Psikiyatrik Hastalıkların Biyoloji Ötesi Nedenleri
Biyolojinin psikiyatrik hastalıklar konusunda çok önemli buluşların önünü açacağı düşünülüyordu. Ama yıllar geçmesine rağmen bu rahatsızlıklarla yaşayan milyonlarca insan ise hâlâ aynı dertlerle uğraşmakta. Bu nedenle birçok kişi aynı soruyu soruyor: Psikiyatrik hastalıklarda biyoloji neden bir yere varamadı? Yoksa biyolojiyi de içine alan bir nedeni mi var bu sorunların?
[BAA – Sinirsel Mekanizmalar ve Beyin]
Büyük vaatler hep büyük beklentilere yol açıyor. Biyolojik psikiyatrinin sorunu da burada diyebiliriz. Zihinsel işleyiş diyalektik ve madde olmadan anlaşılamıyor. Tarih içinde beyin ve zihin için bir çok farklı argüman dile getirildi: psikiyatrik hastalıklar, “ruhun kötülüğünden” (Aristoteles) ve “vücut salgılarının dengesizliğinden” (Galen) tutun otoerotik saplanma (Freud) ve egonun hiyerarşik durumunun zayıflığına (Jung) kadar birçok sebebe bağlandı.
1960'lara gelindiğinde ise tüm bu paradigmaların artık geride kaldığı düşünülmeye başlandı. Çünkü düşünceler, duygular ve davranışlarla beyindeki bazı moleküller arasında ilişki olduğu ortaya çıkmıştı. Psikiyatride biyolojik bakış tam da o günlerde ağırlığını arttırmaya başladı. Biyolojik psikiyatrinin, çeşitli psikiyatrik sıkıntılara moleküler düzeyde yanıtlar bulması bekleniyordu. Ama bu yanıtların çok az bir kısmına tanık olduk. Vaatler yerine getirilmekten halen uzak. Nörolojik birçok hastalık için önemli gelişmeler olmasına rağmen psikiyatrik birçok sorun için halen tam bir gelişme sağlanamadı.
Biyoloji psikiyatriyi yeniden yarattı ama…
Biyoloji neredeyse psikiyatriyi yeniden yarattı: Geçtiğimiz 40 yılda bu bilim dalı, yani psikiyatri, doktorların, araştırmacıların ve toplumun psikiyatrik hastalıklar konusunda temel tüm yargılarını değiştirdi ve kendini de tam anlamıyla yeniden yarattı. Bu yeniden inşa ise psikiyatrinin tanısal başucu kılavuzu haline gelen “Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı” yani DSM’nin 1980’de geçirdiği bir revizyonda somutlandı: DSM’nin 1980 yılı baskısında psikolojik tüm açıklamalar dışarıda bırakıldı. Artık yeni bir sayfa açılmıştı.
Böylece bastırılmış çatışmalar hakkındaki zengin Freudiyen dil, yanlış ve yetersiz “annelik” konusundaki teorilerle birlikte ortadan kaldırıldı. Depresyon, panik, obsesif kompulsif bozukluk, bipolar bozukluk, şizofreni ve otizm gibi durumların hepsi birer semptomlar ve davranışlar dizisine dönüştü. Biyolojik yanları olduğu düşünülerek ama biyolojik yanları bir türlü olmayarak!
Evet, bilim yazarları ve okuyucuları da yeni kullanılmaya başlanan bu kelimeleri artık dillerine yerleştirdiler. Mutluluk hormonu serotonin, ödül yapıcı dopamin gündelik dilde geçiveriyor. Ama bu dil bir çok önemli etkeni de kapı dışında bıraktı. Zamanla psikiyatrik hastalıklar psikiyatrik rahatsızlıklara, psikiyatrik rahatsızlıklar da muhtemelen kusurlu ağ sarmallarından, “kimyasal dengesizlikten” veya genlerden kaynaklanan beyin rahatsızlıklarına dönüştü.
Aradan kısa sayılamayacak bir zaman geçti. Bugünkü psikiyatrinin tanı kriterleri biyolojik hiçbir belirteci içermiyor. Tersi de geçerli: Belirli bir psikiyatrik durumu tanımlayacak hiç bir biyolojik belirteç de bulunmuyor. Ama biyolojiye inanç tam anlamıyla hakim duruma gelmiş durumda.
Günümüzde psikiyatrik bozukluklarla ilgili en yaygın açıklama şu şekilde: Beyin biyolojisindeki farklılıklar bireylerde zihinsel problemlerin ortaya çıkması için risk faktörü oluşturmaktadır. Ancak bu açıklama pek yeterli değil. Çünkü genetik, zihinde meydana gelen problemlerde tabii ki rol oynuyor olabilir ama görünen o ki doğrudan bir neden sonuç ilişkisi kurmak pek mümkün değil. Biyolojik nedenler bireyde meydana gelen bozuklukların tümünü açıklayamamaktadır. Geriye kalan kısım, ki az buz değil bu kısım, en çok bireyin yaşadığı koşullarla ilişkilidir: bireyin geliştiği, büyüdüğü ailesel ve toplumsal yapıyla ilgilidir.
Bireyi Çevreleyen Toplumsal Koşullar
Bugün psikiyatrik bozukluğu olan herhangi bir kişi ya tamamen iyileşir ya da o bozukluğu hayatını etkilemeyecek veya zaman zaman etkileyecek şekilde yönetmeyi öğrenir. Sosyal ilişkiler ve çevre tüm bu uyumun çok etkin parçasıdır. Sosyal nedenlerin gücünü incelemek isteyen araştırmacılar, tam da bu doğrultuda sonuçlar bulmuşlardır.
Çeşitli çalışmalar göstermektedir ki insanda meydana gelen tüm bozuklarda sosyal, yani toplumsal süreç ve etkenlerin büyük etkisi vardır. Alandaki gelişmeler ve psikiyatrik tanı kriterlerindeki revizyonlar psikolojik ve zihinsel hastalıkları biyolojik nedenlere indirgemeye ve bu doğrultuda tedavi etmeye çalışsa da bu hastalıkların kalıtsallık dışındaki temel nedeni çevresel faktörlerdir.
Örneğin depresyon tek yönlü bir hastalıktan çok, birçok bireyde birçok farklı yüzünü gösteren çok yönlü bir sorun. Aynı durum kaygı bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu ve kişilik bozuklukları gibi durumlar için de geçerli. Birbirinin aynısı olan depresyonlar bulmak öyle çok da kolay değil.
Depresyon, kaygı bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu gibi hastalıkları bu denli çok yönlü yapan da bu bozuklukları yaşayan insanların içinde bulunduğu farklı koşullar. Evsiz ve zor koşullar altında hayatta kalmaya çalışan bir kişiye de herhangi bir ekonomik problemi olmayan başka bir kişiye de depresyon tanısı konabilir. Ancak bu evsiz kişinin içinde bulunduğu yaşam koşullarını değiştirmeden “senin hastalığının nedeni beynindeki bazı işleyişlerin bozulması ve ilaçla bunu düzeltebiliriz” demek gerçek bir çözüm olmaktan uzaktır. Toplumsal süreç ve etkenlerin insanda meydana gelen bu bozukluklarda büyük bir etkiye sahip olduğu yadsınamaz bir gerçek.
Son bir örnekle bu yazıyı sonlandırmak mümkün. Geçtiğimiz aylarda Türkiye’nin gündemine İsmail Devrim girmişti. Oğluna pantolon alamadığı için hayatına son vermişti. İntihar öyle bir paragrafta işlenecek, anlaşılabilecek bir durum değil tabii ki. Uzun uzadıysa ele almak gerekir. Ancak İsmail Devrim’in ve hayatına son vermesinin tam da biyolojik psikiyatri ile ilgili anlattıkları var.
Yetkililer, İsmail Devrim’in intiharında hastalığa işaret ettiler ve “psikolojik sebepleri var” dediler. Hatta “O süreçte bir psikiyatriste gidebilirdi ve bir tanı alıp düzenli ilaç kullanmaya başlayabilirdi” de dendi. Belki bu geçici bir çözüm üretecekti. Fakat İsmail Devrim’in hayatına dair çok yönlü problemleri çözülmeyecekti. İş kazasını, çalışma koşullarını, yabancılaşmayı ve işsiz kalmayı düzeltmeyecekti. Genetik, biyolojik ya da moleküler olarak görünen tüm yatkınlığı, yani o koca sosyal ilişkiler ağı var olmaya devam edecekti. Bir gün değişinceye kadar…
Not: Bu yazı, biyolojik psikiyatrinin tam da merkezinde, ABD’de New York Times’da çıkan bir yazıdan esinlenmiş ve yeniden yorumlanmıştır: https://www.nytimes.com/2018/11/19/health/mental-health-psychology.html
Kaynaklar:
Ribeiro, WS., Bauer, A., Andrade, MCR, York-Smith, M., Pan, Pedro MP., Pingani, L., Knapp, M., Coutinho, ESF., Evans-Lacko, S. (2017). Income inequality and mental illness-related morbidity and resilience: a systematic review and meta-analysis. The Lancet Psychiatry, Vol. 4, Issue. 7, p. 554-62.
Weich S., Lewis, G., Jenkins, SP. (2001). Income inequality and the prevalence of common mental disorders in Britain. The British Journal of Psychiatry. Vol: 178, Issue 3, p. 222-27
Dohrenwend BP, Levav I, Shrout PE, Schwartz S, Naveh G, Link BG, Skodol AE, Stueve A. (1992). Socioeconomic stasus and psychiatric disorders: the causation-selection issue. Science. 255 (5047): 946-52.