Freud meselesi
Tolga Binbay
23.08.2020
soL Portal
Aslında adına saygısızlık yapmak istemem ve başlıkta “Sigmund Freud ve anti-komünist solun Freud sorunu” demem gerekirdi ama uzatmamak için Freud meselesi dedim. Kusura bakmayın. Ama başlık meramıma dair az ya da çok bir tarif veriyordur sanırım: Freud herkesin, başta da solun meselesi… Hep böyle olmuş, daha en başından itibaren! Bu nedenle bu meseleyi biraz açmakta fayda var.
Fayda var da konuya geçmeden önce belki gözünüzden kaçmıştır diyerek hatırlatayım: Bilim ve Aydınlanma Akademisi’nin üç ayda bir yayımlanan bilimsel dergisi Madde, Diyalektik ve Toplum’un yeni sayısı geride bıraktığımız hafta içinde çıktı. Psikiyatri, psikoloji ve sinirbilim ağırlıklı bir içerikle. Sigmund Freud’u gündeme getirmeme vesile olan da derginin bu son sayısı. Keza derginin ana dosya konusunu Sigmund Freud ve zihin kuramının Marksist bir değerlendirme ile ele alınması oluşturuyor.
Derginin ikinci dosyası da geçen yıl BAA’nın düzenlediği Moskova Kütüphane ve Arşiv Gezisi’ne dayanıyor ve makaleler Sovyet nöropsikiyatri tarihine odaklandığı için aslında sayının tamamı birbirine bağlanan kapsamlı makalelerden oluşuyor diyebiliriz. Öte yandan her sayının sabiti olan kitap tanıtımı da yüzyıllık “Marksizm ve Psikanaliz” ilişkisini geniş biçimde biçimde ele alan bir kitaba ayrıldı. Yani derginin bu sayısı psikanalize dair Marksist bir çerçeve arayan herkese yeterli bir başlangıç sağlıyor. Bunu söylemiş olayım ve meseleye geri döneyim.
Sigmund Freud aslında bir tıp hekimi ve nöroanatomist. Ama yıllar içinde önce bir nöropsikiyatriste, sonra da insan zihninin işleyişini çözümleyen, çözümlerken anlayan, anlarken müdahale eden, müdahale ederken de bazı belirsiz alanlar bırakan bir psikanaliste dönüşüyor. Ve sonuçta günümüzde halen tartıştığımız, merak ettiğimiz, dönüp baktığımız ve belki de mesleki pratiğimizde de kullandığımız özgün bir kuram geliştiriyor. Hem de öyle bir gecede değil. Yıllar içinde, aşama aşama…
Yola çıktığı yere, yani başlangıç noktası olan sinir sistemi fizyolojisi ve fonksiyonel anatomisine bir daha hiç geri dönmüyor. Yıllar içinde ara sıra hayıflansa da dönme ihtiyacı duymuyor. Gelecekte belki oraya, nörofizyolojiye dönülebileceğini düşünüyor ve kendi zihin kuramını bambaşka bir alanda hem bir bütünlük içinde hem de yıllar içinde kısmen değiştirerek geliştiriyor.
Geliştiriyor ama Freud hep tartışmalı bir isim olarak kalıyor. Gericilerden devrimcilere kadar. Naziler kitaplarını yakıyor, Fransız Komünist Partisi’nin genç “akademisyen” üyesi Michel Foucault bile Freud’u “burjuva ideoloğu” ilan ediyor. Ve hikâye böyle akıp gidiyor.
Sorun şu ki Freud insan zihnine dair (Engels’in deyişiyle maddenin “evrende en gelişkin ve karmaşık hali” olan düşünceye dair) kapsamlı bir teori geliştirince söyledikleri, yazdıkları ister istemez insanın nasıl insan olduğuna, insanın tarihine ve toplumsal geleceğine de çeşitli çıktılar taşıyor. Maddenin en karmaşık haline yani düşünceye dair bütünlüklü ve kapsamlı bir açıklamanız varsa her şeyi açıklayabilir hale gelebilirsiniz.
Freud da öyle yapıyor: böyle bir amacı olmasa da yapıyor! Tüm yazdıklarında, hatta psikanalize dair ilk yazdıklarından itibaren çerçevesi az çok belli bir antropoloji, tarihsel işleyiş şeması ve toplumsal kuram bulabilirsiniz. Sadece psikoloji değil; başka bir çok şey. Hâl böyle olunca da Freud düşüncesi yola çıktığı yerden, tıp biliminden, nörofizyolojiden uzaklaştıkça kendine özgü tarihsel ve toplumsal bir kurama evrilmiş. Ya da diyelim ki Freud’un kendisi evriltmediyse bile izleyicileri tarafından “Freud efsanesi” hep kliniğin ötesine, yaşama, topluma, tarihe sürülmüş. Yeniden ve yeniden.
Madde, Diyalektik ve Toplum’da yapmaya çalıştığımız çalışma bunun tam tersini amaçladı: Freud’u nörofizyoloji/nöropsikiyatri tarihselliği içinde bir yere oturtmak ve anlamlandırmak. Bir başlangıç olarak dosyanın içerdiği makalelerin bu tarihselliği az çok ortaya çıkardığını söyleyebilirim. Şimdi ise gerisi gelebilir: Materyalist bir zihin bilimi içinde Freud’un yeri ne olabilir?
Bu sorunun yanıtı kolay değil. Kolaycı yanıtlar da bizden uzak dursun. Zaten derginin sunuş yazısında da dile getirdik: “Psikanaliz geçen yüzyılın başlarında çığır açan bir bilimsel gelişme miydi, yoksa burjuva ideolojisinin ürettiği metafizik yöntem sorunlarını taşıyan bir bilimsel sapma mıydı? Muhtemelen gerçeği anlamak için daha kapsamlı ve karmaşık bir yanıt üretmemiz gerekiyor. Her durumda Marksist bir yaklaşımın psikanalizin geçen yüzyılda entelektüel dünyayı neden bu kadar çok etkilediğini açıklamasını bekliyoruz.”
Bunu bekliyoruz, çünkü “Freud ve psikanaliz efsanesi” kocaman bir dert olarak duruyor. Efsane derken derdim ne Freud’u ne de psikanalizi hafife almak, değersizleştirmek. Efsane kısmı oraya dair değil. Efsane kısmı psikanalizin “kurtarıcı” olarak ele alınışında. Ve bu efsanenin özünü oluşturan yaklaşımın idealist doğasında.
Bu dert, yani, Freud’un bir mesele olarak ortada durması, açık söylemek gerekirse gerici siyasi düşüncelerden ziyade öyle ya da böyle “devrim” diyen toplamın, bu toplamın içinde olduğunu düşünenlerin meselesi. Hem de yüzyılı aşkın bir zamandır!
Freud’un teorisi, daha en başından bu yana, 1905 gibi erken bir tarihten itibaren solun devrimci arayışlarındaki tıkanmaları örtmüş hep. Devrim ne zaman ufukta soluklaşsa, kaybolsa sol düşünce soluğu Freud’un kapısında almış. Tabii ki soluğu bir tek Freud’un kapısında almamış ama Freud düşüncesi solun açmazlarına hep yardıma çağrılmış.
Freud ise sağlığında bunu istememiş ve hatta fellik fellik kaçmış bu tür karşılaşmalardan. Bu kaçışın tarihini Madde, Diyalektik ve Toplum’da yer alan üç yazıda ayrıntılı bulabilirsiniz: Endam Köybaşı’nın, Nazlı Cihan’ın ve Cem Taylan Erden’in yazıları bu kaçışa, sakınmaya ve isteksizliğe etraflıca yer veriyor.
Freud, kendi geliştirdiği kuramın “gereksiz” maceralara sürüklenmesini ve bu tür arayışların psikanalizin “uygar dünyada” zaten sallantıda olan “saygınlığını” kemirmesini hiç istememiş.
Engel olabilmiş mi?
Eh, kısmen.
Ama hem kuramını geliştirirken hem de kuramı üstüne konuşurken, 19. yüzyıl sonunun pozitivist, Darwinci ve az biraz aşkıncı felsefesinden kopmamaya, o sınırlar içinde “köklü” bir kuram/pratik olarak kalmaya özen göstermiş. Bu özenin (ya da sakınmanın) izdüşümleri ilk yayınlarından yani 1899’un (ve tabii ki 19. yüzyılın) son günü yayınladığı “Düşlerin Yorumu”ndan 1938’de ölümüne yakın kaleme aldığı (ve bitiremediği) “Psikanalizin Anahatları” kitabına kadar bulunabilir.
Freud bu hatta üretmekte ne kadar ısrar ettiyse karmaşık bir sol düşünürler toplamı da onun bu ısrarını görmezden gelmek konusunda bir o kadar ısrarlı ve özenli olmuş. 1905 gibi oldukça erken bir tarihte, psikanaliz adını daha psikiyatri dünyası içinde bile yeni yeni duyurmaya başlamışken, Freud’un yazıp çizdikleri örneğin Fransa’da solu, Marksizm’i kurtarmaya çağrılmış.
Gerçi o dönemde, yani Paris Komünü ile Ekim Devrimi arasında bir tek Freud’un düşüncesi değil, Marksizm kendi kökenleri dışındaki birçok düşünce ile kaynaştırılmaya, birleştirilmeye (örn. Bergson) çalışılmış. Ve bu tür kaynaştırma arayışları hiç eksik olmamış. Marksizm Batı’da ve Doğu’da hep başka düşüncelerle karıştırılmaya çalışılmış. İşte Freud’un düşüncesi de bu tür arayışlarda hep açık ara önde gelmiş.
Sorun şu ki bu tür arayışlar hep Marksizm ya da materyalist düşüncede kapsamlı bir derinleşme olmaksızın yapılmış. Ayrıca bir de üstüne psikanalizin sığ bir kavranışı eklenmiş. Böylece tarihe, topluma ve insana dair birbirinden oldukça farklı önermeleri olan iki farklı düşünce, yeterli bir derinlik, özen, sabır ve titizlik olmaksızın duruma göre, ihtiyaca göre birleştirilmeye çalışılmış.
Artı…
Artısı şu: Temel bir hata daha bu tür arayışları kötürümleştirmiş. Marksizm ya da sosyalizm mücadelesi için psikanalizin kapısını çalan hemen herkes devrimci bir arkaplanla değil evrimci bir arkaplanla gitmiş o kapıya. Bazen iyi niyetle, bazen çaresizlikle, bazen de açık ve net pisliğine! Sonuçta tarihe, topluma bakmışlar ve “bu iş olmaz” ya da “bu iş devrimle değil, evrimle olur” demişler. Psikanalizin kapısını sosyalist devrim arayışı için değil neredeyse sosyalist devrimin olmaması için çalmışlar.
Hâl böyle olunca hem Freud devrim cephesinden yaklaşılmamış hem de Freud’da devrimci olmayan, olmayabilecek öğeler tercih edilmiş. Ve böylece Freud ya da psikanaliz düzeniçiliğin bir tür kusur, ayıp, yetersizlik örtme aracına dönüşmüş.
Freud meselesi işte tam da budur. Yoksa Freud’un kendisi bir mesele olmaktan öte belli bir bağlam içinde ele alınabilecek tarihsel bir düşüncedir.
Ve görünen o ki bu meselenin aşılmasının da tek bir yolu var: tarihin, sınıf mücadelelerinin önümüze çıkardığı yeni sorulara ve sorunlara, arkaplanında sosyalist bir devrim arayışı olan, bunu hedefleyen bir siyasi hareketin güçlenerek müdahale etmesi. Bu müdahalenin yeni meseleler yaratması ve eski meselelere yeni bir içerik katması. Ve tüm bu yeni meselelerin içinde de Freud’u ve Freud’un zihin teorisini özgün bir tarihselliğe yerleştirmesi.
Gerisi ise hep devrimden kaçışın, lafazan oyalanmanın ve düzeniçiliğin yeni halleri olarak kalacaktır. Ne yazık ki başka bir şey değil.