Engels’in Modern Fiziğe ve Doğa Anlayışımıza Katkıları
ENGELS’ CONTRIBUTIONS TO MODERN PHYSICS AND OUR UNDERSTANDING OF NATURE
Hasan KarabıyıkProf. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Fen Fakültesi, Fizik Bölümü, İzmir
[email protected] Özet
Bu çalışmada, XIX. yy. fiziğindeki gelişmeler ile Engels’in katkılarıyla gelişmiş olan diyalektik materyalizm arasındaki bağlantılar tarihsel bir perspektifte özetlenmiştir. Bunu yaparken, fizik özelinde doğa bilimleri ile toplumsal bilimler arasındaki bağlantının önemi vurgulanmıştır. Engels’in Doğanın Diyalektiği ve Anti-Dühring kitaplarında, termodinamiğin 3. Yasası, Heisenberg kesinsizlik ilişkisi, kuantum sıçramaları, atom altı parçacıkların varlığı, özel ve genel görelilik kuramlarının sonuç, kavram ve belitlerinin neredeyse elli yıl önce Engels tarafından tanıtıldığı görülecektir.
Anahtar kelimeler: Diyalektik materyalizm; Modern Fizik; Tarihsel Materyalizm Abstract
Interconnections between physics in nineteenth century and dialectical materialism developed by Engels’s contributions are succinctly summarized from a historical point of view. While doing this, it has been emphasized the importance of relationship between social and natural sciences, especially physics. In ‘Dialectics of Nature’ and ‘Anti-Dühring’, it has been shown that some important postulates, concepts and results of the theories in modern physics such as third law of thermodynamics, special and general theory of relativity, Heisenberg’s uncertainty relation, quantum jumps, presence of subatomic particles had been introduced by Engels’s dialectical reasoning almost fifty years before their discoveries.
Key words: Dialectical materialism; Modern Physics; Historical materialism
BAŞLARKEN
19. yüzyılda fizikte beliren sorunlar büyük ölçüde 20. yüzyılın ilk çeyreğinde çözülmüş ve bu dönem 20. yüzyılın son çeyreğine kadar sürmüştür. 20. yüzyılda fizikte ortaya konan başarılı kuramlar “Özel ve Genel Görelilik, Kuantum Kuramı, Kuantum Elektrodinamiği, Elektro-zayıf birleştirme ve Standart Modelin kolektif inşası” olarak sıralanabilir. Öte yandan termodinamik yasaları tamamlanmış ve istatistik temelde yükselen bir yaklaşımla termodinamik ile fiziğin diğer görüngüleri arasındaki bağlantılar kurulmuştur. Bu bağlantılar sonradan evrenbilimden malzeme fiziğine pek çok farklı fizik dalında uygulama alanı bulmuştur. Deneysel alandaki ilerlemeler de olağanüstüdür. Atom çekirdeğindeki parçacıkların içyapılarından gökada ötesi astronomiye kadar büyük bir yelpazede yer alan görüngülerin saptanması ve incelenmesi olanaklı hale gelirken, birkaç nano Kelvin ya da 40 milyon Kelvin (Güneşin merkezindeki sıcaklık 16 milyon derece Kelvin’dir) gibi olağanüstü düşük ve yüksek sıcaklık değerlerine ulaşılarak insan pratiğinin sınırları muazzam ölçüde genişletilmiştir.
Günlük deneyimlerimizin çok ötesinde yer alan bu ölçek genişlemesi ister istemez fiziğe metafiziğin sızması gibi bir olumsuzluğu beraberinde getirmiştir. Aristoteles’in Metafizik’inin “Tüm insanlar doğaları gereği bilmeyi arzularlar” cümlesiyle başladığı anımsandığında, insan soyunun binlerce yıldır göremediğini, saptayamadığını bilme arzusunda olduğu anlaşılır. Ama bu bilme arzusunu yönlendiren, ona rehberlik eden düşünce bilimsellikten uzaklaştıkça gündeme gelen idealist ve metafizik sapmalar bilimsel düşüncenin ve bilimin ilerlemesini olumsuz etkilemektedir.
FIZIĞİN KRIZI TOPLUMUN KRIZIDIR
Günümüzde fen ve toplum bilimleri arasındaki bağı görmezden gelme eğilimi oldukça yaygındır. Oysa toplumsal olanla doğada olup bitenler arasındaki ilgiyi Marx ve Engels (1867) Alman İdeolojisi’nde kurmuşlardır: “Egemen sınıfın düşünceleri, her çağda egemen düşüncelerdir: Yani, toplumun maddi egemen gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen fikrî güçtür”. 19. yüzyılda bilim insanları ister istemez egemen sınıfın düşüncelerinin etkisi altındaydılar ve karşılaştıkları problemlerle baş ederken zorlanıyorlardı. İngiltere’dekiler ampirizmin, Fransa’dakiler mekanik materyalizmin ve Almanya’dakiler hâlâ idealizmin kısıtlaması altındaydılar.
19. yüzyıl fiziğinde optik, elektromanyetizma ve termodinamik alanlarında kaydedilen gelişmelere karşın fizikteki kriz kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Yalnızca fizikte değil, toplumsal alanda da krizin giderek derinleştiği 19. yüzyılda egemen sınıfların düşünceleri fen bilimlerinin ihtiyaçlarına cevap veremiyordu: “Doğa bilginleri geçen yüzyılın sonuna, hatta 1830’a kadar eski metafizikle gayet güzel idare edebiliyorlardı, çünkü gerçek bilim mekanikten –yersel ve kozmik– ileri gitmiyordu” (Engels, 1883, s. 223).
Toplumsal alanda olduğu kadar fen bilimlerinde de önü tıkanan burjuva düşüncesini ayakta tutan doktrinler aşılmalıydı. Dahası bu iş yalnızca toplumsal bilimleri değil aynı zamanda doğa bilimlerini de kapsayacak şekilde yapılmalıydı. Günümüz fiziğindeki krizin geri planında da 19. yüzyıldan devralınmış olumsuz felsefe bakiyesi yer almaktadır. 19.yüzyıldan 20. yüzyıla geçişte, bu olumsuz felsefe bakiyesi etkisizleştirilebildiği ölçüde fizikçiler sorunlarını çözebildiler. Bunda dönemin bilim insanlarını etkileyen kültürel ortamda yükselen devrimcilik ve bunun yükselişin kökeninde yer alan toplumsal hareketlenmenin etkisi yadsınamazdır. Weimar Almanyası’nın kültürel atmosferi ile kuantum fiziğinin gelişimi arasındaki paralellikler Paul Forman tarafından incelenmiş ve dönemin genç bilim insanlarının yerleşik düşünce biçimlerine yabancılaşmalarının yanı sıra toplumsal ve kültürel yapıyla uyumsuzlukları vurgulanmıştır (Carson vd., 2011).
19. yüzyıl sonlarında fiziğin ufkunda sadece iki küçük kara bulut görünüyordu. Bu iki küçük kara bulutun, fiziğin ufkunu tümüyle değiştirecek Özel Görelilik ve ilksel Kuantum Kuramının doğumuna neden olacağını o yıllarda kimse öngöremiyordu (Hooft, 2012). İronik biçimde, fizikçileri 1900 yılında kuantum düşüncesiyle tanıştıracak ve bu nedenle 1918 yılında Nobel Fizik ödülünü kazanacak olan Max Planck’a 1875’te fiziğin son günlerini yaşadığı ve bu nedenle kariyerine başka bir alanda devam etmesi hocaları tarafından öğütlenmişti (Cropper, 2005). Dönemin yaygın kabul gören anlayışına göre fizik bilimi tamamlanmak üzereydi. Fizikte yapılacak fazla bir şey kalmamıştı. Benzeri bir kuruntu 1928 yılında, sonradan Nobel ödülü kazanacak olan Max Born tarafından da dillendirilmişti: “Bildiğimiz gibi fizik, 6 ay sonra sona erecek”! Oysa ne tarih sonlanacaktır ne de fizik.
Seçkin fizikçilerin peşinden koştuğu fiziğin nihai sonu olarak görülen, oysa hiç de nihai bir son olmayacak ‘her şeyin teorisi’ adına yürütülen ve diyalektik materyalizm açısından değerli olan birleştirme çabaları akla getirildiğinde, 19. yüzyılın sonlarındaki kafa karışıklığının günümüzde de yaşandığı görülür. Şu günlerde dillendirilen fiziğin sonuna çok yaklaşıldığı zannı ile 1992’de SSCB’nin dağılmasının ardından dillendirilen ‘artık tarihin sonuna gelindiği’ iddiası, fizikle toplumsal bilimlerin gericiliğin güçlendiği dönemlerde aynı kaderi asimetrik olarak paylaştıklarını gösterir. Toplumsal bilimlerin sonlanması düşüncesi tarihsel olarak geri çekilmelerin yaşandığı dönemlerde ortaya atılırken, fen bilimleri özelinde fiziğin sonlanacağı düşüncesi ise ilerici atılımların öncesinde ortaya çıkmıştır çünkü fen bilimleri toplum bilimlerinden farklı olarak karşılaştıkları sorunları çözebilme yeteneğindedir. Bunu fen bilimlerinde öne çıkan nesnellikle açıklayabiliriz. Fen bilimlerindeki varlıklar kimlik sahibi olmalarına karşın bilinç sahibi değillerdir. Fen bilimleriyle toplum bilimleri arasındakibilinç kaynaklı asimetrinin, diyalektik bir karşıtlık olduğunu kaydetmeliyiz.
FIZIĞIN DIYALEKTIK SEYRI: BIRLEŞTIREREK İLERLEME
Fiziğin tarihi, birleştirmelerin tarihidir. Fizik, kuramlarını birleştirerek ilerler. Bu aynı zamanda diyalektik bir zorunluluktur. Fizikteki her başarılı birleştirmenin sonucunda birleştirmeden önce geçerli olan metafizik ayrım ve kategorizasyonlar geçersizleşir. Aşılan metafizik ayrımlar beraberinde yeni olgu ve kavramları getirir. Bu sayede fizik, tümele yönelerek gelişimini sürdürür. Yeryüzü ile gökyüzündeki cisimlerin hareket ilkelerini birleştiren Newton mekaniği, 17. yüzyıl Britanyası’nda monarşinin eski gücünün kalmadığı ve kıta Avrupa’sında ise ticari burjuvazinin egemenliğini pekiştirdiği ve feodalizmin tasfiye edilmeye başlandığı bir dönemde ortaya çıkmıştı. Kısa süre sonra Fransa’da monarşinin devrimle yıkılması, mekanizmle malul materyalizmin elini güçlendirmiştir.
19. yüzyılın son çeyreğinde Maxwell’in elektromanyetik kuramıyla gerçekleşen ikinci birleştirme neredeyse tüm dünyada monarşilerin etkisizleşmeleri veya tasfiyelerinin öncesinde gerçekleşmiştir. Bu birleştirme kuramlarının yol açtığı ilerlemeler ticaret, üretim ve sermaye birikim mekanizmaları ve ilişkileri üzerinde doğrudan büyük bir etki yaratmışlardı. 1968’de elektrozayıf kuram adıyla bilinen üçüncü birleştirmenin tarihsel anlamda üretim süreçlerini ‘doğrudan’ etkilemediği düşünülse de bu birleştirmeye zemin hazırlayan ilerlemeler günümüzün haberleşme, elektronik, nükleer teknolojilerinin temelinde yer aldığı için üretim biçimleriyle ilişkilidir. Üretim biçimlerindeki değişim ve dönüşümlerin toplumsal etkileri birbirlerinden ayrı değerlendirilemez.
Fakat unutulmamalıdır ki, tarım devrimiyle artan yiyecek üretimi ve su kullanımı insan soyunun yiyecek ve su bulma sorununun çözülmesiyle sonuçlanmamıştır. Sanayi devrimi de böyledir. İnsanlığın büyük ölçüde çeşitlenmiş ihtiyaçlarının karşılanmasını beraberinde getirmemiştir. Tıpkı 19. yüzyılda makinelerden korkarak onları tahrip eden insanların (ludistler) olması gibi günümüzde de yapay zekâdan korkulmaktadırlar. Stephen Hawking, 8 Ekim 2015 tarihli The Huffington Postgazetesinde yer alan söyleşisinde aslında ‘asıl korkulması gerekenin robotlar değil kapitalizmin kendisi olduğu’nu söylemiştir. Kapitalizmi toplumsal bir sorun olarak tanımlayan ve nasıl çözümleneceği üzerine bilimsel bir yaklaşımla ilk eğilenler Marx ile Engels olmuştur.
Çağımızın 19. yüzyıldan farklı olduğu düşüncesi doğru olsa da, bu 19. yüzyıldan tamamen sıyrıldığımız anlamına gelmez. Bugün hâlâ seyahat ederken 19. yüzyılda ticarileşen dört zamanlı motorları kullanıyoruz. Günümüz teknolojisinin kamuflajında öne çıkarılan bilgi toplumu, elektronik devrim, iletişim teknolojileri gibi kavramlarla üzeri örtbas edilmeye çalışılan Marksizm, taşıdığı toplumsal değerden hiçbir şey yitirmemiştir. Sadece üretim biçimlerindeki çeşitlenme ve gelişmeye değil, onların toplumsal yapıya nasıl eklendiğiyle de ilgilenmemiz gerekir. Tıpkı on bin yıl önce yaşanan tarım devriminin açlık sorununu ortadan kaldıramaması gibi, 19. yüzyıldan beri çözüm bekleyen endüstriyel üretimin toplum yararına düzenlenmesi sorunu hâlâ çözülmeyi beklemektedir.
Ekim Devrimi bu sorunun geniş halk kitleleri lehine çözülebileceğini göstermesi bakımından tarihteki en değerli toplumsal pratiklerinden birini yaşama geçirmiştir. İnsanlığın modern komünist toplumlarla ilk kez tanıştığı 20. yüzyılın ilk çeyreğinde neredeyse tüm dünyada yaşanan toplumsal hareketlilik ve devrimci yükseliş, monarşilerin birer birer düşmeleri ya da iyiden iyiye zayıflamalarıyla sonuçlanmıştır. Bu dönemin 19. yüzyılda fizikte beliren problemlerin çözülmeye başlandığı dönem olması tesadüf değildir. Burjuva düşüncesinin aşınması, bocalaması ve yerinde saymasının nedeni proletaryanın artan etkinliğiydi. Bugün fiziğin krizden bahsediyorsak bunun temelinde 20. yüzyılın tamamlanmamış olması yatmaktadır.
METAFIZIĞE KARŞI DIYALEKTIK
19. yüzyılda fizikteki krizin temelinde Newton’un karizmasından beslenen mekanik doğa anlayışı ya da mekanik materyalizm yatıyordu. Hiç istememiş olmasına rağmen Newton’la birlikte fiziğe sızan metafizik, fiziksel problemlerin çözümünde iyiden iyiye ayak bağı olmaya 19. yüzyılın ilk yarısında başlamıştı. Optik ve termodinamik konularındaki çalışmaları örnek olarak verebiliriz. Optik konusunda, Engels’in ‘tümevarım budalası’ diyerek alay ettiği Newton’un parçacık kuramıyla açıklanamayan deneyler yapılmaya ve dalga kuramı genel kabul görmeye başlamıştı. Termodinamikte gözle görülemeyen taneciklerin hareketine dayalı kinetik kuram Maxwell ve Botzmann tarafından geliştirilmişti. Her iki alanda da mekanik doğa anlayışı yetersiz kalmıştır. Engels (1883, s. 48) tüm bu gelişmelerin geri planındaki düşünceyi “Modern doğabilim, hareketin yokolmazlığı ilkesini felsefeden devralmak zorundaydı; bu ilke olmaksızın daha fazla yaşayamazdı” diyerek felsefenin önemini vurgular.
Engels (1883, s. 230), Newton’un meşhur ‘Fizik, kendini metafizikten koru!’ biçiminde formüle edilen öğüdü hakkında şöyle der: “Fizik, kendini metafizikten koru! Sözü çok doğrudur ama başka anlamda”. Newton’ın metafizikten kastı 17. yüzyıl idealist felsefe geleneğidir. Marx ve Engels, fiziğin tek başına metafiziğe karşı koyamayacağını görmüşlerdir. Düşüncemizi metafizikten bütünüyle arındırmak için hem toplumsal hem de doğal bilimlerde onu aşmanın önemini vurgularlar. Doğa bilimlerinden kovulan metafizik toplumsal bilimlerin kapısından içeri girerek yeniden doğa bilimcilerin düşüncelerini kirletmeye devam edecektir. 19. yüzyılda fiziğin gelişiminde izlenen sorunların kaynağı metafizikten bütünüyle arınmış bir materyalizmin o yıllarda kurulmamış olmasıdır.
Mekanizmin refakatinde güçlenen Fransız ansiklopedistlerinin vaaz ettiği gerekirci olguculuk (determinist pozitivizm) ve idealist aydınlanma doktrini 19. yüzyılda bilim insanları tarafından kayıtsız şartsız benimsenmiştir. Diyalektik materyalizm, hem gerekircilikle hem de olguculukla hesaplaşmaya girdiği için 19. yüzyıldaki bilim çevrelerinde ‘yeterince bilimsel olmamakla’ itham ediliyordu. 19. yüzyılda gerekircilikle mücadeleye girdiği için yeterince bilimsel bulunmayan diyalektik materyalizm, 10. yüzyılda bu kez gerekirci olduğu iddiasıyla bilimsel olmamakla itham edilmiştir! (Hawking, 2014).
Diyalektik materyalizmin arası gerekircilikle ve olguculukla arası neden açıktır? Çünkü gerekircilik bir tür kaderciliğe kapı aralayarak özgürlük fikriyle bağdaşmaz. Ayrıca toplumsal değişimlerin tarihsel kökenlerini ikinci plana atma eğilimindedir. Olguculuk ise düşünceye deli gömleği giydirerek etkisizleştirir. Kaçınılmaz olarak gerekircilik idealist bir sapmayla sonuçlanırken, düşüncenin cesaretlendirmesinden yoksun kaldığı için bir çeşit görgücülük (ampirizm) ve duyumculuğa (sensualizme) kapı aralayan olguculuk ise iddia ettiğinin aksine insan pratiğinin yüceltilmesi yerine ona ket vurulmasıyla sonuçlanır. Atomların mikroskopla görülebilmeleri için yüz yıldan fazla bir süre beklenmesi gereken bir dönemde Engels’in (1883, s. 224) “Burada düşünme gereklidir: atom ile molekülü vb. mikroskopla değil, ancak düşünce ile gözleyebiliriz” cümlesini hatırlamak yerinde olacaktır.
Tarihsel materyalizm ile toplumu ve insanı, diyalektik materyalizm ile madde anlayışımızı özgürleştiren Marx ve Engels’te özgürlük fikri, anarşistlerdeki gibi erekbilimsel (teleolojik) bir saplantı halini almaz. İnsan ve dolayısıyla insanı içeren doğa için özgürlük, Marksizm’in hedeflerinden biridir ama onu fetişleştirerek, özgürlük kavramına sahip olmadığı birtakım nitelikler atfedilmesini bilimsel bulmaz. Özgür olmak için maddi zorunlulukların farkına varmak ve tarihselliği reddetmeyen bilimsel bir yöntemi izlemek ön koşuldur. Aksi halde, ışığın boşluktaki hızının aşılamayacak olması ya da mutlak sıfır Kelvin’e ulaşamayacak oluşumuz gibi somut bilimsel sınırlamaları, insan pratiği ve düşüncesi üzerinde kurulmuş dayatmalar olarak gören post-modern özgürlük simsarlarından bir farkımız kalmaz. Benzeri ibret verici örnekleri çoğaltmak mümkündür (Küçük vd., 2018). Engels (1878, ss. 202-203), "Özgürlük, doğa yasaları karşısında düşlenmiş bir bağımsızlıkta değil ama bu yasaların bilinmesinde ve bu bilme aracıyla bu yasaların belirli erekler için yöntemli bir biçimde kullanılma olanağındadır" dedikten sonra şöyle devam eder: “Öyleyse özgürlük, kendimiz ve dış doğa üzerinde, doğal zorunlulukların bilgisi üzerine kurulu egemenliğe dayanır; böylece o, zorunlu olarak, tarihsel gelişmenin bir ürünüdür”.
FELSEFEYI HOR GÖREN FIZIKÇILER
Günümüzde pek çok bilim insanı bilimsellikle bağlarını koparmasının üzerinden yüz yıldan fazla bir süre geçen düşüncelerin yan etkilerinden kurtulmaya çalışıyor, fakat kendilerini ya Kantçı bilinemezciliğin ya da en ağdalısından idealizmin bataklığında buluyorlar. Kendi aralarında durmadan homurdanmakla yetiniyorlar, çünkü materyalizmin en gelişmiş hali olan diyalektik materyalizmden bihaberler.
Stephen Hawking fizikteki gelişmelere uyum sağlayamadığı gerekçesiyle felsefenin ölümünü ilan etmekte sakınca görmemiştir (Hawking ve Mlodinov, 2012). Nobel ödüllü Steven Weinberg (1993) ise, fizikte felsefenin alabildiğine işlevsiz kaldığını vurgulamıştır (Weinberg, 1992). Yine Nobel ödüllü Richard Feynman meşhur Fizik Dersleri’nin birinci cildinde “Felsefeciler, bilim için neyin mutlaka gerekli olduğu hakkında bol bol konuşurlar; görebildiğim kadarıyla söyledikleri her zaman biraz safça, muhtemelen de yanlıştır” demektedir. Hatta Feynman’ın “Bilim insanlarının felsefeye olan ihtiyacı kuşların ornitolojiye (kuş bilimine) olan ihtiyaçları kadardır” dediği rivayet edilir. Lenin (1909, s. 383), bu durumu “Kendi özel kimya, tarih, fizik, vb. alanlarında en değerli çalışmaları yapabilecek yetenekteki bu profesörlerin, felsefe söz konusu olduğunda, bir tek sözlerine bile inanılamaz.” diyerek tespit eder ve sebep olarak da bu kişilerin diyalektik materyalizmi bilmemelerini gösterir.
Feynman 1963’te yayımlanan Fizik Dersleri’nin birinci cildinde, “Şu gözlerimize, kaba gözlerimize göre, hiçbir şey değişmemektedir, ama onu bir milyar kere büyütülmüş olarak görebilseydik, kendi bakımından onun sürekli değiştiğini görürdük” der. Feynman, bunu söylediği tarihten yaklaşık yüz yıl önce Engels’in (1878 s. 70), “Doğayı, insan tarihini ya da kendi öz kafa etkinliğimizi düşüncenin incelemesi altına koyduğumuz zaman, bize ilk görünen şey, hiçbir şeyin olduğu gibi, olduğu yerde, olduğu biçimde kalmadığı ama her şeyin hareket ettiği, değiştiği, olduğu ve yok olduğu sonsuz ve karşılıklı ilişkiler ve etkiler yumağı tablosudur” dediğini okumuş olsaydı acaba ne düşünürdü?
BILIMSEL SOSYALIZMIN GÖZLERİ
II. Dünya Savaşı’ndan sonra felsefe, bilimsel bilginin yetersizliği düşüncesinin hiç olmadığı kadar popülerleşip kabul görmesinin önünü açmıştır. Toplumda ya da sokaktaki insanda bilimin saygınlığı fikri güçlenirken, bilim insanlarında bilimsel bilginin saygınlığı fikrinin azalışına tanıklık ediyoruz. Felsefe ve düşünceden uzaklaşan bilim insanları, kendilerini uzmanlık alanlarına hapsediyorlar ve mümkün olduğunca az şey hakkında olabildiğince çok şey bilmekle övünüyorlar.
Günümüzde bilim insanları, klasik olguculuğun kalıntısı olarak görülebilecek, düşünceyi (felsefeyi) öldürerek ya da hor görerek, yalnızca doğa bilimiyle yetinerek ve bilimi kutsayarak metafizik karşısında yaşadıkları çaresizliği aşabileceklerini sanıyorlar. Fakat felsefe, bilim insanlarının önüne daha çetrefil meseleler koyarak onların düşünce karşısındaki kayıtsızlıklarını cezalandırıyor. Bu mevcut felsefe pratiğinin bilim karşısındaki üstünlüğünden çok doğa bilimcilerin felsefi yetersizliklerinden kaynaklanır. Neredeyse yüz elli yıl önce Engels (1883d) “Felsefe, kendi ölümünden sonra, onu terk ettiği için, doğabilimden öcünü alıyor” demiştir.
Burada bir yanlış anlamanın önüne geçmek gerekiyor. Engels’in ölümünü tespit ettiği felsefe, yalnızca idealist felsefe pratiği değildir. Engels mekanizmle malul materyalizmin de sürdürülebilir olmadığını görmüş ve bilimsel olmayan, bilimle arasına mesafe koyan felsefe pratiğinin cenazesini yine düşünceyle ve düşünerek kaldırmıştır! Engels’in akıl yürütmesi düşüncenin ve düşünmenin maddi temellerini yok sayan felsefe pratiğini bilimselleştirerek aşarken mekanik materyalizmin karşısına diyalektik materyalizmi çıkarmıştır. Engels bunu yaparken tek başına değildir. Marx ile birlikte bu ‘aşma’ işinin yükünü omuzlamıştır.
Aşma sürecinde diyalektik aklın iki gözü de açıktır. Gözlerinden birini Marx’ın yaptığı gibi tarih ve topluma, diğerini ise Engels’in ileri yaşlarında yaptığı gibi doğaya çevirmiştir. Gözlerden biri kapanacak olursa, düşünce (felsefe) ve bilim görme kaybına uğrar. Bu nedenle toplumsal olana odaklanan ‘tarihsel materyalizm’ ile doğaya odaklanan ‘diyalektik materyalizm’ birbirinden ayrılamaz çünkü doğaya bakmayan gözün topluma ve tarihine baktığında göreceği şey, topluma bakmayan bir gözün doğaya baktığında göreceği şey kadardır.
Engels (1883, s. 229-230) 19. yüzyıl olguculuğunun etkisinden kurtulamamış günümüz fizikçileri gibi yalnızca felsefenin ölümünü ilan edip bundan sonra yalnızca doğa bilimleriyle yetinmemiz gerektiğini savunmaz: “Doğa bilginleri, felsefeyi ihmal ederek ya da kötüleyerek ondan kurtulacaklarına inanıyorlar. Ama düşünce olmaksızın ilerleyemezler ve düşünce için de düşünce belirlenimlerine gereksinmeleri vardır. … Felsefeye en çok sövenler, en kötü felsefenin en kötü vulgarize edilmiş kalıntılarının tutsaklarıdır”. “Doğa bilginleri hangi tutumu benimserlerse benimsesinler, felsefenin egemenliği altındadırlar. Sorun, kötü ve moda olan bir felsefenin mi, yoksa düşünce tarihi ve onun başarıları ile yakınlık kurmuş teorik düşüncenin bir biçiminin mi egemenliği altında olmak istedikleridir”.
DIYALEKTIK MATERYALIZM DOGMATIK MIDIR?
Bilimsel meseleleri önümüze koyan doğanın kendisi değil insanın bilme çabasıdır. “Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar; çünkü yakından bakıldığında her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da oluşmakta olduğu yerde ortaya çıkar.” (Marx, 1859). Dolayısıyla bilimsel edimin -eylem ve söylemin- düşüncede temellendirilmesi konusunda ortaya çıkan, çıkacak olan problemlerle ilk yüzleşenler doğa bilimciler olmuştur. Fiziğin toplumsal bilimlerden daha önce gelişmeye başlamış ve toplumsal bilimlerden daha önce öldürülmeye çalışılmış olması bunu doğrular.
Doğa bilimlerini öldürme ya da sonlandırma düşünceleri tarihsel gerileme dönemlerinde ortaya çıkmıştır. Fakat bu gerileme dönemleri aynı zamanda ilerlemelere gebe dönemlerdir. Gericilik, insan düşüncesinin doğa ve toplumun maddi koşullarından uzaklaşmasından güç alır. İnsan soyunun gözünü ve aklını doğaya, maddi olana değil de başka bir yere çevirdiği dönemler insanlığın gerilediği dönemler olmuştur. Dolayısıyla, düşünceyle doğanın bilimsel birlikteliğini vurgulayan diyalektik ve tarihsel materyalizmi uygulama becerisini kazanmak ve daha da önemlisi kaybetmemek ilerlemenin gereğidir.
Diyalektik materyalizmin doğa bilimlerindeki problemlere uygulanmasına karşı gösterilen tepkiler, bu çabayı bir tür dogmatizm olarak niteleyip bunun yapılması durumunda skolâstik bir yanlışa düşüleceği kaygısına dayanır. Böyle düşünenler, diyalektik materyalizmin sıradan bir felsefi anlayış olmadığını, yozlaşmış felsefe pratiğinin dışında yer aldığını ve felsefenin bilimselleştirilmesi çabasının ürünü olduğunu görmezler.
Diyalektik materyalizm kendini doğaya kabul ettirme gayretindeki aciz bir yöntem olmayıp doğa bilimlerinin bulgularından yola çıkan bir yöntemdir. Engels (1878, s. 57), “Ensonu benim için diyalektik, yasaları kurgu aracılığıyla doğaya sokmak değil ama onları orada bulmak ve oradan çıkarmak söz konusu olabilirdi” demiştir. Diyalektik materyalizm, ne dogmatiktir ne de kurgusaldır. Engels (1878, s. 77) bunu şöyle ifade eder: “modern materyalizm, özsel olarak diyalektiktir ve öteki bilimlerin üstünde yer alan bir felsefeye gereksinme duymaz”. Çünkü somut olan hakkında değil, somut olandan yola çıkan bir düşünme yöntemidir.
Engels’in (1878, s. 77) bu düşüncesi, Marksist bir ‘bilim felsefesi’ne gerek olmadığı anlamına gelir. Gerek yoktur çünkü Marksizm, kendisini toplum ve doğa bilimlerinden ayrı tutmaz. Oysa ‘bilim felsefesi’ denilen düşünce pratiği, düşünceyi bazen bilimin gerisine bazen de ilerisine koyan ve hiçbir zaman onları aynı yere koymayan burjuvazinin icadıdır. Burjuvazi, bilimi ve bilimsel bilgiyi nereye koyacağını ve onunla kâr maksimizasyonu ya da para kazanmak dışında ne yapması gerektiğini bilemez. Bilmek de istemez.
Buna karşın Marksizm bilim ile düşünceyi (felsefeyi) birbirinden ayırmaz. Bilim ile düşünce pratiği arasında öncelik sıralamasında bulunmayarak felsefeyi veya düşünme pratiğini bilimselleştirir. Bu ilerici tutumu nedeniyle burjuva ideologlarınca küçümsenmiştir. 1957’de Nobel Edebiyat ödülünü alan Albert Camus gibi ‘saygın’ burjuva ideologları Marksizm’i sadece küçümsemekle yetinirken, ‘saygın olmayanları’ ulu orta küfrederler, çünkü Marksizm’le boy ölçüşemeyeceklerinin farkındadırlar. Camus (1951, s. 147) “Gerçek felsefe felsefenin yadsınmasıdır” diyecek denli radikal bir tutumu savunduğu kitabında şunları söyler: “Oysa bu önceden haber verme ancak saltık önbiliye son vererek bilimsel olabilirdi. Marksçılık bilimsel değildir, bilimcidir fazla fazla” (Camus, 1951, s. 210). Zavallı Camus’nün havsalası öngörü yeteneğine sahip ve dogmatik olmayan Marksizm’i kavrayamayacak denli dardır. Camus, öngörüde bulunma vasfına sahip olduğu için sadece Marksizm’i değil onun yanında bilimi de bilimsel olmamakla itham ettiğinin farkında değildir.
Diyalektik materyalizm ya da Marksizm’in dogmatik olup olmadığı konusunda daha açık bir alıntı yaparak konuyu sonlandıralım. Stalin, 2 Ağustos 1950 günü Pravda’da yayınlanan ‘Marksizm ve Dilbilimsel Sorunlar’ başlıklı makalesini şu cümlelerle bitirir: “Marksizm tüm çağlar ve dönemler boyunca zorunlu olan ve hep aynı kalan sonuçları ve formülleri kabul etmez. Marksizm her türden dogmatizmin düşmanıdır”.
ENGELS’IN MADDE ANLAYIŞI
Madde hakkında Engels (1883, s. 47), “Ancak, maddenin hareketi, salt kaba mekanik hareket değildir, salt yer değiştirme değildir; ısı ve ışıktır, elektrik ve magnetik gerilimdir, kimyasal bileşim ve ayrışımdır, yaşamdır ve son olarak bilinçtir” diyerek materyalist tutumunu ortaya koyar. Maddeden bilince doğru ilerleyen Engels maddeyi kütle sahibi olma zorunluluğundan kurtararak özgürleştirir. Diyalektik materyalizmde madde artık görülmek, dokunulmak, tadılmak, koklanmak, işitilmek ve hissedilir olmak zorunda değildir. Madde kavramının sınırlarında bir genişletme meydana gelmiştir. İdealist çevreler bunu maddenin kaybolduğu ve artık materyalizmin geçerliğini yitirdiği biçiminde yorumlayarak kalın kafalılıklarını sergilemeye devam etmektedirler.
Engels’e göre “Hareket, maddenin varoluş biçimidir” (Engels, 1878, s. 127). Anti-Dühring’te olağanüstü güzellikte ifade edilen bu düşünceyi Doğanın Diyalektiği’nde şöyle genişletir: “Maddenin, onun varoluş biçimi, içkin özniteliği olarak açıklanan hareketi, en genel anlamda, basit yer değiştirmeden düşünceye kadar, evrende yer alan bütün değişiklikleri ve süreçleri kapsar” (Engels, 1883, s. 81). “Burada da anlaşılıyor ki, madde, hareketsiz düşünülemez. Ayrıca madde, karşımızda, var olan, var olduğu gibi de yaratılamayan ve yok edilemeyen bir şey olarak duruyorsa, bundan, hareketin de, yaratılamayacağı gibi yok edilemeyeceği sonucu çıkar” (Engels, 1883, s. 82).
ÖZEL ve GENEL GÖRELİLİK HAKKINDA
Einstein tarafından 1905’te yayımlanan Özel Görelilik kuramı maddenin enerjiye ve enerjinin de maddeye dönüşebileceğini öngörmüştür. Fizik araştırmalarında doğruluğu çok geçmeden anlaşılan bu ilkeden yararlanarak sivil amaçlarla elektrik üretimi ilk kez 1954’te SSCB’de yapılmıştır. Nükleer teknolojinin kapitalist dünyada ilk kez 1945’te askeri amaçla kullanıldığını da kaydetmeliyiz. Hareketin enerjiyle ortaya çıktığı ve diyalektik materyalizmin maddeye içkin hareket anlayışı birleştirildiğinde, madde ile enerji arasında hareket üzerinden bir eşdeğerlik kurulur. Engels’in diyalektik akıl yürütmesi, madde ve enerji arasındaki eşdeğerliği Einstein’ın kuramından neredeyse otuz yıl önce kavramasını sağlamıştır: “nitel değişmelerinin ancak (enerji denilen) madde ya da hareketin nicel eklemeleri ya da nicel eksilmeleri ile ifade edebiliriz” (Engels, 1883, s. 75).
Özel görelilik kuramının en önemli sonuçlarından biri, ışık geçiren esir (luminiferous ether) ortamının var olmadığının anlaşılmasıdır. Hiçbir şekilde deneysel olarak tespit edilememiş olmasına karşın ışık dalgalarının taşınması için klasik anlayışın olmazsa olmaz kabul ettiği esir hakkında Engels (1883, s. 313) “Ama esirin ışık geçirmesi, onun aracı olması, onun aynı zamanda ışığa da direnç göstermesini içermesi gerekir, aksi halde ışık onun içerisinde titreşim meydana getiremez” diye düşünür ve “esir teorisi de belki yepyeni bir teori ile uzaklaştırılıncaya kadar” (Engels, 1883, s. 134) diyerek Özel Görelilik kuramını neredeyse otuz yıl öncesinden müjdelemiştir.
Özel Göreliliğin matematiksel inşası Newton’dan beri birbirinden ayrı değerlendirilen uzay (mekân) ve zaman kavramlarının uzayzaman kavramında birleştirilmesiyle başarılmıştır. Engels, klasik anlayışta yer alan uzay ile zamanı diyalektik karşıtlık içerisinde görüp bunların birliğini savunur. Bu birleştirme neticesinde Özel Görelilik kuramı tutarlı ve güvenilir bir kuram haline gelmiştir. Engels’in Özel Görelilik Kuramından otuz yıl önce bu birleştirmeden bahsettiğini görürüz: “(Hareketin) özü, uzay ve zamanın dolaysız birliğidir. … Uzay ve zaman harekete aittir” (Engels, 1883, s. 268) başka deyişle, maddeye aittir. Bu anlamda Engels, uzay ile zaman kavramlarını Kant’ın savunduğu gibi maddi temeli olmayan kurgusal ‘a priori’ kavramlar olmaktan çıkarıp maddi olanda temellendirmiştir.
Özel Görelilik kuramı adının kurbanı olmuştur. Sanıldığının aksine fiziksel olan her şeyin göreli olduğunu, dolayısıyla nesnel bir fiziksel gerçekten bahsedilemeyeceğini veya öznelliğe doğada kaçınılmaz biçimde yer verilmesi gerektiğini değil, tam tersine fizik yasalarının ‘eylemsiz gözlem çerçevelerinde’ aynı kalacakları düşüncesine dayanır. Bertrand Russell (1925) da bunu vurgulamıştır. Fizik yasalarının öznel değil nesnel olduklarını savunan Özel Görelilik kuramı bu yasaların tarihsel olup olmadıklarıyla ilgilenmez. “Doğadaki evrenselliğin biçimi yasadır ve hiç kimse doğa yasalarının ölümsüz karakterlerinden doğa bilginlerinden fazla söz etmez” diyen Engels’in (1883, s. 256) yasaların evrenselliğine vurgu yaparak fizik yasalarının nesnelliğini gözettiği fakat bunu yaparken fizik yasalarının değişmezliğini kabul etmediği görülür: “Ölümsüz doğa yasaları da giderek tarihsel yasalara dönüşürler” (Engels, 1883, s. 260).
Diyalektik materyalizme göre Özel Göreliliğin hareket için tanımladığı ve mutlak anlamda değişmez saydığı hız sınırı -ışığın boşluktaki hızı- kuramının kabul ettiği gibi uzayzamanın farklı kısımlarında (bu kısımlardaki zaman bizim zamanımızdan farklı olacağı için) şu anki değerinden farklı olabilir. Işığın boşluktaki hızının zaman içerisinde ya da evrenin farklı bölgelerinde değişebileceği düşüncesi diyalektik materyalizmin doğrulanmayı bekleyen bir diğer öngörüsüdür. João Magueijo (2003) bu konuya eğilen kuramları değerlendirmiştir.
Engels (1878, s.116) madde ile uzayzaman hakkında şunu yazar: “Çünkü her varlığın temel biçimleri uzay ve zamandır ve zaman dışında bir Varlık, uzay dışında bir Varlık denli büyük bir saçmalıktır”. Bir materyalist olarak Engels’in varlıktan kastı maddedir ve uzay ile zamanı, maddenin dayanakları olarak görmesinde şaşılacak bir şey yoktur. Maddenin var oluş biçimi olan hareket uzay ve zamanda gelişiyorsa uzay ve zaman da maddi bir temele dayanmalıdır, başka deyişle madde tarafından değiştirilebilmeli ya da şekillendirilmelidir. Bu şekillendirmenin nasıl oluştuğunu Einstein 1915 yılında Genel Görelilik kuramıyla açıklamış ve yıldız gibi büyük kütleli cisimlerin civarında uzayzamanın büküldüğünü göstermiş, hatta yüzyıllardır bilinen ve Newton kuramıyla açıklanamayan astronomik bir gözlemi (Merkür gezegeninin günberi dönüsü) deneysel değerine çok yakın biçimde hesaplayabilmişti.
ATOM VE MOLEKÜL KAVRAMLARI ILE ATOM ALTI PARÇACIKLARA DAIR
Atom kavramının M.Ö. V. yüzyıla uzanan bir tarihi vardır fakat atomların varlıklarının kabulü için 1910’ları beklemek gerekecekti. Atom kavramı bugün anladığımız anlamda varlığını 19. yüzyılın başlarında yaptığı çalışmalarıyla kimyacı Dalton’a borçludur. Katlı oranlar yasası nedeniyle atom kavramı 19. yüzyılda fizikçilerden çok kimyacıların kullandığı bir kavramdı. 19. yüzyılda fizikçiler, atom kavramını kimyacıların tepkime denklemlerini tutarlı hale getirmek için başvurdukları bir ‘hile’ olarak görüyorlardı.
Fizikçi-filozof Ernst Mach’ın öncülük ettiği görgül-eleştiricilik (ampiryo-kritisizm) akımının etkisiyle fizikçiler, atomların varlığını görünür olmadıkları gerekçesiyle şiddetle reddediyorlar hatta atomların varlığını savunanlarla alay ediyorlardı. Döneminin en parlak fizikçilerinden biri olan ve atomların varlığını savunan Ludwig Boltzmann 1906’da bu alaycılığa daha fazla dayanamadığı için intihar etmiştir.
1905 yılında Einstein, Brown hareketi adıyla bilinen olgudan hareketle atomların varlığını şüphe götürmez biçimde ortaya koymuştur. Fakat Mach, 1916’da ölüm döşeğindeyken bile atomların varlığını reddetmeye devam etmiştir! Mach’ın kalın kafalılığının bilim dünyasında yaygın biçimde kabulüne karşı Lenin (1909, s. 313) atom hakkında “Genişletilmiş, sağlam, parçalanmaz atom, her zaman materyalist evren anlayışının kalesi olmuştur” diyerek atom kavramının önemini vurgulamıştır. Burada Lenin’in atom kavramını tarihsel bağlamında kullandığı görülmektedir.
Engels atom ile molekül kavramlarını bugün anladığımız anlamıyla ve konuya son derece hâkim biçimde kullanmıştır. “Molekül, ayrı atomlarına ayrışır ve bu atomların moleküllerden çok ayrı özellikleri vardır” (Engels, 1883, s. 76). “Ama molekül de, içinde bulunduğu cismin kütlesinden nitel olarak farklıdır. Bu kütleden bağımsız hareketler yapabilir ve görünüşte hareketsiz olduğu halde, örneğin ısı titreşimleri gösterir; konumunun ve komşu moleküllerle bağıntısının değişmesiyle, cismi başka, bir farklı hal ya da farklı bir topaklanma durumuna sokabilir” (Engels, 1883, s. 77). Bu satırlar günümüz fizikokimyasının üzerinde yükseldiği temeli özetler. 20. yüzyılda ve günümüzde fizikteki başlıca araştırma konularından biri olan faz geçişlerinin izlerini Engels’in cümlelerinde görmek mümkündür.
Bölünemez ve parçalanamaz anlamına gelen Yunanca atom kelimesi, ismiyle bağdaşmaz biçimde hem bölünebilir hem de parçalanabilirdir. Fakat 19. yüzyılın sonlarında kimse atomun daha küçük parçacıklardan oluştuğunu düşünecek durumda değildi çünkü henüz atomların varlıkları bile tartışmalıydı. 1897’de keşfedilen ilk atom altı parçacık olan elektrondur. Elektronun keşfinden neredeyse yirmi yıl önce Engels, “Bununla birlikte, atomları, hiç bir zaman basit ya da genellikle bilinen en küçük madde parçacıkları olarak kabul etmek doğru değildir” (Engels, 1883, s. 294) diyerek atomlardan daha küçük taneciklerin var olmaları gereğinden bahsederek atom altı parçacıkları öngörmüştür. Bu düşünce ayrıca kuantum düşüncesinin dayandığı ve Lenin tarafından vurgulanan materyalist taneciklilik ilkesinin bir ifadesidir.
TERMODINAMIĞIN 3. YASASI HAKKINDA
1912’ye tarihlenen Walther Nernst tarafından keşfedilen termodinamiğin 3. yasası, mutlak sıfır Kelvin derecesindeki sıcaklığa erişmenin mümkün olmadığını ifade eder. 3. yasanın keşfinden neredeyse otuz beş yıl önce Engels’in yazdıklarına bakalım: “Mutlak 0°’de hiçbir gaz mümkün değildir, moleküllerin bütün hareketi durur; küçük bir basınç, dolayısıyla onların kendi çekimi, hepsini bir araya gelmeye zorlar. Bundan dolayı sürekli bir gaz mümkün değildir” (Engels, 1883, s. 312). Engels, 3. yasayı ifade etmekle kalmamış, bunun nedeni olarak da mutlak sıfırda maddedeki tüm hareketin sonlanacak olmasını ileri sürmüştür. Bugün fizikçiler de derslerinde bu argümanı kullanmaktadırlar. Düşünce deneyleriyle ünlü Galileo, Newton ve Einstein gibi Engels’in de burada bir düşünce deneyi yaptığı görülür.
Yine termodinamik hakkında Engels’in hareketin yok olmazlığı ilkesini esas alan diyalektik akıl yürütmesinin etkileyici bir sonucuyla karşılaşıyoruz. “Termometrenin mutlak sıfırı bile, asla saf, soyut bir yadsımayı değil, maddenin çok belirli bir durumunu temsil eder: bu, moleküllerin kendi başına hareketinin son sınırının kaybolduğu ve maddenin yalnızca kütle olarak etki yaptığı sınırdır” (Engels, 1883, s. 286). Engels’e göre maddenin asli unsuru harekettir, kütle sahibi olmak bir varlığı madde olarak nitelemeye yetmez. Günümüzde pek çok idealistin anlamakta zorlandığı ilkelerden biridir bu.
KUANTUM DÜŞÜNCESİNE DAİR
Prematüre doğan kuantum kuramı uzun süren bir ilginin ardından 1925 yılının ortalarında tutarlı bir kuram görünümünü kazanmaya başlamıştır. Kuantum düşüncesinin fizikteki etkileri; (i) maddenin (Engels’e göre ışığın da madde olduğunu hatırlayınız) tanecikli yapıda olması, (ii) bazı fiziksel kavramların keyfi değerler alamamaları ve alabileceği bu değerler arasında sıçramalar yaparak devinmesine ilaveten (iii) bir şeyin diğer şeylerle sürekli etkileşim halinde olması biçiminde özetlenebilir (Rovelli, 2018). Burada sözü edilen tanecikler, Newton’un düşündüğü saltık korpüsküller değildir.
Deneysel olarak gözlenen sıçramaları 19. yüzyıldan devralınan olumsuz felsefe bakiyesinin etkisi altındaki fizikçiler kolayca kabul edemezlerdi. Deneysel dayanakları nedeniyle bu sıçramaları kabul etmiş olanlarsa anlamlandırmakta zorlanmışlar ve yavan bir bilinemezciliğe kapı aralayan Kantçılıkla kendilerini avutmuşlardır. Kuantum fiziğinin yarattığı sarsıntıyı ilk elden yaşayan Bohr ve Heisenberg gibi bilim insanları kendilerini berbat bir idealizmin pençesinde bularak madde ve onun nesnelliğini reddedecek kadar ileri gitmişlerdir (Karabıyık, 2018). Oysa Engels (1883, s. 295) “çünkü doğa tümüyle sıçramalardan meydana gelmiştir” diye düşünür. “Ne denli ilerleyici olursa olsun, bir hareket biçiminden bir başka hareket biçimine geçiş, her zaman bir sıçrama, her zaman kesin bir dönemeç olarak kalır” der (Engels, 1878, s. 138). Kuantum düşüncesini içselleştirilmiş halde Engels’in doğa anlayışında açıkça görüyoruz.
Diyalektik materyalizmin metafizikten ayrıldığı en önemli kavşaklardan biri olan ve kuantum kavramıyla birlikte fiziğe taşınan karşılıklı etkileşim hakkında Engels (1883, s. 253) şunları yazmıştır: “Hareket halindeki maddeyi bir bütün olarak bugünkü doğabilim açısından ele aldığımızda karşımıza çıkan ilk şey karşılıklı etkidir. Bir dizi hareket biçimi, mekanik hareket, ısı, ışık, elektrik, magnetizm, kimyasal bileşme ve ayrışma, toplanma durumlarındaki geçişler, organik yaşam, bunların hepsi, şimdilik organik yaşamı dışlarsak, birbirine geçişir, karşılıklı olarak birbirlerini belirler, bir yerde neden, başka bir yerde etkidirler, ve hareketin tümü, bütün o değişen biçimlerinde aynı kalır”. Görüldüğü gibi Engels nedenselliği etkileşimin inşasında kullanıyor. Kesinsizlik ilkesinin nedenselliğin ilgası anlamına geldiği gibi sığ bir düşünceyi savunmanın önüne geçiyor. Unutulmamalıdır ki, nedenselliğin olmadığı yerde bilimsellik de yoktur.
1905’te Einstein tarafından düzeltilen Newton mekaniği, kuantum kuramının gelişimiyle daha ciddi bir sarsıntı geçirmiş ve Heisenberg Kesinsizlik İlkesi fiziğin gündemine taşınmıştı. Söz konusu ilke, hareketlinin konumunun ve momentumunun (dolayısıyla hızının) aynı anda istenilen kesinlikte belirlenemeyeceğini söyler. Doğaya dair bilgimizin tam, kesin ya da eksiksiz olup olamayacağı hakkında Engels (1878, s. 95) şöyle der: “Ama bu ilişkilerin eksiksiz ve uygun bir kavrayışı, içinde yaşadığımız dünya sisteminin doğru bir imgesi, bizim için her zaman olduğu gibi bir olanaksızlık olarak kalır. Eğer, insan evriminin herhangi bir döneminde, zihinsel ve tarihsel olduğu denli fizik evren ilişkilerinin de böyle inandırıcı ve kesin bir sistemi gerçekleşmiş olsaydı, bu, insan bilgi alanının sınırlarına varmış ve toplumun bu sistemle uyum içinde örgütlendiği andan başlayarak gelecekteki tarihsel gelişme askıya alınmış olduğu anlamına gelirdi ki, bu da bir saçmalık, tam bir anlamsızlık olurdu. Demek ki, insanlar, şu çelişki ile karşı karşıya bulunuyor: Bir yandan, tüm ilişkileri içinde evren sistemi üzerine eksiksiz bir bilgi edinmek ve öte yandan, hem kendi öz nitelikleri ve hem de evren sisteminin niteliği nedeniyle, bu sorunu tamamen çözmeye hiçbir zaman yetenekli olmamak”.
Düşünce fukaraları tarafından dillendirildiği gibi Kesinsizlik İlkesi evrenin bilinemeyeceği anlamına gelmez bilgimizin kesinliğine bir sınır koyar. Klasik fizikte ise bilmenin önünde bir sınır yoktur. Lenin (1909, s. 206) bunu şöyle ifade eder: “Bu, materyalizmdir, dış dünyanın nesnel gerçekliğinin ve dış doğanın yasalarının, ve hem bu dünyanın, hem de bu yasaların tümüyle insanca bilinebilir oldukları, ama onun tarafından kesinkes hiç bir zaman bilinemeyeceği şeklindeki olgunun kabulüdür”. Kesinkes her şeyi bilebilseydik bilimsel çabamız sonlanma tehlikesiyle karşı karşıya kalırdı ki bu tarihin de, bilimin de sonu anlamına gelirdi. Aynı zamanda hareketin ve dolayısıyla maddenin de sonunu getirirdi.
Mekanik doğa anlayışının etkisinde Fransız ansiklopedistlerinin cesaretlendirmesiyle 1814’te Laplace küstah bir kibirle evrende hareket halindeki her cismin geçmişini biliyorsak geleceğini ve şu anını biliyorsak da geçmişini bilebileceğimizi ilan etmişti. Evren tıkır tıkır çalışan kurulmuş bir saate benzemektedir. Elbette bu iddia ilkeseldir ve Laplace da bunun farkındaydı. Laplace iddiasını hareket eden her şeyin belirli bir andaki konumunu ve hızını bilmemiz şartına bağlamıştı ama bunun mümkün olup olmadığı sorusunu sormamıştı. Edineceğimiz bilginin kesinliğine bir sınır koymamıştı. Ölçüm sırasındaki hassasiyet engelinin bizim beceriksizliğimizden ya da kullanılan araçların yetersizliğinden kaynaklanmadığını da eklemek gerekir. Masum gibi görünen bu cümlenin yarattığı sarsıntının etkileri günümüzde hâlâ sürmektedir. Hazmedilmesi zor bir ilke olduğu açıktır. Fakat diyalektik materyalizm ile bütünüyle uyum içerisinde olduğu da açıktır (Karabıyık, 2018).
Kuantum fiziğinin bilgibilimsel (epistemolojik) temelinde yer alan Heisenberg Kesinsizlik İlkesine yol açan diyalektik materyalist değerlendirmeyi Engels ilkenin keşfinden neredeyse elli yıl önce, “Hareket biçimi ne kadar yüksekse, bu yer değişikliği de o kadar küçüktür” (Engels, 1883, s. 82) diyerek ifade etmiştir. Engels’in hareket biçiminden kastı hareketlinin momentumudur ve hareketi, hareketlinin konumu ile momentumu arasındaki çelişkiye dayalı olarak ele alır. Ayrıca kesinsizlik İlkesinin idealist felsefe pratiğinin iddia ettiği gibi ontolojik değil epistemolojik olduğunu kaydetmeliyiz.
ANLAMAK ÇÖZMEYE YETMEZ
Diyalektik akıl yürütmenin modern fizikteki başarılarına kısaca değinilen bu çalışmada Engels’in somut tezleriyle modern fiziğin temel bulguları arasındaki paralelliklerin yalnızca bir kısmına yüzeysel olarak değinilmiştir. 1867’de Marx ve Engels’in Feuerbach üzerine 11. tezlerinde söyledikleri gibi yapılması gerekenin yalnızca dünyayı anlamak değil aynı zamanda onu değiştirmek olduğunu hatırladığımızda, Engels’in düşüncelerinin değeri daha da iyi anlaşılır. Değiştirmenin bilgi edinmenin anahtarı olduğu ve Marksizm’in yalnızca topluma değil aynı zamanda doğaya dair bilgimizi de genişletirken toplumu ve maddeyi dönüştürmeye odaklandığı vurgulanmalıdır.
Marksizm’e yapılan saldırılar arasında Marx’ın hiçbir öngörüsünün doğrulanmamış olduğu yönündeki asılsız iddia yer alır. Bu iddiayı dillendiren çevreler Engels’in doğa bilimlerinde ve özellikle antropoloji alanında kaydettiği başarıları görmezden gelirler. Bunun nedenlerinden biri doğa bilimleri alanında diyalektik materyalizmin başarıları konusuna eğilen çalışmaların yok denecek kadar az olmasıdır. Engels’in modern fizik ve doğa anlayışımıza sunduğu katkılar diyalektik ve tarihsel materyalizmin somut başarıları arasındadır.
Diyalektik materyalizm, klasik bilim felsefesi gibi sadece görüngüleri anlamlandırarak yorumlamayı hedeflemez, onları değiştirerek insan pratiğinin zenginleştirilmesini de hedefler. Marksizm, görüngüleri olup bittikten sonra değil, olup bitmeden önce anlamaya odaklı bir düşünme yöntemidir çünkü anlamanın çözmeye yetmediğini bilir. Engels doğa bilimleri konusunda kaydettiği hayranlık uyandırıcı başarılar, maddeyi ve hareketi oldukları gibi değil olabilecekleri gibi görmesine dayanmaktadır. Bu tutum, 20. yüzyılın tamamlanabilmesi için hem fizikteki hem de toplumdaki krizin aşılmasının anahtarı olarak karşımızda durmaktadır.
KAYNAKLAR
Camus, A. (1951) L’Homme Revolté, Gallimard, Paris [Camus, A. (2007) Başkaldıran İnsan, İstanbul: Can Yayınları]
Carson, C., Kojevnikov, A. ve Trischler, H. (2011) Weimar Culture and Quantum Mechanics, Singapore: World Scientific Publishing Co. Pte. Ltd.
Cropper, W. H. (2005) Büyük Fizikçiler, İstanbul Oğlak Yay., s. 275
Engels, F. (1878) Anti-Dühring-Herrn Eugen Dührings Umwälzung der Wissenschaft, Leipzig [Engels, F. (1977) Anti-Dühring, Ankara: Sol Yayınları]
Engels, F. (1883) “Dialektik der Natur” Fragment. Entstanden 1873-1883, Marx-Engels-Archiv, Bd. 2, Moskau, Leningrad. [Engels, F. (2010) Doğanın Diyalektiği, Ankara: Sol Yayınları]
Hawking, S. (2014) Zamanın Kısa Tarihi, İstanbul: Alfa Bilim, s. 73
Hawking, S. W. ve Mlodinov, L. (2012) Büyük Tasarım, İstanbul: Doğan Kitap, s. 11.
Hooft, G. (2012) Bilim Kurguları, İstanbul: Alfa Bilim, s. 15
Karabıyık, H. (2018) Kuantum Fiziği Diyalektik Materyalizmle Çelişir Mi? Madde, Diyalektik ve Toplum, 1, ss. 307-316.
Küçük, Y., Albayrak, B. S., Kara, T. (2018) Kir Teorisi, İstanbul: Doğu Kitabevi, ss. 287-291.
Lenin, V.I. (1909) Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Vrezno Yay., Moskova (Ленина, В.И. (1909) Материализм и Эмпириокритицизм, Издаие Звено, Москва.) [Lenin, V. İ. (1993) Materyalizm ve Ampiryokritisizm, Ankara Sol Yayınları]
Magueijo, João (2003). New varying speed of light theories, Reports on Progress in Physics, 66, 2025-2068.
Marx, K. (1859) Zur Kritik der politischen Ökonomie, Berlin [Marx, K. (2011) Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Ankara: Sol Yayınları, s. 24]
Marx, K., Engels, F. (2013 [1867]) Alman İdeolojisi [Die deutsche Ideologie], İstanbul: Evrensel Basım, s. 52.
Rovelli, C. (2018) Gerçeklik Göründüğü Gibi Değildir, İstanbul: Can Yay., ss. 134-135.
Russell, B. (1925) The ABC of Relativity, Alan & Unwin Publ., London [Russell, B. (2013) Rölativitenin ABC’si, İstanbul: Say Yayınları, s. 31]
Weinberg, S. (1992) Dreams of a Final Theory, New York: Vintage Books, s. 166-190.