ülke arasındaki ilişkileri ciddi bir biçimde soğutmuştur. İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonunda, 1945 yılında SSCB Dışişleri Komiseri Molotov, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’i makamına çağırarak 1925’te imzalanan ve son olarak 1935’te 10 yıllığına uzatılan antlaşmanın artık uzatılmayacağını bildirmiştir (Oran, 2009:501). Türkiye’nin antlaşmanın yeniden uzatılması için SSCB’nin öne süreceği koşulları sorması üzerine, SSCB 1921 antlaşmasıyla Türkiye’ye dahil olan Kars ve Ardahan’ın geri verilmesini ve Montreux’un eskimiş olduğunu ve bu yüzden değişmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu gelişmelerin ardından SSCB Türkiye’ye önce 8 Ağustos 1946’da ve 24 Eylül 1946’da birer nota vererek Boğazlar hakkındaki taleplerini iletmiştir. Böylece iki ülke arasındaki ilişkiler 1953’te Stalin’in ölümü ardından 30 Mayıs 1953’te SSCB’nin bu kez Türkiye’den hiçbir talebinin olmadığını ilettiği notaya kadar kopmuştur. Mayıs 1953’te gelişmenin ardından iki ülke arasında ilişkiler yeniden olumlu bir şekilde kurulmaya başlamıştır.

SSCB’nin 1953’teki notasının yalnızca Stalin’in ölümüne bağlanamayacağını ifade eden Oran, Sovyet dış politikasında yaşanan dönüşümünün ülkenin kendi iç dinamiklerinden kaynaklandığını, ağır sanayi hamlesinin belirli ölçüde başarıya ulaşmasıyla tüketim maddelerinin üretimine daha fazla kaynak ayrılabilmesinin dış politikada da belirli bir rahatlamaya neden olduğunu ileri sürmektedir. (Oran, 2009:74)

Tellal da SSCB’nin dış politikasının sadece Stalin’in ölümüyle değişmediğini, SSCB’nin ellili yılların tümünde komşularıyla ve diğer devletlerle ilişkilerini düzeltmeye başladığını ve iyi ilişkiler kurarak kendisine karşı yürütülen çevreleme politikasının önüne geçmeyi amaçladığını ifade etmektedir. (Tellal, 2000:70)


Tablo 3. Türkiye’nin SSCB ile 1940-1953 Yıllarında Dış Ticareti. Kaynak: TÜİK İstatistik Göstergeler 453, 461

3.2. Türkiye’nin Batı Blokunda Yer Alması

1923’te kurulan Cumhuriyet başından itibaren devletçi ekonomik politikalar uygulamış ve 1932’ye gelindiğine Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı’nı yapıp uygulamaya koyarak planlı ekonomiye geçiş yapmıştır. Birincisinin başarıyla uygulanmasının ardından 1938-1942 yıllarını kapsayan İkinci Beş Yıllık Sanayi planı da yapılmış ama İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı nedeniyle uygulanamamıştır. Bu gelişmeler yaşanırken diğer yandan da Cumhuriyet iktidarına muhalif bir blokun en başından beri var olduğu ve iktidarın politikalarına karşı olduğu hatırda tutulmalıdır. Bu blok İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasında uygulanan ekonomik politika (savaş nedeniyle sanayileşmenin durması ve tarıma ağırlık verilmesi) nedeniyle daha da güçlenmiştir. Öyle ki, İsmet İnönü 1942 yılında TBMM’de yaptığı bir konuşmada bu bloku açıkça tanımlamış ve karşısına almıştır. İnönü ‘’ Acı ile hatırlamalıyız ki, milletin iaşe işlerini tanzim yolunda cumhuriyet hükümetinin sarf ettiği gayretlere, iki seneden beri toplumumuz tarafından hiç yardım edilmemiştir. Bulanık zamanı bir daha ele geçmez bir fırsat sayan eski batakçı çiftlik ağası ve elinden gelse, teneffüs ettiğimiz havayı ticaret malı yapmaya yeltenen gözü doymaz vurguncu tüccar ve bütün bu sıkıntıları politika ihtirasları için büyük bir fırsat sayan ve hangi yabancı devletin hesabına çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı, büyük bir milletin bütün hayatına küstah bir surette kundak sokmaya çalışmışlardır.’’ sözleriyle durumu açıkça ortaya koymuştur (Kuruç, 2015:269). İsmet İnönü’nün bu sözleri aslında Cumhuriyet iktidarına karşı gelişen ve kendisini Demokrat Parti’de somutlayarak 1950’de iktidara gelecek olan grubu tanımlamaktadır.

Diğer yandan CHP, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında ülke ekonomisini yeniden toparlamak için iki önemli hamle yapmıştır. Bunlardan ilki 1946’da yapılan İvedili Sanayi Planı iken ikincisi Vaner Planı olarak da bilinen 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı’dır. Bu iki plan esasında iki farklı ekonomik çizgiyi temsil etmektedir. 1946’daki İvedili Sanayi Planı 1930’lardaki planı, sanayileşmeci kalkınma döneminin devamı niteliğinde olup, sanayileşmeye kalındığı yerden devam etmeyi öngörmektedir. Plan 1930’lu yılların ekonomi politikalarından önemli bir yere sahip Kadrocular olan bilinen Şevket Süreyya Aydemir ile İsmail Hüsrev Tökin’in yer aldığı bir komisyon tarafından hazırlanmıştır (Ay, 2012:148).

1947’de hazırlanan Türkiye İktisadi Kalkınma Planı ise ilkinden son derece farklı olmakla birlikte gelecek yılların hâkim ekonomi politikasının temellerini oluşturmuştur. 1946’daki plan kamu öncülüğünde yürütülecek sanayileşme hedefi temelinde bir politika oluştururken 1947’deki planda kamu kesiminin rolü altyapı yatırımlarıyla sınırlandırılırken öncelik özel sektöre verilmekte ve kaynak olarak dış finansmanı merkeze almaktadır [10]. (Ay, 2012:152). İki yıl içerisinde yapılan bu iki farklı plan, temelde iki farklı ekonomik görüşü temsil etmektedir ve en önemlisi ise iki planın da CHP tarafından yapılmış olmasıdır. Dolayısıyla Türkiye’deki ekonomik politikalarındaki dönüşüm DP iktidarından önce, henüz CHP döneminde başlamıştır. CHP yaptığı ikinci planla kamu yerine özel kesimi, ithal ikamesi yerine ihracatı ve sanayi yerine tarımı koyarak liberal dönüşümü gerçekleştirmiştir (Ay, 2012:164). Boratav da CHP’nin 1947 sonrası yurtiçi ekonomi politikaları ile dış ekonomik ilişkilere ilişkin yaklaşımlarının DP ile büyük paralellikler taşıdığını ifade etmektedir (Boratav, 2015:100, 101).

Bu durum da, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrasında oluşan iki kutuplu dünyada Türkiye’nin Batı Bloğunda yer almasının temel nedeni olmuştur. Bu blok seçişi, yaygın olarak iddia edildiği gibi Sovyetler Birliği’nin 1946’daki notalarından dolayı değil Türkiye kapitalizminin kendi gelişim dinamikleri sonucunda toprak ağaları, tefeci tüccarlar ile işbirlikçi politikacılardan oluşan sermaye blokunun iktidar mücadelesinde galip gelmesinin ürünüdür. Sovyetler Birliği’nin notaları ikili ilişkilerin ciddi bir biçimde bozulmasına neden olduğu ve notalardaki taleplerin Türkiye’yi farklı ittifaklara yönelttiği bir gerçektir. Bununla birlikte Türkiye’nin Batı Blokunun içerisinde yer almasının temel nedeni değildir. Özetle, Türkiye kapitalizminin gelişim dinamiklerine bağlı olarak sermaye sınıfının iktidarı ele geçirmesinin sonucudur. SSCB notaları, pekiştirici etkide bulunmanın ötesinde bir etki yaratmamıştır. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren saf kapitalist politikalar uygulamamış olsa da hiçbir dönemde anti-kapitalist ya da sosyalist olmamıştır. Dolayısıyla blok seçişinin arkasındaki esas nedenin notalar olmadığı ortadadır.

Tablo 3’te de görüleceği gibi Türkiye ile SSCB arasındaki ekonomik ilişkiler 1937’den sonra azalmış ve 1946’ya gelindiğinde sıfır derecesine inmiştir. Bunun nedeni ise SSCB’nin 1946’da Türkiye’den taleplerini ilettiği iki notadır. Bu iki notayla bozulan ikili ilişkiler 1953’te yine SSCB’nin verdiği bir nota ile düzelmiştir.

4. TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN SAPMANIN TELAFİSİ, DOSTLUK İLİŞKİLERİNİN YENİDEN KURULMASI (1953-1964): ‘’Sovyet Hükumeti, Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye karşı hiçbir toprak iddiasında olmadığını beyan eder.’’[11]

4.1. Buzlar Çözülürken

30 Mayıs 1953’te SSCB’nin Türkiye’ye verdiği nota ‘’ Sovyet Hükümeti Sovyetler Birliğinin Türkiye’ye karşı hiçbir toprak iddiasında olmadığını beyan eder.’’ cümlesi ile son bulmaktadır. (Tellal, 2000:258). Stalin’in ölümünden birkaç ay sonra gönderilen bu nota, iki ülke arasındaki sıfır derecesine gelmiş hem politik hem de ekonomik ilişkilerin yeniden düzelmesinin başlangıcını oluşturmuştur.

Örneğin 1954 yılında SSCB, Kore’de esir olarak kalan Türk askerlerin ülkelerine dönüşleri için aracılık etmiştir. Bir başka örnek, SSCB’nin 1941’den beri resmi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıldönümlerinde kutlama telgrafı yollamazken 1954’te yeniden kutlama telgrafı göndermesidir. Böylece iki ülke arasındaki ilişkiler yeniden iyileşme sürecine girmiştir. 1954’ten itibaren ekonomik ilişkiler de artarak sürmüştür.


Tablo 4. Türkiye’nin SSCB ile 1953-1964 Yıllarında Dış Ticareti. Kaynak: TÜİK İstatistik Göstergeler 453, 461

Tabloda da görüleceği üzere 1953’te sıfıra yakın olan ilişkiler 1964’e kadar gelinen süreçte yeniden yükselmiştir. Arada geçen zamanda bir artış yaşansa da yine de İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesine dönmemiştir, bu seviyeden uzaktır. Eski haline gelmesi için 1965 yılını beklemek gerekecektir.

1953 ile 1964 yılları arasında ilişkilerin görece düşük olmasının arkasında Türkiye’nin ekonomik politikalarının yattığı düşünülebilir. Mayıs 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti Cumhuriyet’in ilk döneminin ekonomi çizgisini belirli ölçüde terk etmiştir. Bu dönemde devletin öncülüğündeki sanayi hamleleri yavaşlamış öncelik tarıma verilmiştir. Diğer yandan Cumhuriyetin en hassas olduğu denk bütçeden vazgeçilmiş bütçe açıkları verilmeye başlanmıştır. Ek olarak ilk dış borçlanma da Demokrat Parti döneminde, 1952 yılında gerçekleştirilmiştir.

Esasında İsmet İnönü’nün 1942’de Meclis’te yaptığı konuşmada açıkça betimlediği blokun (eski batakçı çiftlik ağası + gözü doymaz vurguncu tüccar + hangi yabancı millete çalıştığı belli olmayan birkaç politikacı) iktidarı olan Demokrat Parti, iktidarda kaldığı on yıl boyunca da kendi sınıfının sesi olmuş, tarıma ağırlık vererek büyük toprak sahiplerine hizmet etmiştir. Kaldı ki Başbakan Adnan Menderes’in kendisi de zaten bir toprak ağasıdır. Ayrıca Demokrat Parti’nin kuruluşu da Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1945’te Meclis’e Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu [12] tasarısını vermesinin hemen ertesinde gerçekleşmiştir.

Demokrat Parti’nin ağırlığı tarıma vermesi, dış borçlara yönelmesi ve düşünsel olarak komünizm ve SSCB karşıtlığını kullanması iki ülke arasındaki ilişkilerin belirli bir seviyenin ötesine geçmesini engellemiştir. Yine de bu dönemde sınırlı da olsa olumlu gelişmeler yaşanmıştır. Örneğin 1954’te İzmir Fuarı’na, fuarın en dip noktası olmasına ve kirasının yüksek olmasına rağmen, SSCB de katılmıştır. Nisan 1956’da İzmir Ticaret Odası Başkanı ile İzmirli sanayiciler Moskova’ya davet edilmişlerdir. Temmuz 1957 yılında İş Bankası ile SSCB bir cam fabrikası kurulması için antlaşma yaparlar. SSCB bu cam fabrikasını kurulması için Türkiye’ye 3 yıllığına, %2,5 faizle, 3,4 milyon ruble kredi açar ve Türkiye’ye 3,5 yıl boyunca üretilecek üründen alma garanti verir (Erel Tellal, 145). Bu antlaşma sonucunda Türkiye’den bir heyet 54 gün sürecek SSCB ziyareti gerçekleştirir. Ek olarak Türkiye’den 46 kişi eğitim için SSCB’ye gönderilirken, fabrikanın kuruluş sürecinde de SSCB’den 60 kişilik bir heyet Türkiye’ye gelir (Kuban, 2018:16). Bu ilişkinin kurulmasında daha önce Türkiye ile SSCB arasında 1925’te imzalanan dostluk antlaşması başta olmak üzere pek çok antlaşmanın imzacısı olan ve SSCB ile iyi ilişkiler kurulmasında önemli katkıları olan, o dönemde İş Bankası Yönetim Kurulu Başkanı olan Tevfik Rüştü Aras önemli bir rol oynamıştır. 1958’de bu kez Sümerbank, Sovyet Tehnoexport firması ile tekstil fabrikası anlaşması imzalamıştır (Erel Tellal 146). 1950’de yaklaşık 400 bin ruble olan ticaret hacmi bu gelişmelerle birlikte 1958’de 18 milyon rubleye yükselmiştir.

1959’da 1939’un ardından 20 yıl sonra ilk kez bir Türk bakan (Sağlık Bakanı Lütfi Kırdar) SSCB’ye gitmiştir. Bu gelişmenin ardından 1960 Nisasında, önce Menderes’in 15 Temmuz 1960’ta SSCB ziyareti ve ardından Hruşov’un daha sonraki bir tarihte Türkiye’yi ziyareti gündeme gelmiştir (Tellal, 2000:151). Oran’a göre DP’nin SSCB’ye yakınlaşması, ekonomik darlığın artık bıçağı kemiğe dayamasının sonucunda gerçekleşmiştir (Oran, 1970:81) Demokrat Parti, 27 Mayıs 1960’da askeri müdahale ile yıkılmış ve Menderes’in ziyareti gerçekleşmemiştir.

4.2. 27 Mayıs Askeri Müdahalesi

1960-1962 arasında Milli Birlik Komitesi görev yapmıştır. Bu dönemde yeni bir anayasa yapılmış, Devlet Planlama Teşkilatı kurulmuştur. Diğer bir önemli gelişme ise 1963’te Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın yapılmasıdır. Bu yeni dönemin ekonomi modeli ise yeniden sanayileşmeye ağırlık veren ithal ikameci ekonomik modeldir. Türkiye’nin yeniden sanayileşmeye ağırlık verecek şekilde planlı ekonomiye dönüşü, onun SSCB ile ilişkilerini de yeniden iyileştirmiştir.

1960 SSCB ile Sümerbank’ın Beykoz Kundura ve Deri Eşya Fabrikası’nın genişletilmesi çalışması yürütülmüştür. 1961’de ise 1957’de antlaşması yapılan Çayırova Cam Fabrikası üretime başlamıştır (Tellal, 2000:221).
Söz konusu dönemde SSCB’de ise Mart 1953’te Stalin ölmüş ve yerine Hruşov geçerek 1964’e kadar iktidarda kalmıştır. Hruşov da SSCB’de tarıma yeniden ağırlık vermiş, 5 yıllık planlardan 7 yıllık plana geçilmiştir. 1964’te görevden alınarak yerine Brejnev geçmiştir.

1963’te TBMM Başkanı Suat Hayri Ürgüplü başkanlığındaki bir heyet 29 Mayıs-14 Haziran 1963 tarihlerinde SSCB’yi ziyaret etmiştir. Uzun bir aradan sonra iki ülke arasında ilişkilerin iyileşmesinde önemli bir aşama olmasına karşın sonuçları bakımından fazlaca öneme sahip değildir. Heyetin ziyaretinden önemli sonuçlar alınamamıştır. Buna karşın Türk heyetin ziyaretine karşılık TBMM Başkanlık Divanı, SSCB’den 11 kişilik bir heyeti Türkiye’ye davet etmiştir (Tellal, 2000:221).

Türkiye Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin başkanlığında bir heyet 30 Ekim-6 Kasım 1964 tarihleri arasında SSCB’de ziyarette bulundular. Şükrü Saraçoğlu ziyaretinden 25 yıl aradan sonra Türk bir bakanın ilk SSCB ziyareti olmuştur bu ziyaret SSCB’de 14 Ekim’de Hruşov’un yerine Brejnev’in geçişinden sonra gerçekleşmesi bakımından da önem taşımaktadır. 5 Kasımda iki ülke arasında kültürel ve bilimsel işbirliği ile ilişkili bir sözleşme imzalanmıştır.

5. TÜRK-SOVYET İLİŞKİLERİNDE İKİNCİ BAHAR (1965-1991): ‘’…kriz ortamını tekrar dile getirmek istemiyorum. Artık o devirler geride kaldı.’’ [13]

5.1. İkinci Bahar Başlarken

Daha önce TBMM Başkanı olarak SSCB’ye ziyarette bulunan Suat Hayri Ürgüplü, bu kez Başbakan olarak 9-16 Ağustos 1965 tarihlerinde SSCB’ye ziyarette bulunmuştur. 9 Ağustos günü Kremlin Sarayı’nda Türkiye Başbakanı onuruna düzenlenen yemekte Aleksey Kosigin’den sonra söz alan Başbakan Ürgüplü, Türk-Sovyet dostluğunun temelinin 44 yıl önce Atatürk ile Lenin tarafından atıldığını belirtmiş ve olumlu ilişkiler döneminden sonra yaşanan kriz ortamı için de ‘’Olumlu bir devirden sonra ilişkilerde kendini gösteren kriz ortamını tekrar dile getirmek istemiyorum. Artık o devirler geride kaldı.’’ diyerek Türk-Sovyet ilişkilerinde gerilimli dönemin geride kaldığını ve bundan sonra ilişkilerin olumlu seyredeceğini ifade etmiştir.


Şekil 3. Aleksey Kosigin ile Suat Hayri Ürgüplü. Kaynak: Qasımlı, 164

Başbakan Ürgüplü’nün bu iyi dileklerini tarih doğrulayacak, 1965’ten SSCB’nin çöktüğü 1991’e kadar ikili ilişkiler olumlu devam edecek ve 1939-53 arasındaki gibi bir bozulma bir daha yaşanmayacaktır. İki ülke arasındaki bu tarihten sonraki ticari ilişkilere bakıldığında da olumlu seyir görülecektir.


Tablo 5. Türkiye’nin SSCB ile 1965-1971 Yıllarında Dış Ticareti. Kaynak: TÜİK İstatistik Göstergeler 453,454,461,462

İkili ilişkilerin gelişmesinde üst düzey ziyaretler de önem taşımaktadır. Bu bağlamda, SSCB Bakanlar Kurulu Başkanı Aleksey Kosigin 20-27 Aralık 1966 tarihlerinde Türkiye’ye ziyarette bulunmuştur.


Şekil 4. Aleksey Kosigin ile Cevdet Sunay. Kaynak: Qasımlı, 2013:247

Aleksey Kosigin’in Türkiye ziyaretinde, Türkiye’de bazı sanayi tesisleri kurulması için SSCB’nin 15 yıllığına %2,5 faizle 225 milyon dolar değerinde kredi vermesi üzerinde anlaşılmıştır. Ziyaretten yaklaşık üç ay sonra ise, 25 Mart 1967’de iki ülke arasında ‘’Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Arasında Bazı Sınai Tesisler Kurulması için Sovyetler Birliği Tarafından Türkiye’ye Teslim Edilecek Teçhizat ve Malzeme ile Sağlanacak Teknik Hizmetlere ve Bunlarla İlgili Ödeme Şartlarına Dair Anlaşma’’ imzalanmıştır.

Antlaşma ile yıllık 1 milyon ton çelik üretim kapasiteli İskenderun Demir Çelik Fabrikası; yıllık 200 bin ton üretim kapasiteli Seydişehir Alüminyum Fabrikası; Manavgat Hidroelektrik santrali; yıllık 3 milyon ton petrol üretme kapasitesine sahip Aliağa Petrol Üretim Tesisleri;  yıllık 120 bin ton asit üretim kapasitesine sahip Bandırma Asit Fabrikası; yıllık 28 bin ton üretim kapasiteli Artvin Ahşap Üretim Fabrikası; 270 bin kilovat saat elektrik üretim gücüne sahip Oymapınar Hidroelektrik Santrali’nin yapılması kararlaştırılmıştır. (Qasımlı, 2013:268-269)

Antlaşma sonrasında işletmelerin hemen yapılması için harekete geçilmiş ve İskenderun, Seydişehir [14], İzmir [15], Bandırma, Artvin’deki işletmeler Demirel Hükümeti tarafından 1966-1967 programlarına alınmıştır. (Polatoğlu, 2019:480)

İki ülke arasında devlet başkanları düzeyinde ziyaret ilk olarak 1969’da Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın SSCB’ye gitmesiyle gerçekleşmiştir. Daha önce Atatürk ile Stalin’in Soçi’de bir görüşme yapması gündeme gelse de bu görüşme gerçekleşmemiş, Sunay’ın SSCB’ye gidişiyle iki ülke arasında bir ilk yaşanmıştır. Sunay’ın ziyareti iki ülke arasındaki ilişkilerin 1946’da yaşanan sapmadan sonra yeniden İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı öncesine dönüşünü göstermesi açısından özel bir öneme sahiptir.

Sunay’ın onuruna verilen yemekte konuşan Podgornıy ‘’ Son zamanlarda iki ülke arasındaki ilişkilerin ibresi iyiye doğru kaymıştır. Ekonomik ve ticari ilişkilerimiz, Sovyetler Birliği’nin desteği ile yapılan sanayi tesisleri göz önündedir. Bizim mevcut kara sınırlarımız bulunmaktadır ve bu sınırlar barış, güvenlik, karşılıklı işbirliği sınırı olmalıdır. SSCB ile Türkiye’nin kıyılarını yalayan Karadeniz bizleri ayırmıyor, aksine birleştiriyor.’’ (Qasımlı, 2013:322,323)

5.2. 12 Mart Muhtırası

Türkiye’de 12 Mart 1971’de Genelkurmay Başkanlığı hükümete bir muhtıra vererek hükümeti istifaya zorlamıştır. Muhtıra sonrasında 12 Mart 1971-14 Ekim 1973 yılları arasında 12 Mart Ara Rejimi yaşanmıştır. Bu dönemde askeri denetim altında ‘’siyaset üstü’’ birtakım teknokrat hükümetler kurulmuş ancak siyasi istikrar sağlanamamıştır. Bununla birlikte Türkiye’de yükselen emekçi ve öğrenci hareketlerine çok ciddi bir darbe vurulmuştur. Önce 30 Mart 1972’de Mahir Çayan ve arkadaşları Kızıldere’de katledilmiş, ardından Deniz Gezmiş ve arkadaşları 6 Mayıs 1972’de idam edilmiştir.

Türkiye’de bunlar olurken Türk-SSCB ilişkileri sekteye uğramamış, olanca yoğunluğuyla devam etmiştir. Örneğin SSCB ile olan toplam dış ticaret hacmi 1971’te yaklaşık 100 milyon dolar iken, 1972’de 160 milyon dolara ve 1973’te 170 milyon dolara çıkmıştır. Diğer yandan 10 Nisan 1972’de Türkiye Ticaret ve Sanayi Birlikleri ve Ticaret Odaları Birliği Başkanı Ahmet Batur’un başkanlığında Türkiye Odalar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi, İş Bankası -Müdür Yardımcısı, Osmanlı Bankası Ankara Şubesi Müdürü, İstanbul Ticaret Odası Başkanı, İstanbul Sanayi Odası Başkan Yardımcısı, Adana Ticaret Odası Başkanı gibi Türk sermayesinin öncü örgütlerinin yöneticilerinden oluşan bir ekip SSCB’ye ziyarete gitmiştir. (Qasımlı, 2013:377)

Aynı tarihlerde SSCB Yüksek Sovyet Prezidyumu Başkanı [16] Nikolay Podgorni, 11-17 Nisan 1972’de Türkiye’ye bir ziyarette bulundu. Bu ziyarette Podgorni, 1925’te imzalanıp 1945’te tekrar uzatılmayan dostluk anlaşmasının yeniden imzalanmasını teklif etmiş ancak Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ülkede anarşinin devam ettiği gerekçesiyle teklifi reddetmiştir (Qasımlı, 2013:614).

Nikolay Podgorni’nin ziyaretinin son gününde Podgorni ve Sunay, ‘’ 17 Nisan 1972 tarihli Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Arasında İyi Komşuluk İlişkilerinin Prensipleri Hakkında Beyan’’ isimli ortak bildiriyi imzalamıştır. Bildiride iki ülke arasındaki ilişkilerin Atatürk ve Lenin tarafından kurulmuş barış, dostluk ve iyi komşuluk ilişkilerine uygun olarak geliştirilmesi; devletlerin egemenliğine ve hak eşitliğine saygı gösterilmesi; devletlerin toprak bütünlüğüne ve sınırların ihlal edilemezliğine saygı gösterilmesi; devletlerin iç işlerine karışılmaması; her ülkenin siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel sistemini seçmek ve geliştirmedeki haklarına saygı gösterilmesi; kuvvet ve kuvvet tehdidine başvurulmaması ve topraklarının diğer devletlere karşı saldırı ve yıkıcı faaliyetler için kullanılmasına izin verilmemesi; uluslararası anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesi konularında anlaşmaya varmışlardır. (Belleten, 1972:68)

Önceki dönemlerdeki hükümet değişiklerinin veya askeri müdahelelerin iki ülke arasındaki ilişkileri etkilemediği daha önce belirtilmişti. Buna bir başka örnek, 12 Mart Ara Rejimi Dönemi hükümetlerinden Nihat Erim Hükümeti Podgorni’nin ziyaretinden hemen sonra istifa etmesi ve yerine Ferit Melen Hükümeti’nin kurulmasıdır. Yeni hükümet, 24 Aralık 1972’de  İskenderun Demir-Çelik Fabrikası’nın yıllık 1.000.000 ton olan üretim kapasitesinin 2.000.000 tona çıkarılması için Türkiye ile SSCB arasında 24 Aralık 1972’de Moskova’da “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği Hükümeti Arasında İskenderun Demir Çelik Tesislerinin Tevsii Konusunda İşbirliği Amacıyla Teslim Edilecek Teçhizat ve Malzeme ile Sağlanacak Teknik Hizmetlere ve Bunlarla İlgili Ödeme Şartlarına Ait Anlaşma” imzalanmıştır (Polatoğlu, 2018:638). Bu antlaşma, SSCB Bakanlar Kurulu Başkanı Aleksey Kosigin 26-29 Aralık 1972 tarihlerinde 42 kişilik kalabalık bir heyetle gerçekleştirdiği Türkiye’ye ziyareti sırasında imzalanmıştır. İskenderun Demir-Çelik Fabrikası ise 28 Aralık 1975’te Süleyman Demirel ile Aleksey Kosigin tarafından resmi törenle açılmıştır.


Şekil 5. Süleyman Demirel ile Aleksey Kosigin İskenderun Demir-Çelik Fabrikası Açılışında. Kaynak: https://turkey.mid.ru/tr/press_center/news/1970_ler/#71%20a

Sanayi yatırımları, karşılıklı ziyaretler süren olumlu ilişkilere Aralık 1976’da bir yenisi eklenmiştir. Bu tarihte, Türkiye ile SSCB arasında ekonomik iş birliği ile ilgili Türk-Sovyet Hükümetler Arası Komisyon oluşturulmuştur. Komisyonun ilk toplantısı 8-17 Aralık’ta Moskova’da, ikincisi 21-27 Aralık’ta Ankara’da, üçüncüsü 12-19 Ekim 1978’de Moskova’da ve dördüncüsü Haziran 1979’da Ankara’da yapılmıştır. (Qasımlı, 20136:457)

Türkiye’de yükselen sol dalga sonucunda 1977 Genel Seçimleri’nde Bülent Ecevit liderliğindeki CHP %41,4 oy almış ancak Meclis’te çoğunluğu oluşturamamıştır. CHP’nin Adalet Partisi’nden 11 milletvekili transfer etmesiyle 42. Hükümet kurulmuş, Bülent Ecevit başbakan olmuştur. Başbakan Bülent Ecevit, 21-25 Haziran 1978 tarihlerinde SSCB’ye resmi ziyarette [17] bulunmuştur. Bu ziyarette SSCB’den elektrik ve petrol ithal edilmesi, Ankara ve İstanbul’a yapılması planlanan metrolarda Türkiye’ye destek verilmesi, yeni bir hidroelektrik santrali yapılması konuları gündeme gelmiştir. Ayrıca SSCB, Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO)’na 50 milyon dolarlık araç-gereç satmayı kabul etmiştir. (Qasımlı, 2013:515,516)


Şekil 6. Leonid Brejnev ile Bülent Ecevit Moskova’da Görüşme Sırasında. Kaynak: https://turkey.mid.ru/tr/press_center/news/1970_ler/#76

Bu ziyaret sırasındaki önemli bir diğer gelişme, 25 Haziran 1978’de Türk-Sovyet Ekonomik İşbirliği Protokolü’nün imzalanması olmuştur. İki ülke arasındaki ticaret hacmini en az iki katına çıkartmayı hedefleyen bu protokole göre SSCB, Türkiye’den birtakım malları ihraç edeceğini ve diğer yandan Türkiye’ye petrol arama çalışmalarında teknolojik destek vermeyi ve nükleer enerji santrali ile hidroelektrik santralleri inşa etmeyi taahhüt etmiştir. (Qasımlı, 2013:523)

30 Mayıs 1979’da SSCB Bakanlar Kurulu Dış Ekonomik İlişkiler Devlet Komitesi Başkanı S. A. Skaçkov’un başkanlığında bir heyet Türkiye’ye ziyarette bulunmuştur. Ziyarette, İskenderun Demir-Çelik Fabrikası’nın üretim kapasitesinin artırılması, Arpaçay Barajı, Seydişehir Alüminyum Tesisleri, Ağır Elektromanyetik Sanayi Projesi, Petrol arama protokolünün hayata geçirilmesi konuları gündeme gelmiştir. (Qasımlı, 2013:543)


Tablo 6. Türkiye’nin SSCB ile 1972-1980 Yıllarında Dış Ticareti. Kaynak: TÜİK İstatistik Göstergeler 454, 462

Tablodan da görüleceği üzere, iki ülke arasındaki dış ticaret hacmi 1972 yılında yaklaşık 160 milyon dolar iken 1980’e gelindiğinde iki kattan fazla artarak yaklaşık 350 milyon dolara yükselmiştir.

5.3. 12 Eylül 1980 Darbesi

12 Eylül 1980’da yaşanan askeri darbe de daha önceki örneklerde de görüldüğü gibi iki ülke arasındaki ilişkileri bozmamıştır. Darbeden yaklaşık 6 ay sonra 10 Mart 1981’de Türkiye ile SSCB arasında Seydişehir Alüminyum Fabrikasının Genişletilmesine İlişkin Sözleşme imzalanmıştır. Bu sözleşme, iki ülke arasındaki son sanayi yatırımını içeren belge olmuştur. Bundan sonra da Sovyetler Birliği ile ikili anlaşmalar yapılmış ancak bunlar ikili ticareti geliştirmeye yönelik olmuştur. Söz konusu değişimin Türkiye’nin ekonomi politikalarında yaşanan dönüşüm olduğu açıktır. Türkiye, 12 Eylül Darbesi ile 1923’te başlayıp 1960-1980 arası devam eden sanayi yatırımlarına dayalı kalkınmacı yaklaşımı terk etmiş ve sermayenin sınırsız tahakküm reijimi olan neoliberalizme geçiş yapmıştır. Neoliberalizme geçiş süreci ile önce kamu sektörü yatırımcı olmaktan çıkartılmış ve ardından o ana kadar kurulan fabrikaları, işletmeleri özelleştirme süreci başlatılmıştır. İlk özelleştirmeler 1986’da Turgut Özal’ın liderliğindeki Anavatan Partisi döneminde başlamıştır.[18]

Ocak 1982’de ticaret hacminin %30 artırılmasına ilişkin protokol ve 20 Mayıs 1982’de Ödemelerde Serbest Dövize Geçilmesine İlişkin Protokol ile 1977 tarihli Türkiye-SSCB Bilimsel ve Teknik İşbirliği Antlaşmasının Yürürlüğe Girmesine İlişkin Program imzalanmıştır. (Oran, 2010:163)

5.4. ANAP Dönemi

Kasım 1983’te genel seçimlerin yapılmasıyla Türkiye’de yeniden sivil siyasi hayata geçilmiştir. Seçimlerin kazananı, darbeci Ulusu hükümetinin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığını yapmış Turgut Özal liderliğindeki Anavatan Partisi (ANAP) olmuştur. Türkiye ile SSCB arasındaki ilişkiler karakter değiştirse de olumlu biçimde devam etmiştir. Bu dönemde ilk olarak Sovyet Dış Ticaret Bakanı Birinci Yardımcısı Nikolay Komarov 15 Eylül 1984’te Türkiye’yi ziyaret etmiştir. Ziyaretin sonucunda, 18 Eylül 1984’te iki ülke arasında Doğal Gaz Anlaşması imzalanmıştır.

Antlaşmaya göre, Türkiye 1987’den başlayarak 25 yıl boyunca serbest döviz karşılığında SSCB’den toplam 120 milyar metreküp doğalgaz satın alacak, SSCB de bu satıştan elde edeceği gelirin %70’ini Türkiye’den mal alarak kullanacaktır.  (Oran, 2010:163)

Aynı yıl içinde ikinci bir ziyaret daha gerçekleşmiştir. SSCB Bakanlar Kurulu Başkanı Nikolay Tikhanov, halefinin 10 yıl önceki gelişinin ardından, 25-27 Aralık 1984 tarihlerinde Türkiye’ye ziyarette bulunmuştur. Bu ziyaret sonucunda 10 yıl süreli “Ekonomik, Ticari, Bilimsel ve Teknik İşbirliğinin Geliştirilmesine İlişkin Uzun Vadeli Program”, “Kültürel ve Bilimsel Değişim Programı” ve 1986–1990 dönemini kapsayan “Mal Değişimine İlişkin Anlaşma”  imzalanmıştır. (Memiş, 2019:56,57,58)

Başbakan Turgut Özal da 28 Temmuz-1 Ağustos 1986 tarihleri arasında SSCB’ye ziyarette bulunmuştur. Önceki ziyaretlerden farklı olarak, Özal’ın bu ziyaretinden sonra iki ülke arasında herhangi bir antlaşma, protokol v. bir şey imzalanmamıştır.


Şekil 7. Turgut Özal ile Andrey Gromiko Moskova’da Görüşme Sırasında. Kaynak:https://tr.sputniknews.com/rusya/202008051042594778-rus-buyukelcilikten…)

Yine Özal döneminde, 6 Temmuz 1989’da iki ülke arsında Sınır ve Kıyı Ticareti Antlaşması imzalanmıştır. 1988’de toplam dış ticaret yaklaşık 700 milyon dolar iken, 1989’da 1,3 milyar dolara, 1990’da 1,7 milyar dolara çıkmıştır. 1989’daki önemli diğer bir gelişme, Türkiye’nin SSCB’ye 1989-1991 arasında 1,15 milyar dolarlık Eximbank kredisi açması olmuştur. SSCB dağılmaya değin bu kredinin yarısı kullanmıştır (Oran, 2010:164).


Tablo 7. Türkiye’nin SSCB ile 1981-1991 Yıllarında Dış Ticareti. Kaynak: TÜİK İstatistik Göstergeler 454, 462

İki ülke arasındaki dış ticaret hacmi 1981’de yaklaşık 350 milyon iken 1991’e gelindiğinde yaklaşık beş kat artarak 1.7 milyar dolara çıkmıştır.

SONUÇ

İki ülkedeki devrimci iktidarlar arasında zorlu yıllarda başlayan ilişkiler, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’na kadar son derece olumlu bir biçimde devam etmiştir. Savaşın hemen öncesinde başlayan soğukluk, savaşın sonuna geldiğinde ciddi bir ayrılığa dönüşmüştür. Bu ayrılığın nedeni SSCB’nin kendi güvenliğini sağlamak amacıyla Türkiye’nin bağımsızlığını zedeleyici taleplerde bulunması olduğu kadar Türkiye’nin savaşa girmeme üzerine kurulu stratejisinin neden olduğu birtakım uygulamalardır.

1950’li yıllara gelindiğinde SSCB savaş öncesi durumuna dönerken dış politikada da ‘’barış için bir arada yaşama’’ politikasını uygulamaya koymuş, başta komşularıyla olmak üzere tüm ülkelerle yeniden iyi ilişkiler kurulmuştur.[19] 1953’te Stalin’in ölümünden kısa bir sonra iki ülke arasındaki ilişkiler yeniden başlamış, 1965’te Başbakan Suat Hayri Ürgüplü’nün SSCB ziyareti ile yeniden 1930’lardaki seviyeye yükselmiştir. 1953’ten SSCB’nin yıkıldığı 1991’e kadar geçen zaman içerisinde de ne SSCB’de yaşanan iktidar değişimleri ne de Türkiye’de yaşanan darbeler, hükümet değişiklikleri vb. iki ülke arasındaki ilişkiyi bozabilmiştir.  

İki ülke arasındaki ekonomik ilişkilere bakıldığında, yıllar içerisinde ticaret hacminin miktar olarak arttığını ancak Türkiye’nin dış ticareti içerisinde hep benzer bir aralıkta (ortalama %5) seyrettiği görülmektedir. Bununla birlikte ikili ilişkilerin dış ticaret hacminden bağımsız olarak daha önemli bir yanı vardır. O da SSCB’nin Türkiye’nin her sanayi yatırımı yaptığı dönemde, bu yatırımlara büyük destek vermesidir. Önce 1930’lu yıllardaki kalkınma hamlesi sırasında ve ardından 1960’la başlayan planlı dönemde sanayi yatırımlarına ağırlık veren Türkiye’nin, her iki dönemde de SSCB’den anlamlı bir destek gördüğü ortadadır. SSCB’nin bu desteği, 1945’ten sonra Türkiye’nin en önemli ‘’müttefikleriden’’ olan ABD ile olan ilişkileriyle kıyaslandığında daha da fazla anlam kazanmaktadır. Örneğin ABD’nin Türkiye’ye bakışı [20] her dönemde, sanayileşmeyi bırakması ve tarıma yönelmesi, dış ticarette korumacılıktan uzaklaşmasıyken ve ülkeye fabrika değil askeri üsler açarken, SSCB her dönemde Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığı sağlamanın en önemli yönü olan sanayileşmesini sağlamasına yardımcı olmuş, askeri üsler değil ağır sanayi tesisleri açılmasına yardım etmiştir. SSCB, ABD’den farklı olmak üzere verdiği kredilerde, yaptığı yardımlarda ticari kazancı esas almamış, Türkiye’nin sanayileşmesini ön planda tutmuştur.[21] ABD ile SSCB’nin tutumlarındaki farklılık esasında kapitalizm (ve onun gelişkin aşaması emperyalizm) ile sosyalizm arasındaki farklılığı da göstermektedir. Bu farklılık sosyalizmin anti-emperyalist, bağımsızlıkçı, dayanışmacı karakterinden kaynaklanmaktadır.

Sonuç olarak 1920’de başlayan ilişkileri 1991’e değin İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı arasındaki kesinti dışında olumlu olarak devam etmiş ve iki ülkede de yönetimler değişse de ilişkiler bunlardan etkilenmemiştir. Ayrıca, SSCB’nin sanayi alanındaki destekleri her dönem sürmüş ve SSCB Türkiye’nin sanayileşme geçmişinde yadsınamaz bir paya sahip olmuştur.


Kaynakça

Akalın, G. (1966). ‘’A.B.D ve S.S.C.B Ekonomik Yardımlarının Karşılaştırmalı Özellikleri’’, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 21 (1) s.47-87.

Aralov, S. İ. (2020). Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Anıları 1922-1923. (H. E. Ediz. Çev.) İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Ay, İ. C. (2012). II. Dünya Savaşı Ulusal Planlama Faaliyetleri: 1946 İvedili Sanayi Planı ve 1947 Türkiye İktisadi Kalkınma Planı'nın Karşılaştırmalı Analizi. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, 62 (1), s.147-172

Boratav, K. (2015). Türkiye İktisat Tarihi 1908-2009. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları

Can, Ö. (2020). ‘’Türkiye’de Sovyetler Birliği Tarafından Kurulan Üretim Birimleri’’, Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu Kitabı içinde (ss.59-70). Ankara: Yazılama Yayınevi

Dışişleri Bakanlığı-Belleten Mart-Ağustos 1972 (90)

Ertuğrul, N. İ. (2017). Cumhuriyet Kurulurken Devletçiliğin Ayak İzleri. Ankara: Telgrafhane Yayınları

Gürün, K. (2010). Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953). Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi

https://www.ismetinonu.org.tr/tarihte-bugun-25-nisan/)

İrs, Y.(2020). ‘’Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB)’nde Taşımacılık Sistemleri ve Ulaşım’’, Sosyalist Gelecek ve Planlama Sempozyumu Kitabı içinde (ss.367-387). Ankara: Yazılama Yayınevi

Kuban, B. (2018). ‘’Cumhuriyetin Kuruluşundan Mühendislik Öyküleri Cam Sanayii’’. Mühendis ve Makine Dergisi Ekim 2018 s.12-17.

Kuruç, B. (2015). ‘’Cumhuriyet ve Toprak’’, Tuncer Bulutay’a Armağan içinde (ss.239-307) Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları

Lenin, V. İ. (2009). Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması. (C. Süreya. Çev.) Ankara: Sol Yayınları

Memiş, D. (2019). 1980-1991 Yılları Arası Türk-Sovyet İlişkileri. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi

Oran, B. (1970). ‘’Türkiye’nin ‘Kuzeydeki Büyük Komşu’ Sorunu Nedir? (Türk-Sovyet İlişkileri 1939-1970)’’, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 25 (1) s.41-93 1970 Mart

Oran, B. (Ed.)(2009). Türk Dış Politikası-Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar (Cilt 1). İstanbul: İletişim Yayınları

Oran, B. (Ed.)(2010). Türk Dış Politikası-Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar (Cilt 2). İstanbul: İletişim Yayınları

Polatoğlu, M. G. (2018). ‘’Türkiye Ağır Sanayisinin Öncü Kuruluşlarından İskenderun Demir-Çelik Fabrikası’’, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 22(Özel Sayı): 629-647. Nisan 2018

Polatoğlu, M. G. (2019). ‘’Türkiye ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Arasında 1965-1975 Döneminde Ekonomik İşbirliği ve Yapılan Yatırımlar’’, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi (65) s.477-496. Mayıs 2019

Potskhveriya, B. M. (1976). ‘’Dış Politikanın Leninci İlkeleri ve Bugünkü Sovyet-Türk İlişkileri’’, VIII. Türk Tarih Kongresi, 11-15 Ekim 1976, Ankara (III. Cilt) içinde (ss.1885-1893)

Stalin, J.V. (1994). SBKP(B) XVI., XVII. ve XVIII. Parti Kongre Rapoları. (S. N. Kaya ve S. Kaya Çev.) İstanbul: İnter Yayınları

Şahinkaya, S. (2009). Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası. Ankara: ODTÜ Yayıncılık

Tellal, E (2000). Uluslararası ve Bölgesel Gelişmeler Çerçevesinde SSCB-Türkiye İlişkileri (1953-1964). Ankara: Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları.

TÜİK (2010). İstatistik Göstergeler 1923-2009. Ankara: Türkiye İstatistik Kurumu Matbaası

Vandov, D. (2014). Atatürk Dönemi Türk-Sovyet İlişkileri. İstanbul: Kaynak Yayınları

Qasımlı, M. (2013). Türkiye-Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği İlişkileri 1960-1980. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi Yayını.


Katkılar

Turgut Yıldız

  • Bildirinin kapsadığı dönemin bir hayli uzun olduğunu ve iki ülke arasındaki ilişkilerin tamamının bir bildiri ile ele alınması zorluklar barındırıyor. Bu çerçevede belki daha dar dönemler seçilerek daha çok yönlü okumalar ile çalışılabilir. Ancak bundan sonra bir dönemlendirme denemesi yapmanın daha doğru sonuçlar verebileceğini düşünüyorum.
  • Bildiride sunulan dönemlendirmenin ve dönemlendirmeye esas alınan yöntemin tarif edilmesi ve temellendirilmesi gerekli. Kendi adıma bu dönemlendirmenin türdeş dönemlerden oluşmadığı kanaatindeyim. Örneğin ilişkilerin başlangıcı olarak neden 1920’nin kabul edildiğinin temellendirilmesi gerekli. Öte yandan kırılmanın neden 1939’da tarihlendirildiği de temellendirmeye muhtaç.
  • Bildirinin genelinde resmi Türk dış politikası tarihine dayanan okumalardan kaynaklı olduğunu düşündüğüm “devletli” bir dil hakim. Bunu aşmak için okumalar ve araştırmalar çeşitlendirilebilir. Aksi halde Türkiye burjuvazisinin genel eğilimine uygun şekilde yorumlanmış bir dış politika tarihine varırız.
  • Bildirinin girişinde ülkelerin kendi içlerindeki gelişmelere ya da karşılıklı ilişkilere, ekonomik ilişkileri etkilediği oranda değinildiği ifade edilse de bildirinin genelinde ikili ilişkiler ve siyasi gelişmelerden söz edildiğini görüyoruz. Bu da bizlere iki ülke arasındaki ekonomik ilişkileri siyasi ilişkilerden ve gelişmelerden azade şekilde ele alamayacağımızı gösteriyor. Dolayısıyla tekrar, çalışma dönemlerini daraltarak ilerlemenin ve nihayetinde bir dönemlendirme denemesi yapmanın daha faydalı olacağını düşünüyorum.
  • Bir önceki maddede değindiğim gibi iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler siyasi ilişkilerden azade değil, ancak bir de ülkelerin dış politika doktrinleri ve uluslararası gelişmelerde tuttukları pozisyon önemli. Dolayısıyla bu da ülkelerin tarihlerinde ve dış politika doktrinlerinde de bir dönemlendirme yapılması gereğini doğuruyor. Özetle ilk yıllarında Türk dış politikası hem Sovyetler Birliği hem de emperyalist ülkelerle pragmatik ilişkiler geliştirerek, aralarındaki dengeyi gözeterek toprak bütünlüğünü koruma çabasına dayanıyordu. Örneğin Lozan’a gitmeden önce İzmir İktisat Kongresi ile emperyalist ülkelere güvence veren Türkiye, Lozan’da Sovyetler Birliği’nin taraf olmasını engelleyen İngiliz hamlesine izin vermiş, Boğazlar sorununda Sovyetlerle dayanışmaktan kaçınmıştır. Musul’un İngiliz egemenliğinde kalmasının ardından Sovyetler Birliği ile ilişkiler tekrar geliştirilmiş ve 1925’te anlaşma imzalanmıştır.
  • İkinci dünya savaşı sonrasında bozulan ilişkilerde ise Sovyetler Birliği’nin taleplerinin gerekçe gösterilmesi Türkiye egemen sınıfının siyasi tercihlerinin sonucu oluşmuş tarih yazımının parçasıdır. Oysa ilişkilerin bozulmasını kabaca 1936’ya kadar götürmek mümkündür.  Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin bağlanması ve peşinden imzalanan Sadabat paktı ile Irak, İran ve Afganistan’ın Sovyet etkisinden uzak tutulması ilişkilerin bozulmasını daha erken tarihlememize olanak sağlar.
  • Bildiride 1960-80 arası neredeyse tek bir kaynaktan derlenmiştir. Sovyetler Birliği açısından önemli doktriner değişikliklerin yaşandığı bu dönemin de farklı okumalar ile zenginleşebileceğini düşünüyorum.

Ogün Eratalay

Sayın Yavuz İrs’a değerli çalışmasından dolayı teşekkür ediyorum. Özellikle İkinci Dünya Savaşı dönemi Türkiye-SSCB ilişkileri benim de ilgi duyduğum bir konu olduğu için bildiriye dair görüşlerimi aşağıdaki şekilde paylaşmak istiyorum:

  1. İlk olarak 1939-1945 arasındaki savaşın “İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı” olarak adlandırılmasına değinmek istiyorum. Malum 1914-1918 arasındaki savaş o dönemlerde Büyük Savaş olarak anılırdı. Ancak sol tarih yazımı savaşın içeriğini iyi analiz etmiş ve yaşananın emperyalist merkezler arasında dünya pazarlarının yeniden paylaşılmasını amaçlayan içyüzünü deşifre etmişti. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşına bu anlamda “emperyalist paylaşım savaşı” denilmesinde sakınca yok bence. Ancak İkinci Dünya Savaşı’nın çıkış dinamiklerine, Nazizmin Almanya’da iktidara gelişine, Avrupa çapında faşizmin yükselişine, İspanya İç Savaşında Cumhuriyetçilerin ezilmesi için ortaya çıkan Batılı koalisyona, 1938 Münih İhanetine bakıldığında başta ABD olmak üzere emperyalist merkezlerin dünyadaki ilk işçi sınıf iktidarının savaş yoluyla yıkılması için faşizmi besleyip büyüttüğü ve yönlendirdiği çok açıktır. SSCB yönetimi de bunu görmüş ve emperyalist hiyerarşi içindeki çelişkilere oynayarak Nazilerle saldırmazlık antlaşması imzalayarak savaşın kendi topraklarına iki yıl geç gelmesini sağlamıştır. Bu açıdan bakıldığında savaşa “İkinci Emperyalist Savaş” denilmesi sorunludur bence. Eğer Sovyet bakış açısıyla adlandırılacaksa 1941-1945 arasında verilen mücadeleyi Sovyet literatüründeki gibi “Büyük Vatanseverlik Savaşı” olarak tanımlamak mümkündür. Bunun ötesindeki tanımlamalarda doğrudan “İkinci Dünya Savaşı” ibaresinin kullanılması gerektiğini düşünüyorum.
  2. İlk Kırılma başlığıyla tanımlanan 2.3 maddesinde Montreux Antlaşması sırasında Türkiye-SSCB arasında bir görüş ayrılığı ve fikir çatışması olduğundan bahsedilmiş. Benim okuduğum kadarıyla burada Montreux sırasında Türk tezlerinin en büyük destekleyicisi konumunda SSCB’yi görmekteyiz. Bu tarihe kadar yani 1923 yılında Cumhuriyetin ilanından 1936 yılına kadar tam 13 yıl  (öncesini ve işgal yıllarını da sayarsak 18 yıl) boyunca Çanakkale ve İstanbul Boğazları Türk ordusu tarafından korunmamaktaydı. Lozan’ın ardından uluslararası bir komisyon denetleme görevini sürdürmekteydi. Dolayısıyla Boğazlar rejiminin kurallara bağlanması ve Karadeniz’de bulunacak komşu ülke dışı ülkelere ait askerî savaş gemisi tonajının sınırlanması SSCB’nin de amacıydı ve bunu elde etmiş durumdaydı.
  3. 8-9 Mayıs 1945 meselesi. İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da hangi tarihte sona erdiği bugün tarih biliminin ötesinde siyasi bir konu haline gelmiş ve revizyonist tarih yazımınyla beraber Sovyet-karşıtı bir hal almıştır. ABD ajanı Allen Dulles ve Waffen-SS komutanı Karl Wolff’un İtalya’nın kuzeyinde Sovyetler Birliğinden gizli yürüttükleri teslim görüşmelerinden de anlaşılacağı üzere Batılı Müttefikler içindeki bir ekip Sovyetler Birliğinin Doğu Cephesinde sergilediği başarının ve Kızıl Ordu tarafından kurtarılan ülkelerin ileride kapitalist yeniden inşa için uygun koşulların oluşmasına izin vermeyeceğini öngörerek Sovyet ilerleyişini durdurmak, bu anlamda işgal altındaki bölgelerde partizanlara karşı Nazilerle işbirliği yapmaktaydı. Berlin Muharebesinde de en büyük kayıpları Kızıl Ordu’nun vermiş olmasına rağmen Adolf Hitler’den sonra iktidara çıktığı belirtilen Amiral Karl Dönitz ile Batılı Müttefikler teslim antlaşması imzalamaya girişmiş ancak Sovyet engellemeleriyle bu girişim başarısız olmuştur. Sovyet heyetinin katılımıyla teslim antlaşması yürürlüğe girdiğinde ise Moskova saati esas alınmış ve tarihler 9 Mayıs’ı göstermiştir. Bugün Avrupa’da pek çok ülkenin Nazi işgalinden ve işbirlikçi katillerin egemenliğinden kurtuluşunun simgesi olan 9 Mayıs yıldönümü Avrupa’da 8 Mayıs tarihinde içeriği boşaltılmış şekilde kutlanmaktadır. Nazi Ordularının çok önemli bir bölümünü Doğu Cephesinde Sovyet Kızıl Ordusunun, cephe gerisinde partizanların ve Sovyet emekçilerin direnişinin yendiği unutturulmaya çalışılmaktadır. Dolayısıyla Avrupa’daki resmî tarih yazımının aksine İkinci Dünya Savaşı’nın bitiş tarihinin 9 Mayıs olarak belirtilmesi gerektiğini düşünüyorum.
  4. 3.1 maddesinde yazar savaş koşullarına dair bazı genel çıkarımlar yapmaktadır. Burada Türkiye’nin savaş sırasında izlediği siyasetten bahsedilmemektedir. Giriş kısmında bu yazının ekonomik alana odaklanacağı ve gerekli koşullarda siyasal olaylara dair bilgi verileceği belirtilmiştir. Ancak Türkiye’nin savaş yılları sırasında Nazi Almanyası ile devam eden ve savaş sanayii için kritik öneme sahip olan krom ve bor ihracatına devam etmiş olmasına değinilmeden SSCB ile ilişkilerin anlaşılması olanaklı değildir. Ayrıca savaş henüz Sovyet topraklarında devam ederken İnönü Hükümetinin gizli onayıyla Naziler tarafından organize edilen bir seyahatle cepheye giden Ali Fuad Erden ve Hüseyin Emir Erkilet ziyaretlerinden de görüleceği gibi Türkiye çok açık şekilde bir Nazi zaferini ummaktadır ilk dönemlerde. Türkiye’nin sürdürdüğü çekingen tarafsızlık siyaseti Müttefikler tarafından da dikkat çekmiş ve eğer savaşın ardından kurulacak olan Birleşmiş Milletler içinde yer almak isteniyorsa en geç 1 Mart gününe kadar Almanya’ya savaş ilan etmesi gerektiği ultimatom sertliğinde iletilmiştir. Türkiye’nin savaş ilanı bunun üzerinedir.
  5. “Boğazlar ve Doğudan toprak talebi” meselesinde temel referans olarak verilen Baskın Oran hem siyasal tutumu hem de ikincil kaynak olması nedeniyle temel kaynaklarla değiştirilmelidir. Bahis konusu talebin uluslararası yazındaki tek kaynağı Feridun Cemal Erkin’in eseridir. Erkin de doğrudan emperyalist merkezlerle içli dışlı ve karanlık bir isimdir. Döneme dair dışişleri yazışmalarında bu iddiaya dayanak oluşturacak bir kaynak bulunmamaktadır. Bunun dışında genel anlamıyla Molotov’un anılarında konu geçmekte ancak kaynak gösterilmemektedir. Yavuz İrs makalesinde kaynakça olarak verilen Azeri komünizm karşıtı Qasimli’nin diğer bir eserinde ise Rusya arşivlerine bir referans verilse de bunu teyit olanağı bulunmamaktadır. Qasimli bu kaynağı çoğaltmamış ve internet üzerinden kamuoyuna açık şekilde paylaşmadığı için bu kaynağın doğruluğu da şaibelidir.
  6. Boğazlar ve Doğudan toprak meselesinde Yavuz İrs’in bölüm sonunda vardığı sonuç olan bu taleplerin Türkiye’nin Batılı emperyalist merkezlerin eksenine girmesinde belirleyici olmadığı tezi doğrudur. Ancak buna yol açan etkenlerin yeterince doyurucu şekilde örülmemiş olduğu görülmektedir. Türkiye’nin böylesi bir karara hangi süreçlerle geldiğine dair kamuya açık çok çeşitli kaynaklar ve yorumlar mevcuttur. Bu yönelime etki eden sebeplere dair doyurucu aktarımlar yapılmadığı görülüyor; bunlar arasında ilk elden aklan gelenler arasında Niyazi Berkes, Yalçın Küçük gibi yazarların eserleri bulunmaktadır.
  7. Özellikle Türkiye-SSCB ekonomik ilişkilerini konu alan bir çalışmada çok önemli bir dönem olan savaş yıllarında bugünden bakıldığında korkunç bir yoksullukla boğuşan emekçi halkın durumunun yeterince çalışmaya yansıtılmadığını düşünüyorum. Döneme ait kamuya açık TBMM tutanaklarına bakıldığında meclis gündeminde iç ve dış politikanın yanı sıra gerçekten korkunç derecelere varan yoksulluğun ve geri bırakılmışlığın işaretleri görülecektir. Örneğin 1945 yıllarındaki görüşmelerde ülkedeki yoğun sıtma sorunu ve yaşanan bebek ölümleri görülecektir.
  8. 1942 yılında İnönü’nün yaptığı konuşma aslında belirli açılardan bütün günahı Demokrat Parti bileşenlerinin nüvelerine atması anlamında tam açıklayıcı olmaktan uzaktır. Aynı İnönü iktidarı yukarıda da bahsettiğim Nazi işgalini olumlayan ve uluslararası antlaşmaların açık ihlali olan bir şekilde sürmekte olan bir savaş cephesine askeri heyet göndermiş, Türk basınında yıllarca ırkçı-Turancı yayın yapılmasına göz yummuş, bu ekibin tasfiyesinin ileride sorun yaratacağını görerek başta genç Alpaslan Türkeş olmak üzere yargılananları affetmiş, Tan Gazetesi baskınını organize etmiştir. Ayrıca savaş yıllarında Boğazlardan Karadeniz’e gizli şekilde Alman ve İtalyan savaş gemilerinin geçişine izin verilmiş, bu durum İngiltere tarafından bile protesto edilmiştir. Dolayısıyla Türkiye’nin savaşın ardından ABD-İngiltere ekseninde kurulan yeni ittifaka girmesi sadece Demokrat Partisinin değil İnönü iktidarının da emeli olmuştur, bu yönde ciddi adımları mevcuttur.
  9. Yavuz İrs’in vardığı sonuç doğru olmakla beraber iktidarın “toprak ağaları, tefeci tüccarlar ile işbirlikçi politikacılardan oluşan sermaye blokunun iktidar mücadelesinde galip gelmesinin ürünüdür” olduğu eksikli bir tanımlamadır çünkü bu blok zaten iktidardadır. Genel yazımda iddia edildiği gibi Türkiye savaş sonrası oluşan iki bloktan birisini tercih etme durumunda değildir. Türkiye zaten kuruluş dinamikleri gereğince kapitalist bir ekonomik yol izleyeceğini belirlemiştir. Burada yaşanan Türkiye’nin kendisini unutulmuş ve gözardı edilmiş hissettiği bir dönemde önemine vurgu yapacak adımlar atarak kendisini emperyalist merkezler açısından önemli bir ileri karakol olarak pazarlama girişimidir. Bu dönem bazı yazarlar tarafından “Erken Soğuk Savaş” olarak anılmaktadır. Özellikle son Potsdam Konferans tutanaklarına bakıldığında Türkiye’nin ABD ve İngiltere tarafından ne kadar önemsiz görüldüğü çarpıcı şekilde görülecektir.

İyi çalışmalar dilerim

Gözde Kök

Bildiri özellikleri itibariyle birbirinden oldukça farklı dönemleri içeren geniş bir zaman dilimini ele alıyor. Bu nedenle ister istemez konu açısından önemli ve ilginç olabilecek kimi önemli sorunlar ele alınamamış görünüyor. Örneğin Türkiye-Sovyetler Birliği arasındaki ticaret hacminin düşük düzeyde seyretmesi olgusunu da açıklayan iki tarafın farklı ticaret rejimlerinden kaynaklanan gerilim ilk dönemi karakterize eden önemli bir olgu. Sovyet dış ticaret tekeli Ankara'da rahatsızlık yaratan, bir ölçüde Sovyet hükümetinin Türk tüccarlara tanıdığı ayrıcalıklarla aşılmaya çalışılan bir gündem. Ayrıca Ankara Anadolu'daki Sovyet dış ticaret memurlarını siyasi faaliyet ve ajanlık faaliyeti ile suçlayarak hareketlerini sınırlamaya çalışmıştır. Tüm bu sorunlar bir ticaret anlaşmasının imzalanmasını zorlaştırmış ve geciktirmiştir. İlk dönem için bu tür sorunlara işaret etmenin yanı sıra eğer bulunabilirse Türkiye'nin Avrupalı ticaret partnerleri ile (örneğin Fransa) ithalat/ihracat verilerinin karşılaştırması iyi olur. Ankara'nın o dönemki siyasi tecridini kıran neredeyse tek ülkeyle neden bu kadar sorunlu ticari ilişkilere sahip olduğu açıklanmayı gerektirmektedir. İkinci dönemin 1929 ile başlatılması ekonomik ilişkilerin niteliğindeki farklılaşmayı açıklaması bakımından daha yerinde olabilirdi. 1930'lu yıllar için Türkiye'nin ilk planlama deneyimini hayata geçirmesinde Sovyetlerle ilişkilerin rolü, Türkiye'nin ilk sanayi planında Sovyetlerin doğrudan etkisi bu bölümde ele alınabilir. Yine bu ikinci dönemde, 1933'ten itibaren siyasi ve kültürel alanlarda olduğu gibi ekonomik ve ticari ilişkiler de söz konusu olduğunda Nazi Almanya'sının Sovyetlerin Türkiye'deki yeni rakibi haline gelmesinden söz edilebilir. II. Dünya Savaşı'nın sonunda Sovyetlerin Türkiye'den anlaşma yenilemenin şartı olarak gayri resmi kimi taleplerde bulunması Türkiye'nin savaş yıllarında Almanya ile yaptığı işbirliği ile ilgilidir. Bu işbirliğinin önemli boyutlarından biri, Sovyetlerin büyük tepkisini çeken Türkiye'nin Almanya'ya krom ihracatıdır. İlişkilerin bozulma nedenini açıklarken bu olgulara değinmek yerinde olur. Son olarak Soğuk Savaş yılları için Sovyetlerin Türkiye'ye yönelik açılımı "Sovyetlerin dünya ile ilişkilerini düzeltme"  argümanı yerine "Üçüncü Dünya ülkeleri" ile işbirliği ve dayanışmanın arttırılması olgusuna dayandırılması iki ülke ekonomik ilişkilerinin analizi için daha elverişli bir zemin sunabilir.

Katkılara Yanıtlar

Yazımı okuyup değerli görüşlerini aktardıkları için Sayın Turgut Yıldız’a, Sayın Ogün Eraltay’a, Sayın Gözde Kök’e ve Sayın Özge Şahin’e çok teşekkür ederim.

Öncelikle katkılardaki, ele aldığım uzun dönemin kısa aralıklarla incelenmesinin daha uygun olduğu yönündeki ortak görüşe ilişkin düşüncelerimi belirtmek isterim. Türk-Sovyet ilişkileri üzerine kendi merakımı gidermek amacıyla yaptığım araştırmalarda vardığım sonuç şu oldu: 1920-1991 arasındaki ekonomik ilişkileri bütünüyle ele alan bir çalışma bulunmamaktadır. Yapılan çalışmaların bir bölümü Cumhuriyet Dönemi olarak adlandırılan 1923-1938 arası döneme, bir bölümü yalnızca İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sırasındaki ve savaş sonrasındaki döneme, bir başka bölümü ise yalnızca Boğazlar sorununu gibi konuları el almaktadır. Bununla birlikte Türk-Sovyet ilişkilerini ekonomik yönden ele çalışmalarda da çoğunlukla Sümerbank eliyle yapılan fabrikalara, BBYSP’nın yapılışına ve bunlardan daha az olmak üzere 1960-80 arasındaki ağır sanayi fabrikalarına yer verilmektedir ancak, ilişkileri başlangıcından sonuna, yani 1920’den 1991’e, dek bütünlüklü olarak ele alan bir çalışma bulunmamaktadır.

Daha sınırlı bir tarih içerisinde daha belirgin bir konuyu ele almanın, çalışmanın niteliğini yükselteceği kuşkusuz doğrudur. Buna karşın, bu yazıda ele alınan konuda bütünlüklü bir çalışmanın bulunmayışı bir yandan yalnızca tekil örneklerin bilinmesine neden olurken, diğer yandan da söz konusu tekil örneklerin ikili ilişkiler içerisindeki yerinin ne olduğunun tam anlamıyla anlaşılmasının önüne geçmektedir. Dolayısıyla, 70 yılı aşan dönemin tamamının ele alınması hem bilinen örneklerin gölgesinde kalmış diğer önemli gelişmelerin gün yüzüne çıkmasını hem de bütünün görülmesiyle kurulan ilişkilerin karakterinin daha açık bir biçimde görülmesini sağlayacaktır.

Yukarıda belirtmiş olduğum nedenler, 1930’larda kurulan bir fabrikayla 1970’lerde kurulan diğer bir fabrikayı, 1930’larda toplu taşımaya yapılan katkıyla 1980’lerdeki doğal kaynak ticaretini, 1932’deki İsmet İnönü’nün SSCB ziyaretini 1986’daki Turgut Özal’ın ziyaretine bağlayan bütünlüklü bir çalışmanın hem bu konulara karşı merak duyanların merakını gidermek hem de literatürdeki boşluğu doldurmak için gerekli olduğunu düşündürtmüştür. Bahse konu olan çalışmanın çıkış noktası da bu düşüncelerdir.

Bütün genellemelerin içerisinde az ya da çok yanlışlıklar barındıracağı nasıl gerçekse, bu incelemede yapılmaya çalışıldığı gibi uzun bir dönemi ele alan çalışmaların da içlerinde hatalar ve eksiklikler barındıracağı (görüldüğü gibi bu çalışmada da bulunmaktadır) ve çok önemli bir akademik birikim gerektirdiği (ancak benim bu yeterliliğe sahip olmadığım) de bir gerçektir. Çalışmanın da tüm bunlar göze alınarak yapıldığını ifade etmek isterim.

Sayın Turgut Yıldız;

-Çalışmanın ana konusun iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilere odaklanması nedeniyle dönemlendirmede de ekonomik ilişkileri en iyi yansıtılacağı düşünülen dış ticaret hacimleri ve bunu etkileyen önemli siyasi gelişmeler ölçüt olarak ele alınmıştır.

-İzmir İktisat Kongresi olarak ifade ettiğiniz kongrenin, İzmir’de yapılan Türkiye İktisat Kongresi olması nedeniyle bu konuda doğru adlandırmanın Türkiye İktisat Kongresi olduğunu düşünmekteyim. Diğer yandan Kongre’de emperyalizme bir güvence verildiği düşüncesine katılmıyorum. Bana göre, emperyalizme mesaj 4 Şubat 1923’de Lozan Görüşmelerinin kesilmesinin hemen ertesinde, 5 Şubat 1923’de Akhisar Manevrası ile verilmiştir. Bununla birlikte Türkiye İktisat Kongresi’nde SSCB Büyükelçisi Semyon İvanoviç Aralov ile Azerbaycan SSC Temsilcisi İbrahim Abilov’un yer alması ve birer konuşma yapmalarını da bu konuda kesin yargılara varmadan önce hesaba katmak gerekir. Bu konuda ayrıntılı bilgi için N. İlter Ertuğrul-Cumhuriyet Kurulurken Devletçiliğin Ayak İzleri kitabına ve Dr. Serdar Şahinkaya’nın 6 Mart 2021’de 21. Yüzyıl İçin Planlama Grubu’nun 2021 Bahar Konferansları serisinin ilkinde yaptığı sunuma bakılabilir. (Sunum linki: https://www.youtube.com/watch?v=vNLM_ys3ZCk)

-Bozulan ilişkilerde SSCB taleplerinin oynadığı rol bir gerçekliktir. Bunula birlikte,  çalışmada özelikle vurgulanan temel mesajlardan birisi, iki ülke arasında 1945 sonrasında yaşanan kopmada SSCB taleplerinin ana etken olmadığı, ana etkenin Türkiye’de kapitalizmin gelişiminin bir aşaması olarak Batı kampına seçişi olduğu ve bunula birlikte söz konusu taleplerin de yaşanan kopmaya etki ettiğidir.

-1960-1980 arası dönemde bir kaynaktan değil, Dışişleri Bakanlığı-Belleten Mart-Ağustos 1972 (90), Oran, B. (Ed.)(2010), Polatoğlu, M. G. (2018), Polatoğlu, M. G. (2019), Tellal, E (2000),  Qasımlı, M. (2013) olmak üzere altı farklı kaynaktan yararlanılmıştır. Diğer yandan, farklı kaynakların çalışmayı zenginleştireceği doğrudur ancak bu kaynaklardan yararlanma biçimim çoğunlukla, bir antlaşmanın tam adı, yapılan bir ziyaretin ayrıntıları, kurulacak bir fabrikaya ilişkin bilgiler gibi yoruma kapalı olan, dolayısıyla da yazarların bakış açılarından uzak olan bilgilerin aktarılması şeklinde olmuştur.

Sayın Ogün Eratalay;

-İkinci Dünya Savaşı’nın, hem Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın sonuçları üzerinde yükselmiş olması hem de Almanya, Japonya ve İtalya’nın bütünüyle emperyalist amaçlarla savaşı başlatmaları (ya da savaşa katılmaları) nedeniyle bu savaşın da bir emperyalist paylaşım amacının sonucu olduğunu, dolayısıyla doğru adlandırmanın İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı olduğu düşüncesindeyim.

-SSCB’nin Montreux’da sonuç itibariyle Türkiye’yi desteklediği doğrudur. Buna karşın, SSCB’nin başlangıçta hedeflediği sonuç, Montreux’da kurulan boğazlar rejimi değildir. SSCB yükselen savaş tehdidi nedeniyle Boğazlarda daha fazla etkin olmak istemiş, Boğazları iki ülkenin ortak olarak savunmasını talep etmiştir. İlk kırılma da burada, bu nedenle yaşanmıştır. Türkiye (haklı olarak) bu talepleri kabul etmemiş ve SSCB Montreux’ta kabul olunduğu haliyle ortaya çıkan rejime bir anlamda razı olmuştur. Bu konuda ayrıntlı bilgi için Kudret Özersay-Türk Boğazlarından Geçiş Rejimi kitabına (özellikle s.56-89) bakılabilir.

-Savaşın sonlandığı tarihe ilişkin yaygın kullanım 8 Mayıs olduğu için bu çalışmada da 8 Mayıs tarihi kullanılmıştır. İfade ettiklerinizi göz önünde bulundurarak ilgili yerleri 9 Mayıs olarak değiştirmek doğru olacaktır.

-1945 sonrası yaşanan gelişmelerde Türkiye’nin savaştaki tutumlarının etkisi yadsınamaz. Bununla birlikte Almanya ile olan dış ticaretin savaş sonrası gelişmeleri etkileyen temel etkenlerden biri olmadığı kanaatindeyim. Türkiye, hacmi küçülse de SSCB ile de ticarete devam etmiştir. Diğer yandan SSCB ile Almanya arasında bir saldırmazlık paktı imzalanmıştır. Bu pakttan yola çıkılarak SSCB’nin Almanya’ya destek verdiği yorumu nasıl yapılamazsa yalnızca Türkiye ile Almanya arasındaki ticaretten de yola çıkılarak benzeri bir yorum yapılamaz.
Savaşın bütününde tarafların politikaları da sabit kalmamıştır. Örneğin SSCB, savaşın başında Türkiye’nin tarafsız kalarak savaşa girmemesini isterken, daha sonra savaşa katılmasını istemiştir. Türkiye’nin savaş stratejisi ise başından itibaren savaşın dışında kalmaktır. Bana göre bu strateji, savaş boyunca bir tür ‘’bukalemun tarafsızlığı’’ yaratmış olsa da sonuç itibariyle Türkiye’nin savaşa girmesini engellemiş oluşu ve Anadolu’da yaşayan emekçi halkların eşsiz bir yıkımın orta yerinde olmalarına rağmen en az zararla bu süreci atlatmış olması nedeniyle doğrudur.

-Boğazlar ve toprak talebi konularında Baskın Oran’a referans verilmemiştir. Kaldı ki çalışmada yaygın olarak kullanılan Oran (2009) ve Oran (2010) olarak belirtilen eserler Baskın Oran’ın editörlüğünü yaptığı ancak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü akademisyenlerinin ortak çalışmasıyla hazırlanmış olan, alanındaki en yetkin çalışmalardan biridir. Bu çalışmada Türkiye ile SSCB arasındaki ilişkilere ilişkin bölümlerin tamamı ise Erel Tellal tarafından hazırlanmıştır.

SSCB’nin Türkiye’ye 1946 yılında verdiği notalar ile 1953’te verdiği ve hiçbir talebinin olmadığını ifade ettiği notaya ilişkin ayrıntılı bilgiler için Erel Tellal-SSCB-Türkiye İlişkileri (1953-1964) kitabına bakılabilir.

Musa Qasımlı’nın çalışmada yayınlanan kitabı Türk Tarih Kurum tarafından yayınlanmış olan halidir. Yazarın anti-komünist tutumu açık olsa da çalışması büyük oranda arşiv belgelerine dayanmaktadır. Bununla birlikte bu esere, daha önce belirtmiş olduğum gibi, daha çok bir antlaşmanın adı, bir gezinin ayrıntıları, fotoğraflar gibi yazarın görüşünün etkileyemeyeceği nesnel bilgiler için başvurulmuştur.

-Toprak ağası, tefeci tüccar ve işbirlikçi politikacılardan oluşan blok savaş döneminde iktidarda değildir. Çalışmada savaş sonrası CHP politikalarının yaşadığı dönüşüm ve bunların DP politikaları ile benzerliği özellikle vurgulanmıştır ancak, blok savaş sırasında İsmet İnönü iktidarının en büyük muhalifi konumdadır. Bu blok iktidara savaş sonunda DP ile gelecektir.

Sayın Gözde Kök;

-Çalışmada iki ülke arasındaki dış ticaretin başlangıçtaki yapısına ilişkin bilgilerin yer almaması kuşkusuz benim bu konudaki bilgilerimin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Bu konudaki katkılarınız için teşekkür ederim.

-SSCB ile olan dış ticaret hacminin batılı ülkelerle karşılaştırılması çalışmayı zenginleştirecektir. Bu konudaki merak, karşılaştırmanın getireceği yük göz önüne alınarak iki ülke arasındaki ticaretin yalnızca miktar olarak değil aynı zamanda Türkiye’nin tüm dış ticareti içindeki payının yüzdelik olarak verilmesiyle az da olsa karşılanmaya çalışılmıştır.


[1] Bu dönemde kurulan ilişkilerin ayrıntılı incelemesi için bkz. Rasih Nuri İleri-Atatürk ve Komünizm, Semyon İvanoviç Aralov-Bir Sovyet Diplomatının Anıları

[2] Aralov, 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihlerinde gerçekleştirilen Türkiye İktisat Kongresi’nde de bulunmuş ve açılışta bir konuşma yapmıştır.

[3] (Şahinkaya 2009:142)

[4] Lenin’in 21 Ocak 1924’te ölmesinin ardından başa Stalin geçmiş ve 1953’e kadar yönetimde kalmıştır. Dolayısıyla Lenin ile Mustafa Kemal arasında kurulan ilişkiler esasında Stalin ile önce Mustafa Kemal ve ardından da İsmet İnönü ile devam ettirilmiştir.

[5] Son uzatmanın ardından 1945’te süre dolmuş ancak SSCB’nin antlaşmanın sürdürülmesi için öne sürdüğü kabul edilemez talepler nedeniyle yeniden uzatılamamıştır. Bu konuya ilerleyen sayfalarda yeniden değinilecektir.

[6] Bu planda 5 yılda yapılması için mücadele edilen hedeflere 4 yıl 3 ayda ulaşılmıştır.

[7] Cumhuriyet dönemi ekonomisi için bkz. Bilsay Kuruç-Mustafa Kemal Döneminde Ekonomi: Büyük Devletler ve Türkiye, Korkut Boratav-Türkiye İktisat Tarihi 1908-2015, Serdar Şahinkaya-Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası, Serdar Şahinkaya-Cumhuriyet İktisadında Makas Değişimi, İlter Ertuğrul-Cumhuriyet Kurulurken Devletçiliğin Ayak İzleri

[8] SBKP 16. Kongre (1930) Parti Raporu’nda, 1929’da yaşanan Büyük Buhran’ın bir fazla üretim krizi olduğu saptandıktan sonra yaygınlaşan krizin pazarlar, hammaddeler ve sermaye ihracı uğruna mücadelelerin daha da keskinleşeceği ve bu mücadelelerin gümrük politikalarından başlayıp adım adım sertleşerek yeni emperyalist savaşlara neden olabileceği ifade edilir. (Stalin, 1994:.20) SBKP 17. Kongre (1934) Parti Raporu’nda, uluslararası alanda, BEYPS başlangıcısında, 1914’te olduğu gibi savaş tutkunu emperyalizmin partilerinin yeniden ön planda boy gösterdiklerini ve gözle görülür biçimde yeni bir savaşa doğru gidildiği ifade edilmiştir. (Stalin, 1994:149) SBKP 18. Kongre (1939) Parti Raporu’nda içinde bulunulan dönemin ikinci emperyalist savaş dönemi olduğu, kapitalist ülkelerin içerisinde bulunduğu ekonomik krizin emperyalist bir savaşı daha keskinleştirmeye yaradığı ve artık söz konusu olanın dünyanın yeniden paylaşılması olduğu (Stalin, 1994:231,233, 234) ifade edilmiştir.

[9] (Kuruç, 2015:269)

[10] Plana göre yatırımların %49’u dış yardım ve kredilerle yapılacaktır. (Ay, 2012:167).

[11] (Gürün, 2010:310)

[12] Kuruç’a göre, ‘’Cumhuriyet yönetiminin 1924'ün Köy Kanunu ile başlayıp, 1927'in 1097 ve 1929'un 1505 sayılı yasaları ile 'toprak' zeminine oturan ve 1936'ın tarımda durum saptaması (İnönü, 1936 Aralık) ile 1937 Şubatında anayasa değişikliğine erişen uzun yürüyüşü, 1940 ve 1942'nin Köy Enstitüsü yasalarıyla köye ulaşmış, 1945'in 'Çiftçiye Toprak Dağıtılması ve Çiftçi Ocakları Kurulması' tasarısı ile en ileri menziline, 'bağımsız çiftçi'ye erişme noktasına varmıştır. Bu mücadele o noktadan geri dönmüş, 'bağımsız çiftçi', yani tarımın doğumu beklenen ajanı yaşama kavuşamamış ve 'yeni köy'ü yaratmak için çalışan 'kılavuz'la, yani, köy öğretmeni ile buluşamamıştır. (Kuruç, 2015:289)

[13] (Qasımlı, 2013:165)

[14] Kurulduğu dönemde kapasite olarak Orta Doğu’nun en büyük alüminyum üretim tesisi olma özelliğini taşıyan Seydişehir Alüminyum Fabrikası’nın 14 Ekim 1974’te üretime başlamasıyla ilk kez yerli alüminyum üretilmiştir. (Polatoğlu, 2019:491)

[15] Aliağa Petrol Rafinerisi’nin 8 Eylül 1972’de faaliyete geçmesiyle Türkiye’nin petrol işleme kapasitesi yaklaşık %30 artarken, petrol ürünlerinde devletin payı %56’dan %67’ye yükselmiştir (Polatoğlu, 2019:489)

[16] Devlet başkanlığı makamının SSCB’deki karşılığı sayılabilir.

[17] Bu ziyaret, iki ülke arasında 25. üst düzey görüşme olmuştur. (Qasımlı, 2013:511).

[18] Özal-ANAP ile başlayan süreç Erdoğan-AKP döneminde nihayete ermiş. Birkaçı dışında tüm işletmeler özelleştirilmiştir. AKP bu özelleştirmelerden yaklaşık olarak 60 milyar dolar gelir elde etmiştir.

[19] Gene Sovyet dış politikası, 1953 yılında Türkiye ile arasını düzeltmek için girişimde bulunduğu zaman bütün devletler ile ilişkilerini normalleştirmek çabasına girmiştir. Aynı gelişmeye ticari alanda da rastlamak mümkündür. 1953 yılından sonra Sovyetler, Orta Doğu ülkeleri ile o ana dek önemsiz olan ticaretlerini canlandırmak için harekete geçmiştir. Mısır’la 1954’te, Lübnan’la gene 1954’te, Suriye 1955 tarihinde ticaret anlaşmaları imzalamışlardır. (Oran, 1970:86)

[20] Örneğin,1933 tarihli Dorr Raporu, 1949 tarihli Thornburg Raporu vd.

[21] ‘’Sovyetlerin faiz haddini düşük tutuşları sebepsiz değildir. Zira faiz yardıma bir iş görüşünü vermek içindir, yoksa Sovyet pratiği ve teorisi faiz kabul etmez. Nitekim Sovyetler Birliğinin ilk iktisadi yardım uygulamasında Stalin anlaşmayı imzalayan dış işleri bakanımız Dr. Aras’a ‘’Kredi faizsiz olacak, biz faiz almayız’’ demiştir.’’(Akalın, 1966:59). ABD ve SSCB yardımlarının ayrıntılı incelemesi için bkz. Güneri Akalın-A.B.D ve S.S.C.B Yardımlarının Karşılaştırmalı Özellikleri