Salgın döneminde kamulaştırmanın geçerliliği
Ali Somel
BAA Kolektif Yaşamı Kurgulama Bilim Alanı
GİRİŞ
Salgının dünyada tetiklediği ekonomik kriz devletin müdahale araçlarını yeniden gündeme getirdi. Düzen eksenindeki bilimsel tartışmalarda esas olarak iki arayış görülüyor: Biri, serbest piyasacılığa en az zararı vererek, dolayısıyla uzun vadede sermayeyi kurtararak bir çıkış yolu arayışı; ikincisi, devletin yeniden toplumsal işlev üstleneceği bir düzenlemeye geçiş arayışı. Devlet müdahaleciliğinin önemli araçlarından biri olan kamulaştırma bu tartışmaların nirengi noktasında yer alıyor.
Salgın açıkça “kamu çıkarı” ile “şirket çıkarlarını” karşı karşıya getirdi. Kapitalizmin sınırları içerisinde üretilen bilimin bu terminolojiyi kullanabildiğini görüyoruz. Kamulaştırma da benzer bir çerçevede tartışılıyor. Fakat kapitalizm, ters düşen bu çıkarları aynı zamanda “uzlaştırmak” üzere kurulmuş bir düzendir. Dolayısıyla tartışmaların ortak noktası, çıkar çatışmasının nasıl aşılacağıdır. Salgın sonrası bu “çıkış stratejilerinin” zayıflıklarını saptamamız, düzenden bağımsız bir bilimsel akıl yürütmenin önünü açacaktır.
Salgının ortaya çıkması sonrası Batı’da alınan bazı önlemlerin İkinci Dünya Savaşı sonundan beri en radikal örnekleri teşkil ettiği söyleniyor. Mart ayından haberler şöyle: İspanya hükümeti özel hastanelerin ve sağlık merkezlerinin kamulaştırıldığını açıkladı (Businessinsider, 17 Mart 2020). İtalya’da özelleştirildiği hâlde alıcı bulunamayan Alitalia yeniden kamulaştırıldı (Businessinsider, 21 Mart 2020). İngiltere’de demiryolları imtiyazları iptal edilerek kamulaştırıldı (Railfreight, 23 Mart 2020). Almanya, Lufthansa gibi şirketlerin gerektiğinde kamulaştırılması için bütçe ayırdı (Płóciennik, 2020). ABD özel sektörün maske ve solunum cihazı üretimini kamulaştırmak zorunda kaldı (New York Times, 31 Mart 2020). Öte yandan Çin’de ilk alınan önlemler arasında otel, fuar yeri, okul gibi mekanların kamulaştırılarak tedavi hizmetlerinin merkezileştirilmesi olduğu belirtilmişti (Liu ve ark., 2020). Kamulaştırma kavramının bu kadar geniş kullanılması kavramdan ne anladığımızı netleştirmeyi gerektiriyor.
TARİHTE KAMULAŞTIRMA VE BUGÜN KAFAMIZI KARIŞTIRAN NE?
Tarihsel olarak devletin kamu düzeni ve sağlığı gibi gerekçelerle özel mülkiyete müdahalesi devletin Roma hukukundaki “polis yetkileri” kapsamında değerlendirilmektedir. Mülkiyetini başkalarına zarar vermeyecek şekilde kullanmayı ifade eden “sic utere” ilkesi polis erkinin temelini oluşturur. Polis yani devlet, “salus publica” yani kamu yararı ilkesiyle, henüz zarar oluşmamışken de onu önleme yetkisine sahiptir (Galve ve ark., 2005). Bu ilkeler 20. yüzyıl sınıf mücadelelerinin neticesinde mülkiyetin gerektiğinde başkalarının yararına kullanılması anlamı kazanacaktır. Roma hukukundan devşirilen kamulaştırmada da mülkiyetin sosyal işlevi unsurunun modern devlete yönelik bir illüzyon doğurduğu görülecektir.
Polis yetkileri modern devlette egemenlik yetkileriyle de özdeş tutulan sağlık, esenlik, güvenlik gibi konularda devletin özel alanlara müdahale edebilmesine imkân tanır. İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu eserinde Engels, 19. yüzyılın ortasında Manchester’da çok sayıda salgın vakasının emekçilerin yaşamını tehdit ettiğini ve ancak mülk sahibi sınıflar kentin esenliğinden kaygılandıklarında “sağlık polisinin” devreye girdiğini anlatır (Engels, 1997: 100, 11, 116). Yetkinin bu şekilde kullanılması aslında koruyucu-önleyici müdahale yerine vaka sonrası müdahale anlayışı açısından bugün de sürmektedir. Öte yandan 19. yüzyıl İngiltere’sinde erken tarihlerde sınıf mücadelesinin gündemine sağlık konusunun girmiş olması, devlet geleneği daha güçlü olduğu hâlde Fransa’dan farklı olarak bu ülkede bir halk sağlığı politikası doğurması bakımından dikkat çekicidir (Nathanson, 2007: 38).
Kamulaştırma modern zamanlarda esas olarak iki biçimde karşımıza çıkıyor: Birincisi sektör veya işletme düzeyinde devletleştirme (millîleştirme) ikincisi ise taşınmazlara el konması anlamında eski tabirle “istimlâk”. Yaygın olarak ikincisi için hukuki bir terim olan kamulaştırma kullanılıyor. Kapitalizm öncesi toplumda keyfi el koyma anlamına gelen “müsadereye” sık rastlanıyordu ve buna karşı kapitalizme geçiş sürecinde mutlakiyetçiliğe karşı özel mülkiyetin dokunulmazlığı benimsendi. Bu aynı zamanda devlet müdahalesine kısıtlama getirdi. Fakat 17. yüzyıldan itibaren özel sermaye birikiminin de bir el koyma süreciyle işlediği ve devletin bunda rol oynadığı Marx’ın Kapital eserinin birinci cildinde “ilkel birikim” tahlilinde ortaya konur (Marx, 1867). O hâlde bunun karşısında “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi” anlamında kamulaştırma hangi yolla gerçekleşecektir?
1917 Ekim Devrimi’nde Sovyet iktidarı bir geçiş programıyla bunu hayata geçirdi. Başlangıçta kapitalistler işletmelerin mülkiyetini ellerinde tutmaya devam ediyorlardı. Ancak işletmelerde işçiler örgütlüydü ve seçilmiş işyeri komiteleri vardı. Lenin devrimin ilk günlerinde kontrolün fabrika komitelerine geçmesi yönünde bir kararname taslağı hazırladı, Sovnarkom aracılığıyla bu uygulandı. Komite kararı bağlayıcıydı ve buna uymayan kapitalistin işletmesi müsadere ediliyordu (Rucker, 1979: 166, 167). Böylece kamulaştırma, kapitalistin işçilerin kararına uymaması karşısında bir cezai işlem olarak gerçekleşmeye başladı. Kamulaştırma sürecinin esas dayanağı işçi iktidarı ve onun işyerlerindeki örgütlü temsilcileriydi. Topyekûn kamulaştırmalar devamında merkezî planlama için elzem hâle geldi. Fakat üretim araçları üzerinde kamulaştırma ve planlamanın sosyalizmin inşasında esas önünü açtığı üretici güçlerin “toplumsallaşmasıdır”1 (Carr, 1998; Bettelheim, 1973; Kelsen, 1961).
En genel anlamda kişisel mülkiyetin halkın mülkiyetine dönüştürülmesi için “millîleştirme” tabiri kullanılabiliyor. Ulus devlet oluşumunda bu tür bir millîleştirme feodal mülklere karşı uygulanıyordu. 1789 Fransız Devrimi’nin kararnamelerinde de, 1917 Meksika Devrimi’nin anayasasında da millîleştirme vardı (Reynolds, 2010). Kilise ve büyük toprak sahiplerinin mülklerine el konmasına pek çok burjuva devrim örneğinde rastlanmaktadır. Öte yandan emperyalizm çağında millîleştirme başka bir siyasal anlam kazandı. Dekolonizasyon ve ulusal kurtuluş mücadelelerinde millîleştirme, emperyalizme karşı siyasi bağımsızlık elde etmek, kendi doğal kaynakları üzerinde egemenlik tesis etmek ve bazen kendi millî burjuvazisini yaratmanın aracı olarak kullanıldı. İstimlâka tekabül eden toprak kamulaştırmaları ise topraksız köylüler veya az topraklı çiftçilerin fiili mücadelelerinin veya toprak reformu gibi uygulamaların sonucudur.
1929 Büyük Buhranı’ndan beri kapitalizmin müktesebatında yerleşik hâle gelmiş bir başka kamulaştırma gündemi var: Tekelci kapitalizm, krizlere bağlı iflaslar karşısında sermayenin yeniden değerlenmesini sağlamak ve emeğin yeniden üretimini mümkün kılmak için sektörel devletleştirmelere başvurabiliyor. Öte yandan krizler sonucu rekabetin şiddetlenmesiyle millîleştirme devlet tarafından kendi tekellerinin ellerini güçlendirmek için de kullanılabiliyor. Bugün kamulaştırmanın kriz karşısında gündeme geliş biçimi bu çerçevededir. Dolayısıyla aslında yeni bir olguyla karşı karşıya değiliz. Kafa karıştırıcı olan, bugün alınan önlemlerin İkinci Dünya Savaşı sonunda yaşanan kamulaştırmaları ve kabaca 1945-80 arası dönemi hatırlatmasıdır. Oysa kapitalizmde açılan bu “kamucu” parantez, kapitalist ülkelerde Sovyetler Birliği’nden güç alan işçi sınıfı mücadelelerinin ve az gelişmiş ülkelerdeki anti-emperyalist mücadelelerin ürünüdür.
1945-80 arasına kamulaştırmanın altın çağı diyebiliriz. Bunu dar anlamda el koyma uygulamalarının yaygınlaşması bakımından değil, işçi sınıfı mücadelesinin siyasi güç kazandığı ülkelerde sektörel devletleştirmeler ile merkezi planlamanın eş güdümlü yürütülmesi olarak kavramak gerekir. Kapitalist ülkelerde devletleştirildikten sonra özel sektör mantığıyla yönetilen, yarı işçi yarı işveren yönetimlerine devredilen, mülkiyeti imtiyazlarla veya anonim şirket hissedarlığıyla bölünen işletme örnekleri çoktur. Sosyalizmin kuruluş süreçlerinde ise Ekim Devrimi örneğindeki gibi işçi sınıfının merkezi iktidar örgütlenmesinden güç alarak gerçekleştirilen tekil kamulaştırmalar nihai olarak merkezi planlamanın denetimine girmektedir (Azrak, 1976: 16-21). Nitekim altın çağın sonu, bir yandan özelleştirmeler yoluyla geçmişte kamulaştırılmış işletmelerin satılması, diğer yandan planlamanın piyasa lehine tasfiyesiyle gelmiştir.
Bugünkü kafa karışıklıklarının temelinde altın çağın kapitalist ülkelerin kapasitesiyle yaratılmış olduğu illüzyonu var. Bugün gündeme gelen kamulaştırmaların tekrar sosyal devleti diriltebileceği zannının kaynağı, devletin kriz dönemlerinde mülk sahiplerine toplumcu görevler yükleyebileceği beklentisidir. Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan 1919 Weimar Almanyası’nın anayasasında Roma hukukundaki ilkelerin bir adım ötesi, “mülkiyetin bir toplumsal yükümlülük getirdiği” ilkesi benimsenmişti. Daha sonra bu ilke İrlanda, İspanya, İtalya ve pek çok Latin Amerika ülkesinde kullanıldı. 1920’lerde Fransız idare hukukçusu Leon Duguit bu ilkeyi kuramsallaştırdı. Böylece devletin yeri geldiğinde kapitalistlerin mülkiyetine toplumsal ihtiyaçlar için müdahale edebilme seçeneği emekçi sınıflara kapitalizm adına bir güvence gibi sunuldu. Tekelleri koruyan devlet, acil durumlarda polis yetkilerini kamusal amaçlarla devreye sokmayı vaat ediyordu (Tugwell, 1969: 26, 27). Bugüne gelindiğinde bu acil durum yetkisinin nasıl kullanıldığına bakacağız. Ancak buna gelmeden önce anlattığımız tarihsel deneyimin Türkiye’deki karşılığına değinelim.
TÜRKİYE’DE KAMULAŞTIRMA/DEVLETLEŞTİRME MÜKTESEBATIMIZ
Türkiye tarihinde devletleştirme ve kamulaştırma uygulamalarının ekonomide sanayi plancılığı ve kalkınma plancılığı politikalarıyla eş güdümsüzlüğü dikkat çekicidir. Ulus devletin kuruluşunda devletçilik ilkesi henüz yokken devletleştirmeler gündeme gelmiştir. 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde İşçi Grubu’nun önerdiği Reji’nin millîleştirilmesi kararı onaylanırken, tüm imtiyazlı yabancı şirketlerin devletleştirilmesi önerisi diğer mülk sahibi meslek grupları tarafından reddediliyor (Ökçün, 1997: 361). Daha sonra yine millîleştirme adı altında bazı imtiyazlar kaldırılsa da birçoğu Türk Anonim Şirketleri ismiyle yabancı ortaklı şirketler tarafından yürütülmeye devam ediyor (Boratav, 1974: 46, 47). İdari bir ruhsat iptaliyle değil yasayla gerçekleşen sektörel tek devletleştirme Ereğli kömür havzasındaki maden ocaklarına yöneliktir. 1930’larda Sovyet destekli Sanayi Planlaması ise devletleştirmeyle yine eş güdümlü değildir. Dönemin sonu sayılabilecek 1937 yılında hazırlanan anayasada yer alan ormanların devletleştirilmesi ve çiftçinin topraklandırılması 1946 itibariyle liberal bir yönelime girilmesiyle hükümsüz kalmıştır.
1960’ta kalkınma plancılığının benimsenmesi güçlü bir “kamucu” anlayışın geliştirilmesini sağladı. Ancak kamuculuk 1961 Anayasası’nın ürünü olmaktan ziyade o anayasayı da yaratan sınıf mücadelesinin fiili ürünüydü. 1950’lerin sonunda başlayan ve 1970’lere uzanan Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesi gitgide sosyalist ve devrimci siyasetin etkisine girerken, öte yandan Türkiye gibi az gelişmiş ülkelerde millîleştirme talepleri yükselirken, 1970’lerin TBMM’sinde maden, petrol, toprak reformu başlıkları altında devletleştirme ve kamulaştırma düzenlemelerinin gündeme gelmesi tesadüf değildir. Ancak adı üzerinde reform yasaları, yabancı sermayeye sınırlar çektiği hâlde o dönemin planlama anlayışına benzer şekilde özel sektörle uyumlu özellikler taşımaktadır. Nitekim 1970’lerin krizinin etkisiyle bu reform yasaları kısmen uygulamaya konmuş, 1980 darbesi sonrasında ise büyük ölçüde geri alınmıştır.
1980 sonrası kamu hizmetlerinde başlayan özelleştirme ve piyasalaştırma politikalarının 1999’da anayasal hâle geldiği biliniyor. İronik bir şekilde bu “devletleştirme” maddesine bir fıkra eklenerek gerçekleştirilmişti. Öte yandan taşınmazlara yönelik kamulaştırma yoluyla küçük mülk sahiplerinin geçimlik mülkiyetinin kamu ihalelerini alan şirketlere devredildiği bir uygulama 2000’lerde öne çıktı. Çeşitli hizmet alanlarında şirketler lehine bu tip kamulaştırmaların tarihi 1950’lere kadar geri gitse de esas olarak içinde bulunduğumuz dönemde kamulaştırma bir piyasalaşma aracı hâline geldi. Dünyada görülen benzer örnekler için çokça yapılan benzetmeyle kamulaştırma 17. yüzyılda Marx’ın bahsettiği ilkel birikimin günümüz uygulamasına dönüştü (Harvey, 1997: 159).
Özelleştirmeler konusunda başından itibaren devletin esas kaygısı yargı denetiminin özelleştirmeleri aksatmaması idi. Benzer nedenlerle piyasalaşma amaçlı kamulaştırmalarda da yargı denetimini aşabilmek için acele kamulaştırma uygulaması yaygınlaştı. Başkanlık sistemiyle bu yetkiler de merkezileşmiş oldu. Bunlara AKP iktidarının kamu idaresinde Cumhuriyet’ten kalan devletçi ve halkçı refleksleri tamamen törpülemiş olması eklenmelidir. Vaziyet böyleyken salgın gündeminde yalnız AKP iktidarının değil, onu var eden sermaye sınıfının yandaş ve muhalif tüm kesimleriyle elinde tuttuğu seçenekler arasında kamuyu koruyucu bir kamulaştırma programı bulunduğuna ihtimal vermek abesle iştigal olur.
Düzene merkez-çeper ikiliği üzerinden bakanların kapıldığı bir başka illüzyona da burada değinmek gerekir. Kamulaştırma kamu idarelerine verilen bir yetki iken, mülki idarenin yanı sıra en yaygın yetki sahibi kamu idareleri belediyelerdir. Dolayısıyla kamulaştırmanın bir kolu da beledîleştirmedir. Dünyada neoliberal politikaların yerel yönetimlere de nüfuz ettiği geçtiğimiz on yıllar içerisinde, sınıf hareketinin güçlendiği ülkelerde dönemsel olarak yeniden beledîleştirmeler yaşandığı oldu (Bayramoğlu, 2015). Bugün Türkiye’de elektrik, su, doğalgaz gibi hizmetler büyük ölçüde şirketler tarafından yürütülüyor ve salgının ekonomik etkileri karşısında bu hizmetlerin ücretsiz sunulması talebinin bir muhatabı da büyükşehir belediyeleri. Ancak bugün birçok büyükşehir belediyesinde temsil edilen AKP karşıtı muhalefetin de kamuyu korumaya yönelik bir kamulaştırmayı gündeme almadığı görülüyor. Çünkü bu sermayeyi karşıya almak anlamına gelecek.
Peki Türkiye’de tam da salgın gündeminde kamuyu koruyacak bir kamulaştırmanın yasal dayanağı var mı? Talihsiz bir şekilde darbe döneminin iki kanununda var. Biri ünlü OHAL Kanunu. 1983 tarihli kanun, yürütmeye tehlikeli salgın hastalıklar ile ağır ekonomik bunalımlar hâlinde taşınmazlara el koyma yetkisi tanımaktadır. Olağanüstü hâl bugünkü koşullara karşılık düşse de AKP iktidarının siyasi ‘iktidarsızlığını’ hatırlatması ve Türkiye sermaye sınıfının ihtiyaç duyduğu ekonomik istikrar açısından uyumsuzdur. İkincisi 1984 tarihli Kamu Hizmeti Niteliği Taşıyan Özel Teşebbüslerin Devletleştirilmesi Hakkında Kanun. Bu kanun ise 1970’lerin devletleştirme tartışmalarının önünü kesmek üzere çıkarılmıştır. Öyle ki devletleştirme, yasamanın yetkisinden çıkarılarak artık serbest piyasacı çizgiye yerleşmiş yürütmenin elinde kadük hâle getirilmek istenmiştir. Buradan çıkacak sonuç, Türkiye’de özellikle 12 Eylül’den sonra merkezi iktidarı hedeflemeyen bir kamulaştırma ve devletleştirmenin karşılıksız olduğudur.
YENİ DÖNEMDE KAMULAŞTIRMA: BİR DÜZENLEME ARACI
Kamulaştırma ve devletleştirmelerin dünyada zirve yaşadığı dönem 1970’lerin ortası olarak biliniyor. 1974 yılında Birleşmiş Milletler Devletlerin Ekonomik Hakları ve Görevleri Sözleşmesi ile devletlerin kendi topraklarında faaliyet yürüten yabancı yatırımları düzenleme, denetleme yetkileri kapsamında millîleştirme ve kamulaştırma hakları tanındı; tazminat için yerel hukuk yetkili görüldü. Ancak Sovyetler Birliği’nin 1980’lerde girdiği çözülüş sürecinin ardından bölgesel ve ülkeler arası serbest ticaret anlaşmalarıyla bu koruma duvarı indirildi. Kamulaştırma, “kamu yararı amacıyla, ayrımcı olmayacak bir biçimde, zamanında, yeterli ve etkin tazminat ödeyerek ve yürürlükte hukuk çerçevesinde” uygulanma koşuluna bağlandı. Dolayısıyla artık bu koşulların birinin eksikliği iddiasına dayalı olarak şirketler devletlere tazminat davası açabiliyorlardı.
1930’da, yani 1929 krizinin hemen ardından uluslararası hukukta benimsenen ilke, devletlerin ayrımcılık içermeyen ve “iyi niyete” (bone fide) dayanan polis yetkilerini kullanmaları hâlinde tazminat ödemek zorunda olmadıklarıdır. Buradaki ayrım noktası, bir zararı önlemeye yönelik kararlar ile kazanç doğuran kararların farklı muamele görmesidir. Normalde devletin bir kamusal zararı önlemek amacıyla özel mülkiyet hukukunu çiğneyebileceği, fakat bir kazanç için bunu yapması hâlinde zaten tazminat ödemesi gerekeceği varsayılıyor (Vadi, 2013: 74-76). Küçük bir örnek: 1904 yılında Venezuela’nın salgına neden olan çiçek hastalığının bulaştığı bir İtalyan yolcu aracına el koyması ve dava konusu olduğunda tazminattan muaf sayılmasıdır (Fortier, 2005: 85, 103). Hemen hemen yüz yıl sonra Venezuela’nın halk açısından “kazanç” doğuran ve şirketlere karşı “kötü niyetli” kamulaştırmalarının ağır tazminatlara mahkûm edildiği görülecek.
1959 yılında kurulan yatırımcılar ile devletler arasında uyuşmazlıkları çözüm mekanizması (Investor-State Dispute Settlement - ISDS) yabancı sermayenin devletleri dava edebilmesini sağlıyor. Davaların zemini, ikili ticaret anlaşmalarında devletlerin yabancılara verdiği taahhütlerdir. Bu tarihten beri dünyada kamulaştırma ve devletleştirme koşullarını sınırlayan 3300 ikili ticaret anlaşması yapılmış ve hâlen 2500’ü yürürlüktedir. Özellikle Sovyetler Birliği’nin olduğu dünyada ikili ticaret anlaşmaları yabancı sermayenin kendisini güvence altına alması anlamına geliyordu: 1960’lardan 1980’lere uzanan dönemde sömürgecilikten kurtulan ve sosyalizme yönelen ya da ondan güç alan ülkeler kamulaştırmalar yapabiliyor, itiraz davalarına ulusal mahkemeler bakıyor ve bu mahkemeler siyasi gerekçeleri dikkate aldıkları için şirketler davaları kaybedebiliyordu. Ne var ki Sovyetlerin çözülüşü sonrası bu tür davalar ISDS mekanizmasına kaydırıldı. Sermayenin serbest dolaşımı güvence altına alındı. Buna rağmen şiddetlenen rekabet şartlarında yabancı doğrudan yatırımlara yönelik kamulaştırmalarda 1990’ların ortasından itibaren (Tablo 1) yeniden bir artış görülüyor (Minor, 1994; Hazjler, 2010). Üstelik 2013 yılı itibariyle ISDS’ye gelen kamulaştırma davalarının beşte birinin sağlık ve çevre konulu olduğu bildiriliyor (Gleeson ve Labonte, 2020). Bu nasıl mümkün oldu?
Son yıllarda mülkiyete el koyma vakalarından çok, “dolaylı kamulaştırma” adı verilen kamulaştırma biçimleri dava konusu olmaya başladı. Bunlar, devlet düzenlemeleri sonucunda şirketlerin yatırım kazançlarından mahrum bırakıldıkları yönündeki şikâyetlerine dayandırılıyor. Mülkiyete dokunma söz konusu değilken mülkiyetin sağladığı faydanın kısıtlanması kamulaştırmayı bir şantaj konusu hâline getiriyor. Çevre ve sağlık konusunda yapılan koruyucu düzenlemelere karşı açılabilen bu tür davalarda şirketler devletlerden kamulaştırma yapılmış gibi tazminat talep ediyor. Bu talebi keskinleştirmek için kriz dönemlerinde iflas eden ülkelere alacaklı sermayenin stratejik bir “devlet iflası” etiketi yapıştırması gibi dolaylı kamulaştırmaya da stratejik bir “devlet hırsızlığı” damgası vuruluyor (Tablo 2).
Bunun ölçütünün ne olacağı hâlen bir muamma. Bir yaklaşıma göre eğer kamu yararı varsa, mülk sahibi ayrımcılığa maruz kalmıyor ve mülkiyetinden tamamen feragat etmeye zorlanmıyorsa düzenlemeler “iyi niyetli” kabul ediliyor ve şikâyetçiye tazminat hakkı doğmuyor (WHO TFI, 2012). Ancak bu yaklaşımdaki Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ-WHO) ilkeleri ile uluslararası ticaretin ilkeleri birbiriyle aynı değil.
Büyük ölçüde ikili ticaret anlaşmalarına dayanan uluslararası ticaret hukuku görünüşte hâlen sağlık, güvenlik gibi konuları kapsayan polis yetkilerini tanıyor. Hatta davaları sermaye lehine değerlendirme eğiliminde olan mahkemeler çevre ve sağlıkla ilgili konularda Roma hukukundaki “sic utere” ve “salus publica” ilkelerine itibar ediyorlar (Galva ve ark., 2005: 21). Ancak kamulaştırmalar çok nadiren tazminattan muafiyet sağlayan bu çerçevede ele alınıyor (Devaney, 2015: 49, 50). Tipik bir örnek, 2003 yılında Meksika’nın İspanyol TECMED şirketinin ruhsatını iptal etmesi üzerine açılan dava: Meksika’nın ruhsat iptali için öne sürdüğü çevreye zarar ve buna karşı gelişen halk tepkisi gerekçeleri, uluslararası mahkeme tarafından tazminattan muafiyet için yeterli görülmedi. Bu yaklaşım daha sonra başka davalarda (Azurix-Arjantin davası, AİHM) da içtihat olarak kullanıldı (ICSID, 2003; UNCTAD; 2011).
Doğrudan el koymaların kamuya bir kazanç sağladığı varsayıldığı için tazminatın geçerli kabul edildiğini söylemiştik. Dolaylı kamulaştırmalarda ise kamusal bir kazanç olmadığı hâlde sırf sermayenin mülkiyetten kaynaklanan kazancına dokunduğu için devletin tazminat ödemeye mahkûm edilmesi söz konusu. 1970’lerde kendi topraklarında yabancıların işlettiği doğal kaynaklara el koyan devletlere karşı açılan davalardan farklı olarak bu defa gelişmiş ülkelerde yapılan düzenlemelerin dava konusu hâline geldiği görülüyor. Şirketler bu davaların beşte birini kazanıyorlar. Almanya, Avustralya gibi ülkelerdeki bu tür önleyici düzenlemeler karşısında örneğin Venezuela’da petrol şirketinin doğrudan kamulaştırılmasının kamusal bir kazanç doğurduğu, tazminat gerekçesi oluşturduğu için kabul ediliyor. Öte yandan örneğin Afrika’da sigara şirketlerine karşı kısıtlayıcı önlemler alan devletlere Philip Morris gibi tekeller dolaylı kamulaştırma iddiasıyla dava açarak bu ülkeleri tazminata mahkûm edebiliyorlar. DSÖ, şirketlerin az gelişmiş ülkeleri sağlığı koruyucu düzenlemeler yapmaktan caydırmak için özellikle dava ettiğini söylüyor (Pelc, 2017).
Açıkça uluslararası alanda her tür kamucu düzenlemeyi önleyen ve rekabeti şiddetlendiren bir iklim var. Uluslararası ticaret mahkemelerinde yüklü tazminat talepleri mülkiyete müdahale karşısında yeterince caydırıcı. Mahkemeler nadiren de olsa el koymanın tazminat yükümlülüğü doğurup doğurmadığına eylemin “amaç” konusuna bakarak karar verebiliyorlar. Örneğin sağlık ve güvenlik düzenlemeleri tazminat gerektirecek kamulaştırmalar arasında sayılmazken çevre ve sosyal refahın tazminat gerektireceği kabul ediliyor. Ancak mahkemeler nihai olarak bu düzenlemelerin şirketlere “etkilerini” hesaplama ve buna göre davaları değerlendirme eğiliminde. Dolayısıyla her davayı şirketler kazanmasa bile yüksek tazminat talebiyle davalık olma ihtimali devletleri mülkiyeti kısıtlayıcı düzenlemeler yapmaktan kaçınmaya itiyor. Sonuç olarak ISDS mekanizması her koşulda şirketleri kayırmış oluyor. Uluslararası hukukun şirketler lehine bu işleyişini reformdan geçirmeyi savunanlar “sürdürülebilir kalkınmanın” dikkate alınması, sosyal faydanın kriter hâline getirilmesi ve şirket zararlarının buna değip değmediğinin ölçülmesi gibi öneriler getiriyorlar (Paparinskis, 2010; Lencucha, 2017; Wright, 2019: 385). Bunlara nihai olarak değineceğiz.
Salgın sonrası reform gündemine girmeden şu soruyu sorabiliriz: Bugünkü kriz yaşanmadan bir salgının halk sağlığı ile sağlık sektörü şirketlerinin çıkarlarını bu şekilde karşı karşıya getireceği öngörülebilir miydi? Ve bu öngörüye göre hem halk sağlığını hem şirketleri koruyacak bir çıkış stratejisi hazırlanabilir miydi? 2007 yılında ABD için yapılmış bir pandemi simülasyonu, halk sağlığı ile özel sağlık hizmetleri arasında bir uzlaşma önerirken aslında bu uzlaşının olanaksızlığını ortaya çıkarması bakımından dikkat çekici. Simülasyon iki zıt yönlü gelişmeyi veri alıyor: Sağlık alanındaki gelişmeler, kapsamlı karantina ve izolasyon mekanlarını rezervde tutma gereksinimini devlete unutturdu. Öte yandan hukuk alanındaki gelişmeler fazlasıyla şirketler lehine bir müktesebat yaratmış durumda. Bir pandemi hâlinde özel hastaneler kamu sağlığı için ellerindeki imkânları paylaşmak konusunda isteksiz olacaklardır. Devlet halk sağlığını koruyabilmek için bu imkânları ancak özel hastanelerden rayiç değeri karşılığı tazminat ödeyerek kullanabilecektir. Bu durumda pandemiye hazırlanmanın tek yolu, özel sektör hastanelerine yüksek tazminatlar sunacak bir finansman hazırlamaktır (Williams, 2007: 26-28, 64, 65)!
Şu anda ABD’de ve dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan sıkışma tam da budur. Yazının başında yer verdiğimiz “kamulaştırma” haberlerine şimdi bu mercekten tekrar bakalım: ABD’de New York Valisi Andrew Cuomo’nun federal devlete müdahale çağrılarını “Millîleştirmeyi Venezuela’da gördük, çok kötü oldu” diye geri çeviren Başkan Trump, nihayet salgına karşı malzeme üretimi için özel sektöre acil sipariş verdiğinde Vali bunun zaten “millîleştirme” olmadığını ve şirketlerin nihayetinde yüksek fiyatlarla ödüllendirildiğini belirtme ihtiyacı duydu (Business Insider, 24 Mart 2020). ABD’nin Kore Savaşı’ndan kalan Savunma Üretimi Kanunu’nu kullanarak gerçek bir kamulaştırma değil savunma şirketlerini zengin eden bir kanunla bu defa medikal şirketleri zengin edecek bir yol izlediği anlaşılıyor. Keza İspanya’nın özel hastanelere aslında el koymadığı ve sadece yönetimini devraldığı, İngiltere’nin demiryollarında ruhsatı askıya alınan şirketleri tazmin ettiği, İtalya’nın kamulaştırdığı oteller ve tıbbi malzemeler karşılığında şirketlere piyasa fiyatını taahhüt ettiği ve başka ülkelerdeki buna benzer “kamulaştırmaların” Türkiye’deki gibi esas olarak özel sektörü kurtarmayı hedeflediği görülüyor.
Pek çok ülke hâli hazırda altına imza attıkları onlarca ikili ticaret anlaşmasını ihlal etmiş durumda. İtalya’nın en az böyle 70 anlaşmayı çiğnediği ve bunların salgının ardından şirketler tarafından dava konusu yapılacağı tahmin ediliyor. Buradan hareketle küreselleşmenin son bulacağı ve her ülkenin içe kapanacağı tezleri şu argümanla yanıtlanıyor: Sermaye, alternatif tedarik zincirlerine yönelecek çünkü krizden bağışık bir ekonomik coğrafya kalmamış durumda. Bazı alanlarda kısmi korumacılık yapılması ise başka alanlarda tedarik zincir mekanizmalarını bozacağı için gerçekçi değil (Yacoub ve El-Zomor, 2020). O hâlde ikili ticarette sermaye ihracatçısı ve ithalatçısı ülkeler arası kompozisyon değişecek. Örneğin Fransa, ülke içinde kamulaştırmalarla şirket kurtarmaya yönelirken ülke dışında tedarik kaynaklarını Çin’den Orta ve Doğu Avrupa’ya kaydırmayı planlıyor (Maślanka, 2020); buna karşılık Kuzey Afrika, salgın nedeniyle Çin’den uzaklaşan Avrupa sermayesinin yeni talibi olarak kendisini pazarlamaya hazırlıyor (Ghiles, 2020).
REFORMCU BİR KAMULAŞTIRMA MÜMKÜN MÜ?
Bu koşullar altında düzen ekseninde bir bilimsel akıl salgın döneminden “çıkış stratejisini” tartışıyor. Sermayenin her durumda kısa vadeli çıkarlar doğrultusunda hareket ettiğini göz önüne alan bir yaklaşım, yukarıda anlatıldığı gibi bu eğilime hitap ederek devletin bir satın alıcı rolle ancak salgına akut müdahalelerde bulunabileceğini söylüyor: Örneğin aşı üreten şirketler, ürünlerine kamu yararına ve düşük bedeller karşılığında el konacağını düşünerek bu üretimden kaçınacaklardır, o yüzden devlet bu şirketlere finansal güvence sağlamalıdır. Özellikle sağlıkta acil müdahale gerektiren alanlarda devletin özel mülkiyet hukukunu çiğnemesi ve korona sonrası dönemde bunun bedelini ödemesi gerekecek.
Diğer yaklaşım meseleye sürdürülebilir kalkınma ekseninde daha uzun vadeli olarak bakıyor. Onların ürettiği senaryoya göre eğer devlet şimdiden ekonominin geneline müdahale etmezse, kısmi devletleştirmelerle piyasanın koordinasyonunu sağlamazsa, ileride büyük bir çöküş olabilir ve çok daha kapsamlı devletleştirmeler gerektiren kurtarma operasyonları yürütmek zorunda kalabilir. Bunun 1929 Buhranı gibi sonuçlarının olacağı, ya da 1970’lerin kamulaştırmalarından 1980’lerde özelleştirmelerle kurtulmaya çalışmanın sancılarını tekrar yaşatacağı ileri sürülüyor (Lazzarini ve Musacchio, 2020). Basiretli Avrupa Komisyonu’nun salgın sonrası 30 yılın katı kurallarını gevşeterek ülkelerin kesenin ağzını açmasına ve kısmi devletleştirmelere izin vermesi bu bağlamda değerlendiriliyor.
Sürdürülebilirlik çerçevesinde konuya bakanlar, 1930’lar ve 80’lere dönük hatırlatmalarla olası bir çöküş-kıyamet senaryosunu toplumsal uzlaşı baskısı yaratmak için kullanıyorlar. Bu baskının tuzak noktası, sanki sermayeyi bencillikten arındırıp kendi uzun vadeli çıkarlarını da düşünerek toplumcu çözümlere (mülk sahibinin toplumsal sorumluluğu ilkesiyle de uyumlu olarak) ikna etmeye çalışıyormuş gibi görünmeleri. Oysa burada, dolaylı olarak toplumu tekrar sermayeyle uzlaşmaya ikna etme çabası var. Bu çaba, salgının herkesi eşitlediği, sınıf ayrımı tanımadığı ve beraber mücadele edilmesi gerektiği söylemiyle başlıyor, Avrupa Yeşil Anlaşması’nda 2050 hedeflerinde sosyal refahla şirketleri buluşturma çağrılarıyla devam ediyor. Özetle reformculara göre salgından çıkarılacak ders, herkesin haddini bildiği sürdürülebilir bir kalkınma yaratmak (Lucchese ve Pianta, 2020).
Salgın sonrası çıkış stratejisi için sermayenin uzun vadeli kamulaştırma yaklaşımının ne olduğunu on yıl önceki krizin deneyimine sahip sermayeden duymak öğretici: 2008 krizi döneminde yine kamulaştırma denilen yolla kurtartılan Goldman Sachs’ın CEO’su, salgın üzerine ilaç sektörünün kamulaştırılması çağrısı yapmış. Öyle bir kamulaştırma ki devlet bu alana mülkiyet devri olmadan girecek, Ar-Ge yatırımlarını artıracak, piyasadaki rekabetçi şirketler için ortak girdiler sunacak ve piyasayı yeniden güçlendirecek. Burada şirketlerin devlet girdilerini göz önüne alarak keyfi fiyat artırmalarına gitmemeleri, zaten devlet desteğiyle piyasada fiyatların yüksek seyredeceği telkin ediliyor. Öte yandan devletin bu düzenleyici önlemleri alırken titizlikle entelektüel mülkiyet alanından uzak durması, yani şirketlerin ürünlerini kamulaştırmaktan kaçınması gerektiğinin altı çiziliyor (Mazzucato ve ark., 2020). Sonuç olarak medikal alanda tekellerin ellerini güçlendirecek bir kamulaştırmadan bahsediyorlar.
Meseleye merkezden değil çeperden bakma iddiasına sahip olan reformcular, bu küresel çağrılara kulak asmasalar da benzer bir mantıkla yerelci çözümler üretme arayışındalar. Bunu, Türkiye’de sermayenin merkezi iktidarı karşısında yerel yönetimleri kamucu bir kutup olarak görenlere benzetebiliriz. Sivil toplumcu denebilecek bir yaklaşımla toplulukların kamulaştırma şoklarını emebilme gücüne odaklanıyorlar. Topluluğun direngenliği veya elastikiyeti diye bahsedilen bir özellik, pandemi ve bunun gerektirdiği bir kamulaştırma müdahalesi karşısında mülk sahipleri ile mülksüzler arasında yaşanabilecek gerilimleri göğüsleme yeteneği olarak görülüyor. Güney Afrika’da son yıllarda halkın toprak kamulaştırma talepleri ile yabancı sermayenin ırkçı tepkileri arasındaki gerilime karşı çözüm olarak topluluk bazlı ekonomik ölçekler üretilmesi ve sosyal sermaye yaratılması bir model olarak sunulmuş. Turizm gibi krizin etkilendiği hizmet sektörü alanlarında küçük-ortak girişimcilik arayışları buna örnek gösteriliyor. Ancak bunu savunanlar dahi uygulanabilirliğinden kuşku duyuyorlar (Musavengane ve Kloppers, 2020: 2, 5).
Nihai olarak reformcuların bir dayanak olarak öne sürdükleri “sürdürülebilir kalkınma” konsepti için olağanüstü hâllerde etkili ve önleyici müdahalelerde bulunmayı haklı gören bir BM Rio Sözleşmesi var. İyi ihtimalle, şirketleri güvence altına alan ikili ticaret anlaşmaları ve BM mevzuatı arasında bir çekişme yaşanacak. Ne var ki 1992 tarihli bu belgede çevre (ve sağlık) ile ilgili olağanüstü durumlarda devletin önleyici adımlar atması kabul edilse de kamu yararı ve egemenlik hakkı gerekçesiyle mülkiyete yönelik (doğrudan veya dolaylı) her tür kısıtlayıcı önlem yine uluslararası hukuk çerçevesince tazminata tabii tutulacak (Benedetteli, 2020). BM’nin 1974 tarihli Devletlerin Ekonomik Hakları ve Görevleri Sözleşmesi’ni bu noktada hatırlatmak ve 1992 tarihli Rio Sözleşmesi’nin öncekiyle karşılaştırıldığında egemenlik, devletleştirme hakkı konusundaki zayıflığını dikkate almak gerek. İki sözleşmenin yazıldığı dönemler arasındaki fark Sovyetler Birliği’nin varlığı ve yokluğuna indirgenebilir.
SONUÇ
Tekelci kapitalizmde sermayenin merkezîleşme eğilimi mülkiyete el koyma pratiklerini olağanlaştırıyor. Bunun hukuksal yöntemi, ulusal ve uluslararası meşruiyeti, farklı mülk sahibi sınıflar arasında çekişme konusu olması gibi karakterleri emek ve sermaye arasındaki sınıf mücadelesinin seyri tarafından belirleniyor. Ne kadar birbirine benzetilse de örneğin mülksüzleştirmenin 17. yüzyıldaki hâli ile neoliberal hâli arasında niteliksel bir fark var: İlkinde feodal geçimlik mülkiyet biçimlerinden koparma vardı, ikincisinde ise reel sosyalizminin doğrudan veya dolaylı kazanımlarının tasfiyesi bu sürecin merkezinde yer alıyor. Dolayısıyla mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirildiği bir eylem olarak kamulaştırma, ancak sosyalist devrim ve sosyalist inşa süreçlerinde bugünkü kafa karıştırıcı anlamından sıyrılabilir. Kapitalizmin doğalında Roma hukukunun ilkelerine hürmetle sağlık ve güvenliğin korunmasına, ortak mülkiyete, kamusal faydaya izin verebileceği bilim dışı bir varsayımdır.
Bu yazıda ayrıntısına girilmeyen ve kamulaştırmanın teorik ve pratik olarak geliştirilmesini sağlayabilecek zengin bir bilimsel literatür var. Ancak öncelikle kavramın sermayenin elinde bazen bir silah, bazen de bir uzlaşı aracı olarak işlev gören kullanımlarından arındırılması lazım. Bunu sağlamanın en güvenceli yolu başlangıçta da söylediğimiz gibi kamulaştırmanın merkezi planlama ile bağlantısını kurmak. Kamu yararı ve kamu sağlığı adına taşınmazların kamulaştırılması, işletmelerin devletleştirilmesi, belirli sektörlerin millîleştirilmesi sermayeyi kurtarmaya yönelik bir manipülasyon aracı olmaktan çıkıp işçi sınıfına mal edilebilecekse, bu taleplerin piyasa rekabetini sonlandıracak bir merkezi planlama ile bütünleştirilmesi şart.
Bugünün dünyasında kamulaştırma tartışmalarının tazminat gibi bir şantaj malzemesine dönüşmesi ise yukarıda da çokça değinildiği gibi işçi sınıfı siyasetinin güç kaybetmesiyle ortaya çıkmış bir konudur. Kamulaştırma, sınıfın örgütlü gücüyle hayata geçen bir eylem olmak yerine reform amaçlı bir düzenleyici işlem, bir teknik operasyon veya yerel aktivite olarak yürütüldükçe tekelci sermayenin daha ağır saldırılarının konusu hâline geliyor. Buna karşılık üreticiler ile üretim araçlarını bir bütün olarak değerlendiren üretici güçlerin sosyalizasyonu hedefi, kamulaştırmayı bilimsel olarak dönüştürücü anlamına kavuşturuyor. Birinci basamak sağlık hizmetinin organizasyonundan tıpta uzmanlaşmaya, ilaç sanayiine girdi tedarikinden eczacılığa sağlık ve diğer kritik sektörlerdeki mal ve hizmet üretimini serbest piyasadan koparan bütünlüklü bir dönüşümün ilk adımı olarak kamulaştırma yeniden işlev kazanabilir. Dolayısıyla salgın koşullarında tazminat yükümlülüğü altına girmeden hastanelerin kamulaştırılması, ilaç sektörünün devletleştirilmesi ve belki mahalli hizmetlerin beledîleştirilmesi merkezi planlamayı içeren ve toplumsallaşmayı hedefleyen bir programla mücadele konusu edilmelidir.
KAYNAKÇA
Azrak, A. Ü. (1976). Millileştirme ve idare hukuku. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları.
Bayramoğlu, S. (2015). 20. yüzyılda toplumcu belediye, nam-ı diğer belediye sosyalizmi. Ankara: Notabene.
Benedetteli, M. (2020), Could COVID-19 emergency measures give rise to investment claims? First reflections from Italy. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020 https://globalarbitrationreview.com/article/1222354/could-covid-19-emergency-measures-give-rise-to-investment-claims-first-reflections-from-italy
Bettelheim, C. (1973). Sosyalist ekonomiye geçiş sorunları. Ankara: Bilgi Yayınevi.
Boratav, K. (1974). 100 soruda Türkiye’de devletçilik. İstanbul: Gerçek Yayınevi.
Business Insider (17 Mart 2020). Spain has nationalized all of its private hospitals as the country goes into coronavirus lockdown. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020 https://www.businessinsider.com.au/coronavirus-spain-nationalises-private-hospitals-emergency-covid-19-lockdown-2020-3
Business Insider (21 Mart 2020). Italy just took full ownership of its national airline Alitalia to save it from collapse amid the coronavirus crisis. Here's the carrier's full troubled history. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020
https://www.businessinsider.com.au/alitalia-nationalized-by-italy-history-2020-3
Business Insider (24 Mart 2020). Andrew Cuomo says states are outbidding each other and raising prices for critical coronavirus medical supplies. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020 https://www.businessinsider.com.au/coronavirus-cuomo-says-states-are-bidding-up-cost-of-supplies-2020-3
Carr, E. H. (1998). Bolşevik Devrimi 1917-1923 – Cilt II, 1. Baskı, (O. Suda, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.
Devaney, M. (2015). The remedies stage of the investment treaty arbitration process: A public interest perspective. Submitted for the Degree of Doctor of Philosophy Queen Mary University of London School of Law. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020 https://qmro.qmul.ac.uk/xmlui/bitstream/handle/123456789/8928/Devaney_Margaret_PhD_040815.pdf?sequence=1&isAllowed=y
Engels, F. (1997). İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu, 1. Baskı (Y. Fincancı, Çev.). Ankara: Sol Yayınları.
Fortier, L. Y. ve Drymer, S. L. (2005). Indirect expropriation in the law of international investment: I know it when I see it, or caveat investor. Asia Pacific Law Review, 13(1). 79-110.
Galva, J. E., Atchison, C. ve Levey, S. (2005). Public health strategy and the police powers of the state. Public Health Repors, 120(1). 20–27.
Ghiles, F. (2020). Europe needs to take North Africa more seriously. The Arab Weekly. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020
https://thearabweekly.com/europe-needs-take-north-africa-more-seriously.
Gleeson, D. ve Labonté R. (2020). Trade agreements and public health. Singapore: Springer.
Hajzler, C. (2010). Expropriation of foreign direct investments: Sectoral patterns from 1993 to 2006. University of Otago Economics discussion papers, No. 1011. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020 https://www.otago.ac.nz/economics/research/otago077137.pdf
Harvey, D. (2007). A brief history of neoliberalism. New York: Oxford University Press.
ICSID, (2003). Mexico – Spain BIT (signed 1995, in force 1996). Técnicas Medioambientales Tecmed, S.A. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020 http://www.biicl.org/files/3917_2003_tecmed_v_mexico.pdf
Kelsen, H. (1961). General theory of law and state. New York: Russell&Russell.
Lazzarini, S. G. ve Musacchio, A. (2020). Leviathan as a partial cure? Opportunities and pitfalls of using the state-owned apparatus to respond to the COVID-19 crisis. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020
https://papers.ssrn.com/sol3/papers.cfm?abstract_id=3562406
Lencucha, R. (2017). Is it time to say farewell to the ISDS system? Comment on ‘The Trans-Pacific Partnership: Is it everything we feared for health? International Journal of Health Policy and Managment, 6(5). 289–291.
Liu, X.; Deng, S.; Zhang, X.; Zhu, X.; Liu, C.; Yang, T.; Luo, X.; Luo, N.; Yang, L.; Feng, Y.; Zhang, L.; Xiao, M.; Zhang, L.; Jia, X. (2020). Effective infection control accelerated SARS-CoV-2 suppression in China. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020 https://www.preprints.org/manuscript/202003.0039/v1
Lucchese, M. ve Pianta, M. (2020). The coming coronavirus crisis: What can we learn? Intereconomics, 55. 98–104.
Marx, K. (1867). Capital Volume One. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020 https://www.marxists.org/archive/marx/works/1867-c1/ch31.htm
Maślanka, Łukasz (2020). France and COVID-19: Economic priorities and the risk of recession. The Polish Institute of International Affairs Bulletin, No 59 (1488). Erişim tarihi: 25 Nisan 2020
https://www.ceeol.com/search/viewpdf?id=868106
Mazzucato, M., Li, H. L., ve Darzi, A. (2020). Is it time to nationalise the pharmaceutical industry? The BMJ, 368:m769.
Minor, M. S. (1994). Demise of expropriation as an instrument of LDC policy, 1980-1992. Journal of International Business Studies. 25(1). 177-188.
Musavengane, R., ve Kloppers, R. (2020). Social capital: An investment towards community resilience in the collaborative natural resources management of community-based tourism schemes. Tourism Management Perspectives, 34.
Nathanson, C. A. (2007). Disease prevention as social change: The state, society and public health in the United States, France, Great Britain, Canada. New York: Russell Sage Foundation.
New York Times (31 Mart 2020). Wartime production law has been used routinely, but not with coronavirus. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020 https://www.nytimes.com/2020/03/31/us/politics/coronavirus-defense-production-act.html
Ökçün, G. (1997). Türkiye İktisat Kongresi: 1923-İzmir. Ankara: Sermaye Piyasası Kurulu.
Paparinskis, M. (2010). Regulatory expropriation and sustainable development. Gehring, M.W., Cordonnier-Segger, M.C. ve Newcombe, A., (Ed.), Sustainable development in international investment law. Kluwer Law International, Forthcoming. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020
https://ssrn.com/abstract=1698192
Pelc, K. J. (2017). What explains the low success rate of investor-state disputes? International Organization, 71. 559–583.
Płóciennik, S. (2020). The end of “black zero”: The second wave of anti-crisis measures in Germany. The Polish Institute of International Affairs Bulletin, No 59 (1488). Erişim tarihi: 25 Nisan 2020
https://www.ceeol.com/search/viewpdf?id=868111
Railfreight (23 Mart 2020). UK partial rail nationalisation to battle coronavirus. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020
Reynolds, S. (2010). Before eminent domain: Toward a history of expropriation of land for the common good. Chapel Hill: The University of North Carolina.
Rucker, R. D. (1979). Workers' control of production in the October Revolution and Civil War. Science & Society, 43(2). 158-185.
Tomz, M. ve Wright, M. (2010). Sovereign theft: Theory and evidence about sovereign default and expropriation. Hogan W. ve Sturzenegger F. (Ed.), The natural resources trap: Private investment without public commitment. London: MIT Press.
UNCTAD (United Nations Conference on Trade and Development) (2011). Expropriation. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020
https://unctad.org/en/Pages/PublicationArchive.aspx?publicationid=351
Vadi, V. (2013). Public health in international investment law and arbitration. Londra: Routledge.
WHO TFI (World Health Organization Tobacco Free Initiative) (2012). Confronting the tobacco epidemic in a new era of trade and investment liberalization. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020 https://apps.who.int/iris/bitstream/handle/10665/70918/9789241503723_eng.pdf
Williams, V. J. (2007). Fluconomics: Preserving our hospital infrastructure during and after a pandemic. Yale Journal of Health Policy, Law & Ethics, 7. 99–152.
Wright, D. C. (2019). A requiem for regulatory takings. Environmental Law, 49(2). 307-377.
Yacoub, A. ve El-Zomor, M. (2020). Would COVID-19 be the turning point in history for the globalization era? The short-term and long-term impact of COVID-19 on globalization. Erişim tarihi: 25 Nisan 2020
https://ssrn.com/abstract=3570142
Yaffe, H. (2009). Che Guevara: The economics of revolution. Basingstoke: Palgrave Macmillan.
Katkılar
Erhan Nalçacı
Ali Somel’e bu ayrıntılı bildiri için teşekkürler.
Kamulaştırma sosyalist devrimin ayrılmaz bir parçası, ama günümüzde sermaye sınıfı kamulaştırmayı tekellerin çıkarları için giderek daha fazla kullanmaya başladı. Bu anlamıyla kamulaştırma sermaye diktatörlüğünün bir vehçesi haline geldi. Ali Somel bu durumu çok iyi belgelemiş.
Sosyalist devrime eşlik edecek kamulaştırmanın boyutlarına ilişkin önümüzdeki çalıştaylarda bildiri bekliyoruz.
- Sosyalist geçiş ekonomisinde “toplumsallaşma” verimli bir tartışma konusudur. Dekolonizasyon sürecindeki birçok ülkenin ekonomi danışmanlığını yapan Fransız Marksist Charles Bettelheim (1973) toplumsallaşma hakkında şunları söylüyor: Anti-Dühring’den yola çıkarak, ‘devletleştirme’ ve ‘toplumsallaştırma’ ayrımı konmalı (s. 60). Toplumsallaşmanın ön şartı, devletin üretim araçları ve ürünlerin fiili ve etkili tasarruf yeteneğine sahip olmasıdır. Son kertede ‘soyut iktidar’ değil ‘somut yetenek’ önemlidir. Yetenek tarihsel gelişimin sonucudur. Planlama, üretici güçlerin toplumsal ‘yönetimi’ olarak başlar, giderek bu güçler üzerinde toplumsal bir ‘egemenlik’ hâline gelir. Müsadere için ‘karar’ yeterlidir, toplumsallaşma içinse ‘yetkinlik’ gerekir. (s. 63) Toplumsallaşmanın ileriki evrelerinde iktisadi özneler azalacak ve teknik birimlere doğru sadeleşecektir (s. 149). Marx’ın kapitalizmin gelişimini analiz ederken biçimsel ve gerçek temellük arasında bir zaman aralığı (“chronological gap”) olduğu tespitini sosyalist geçişe aktaran Bettelheim, karar ile yetkinliğin eş zamanlı gelişmeyeceğini varsayıyor. Bettelheim’ın bu eseri yazdığı dönemde Küba’da Sanayi Bakanı olan Ernesto Che Guevara ise farklı bir görüştedir: Planlama sürecinin siyasi bilinç (“conciencia”) kazandırabileceğini, esas olanın yabancılaşmanın kırılması olduğunu, kararlar ile yetkinliğin eş zamanlı (“sobre la marcha”) gelişebileceğini savunur (Yaffe, 2009: 261-263). Bettelheim sosyalist geçişe Guevara’nın fazla ‘iradeci’, Guevara ise Bettelheim’in fazla ‘mekanik’ baktığını düşünmektedir.