Çokdillilik ve Dil Politikaları: Genel Çizgileriyle Dünyada ve Sovyetler Birliği’nde Dil Politikaları
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Dilbilim Bölümü,
Fırat Sözeri
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Slav Dilleri ve Edebiyatları Bölümü,
Özgür Aydın
Prof. Dr., Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Dilbilim Bölümü [email protected] Özet
Bu yazıda tekdilli devlet anlayışının dil tipolojisinin bulguları temelindeki geçersizliği; dil ölümü, bireylerdeki dil kayıpları, bilişsel gelişime yönelik olumsuz etkileri ele alınarak kapitalist ülkelerdeki dil politikaları değerlendirilmekte; dil emperyalizminin, devletlerin dil politikalarına olan etkileri ele alınmaktadır. Yazıda özellikle Sovyetler Birliği’nin dil politikası, Rusçanın yaygınlaşma süreci genel çizgileriyle tartışılmaktadır.
Anahtar kelimeler: çokdillilik, dil emperyalizmi, dil politikası, SSCB Abstract
In this article, the language policies in capitalist countries are evaluated and the effects of linguistic imperialism on the language policies of the states are handled by taking into account the negative effects related to language deaths, the language loss within individuals and cognitive development along with the invalidity of the nature of monolingual state on the basis of findings of language typology. In particular, the linguistic policy of the Soviet Union and the expansion of Russian language are discussed in general terms.
Keywords: multilingualism, linguistic imperialism, language policy, USSR
GİRİŞ
Edinim sürecinde çocuğun erişebildiği kısıtlı verilerden, yani birincil dilsel verilerden elde ettiği bilginin, yani konuşucunun dilbilgisel yetisinin, birincil dilsel verilerin kapasitesini fazlasıyla aştığı gözlenir. Bireyin sahip olduğu bilgi ile birincil dilsel veriler arasındaki boşluğu açıklamak için Üretici Dilbilgisi çerçevesinde, çocukların dil edinmek için biyolojik olarak içsel bir bilgiye sahip oldukları ileri sürülmüştür. İşte bu yüzden, yani diller aynı biyolojik temellere dayandığı için dünya üzerindeki diller büyük bir benzerlik göstermektedir. Bununla birlikte, söz konusu biyolojik temellerin sınırları içinde diller coğrafi dağılımlara bağlı olarak büyük bir çeşitlilik de göstermektedir. Dillerin aynı biyolojik temellere dayanması, insanların birinci dilleri dışında diğer pek çok dili öğrenmesini kolaylaştırmaktadır. Diğer bir deyişle, dillerin temelindeki biyolojik ortaklık, “yabancı dil” olarak adlandırdığımız hiçbir dilin aslında zihnimize hiç de “yabancı” olmadığını göstermektedir. Zihinsel olarak, birinci dil dışındaki dilleri, zihnimiz için edinme/öğrenme sırasını temel alarak ikinci, üçüncü, dördüncü vb. diller olarak tarif edebiliriz. “Yabancı dil” kavramı ise devlet sınırları temel alındığında, “o ülkede konuşulmayan bir dili” anlatmak için kullanılabilir. Dünyada konuşulan yedi bin civarındaki dil çeşitlenmesini göz önüne aldığımızda aslında bireylerin birinci dilleri dışındaki dillere pek de “yabancı” olamayacakları görülür. Çünkü kaçınılmaz olarak aynı coğrafi alan içinde pek çok dil konuşulmaktadır. Dolayısıyla burada, akla gelen soru, devletlerin sınırları içindeki doğal dillere karşı tutumlarının nasıl olması gerektiğidir. Yani, devletler, tek dil / tek devlet anlayışını mı tercih etmelidir yoksa bireylerin birinci dillerinin korunmasını mı temel almalıdır? Bu yazıda, devletlerin sınırları içinde konuşulan dillere yönelik dil politikaları kısaca ele alındıktan sonra genel hatlarıyla Sovyetler Birliği’nin dil politikası değerlendirilmektedir.
TEKDİLLİ DEVLET ANLAYIŞI
A- Çokdilli Dünyada Tekdilli Devletler
İlk çağın yazı dili olarak kullanılan Latince, Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra da uzun bir dönem Avrupa’nın genelinde yazı dili olarak varlığını sürdürmüştür. Bu süreci 19. yüzyıla kadar uzatmak mümkün olsa da 15. yüzyıldan itibaren ortaya çıkan ulusların hem Latinceyle hem de farklı dillerle bir rekabet içine girildiği görülmüştür. Bu dönemde pazar birliğini sağlayan ulusların en önemli unsurlarından biri dil birliği olmuştur. Ortak dile sahip küçük devletlerin giderek tek bir merkezi devlet altında birleştiği görülürken, bünyesinde farklı dilsel topluluklar barındıran devletlerin ise daha küçük ulus devletlere bölündüğü görülmüştür. Uluslaşma süreci birçok dili yok etmiş ve etmeye devam ediyor olsa da günümüzde pek çok dilin varlığını koruduğu bilinmektedir (Janson, 2013).
Ethnologue’un 29 Şubat 2019’daki 22. baskısına göre dünya üzerinde 7.111 dil olduğu ileri sürülmektedir (www.ethnologue.com). Dillerin dağılımı da kıtalara göre farklılık göstermektedir: Yaşayan dillerin %30,1’i (n=2.140) Afrika’da, %32,4’ü (n=2.030) Asya’da, %14,9’u (n=1,058) Amerika’da ve %18,6’sı (n=1.322) Pasifik’te yer alırken yaygın dillerin (spread languages) pek çoğunun evsahipliğini yaptığı Avrupa’da dünya üzerindeki dillerin sadece %4,1’i (n=288) yer almaktadır. Bu çeşitlilik karşısında, dünya üzerinde Ethnologue’un verilerine dayanarak 239 ülke olduğunu varsayarsak,[1]her ülkede aşağı yukarı 30 dil konuşuluyor demektir. Söz konusu dağılım homojen olmamakla birlikte, yine de tek bir dilin konuşulduğu ülke yok denecek kadar azdır.[2]Dolayısıyla çokdillilik aslında hiçbir ülkeye yabancı olmayan bir kavramdır.
Dünya üzerindeki 7.111 dil, Lewis ve Simons’ın (2010) 13 düzeyden oluşan EGIDS ölçeğine göre değerlendirildiğinde, sadece %2,5’inin (n=177) “resmi dil” düzeyinde olduğu (EGIDS 0 [uluslararası] EGIDS 1 [ulusal] ve EGIDS 2 [eyalet] düzeyleri, bkz. Lewis ve Simons, 2010),
%3,3’ünün (n=236) “resmi dil” düzeyinde olmasa bile “eğitim dili” statüsü kazandığı (EGIDS 4 [eğitim]) görülür (bkz. https://www.ethnologue.com/statistics/status). Tüm bu istatistiksel veriler, çokdilli coğrafyalarda devletlerin büyük ölçüde tekdillilik anlayışını benimsediğini göstermektedir.
B- Tekdilli Devlet Anlayışının Olası Sonuçları
1. Dillerin Ölümü
UNESCO’nun Tehlike Altındaki Dünya Dilleri Atlası (bkz. http://www.unesco.org/languages-atlas/) kuşaklararası dil aktarımına göre dilleri “güvende”, “güvensiz durumda”, “kesinlikle tehlikede”, “ciddi tehlikede”, “son derece tehlikede” ve “yok olmuş” diller olarak sınıflamakta ve en azından %43’ünün tehlikede olduğunu ortaya koymaktadır (Moseley, 2010). Alanyazında dillerin yok olmasının, diğer bir deyişle dil ölümlerinin nedenleri olarak birçok etken sıralanmıştır (bkz. Austin ve Sallabank, 2011; Nettle ve Romaine 2000; Crystal, 2000). Doğal afetler, kıtlık, salgın gibi nedenlerden ötürü dil konuşucularının sayısındaki azalma beraberinde dil ölümlerine de neden olmaktadır. Söz gelimi, tsunami Andaman Adaları'nda, deprem ise Papua Yeni Gine’de bir dilin yok olmasına neden olmuştur (Austin ve Sallabank, 2011). Bunlar, doğal bir süreç olarak tarif edilebilse de kimi zaman açık baskı, asimilasyon gibi doğal olmayan süreçlerin sonucu da dil ölümleri gerçekleşmektedir.
Austin ve Sallabank (2011), doğal olmayan nedenler olarak şu etkenleri sıralamaktadır: ekonomik nedenler, egemen toplumun kültürel baskınlığı, siyasi nedenler, tarihsel nedenler, dil tutumu. Austin ve Sallabank (2011), dillerin yok olmasındaki ekonomik etkenleri, kırsal yoksulluğun kentlere göçe neden olmasına bağlamakta, diğer yandan da söz gelimi turizm gibi bir nedenle, şehirden kırsal kesime göçlerin de bölgede çoğunluk dilinin egemenliğine neden olabileceğini ileri sürmektedir. Diğer yandan, egemen toplumun kültürel baskınlığı da dillerin yok olmasında etkili olabilmektedir. Bu baskınlık, eğitim ya da yazın yoluyla sadece egemen toplumun dilinin kullanılması biçiminde yansıyabilmektedir. Siyasi nedenlerise devlet dili dışındaki dilleri dışlayıcı eğitim politikaları, yaşamda dillerin kullanımın yasaklanması, dillerin tanınmaması gibi devlet politikalarını içermektedir. Sömürgeleştirme, sınır anlaşmazlıkları, bir toplumun zamanla daha çok öne çıkarak dillerinin baskın hale gelmesi gibi konular tarihsel nedenler[3]; azınlık dillerinin eğitimsizlik, yokluk, yoksulluk ile ilişkilendirilmesi, ama baskın dillerin eğitim, kalkınma ve ilerlemeyle ilişkilendirilmesi ise dil tutumu olarak tarif edilmektedir. Birbiriyle ilişkili tüm bu etkenlerin devletlerin dil politikalarıyla bağlantılı olduğu açıktır.
2. Bireysel Dil Kayıpları
Tekdilli devlet anlayışı sadece dillerin yok olmasına değil, daha önemlisi, bireylerin birinci ve ikinci dillerinde gerilemeye de yol açmaktadır. Cummins (1976), ikinci dilin birinci dilin yerini aldığı çıkarmalı ikidillilik durumlarında, diğer bir deyişle çocuğun sadece ikinci dilinde eğitim gördüğü durumlarda, birinci dil edincinin gerilediğini ileri sürmektedir. Cummins’e göre, böyle bir durumda, pek çok ikidilli çocuk, her iki dilinde düşük yeterlilik düzeyine ulaşabilir. Çocuğa birinci dilinde değil de sadece ikinci dilinde eğitim verilmesi durumunda, tüm dersler o dilde yapılırsa bir süre sonra bu durum çocuğun birinci dilinde gerilemeye yol açacaktır, ancak bu durum sadece birinci dilini değil, ikinci dilini de olumsuz etkileyecektir.[1]Cummins bu durumu ilk çalışmalarında yarımdillilik (semilingualism) olarak tanımlarken, sonraları sınırlı ikidillilik (limited bilingualism) olarak tanımlamıştır. Ancak burada önemli olan nokta, söz konusu olumsuz etkileri iletişimsel akıcılıkta değil, akademik dil edincinde aramak gerektiğidir (Skutnabb-Kangas ve Toukomaa, 1976). Bunun en belirgin örneği okuma becerisinde görülmektedir. Alanyazında, özellikle ilk aşamalarda, çocukların birinci dillerine yönelik eğitim almalarının doğru olacağı, daha önemlisi de birinci dilde okuma ve yazmanın ikinci dildeki okuma yazmadan önce gelmesi gerektiği ileri sürülmektedir (Thomas ve Collier, 1997).
3. Bilişselliğe ve Kişisel Gelişime Etkisi
Toukomaa ve Skutnabb-Kangas’ı (1977) izleyen Cummins'in (1976, 1979) Eşik Hipotezi'ne (Threshold Hypothesis) göre, ikidilliliğin bilişsel gelişime olan etkisi çocuğun her iki dildeki yeterlilik düzeyine bağlı olarak değişmektedir. Bu hipotez, ikidilli çocukların, hem birinci hem de ikinci dillerinde belirli bir eşik düzeyine erişmeleri durumunda bilişsel düzeylerinin artacağını belirtmektedir.
Diğer yandan, anadili eğitimi çocukların kişiliklerinin sağlıklı gelişimi bakımından da bir gereklilik gibi görünmektedir. İkidilli çocuklara birinci dillerinde eğitim verilmezse, okul bu çocuklar için dillerinin ve kültürlerinin tanınmadığı, sosyal kimliklerinin inkâr edildiği bir yer haline gelir (Toukomaa ve Skutnabb-Kangas, 1977). Eğer ikidilli çocuklar sadece ikinci dillerinde okuma-yazma öğrenirlerse birinci dilleri ister istemez onlar için ikinci derecede iletişim aracı olarak görülecektir, bu da onları evdeki dili konuşanların ikinci derece insanlar olduğu sonucuna ulaştıracaktır. Dolayısıyla ikidilli eğitim, çocukların evden okula geçişte yaşadıkları kültürel şok etkisini azaltacaktır.
C- Kapitalist Devletlerde Çözüm Arayışları
Tüm bu olumsuzluklar karşısında, kapitalist dil politikası hiç adım atmamış değildir. Özellikle kurumların aldığı kimi karar ve önerilerde bu girişimleri gözlemlemek olanaklıdır. 1951’de UNESCO uzman toplantısında “çocuğa öğretim için en iyi aracın onun anadili olduğu” kararının alındığı görülmektedir (UNESCO, 1953:11). 4 Kasım 1950’de kabul edilip 3 Eylül 1953’te yürürlüğe girmiş olan Avrupa Konseyi’nin İnsan Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşmesinin 14. maddesi ulusal bir azınlığa mensup olma temelinde ayrımcılığı yasaklamaktadır. Avrupa Birliği Konseyi tarafından 1993 yılında kabul edilen Kopenhag Kriterlerinde de, azınlık haklarının güvence altına alınmasına yönelik ifadeler yer almaktadır. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı da 1992 yılında Ulusal Azınlıklar Yüksek Komiserliği aracılığıyla azınlıkların korunması hakkında kimi önerilerde bulunmaktadır. 18 Aralık 1992’de kabul edilen Uluslararası ya da Etnik, Dinsel ve Dilsel Azınlıklara Mensup Kişilerin Haklarına İlişkin Birleşmiş Milletler Bildirgesi (BMAB) azınlık haklarının korunması için temel bazı ilkeler önerse de hukuken bağlayıcı bir belge niteliği taşımamaktadır. 1 Şubat 1998’de yürürlüğe girmiş olan Avrupa Konseyi Ulusal Azınlıkların Korunması için Çerçeve Sözleşmesinde, okullarda azınlık kültürlerinin öğrenilmesi, anadil öğrenimi ve anadilde eğitim konularını güvenceye alan maddeler yer almaktadır. Ancak sözleşme tüm üye ve aday üye ülkeler tarafından imzalanmamıştır.
Uluslararası nitelikteki tüm karar ve önerilerin gerçekten 1980’lere kadar azınlık dillerinin korunmasına ve bu dillerde eğitim yapılmasına yönelik etkileri olduğunu söylemek olanaklıdır. Söz gelimi UNESCO’nun kararından altı yıl sonra, 1957’de Filipin hükümetinin ilk iki yıllık eğitimde yerel dillerin eğitim dili olarak kullanılabileceği kararını aldığı görülmektedir. ABD’de ise azınlık dillerinin eğitim alanında iyileştirilmesi 1960’ların başında başlamıştır. 1963’te Kübalı çocukların eğitim gereksiniminin karşılanması için İspanyolca-İngilizce program yapan okullar kurulmuştur. Bu okullarda, kuşaklar boyunca ABD’de zaten yaşamakta olan İspanyolca konuşan ailelerin çocukları için değil, sadece göçmen çocuklar için uğraş verilmesi dikkat çekicidir. 1967’de ise ABD’de İkidilli Eğitim Yasası (Bilingual Education Act, Title VII of the Elementary and Secondary Education Act) yürürlüğe girmiştir. Bu yasaya göre, ilkece azınlık dillerini konuşan çocukların tümünü kapsayan ikidilli programlar için ödenek tahsis edilmiştir. Ayrıca pek çok Afrika ülkesinde, örneğin Nijerya’da azınlık dillerinin eğitimine yönelik adımlar atıldığı görülmektedir.
Ancak kapitalist dil politikasının bu eğilimi 1980’lerden sonra değişmiş, azınlık dillerine yönelik iyileştirme çabaları “lüks” olarak değerlendirilmeye başlanmıştır (Appel ve Muysken, 1987). Dil politikasındaki bu değişimin nedeni olarak azınlık dillerinin öğretiminin yarattığı finansal kaynak sorunu ileri sürülmüştür. Tümüyle pragmatik ve ekonomik olan bu gerekçe dışında, bir ülkenin kültürel kimliğinin, siyasi ve toplumsal birliğinin, herkes aynı dilde (çoğunluk dilinde) eğitim görürse yükselebileceği yönündeki gerekçeler de kapitalist dil politikasındaki söz konusu değişimin nedenlerindendir (Appel ve Muysken, 1987).
Türkiye’de de durum çok farklı değildir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan itibaren politik harç olarak ulus olgusunun eklenmesi ve Osmanlı İmparatorluğu'ndan farklı olarak “millet” tanımının, dinsel bir çağrışımdan ziyade, etnik bir anlam içermesi nedeniyle tekdillilik politikasında ısrar edildiği görülmektedir (Kubilay, 2004). Cumhuriyetin kuruluşundan ikinci dünya savaşının bitimine kadar devlet tarafından merkezi bir dil planlaması yapılarak azınlık ve diğer dilleri tasfiye etme amacıyla bir dil planlaması yapılmış ve uygulanmıştır. Bu planlamanın yarattığı ortamda “Vatandaş Türkçe Konuş” gibi kampanyalar gerçekleştirilmiştir, kısacası gündelik yaşamda da Türkçe dışındaki dillerin kullanımına yönelik baskılar söz konusudur.[2]1945 sonrası dönemde, dil politikasında kısmi bir yumuşama yaşanmış olmasına karşın, bu yumuşama demokratikleşmeden ziyade Türkçe dışında konuşulan dillerin konuşucu sayısında asimilasyon, göç gibi nedenlerle büyük oranda azalma yaşanmasındandır (Tunçay, 1985)[3]. Tekdillilik yaklaşımı 1983 yılında kabul edilen 2932 sayılı kanunda da açık bir biçimde görülmektedir. Söz konusu kanunun 3. maddesinin (a) bendinde “Türkçeden başka dillerin anadili olarak kullanılmasına ve yayılmasına yönelik her türlü faaliyette bulunulması yasaktır.” ifadesi yer almaktadır. 1990-2000 yılları arasında toplumsal baskı ve Avrupa Birliği'ne uyum yasaları çerçevesinde tekdillilik politikasında belli bir yumuşama gerçekleşmiş olsa da Türkçe dışındaki dillerin büyük baskı altında olduğu bilinmektedir. Zira son yıllarda da yinelenen "tek din, tek dil, tek vatan, tek bayrak" sözü de bu tür bir politikanın yansımasıdır. Skutnabb-Kangas (1983), sosyal parçalanma (social fragmentation) ve ayrılıkçı hareketlere (separatist movement) yol açma endişeleriyle azınlık dillerinin öğretiminden vazgeçildiğini ileri sürmektedir.
TEKDİLLİ DEVLETLERDEN TEKDİLLİ DÜNYAYA
Şimdiye kadar resmî dil/devlet dili dışındaki azınlık dillerine (göçmen ya da miras dillere) yönelik tehditlerden ve politikalardan söz ettik. Aslında dillere yönelik tehdit tek yönlü değildir, bizzat resmî diller/devlet dilleri de tehdit altındadır. Kissinger Enstitüsü Başkanı David Rothkopf’un (1997, s. 45) şu sözleri bu tehdidi açıkça göstermesi bakımından oldukça anlamlıdır:
“Dünya ortak bir dile doğru gidiyorsa bunun İngilizce olması; dünya ortak telekomünikasyon, güvenlik ve kalite standartlarına doğru gidiyorsa bunların Amerikalılara ait olması; ortak değerler geliştiriliyorsa bunların Amerikalıların kendilerini rahat hissettiği değerler olması ABD’nin ekonomik ve politik çıkarları arasındadır. Bunlar yersiz istekler değildir. İngilizce dünyayı birleştiriyor.”
Lewis ve Simons’ın (2010) 13 düzeyden oluşan EGIDS ölçeğinde EGIDS 0 [uluslararası] kategorisi, uluslararası ticaret, diplomasi ve iletişim amacıyla kullanılan dilleri göstermektedir. Ethnologue’un 22. baskısında dünya üzerindeki 7.111 dilden 6’sının bu kategoriye girdiği gözlenmektedir (1.987.892.550 konuşucu). İşte bu türden bir ya da birkaç dilin dünya üzerinde yayılması dil emperyalizmi (linguistic imperialism) olarak tanımlanmaktadır. Phillipson (1992) tarafından ortaya atılan dil emperyalizmi kuramı Galtung’un (1980) önerdiği emperyalizm kuramına dayanmaktadır. Phillipson, Galtung’un kuramsal çalışmasının emperyalizmin çeşitli boyutlarına ilişkin ayrıntılı bir bütünleştirici yönü olduğunu[1], böylece bu kuramın dil emperyalizmini, emperyalizmin biçimlerinin bir alt-türü konumunda almamıza olanak sağladığını öne sürmektedir.
Phillipson’un kuramında lisancılık (linguicism) dil emperyalizminin oluşturucusu niteliğinde temel bir kavramdır.[2]Phillipson bu kavramla bir dilin, bir başka dili İngiliz-merkezci (anglocentricity) bir biçimde baskılamasını anlatmaktadır. Bu yönüyle, Phillipson’a göre lisancılık cinsiyetçilik, ırkçılık gibi diğer –izm’lerden farklıdır.
Phillipson, Linguistic Imperialism adlı kitabında, dil emperyalizminin eski sömürgelerde İngilizceyi nasıl hâlâ baskın rolde tutabildiğini, Kuzey-Güney ilişkilerindeki temel rolünü, dil eğitimi yoluyla nasıl yaygınlaştığını somut örneklerle sunmaktadır. Tüm örnekler, tekdilli devlet anlayışının yanı sıra tekdilli bir dünya anlayışına savrulmakta olduğumuzu gözler önüne sermektedir. Dil emperyalizmi yan ürünleriyle de bir başka sömürünün taşıyıcılığını üstlenmektedir. İngilizce öğretimi, metaya dönüştürülerek kârlı bir sektör haline getirilmiştir. Merkezin çıkarları sadece İngilizce ders malzemeleri ile sınırlı kalmamakta, merkezin dilinin yaygınlaşmasıyla çok yönlü ekonomik çıkarlar sağlanmaktadır. Diğer yandan, dil emperyalizmi yoluyla söz konusu devletler dili sadece bir meta olarak kullanarak çıkar elde etmemekte, aynı zamanda dil, ideolojik ve kültürel tahakkümün bir aracı olarak emperyalizmin çıkarlarına hizmet etmektedir.
SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE DİL POLİTİKASI
Bu bölümde çokdilli kapitalist ülkelerdeki deneyimlerden farklı bir deneyimi sunmak amacıyla hem dilsel çeşitliliğin niceliksel olarak fazla olması hem de devletin çokdilliliğe yaklaşımında kapitalist ülke örneklerine göre önemli niteliksel farklılıklar olması nedeniyle Sovyetler Birliği’nin dil politikası ele alınmıştır.
1. İlk Yıllar
2 Kasım 1917 tarihinde Vladimir Lenin ve Josef Stalin tarafından yazılan Rusya İnsan Hakları Bildirgesi'nde Rusya’da yaşayan bütün ulusların eşit olduğu; Çarlık tarafından baskı altına alınan halkların kendi kaderini tayin etme hakkına sahip oldukları; tüm ulusal, dinsel ayrıcalıkların ve kısıtlamaların ortadan kaldırıldığı; tüm ulusal azınlıkların ve etnik grupların kendi kültürlerini geliştirmesine yönelik olanakların sağlanması gerektiği açıkça belirtilmiştir (ayrıntılı tartışmalar için bkz. Liber, 1992:26; Hirsch, 1997). Bu ilkeyle, tüm Sovyet vatandaşlarının kendi anadillerinde eğitim alma hakkı garanti altına alınmıştır. Bu eşitlik ilkesi Sovyetler Birliği döneminin ilk yıllarında kurucu bir ilke olmuştur. 1918 Anayasası'nda da yurttaşların eşit haklara sahip olduğu vurgulanmıştır:
“Rusya Sosyalist Federatif Sovyet Cumhuriyeti, bütün vatandaşlarına ırk ve milliyet ayrımı gözetmeksizin eşit haklar tanır. Bu temelde, vatandaşlar arasında üstünlük veya ayrıcalıklar oluşmasının, ulusal azınlıklara herhangi bir baskı uygulanmasının veya eşitlik haklarının kısıtlanmasının, Cumhuriyet Anayasası'nın ihlali anlamına geleceğini ilan eder.” (1918 Sovyet Anayasası, 22. madde)
1936 Anayasası'nda ise tüm Sovyetler Birliği yurttaşlarının okullarda anadillerinde eğitim almaları anayasal biçimde açıkça güvence altına alınmıştır:
“SSCB yurttaşları eğitim hakkına sahiptir. Bu hak, evrensel, zorunlu ilköğretim; yükseköğretim dâhil olmak üzere ücretsiz eğitim; üniversite ve yüksekokullardaki öğrencilerin büyük çoğunluğu için devlet bursu; okullarda anadilinde eğitim verilmesi ve emekçilerin fabrikalarda, devlet çiftliklerinde, makine ve traktör istasyonları ile kolektif çiftliklerde ücretsiz mesleki, teknik ve agronomik eğitim organizasyonları ile güvence altına alınmıştır.” (1936 Anayasası, 121. madde)
Bolşeviklerin iktidara gelmesiyle birlikte, Halk Komiserlikleri olarak adlandırılan çeşitli örgütler kurulmuştur. Narkompros (Narodnyi komissariat po prosveshcheniiu) olarak adlandırılan Aydınlanma Halk Komiserliği, eğitim ve sanat konularının gözetiminden sorumluyken Narkomnats (Narodnyi komissariat po delam natsional’nostei) olarak adlandırılan Uluslar Halk Komiserliği, ulusallık ve azınlık konularından sorumluydu. Uluslar Halk Komiserliği her bir ulus için kendi içinde alt komitelere ayrılmıştı ve her bir komitenin anadilinde eğitim konusunu düzenlemek ve bu konuda izlenceler oluşturmak için görevlendirilen özel birimleri bulunmaktaydı. 1919’un başlarında Halk Komiserlikleri, Uluslar Halk Komiserlikleri'nin yerini aldı ve Rus olmayan halklar için yeni eğitim sisteminin oluşturulması sorumluluğunu üstlendi. 1919’da ayrıca Halk Komiserlikleri içinde bir alt örgüt olarak ulusların çıkarlarını korumak için Ulusal Azınlıklar Meclisi kurulmuştur (Grenoble, 2003).
2. Yazı Sistemi ve Ölçünlüleştirme Çalışmaları
Sovyetler Birliği’nden önce, Rus İmparatorluğu'nda konuşulan dillere yönelik sistemli çalışmalar yapılmamıştır. Sadece birkaç dilin yazılı hale getirilmesi yönünde bilim insanları ve misyonerler tarafından yapılan çalışmalar bulunmaktadır (Comrie, 1981). Sovyetler Birliği’nin kurulmasıyla anayasada sözü edilen eşitlik ve özgürlük ilkesine denk düşen bir perspektifle bilimsel çalışmaların yapılması için araştırma enstitüleri kurulmuştur. Enstitüler özellikle sesbilim çalışmaları yapmak ve lehçe dağılımlarını araştırmak için çok sayıda alan incelemeleri yapmıştır. İlk dönemlerde bu türden bilimsel çalışmalar ve alfabe oluşturma öncelenen konular olmuştur (Comrie, 1981). Sovyet dil planlamasının ilk on yılında yazı sistemine yönelik çalışmalar yapılırken, sonraki on yılda yazı sistemlerine yönelik çalışmalar dışında terim çalışmaları, dilbilgisi çalışmalarıyla birlikte ders kitaplarına yönelik çalışmaların hız kazandığı görülmektedir (Kirkwood, 1990). Yazı sistemlerine yönelik çalışmalar sürecinde daha önce yazı sistemine hiç geçmemiş dillerin de yazı sistemleri oluşturulmuştur. Hatta devrimden sonraki ilk yıllarda Fin-Ural Altay dillerinden Karelce, Vepsçe ve Laponca gibi çok az sayıda kişinin konuştuğu dillerin yazı sistemi oluşturulmuştur. Ancak konuşucu sayısı az olan dillerin yazı sistemleri kısa ömürlü olmuştur (Comrie, 1981). Sovyetler Birliği’nde dillerin yazı sistemlerinin oluşturulması sırasında yaşanan en büyük sorunlardan biri dillerin farklı lehçelerinin bulunmasıdır. Sovyetlerde dil ve lehçe ayrımı karşılıklı anlaşabilirlik (mutual intelligibility) ölçütü çerçevesinde, toplumsal ve siyasi etkenler dikkate alınarak yapılmıştır. Ancak yine de ölçünlü dillerin oluşturulması sürecinde hangi lehçenin temel alınacağı konusunda sorunlar yaşanmıştır (Comrie, 1981). Söz gelimi, devrimden sonra ölçünlü Özbekçe için Türkistan lehçesi kabul edilirken, sonraları Taşkent lehçesinin ölçünlü dil olarak kabul edildiği, yazı dilinin bu lehçe temelinde oluşturulduğu görülmektedir.
Ölçünlü dillerin oluşturulması ve yazı sistemlerinin geliştirilmesi sürecinde, tüm dillerde okuryazarlığı artırmak için çalışmalar yapıldığı görülmektedir. Likbez(Likvidatsiia bezgramatnosti ‘cehaletin tasfiyesi’) olarak adlandırılan bu sürecin toplumun okuryazarlığını önemli ölçüde arttırdığı açıktır. 1897’de okuryazarlık oranı %24,0 iken, 1926’da %51,1, 1939’da ise %81,2’dir (Grenoble, 2003). 1936 yılına ait bu oran, UNICEF’in 2005-2013 tarihlerini kapsayan dünyada yetişkinlerin okuryazarlık oranlarının ortalamasına eşittir (https://data.unicef.org/topic/education/literacy/). 1979’da ise Sovyetler Birliği’nde okuryazarlık oranı %99,7’ye ulaşmıştır (Grenoble, 2003).
Genel olarak dil planlaması çalışmalarının yönelimleri incelendiğinde, aslında büyük ölçüde Sovyetler Birliği’nde konuşulan dillerin korunmasının ve geliştirilmesinin amaçlandığı görülmektedir. 1980’lerin sonuna kadar dil çalışmaları istikrarlı bir şekilde sürdürülmüş, ancak Rusçanın statüsü diğer ulusal dillere göre hep artmıştır. Söz konusu statü artışının, bir dil planlaması yoluyla merkezi hükümet tarafından gerçekleştirilen “Ruslaştırma politikası” olup olmadığını bir sonraki bölümde ele alalım.
3. Rusçanın Yaygınlaşması
Comrie’nin (1981) ekli listesine göre, Sovyetler Birliği’nde 1970 nüfus sayımı, nüfusun %56,8’inin Rusça konuşucusu olduğunu, %43,2’sinin de diğer dillerin konuşucuları olduğunu ortaya koymaktadır. Comrie (1981), %56,8 oranını “zayıf bir çoğunluk dili” olarak betimlese de tek tek diğer dillerin oranına bakıldığında Rusçanın çoğunluk dili olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. En çok konuşulan diğer ilk sekiz dilin oranları şöyledir: Ukraynaca: %15,4, Özbekçe: %4,0, Belarusça: %3,2; Tatarca: %2,3; Kazakça: %2,3; Azerice: %1,9; Ermenice ve Gürcüce: %1,4. 130 dilin konuşulduğu Sovyetler Birliği coğrafyasında Rusçanın yaygınlaşmasının tek nedeni çoğunluk dili olması değildir elbette. Bu bölümde Rusçanın yaygınlaşmasının nedenleri tartışılacaktır.
Çok uluslu Sovyetler Birliği’nde - yukarıda da değindiğimiz gibi - tüm etnik grupların kendi dillerinde eğitim görmeleri ve yayın yapmaları sağlanmıştır. Sovyetler Birliği’nin kuruluşundan sonra etnik grupların dillerinin yazılı hale getirilmesi ve korunmasına yönelik yoğun çaba harcanmıştır. Ancak bütün bu çabalara karşın Sovyetler Birliği coğrafyasında Rusça giderek yaygınlaşmaya başlamıştır. Rudnyev (2007) Rusçanın Sovyetler Birliği’nde giderek yaygınlaşmasının kimi nesnel gerekçeleri olduğunu belirtmiştir. Rusçanın çok uluslu bir ülkede uluslararası iletişim dili olması, bilim dili olması, ordu ve donanmanın ortak dili olması, halkın gözünde prestijli görülmesi ve ayrıca kırsal alanlardan şehirlere göç gibi yatay ve dikey hareketlilik Rusçanın yaygınlaşmasına neden olmuştur. Ayrıca Rusçadan sonra en çok konuşulan Ukraynaca ve Belarusçanın Rusçayla olan tipolojik yakınlığı da Rusçanın özellikle bu halklar arasında yaygınlaşmasına neden olmuştur. Genel olarak, Rusçanın Rus olmayan halklar arasında yayılma oranı ulusal dilin statüsüne, ulusal dilin uluslararası iletişim aracı olarak kullanılmasına, anadili konuşanların sayısına, kentleşme derecelerine bağlı olarak değişkenlik göstermiştir. Diğer yandan, Sovyetler Birliği’nde bürokraside ve orduda başlarda çokdilliliğe öncelik verildiği görülmektedir. Ancak zaman içerisinde bunun bürokraside ciddi bir hantallığa yol açması, orduda ise askeri işlerin aciliyeti göz önünde bulundurulduğunda kimi aksaklıkların meydana gelmesi nedenleriyle Rusça nesnel bir süreç sonucunda “ortak dil” statüsünde görülmeye başlamıştır.
Sovyetler Birliği kurulduktan hemen sonra tüm etnik grupların dillerinin yazılı hale getirilmesi ve okuma yazma seferberliği gibi çalışmalar kısa zamanda olumlu sonuçlar doğurmuştur. 1984 yılında, ulusal dillerde tirajı 226 milyon olan 196 milyon kitap yayımlanmıştır. Söz gelimi, Ukraynaca 2.019, Litvanca 1.940, Gürcüce 1.714, Estonca 1.274 vb. kitap yayımlandığı görülmektedir. Ulusal dillerde 2.377 gazete yayımlandığı görülmektedir; Ukraynaca 1.275, Özbekçe 204, Kazakça 172 vb. 1978'de ise Ukraynaca 1.304, Özbekçe 180, Azerice 95, Litvanca 96 gazete yayımlanmıştır. Sovyetler Birliği’nde ulusal dillerde yapılan yayınların tirajının belirlenmesinde iki etken söz konusudur. Bunlardan biri, anadili konuşucularının sayısı, diğeri de dilin statüsüdür. 1979 nüfus sayımına göre, Azerbaycan’da 4.709.000 Azeri, 475.000 Ermeni, 475.000 Rus yaşamaktaydı. Yayımlanan gazetelerin sayısı ve tirajı da bu nüfus verilerine paralellik göstermektedir: Azerice 95 gazete (toplam 400 milyon tiraj), Rusça 13 gazete (toplam 107 milyon tiraj), diğer dillerde ise 11 gazete (toplam yaklaşık 20 milyon tiraj) yayımlanmıştır.
Sovyetler Birliği’nde dillerin geliştirilmesi ve korunmasına yönelik tüm bu uygulamaların aslında tek amacının Rusçanın yaygınlaştırılması ve sonrasında Sovyetler Birliği’ndeki tek dil haline getirilmesi olduğu ileri sürülmüştür (Grenoble, 2003; Kirkwood, 1990; Schlyter, 2001). Schlyter (2001) Sovyetler döneminde yerel dillerin büyük oranda Rusçanın baskısı ve etkisi altında kaldığını, dil yasaları ve bu yasaların uygulanmasından sorumlu olanların, bu dil politikası çerçevesinde yetiştirildiğini iddia etmiştir. Ancak iddia edildiğinin aksine Rusça sanıldığı kadar da yaygınlaşmamıştır (Rudnyev, 2007). 1989 yılı nüfus verileri incelendiğinde Başkurt ve Tatarların %30'unun, Letonların %36,6'sının, Kazakların yaklaşık %40'ının ve Ermenilerin yaklaşık %53'ünün Rusçaya hâkim olmadığı görülmektedir. Orta Asya’da Özbeklerin sadece %24’ü, Türkmenlerin %27,6’sı, Kırgızların %35’i Rusça bilmekteydi. Ulusal diller eğitim, edebiyat, iletişim, basın gibi pek çok alanda kullanılmıştır. Özellikle “titular” diller (çoğunluk dilleri), devlet dili ve uluslararası iletişim dili olarak kullanılmıştır (Rudnyev, 2007).
Kısacası, Rusçanın Sovyetler Birliği topraklarında ortak iletişim dili haline gelmesine neden olan bir takım nesnel gerekçeler bulunmaktaydı: ülke yönetiminin merkezileşmesinin çok uluslu ülkede uluslararası bir iletişim dilini zorunlu kılması, ordu ve donanmanın başarılı bir şekilde yönetilmesi için ortak bir dile gereksinim duyulması. Tüm bu gerekçeler, Rusçanın Sovyetler Birliği topraklarında yaygınlaşması sonucunu doğursa da devlet 1917’de Vladimir Lenin ve Josef Stalin tarafından yazılan Rusya İnsan Hakları Bildirgesi'ni reddetmeyerek ulusal dillerde yayınları teşvik etmiş ve bu dillerde yazılı dilin gelişimini desteklemiştir.
4. Çift Yönlü İkidillilik Politikası
Yukarıda belirttiğimiz dikey ve yatay hareketlilikler sonucunda Rusça, Sovyetler Birliği’nde yaygınlaşmaya başlamıştır. Tek yönlü ikidilliliğin (ulusal-Rus ikidilliliği) tüm ülkedeki diğer ulusların dillerine olan ilgide bir düşüşe neden olduğu belirtilmiştir (Dyachkov, 1991, 1996’dan akt. Rudnyev, 2007). Rusçanın yaygınlaşmasının önüne geçmek, ulusal dillerle Rusçanın statüsünü eşitlemek amacıyla ulusal-Rus ve Rus-ulusal karaktere sahip ikidillilik önerisi ortaya atılmıştır. Bu ikidillilik politikasına göre sadece Rus olmayan halklar Rusçayı öğrenmeyecek, aynı zamanda Rus olmayan ulusların topraklarında yaşayan Ruslar da yaşadıkları bu ulusların topraklarındaki dili öğreneceklerdi. Böylece hem Rus kökenli hem de Rus kökenli olmayanların en az iki veya daha fazla dile hâkim olmaları ve bu dillerde iletişim kurmalarıyla dilsel çelişkilerin kaynağının ortadan kalkacağı ileri sürülmüştür:
“Tek taraflı ulusal-Rus ikidilliliği kaçınılmaz olarak tüm ülkedeki diğer ulusların dillerinin sosyal prestijinde bir düşüşe yol açmıştır. Etkili ikidilliliğin oluşumu, anadili Rusça olanlar, ikinci dili gibi ona hâkim olanlar için eşit olacak ve sadece kısmen iletişim kurabilen birkaç dil kolektifi yerine, iki ya da birkaç dil bilgisine sahip olan ulusal bölge sınırları içinde tek bir dilbilimsel kolektifin oluşumuna yol açacaktır ki bu da dilsel çelişkilerin kaynağını ortadan kaldırır” (Dyachkov, 1991, 1996’dan akt. Rudnyev, 2007).
Bununla birlikte, karşılıklı ikidilliliğin oldukça maliyetli bir durum olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü sadece Rusya Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği bölgesinde değil, aynı zamanda ulusal cumhuriyetlerin topraklarında da çok sayıda ulusal dil bulunmaktaydı (Rudnyev, 2007). Dolayısıyla, diller arasında nesnel bir eşitsizlik olduğu, dillerin özgürce gelişmesinin sağlanması için, bu dillerin yaşamın çeşitli alanlarında kullanılmasının nesnel olanaklarının dikkate alınması gerektiği vurgulanmıştır (Katunin, 2009).
5. Birleşik Dil Politikasının Çöküşü
Sovyetler Birliği’nde “titular” adı verilen ulusal cumhuriyetlerin dillerine geniş haklar verilmesi, sonrasında birtakım sorunlara neden olmuştur (Rudnyev, 2007). “Titular” dillerinin işlevlerinin genişlemesi ve Sovyetler Birliği’ndeki dillerin statüsünün belirsizliğinin yarattığı durumlar dil politikasının çöküşünü beraberinde getirmiştir. 1989'dan 1990’ların ilk yarısına kadar 15 cumhuriyetin 14’ünde dile ilişkin yasalar kabul edilmiştir. Örneğin dil yasasına dayanarak Moldova, Kiril alfabesinden Latin alfabesine geçmiştir. “Titular” dillerine geniş haklar verilince ulusal cumhuriyetler kendi bölgelerinde konuşulan diğer etnik grupların dillerine yönelik sert dil politikaları uygulamaya başlamıştır. Örneğin Gürcistan, okullarda Gürcücenin zorunlu dil olarak öğretilmesi ve üniversite giriş sınavının Gürcüce yapılması kararını almıştır. Bu tür kararlar, etkileri günümüze kadar süren iç çatışmalara neden olmuştur.
Sovyetler Birliği’nin dağılma sürecinden sonra da yukarıda genel çizgileriyle betimlediğimiz kapitalist ülkelerdeki tekdilli devlet anlayışının önem kazanmaya başladığı gözlenmektedir. Bu duruma çarpıcı bir örneği Letonya göstermektedir. Baskın dilin Letonca olduğu ancak 2000 yılı nüfus sayımına göre nüfusunun %35,7’sinin anadili olarak Rusça konuştuğu Letonya’da Sovyetler Birliği döneminde, özellikle de 1960’lardan sonra, Letonca-Rusça ikidilli eğitim yapıldığı görülmektedir (Gronoble, 2003). Ancak Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Letonya’da vatandaşlık için ön koşul olarak Letonca bilmek zorunlu hale getirilmiştir. Rusçanın Letonya’da ikinci resmî dil olabilmesi için 2012 yılında yapılan referandumda da durum değişmemiş, Rusça varlığını tümüyle yitirmiştir. Tüm bu gelişmelerden önce Birleşmiş Milletler destekli bir program çerçevesinde İngilizce öğretimi uzmanı Sandra McKay, Letonca-Rusça tartışmalarına ilginç bir öneri getirmiştir. McKay’e göre, ne Letonca ne de Rusça bu iki toplumu bir araya getirebilir, Letonların ve Rusların yeni bağımsız bir Letonya kurmak için kullanabileceği doğal ortam İngilizcedir (McKay, 1995)! McKay, İngilizcenin özellikle ticari konularda Letonya’yı Batı’ya açacağını ileri sürmüştür.
SONUÇ
Bu çalışmada genel olarak “tekdilli devlet” anlayışının, dil tipolojisinin bulguları temelinde geçerli bir dil politikası ortaya koyamayacağı ileri sürülmektedir. Belirli bir coğrafi alanda birbirinden çok farklı dil gruplarına ait dillerin konuşuluyor olduğu gerçeği, kaçınılmaz olarak hemen hemen her devletin çokdillilik olgusuyla karşı karşıya olduğunu göstermektedir. Böyle bir gerçekten uzaklaşarak “tekdilli devlet” anlayışındaki ısrar, dil ölümlerine, bireylerde dil kayıplarına yol açabileceği gibi, ikidilli bireylerin bilişsel gelişimine yönelik olumsuz etkilere de neden olabilmektedir. Sadece baskın dilin (örneğin devlet dili) azınlık dillerine (örneğin, göçmen diller, miras diller) yönelik olumsuz etkileri değil, aynı zamanda dil yayılmasının (language spread), diğer bir deyişle dil emperyalizminin de azınlık dillerine ve tek tek devlet dillerine etkileri bulunmaktadır.
Bu yazıda Sovyetler Birliği’nin dil politikasının genel özellikleri genel çizgileriyle ele alınmış, 130 dilin konuşulduğu bu coğrafyada yukarıda sözünü ettiğimiz olumsuzluklara çözüm yolları bulma yolunda izlenen dil politikaları kısaca betimlenmiştir. Sovyetler Birliği’nin dil politikaları incelendiğinde, “tekdilli devlet” anlayışının daha başından beri reddedildiği görülmektedir. Sovyetler Birliği’nde Rusçanın kimi nesnel gerçekler nedeniyle yayılması, diğer bir deyişle “lingua franca” haline gelmesi gerçeği karşısında coğrafyada konuşulan dillerin eğitim, yayın ve yazın konularında desteklendiği gözlenebilmektedir. Bir dilin "lingua franca" konumunda olması durumu, dil emperyalizmi ya da lisancılık kavramlarından oldukça farklıdır. Dil emperyalizmi ya da lisancılık kavramlarıyla, bir dilin diğer dilleri baskılaması anlatılırken, "lingua franca" kavramıyla bireylerin birinci dilleri dışındaki bir dili iletişim aracı olarak yaygın biçimde kullanması durumu anlatılmaktadır. Bu nedenle de Sovyetler Birliği'nde Rusçanın sözünü ettiğimiz nesnel gerçekler nedeniyle yaygınlaşması, onun dil emperyalizminin ya da lisancılığın bir nesnesi olduğunu değil, sadece bir "lingua franca" olduğunu göstermektedir. Kapitalist ülkelerde ise zaman zaman “tekdilli devlet” anlayışından uzaklaşma çabaları olsa da yine de bu anlayışın genel olarak tercih edildiği söylenebilir. Bu tercihin arkasında ulusalcı ve ekonomik gerekçeler olmakla birlikte, salt çoğunluk dilinde eğitimin azınlık çocuklarını sıkışmış ya da dezavantajlı konumlarda tuttuğu, böylesi bir dil politikasının da ucuz iş gücü ihtiyacını karşılamak için uygun bir ortam sağladığı söylenebilir (Skutnabb-Kangas, 1978). Gerçekten de ikidilli bireylerin tekdilli eğitime zorlanması, bilişsel ve kişisel gelişimlerini olumsuz biçimde etkileyeceğinden ucuz iş gücüihtiyacı için böylesi bir dil politikasının uygun bir ortam sunacağı pek çok örnekte gözlenebilmektedir.
KAYNAKLAR
Appel, R. ve Muysken, P. (1987). Language contact and bilingualism.Londra: Arnold.
Austin, P. K., ve Sallabank, J. (Ed.). (2011). The Cambridge handbook of endangered languages. Cambridge: Cambridge University Press.
Comrie, B. (1981). The languages of Soviet Union. Cambridge: Cambridge University Press.
Crystal, D. (2000). Language death. Cambridge: Cambridge University Press.
Cummins, J. (1976). The influence of bilingualism on cognitive growth: A synthesis of research findings and explanatory hypotheses. Working papers on bilingualism, 9, 1–43.
Cummins, J. (1979). Linguistic interdependence and the educational development of bilingual children. Review of educational research, 49, 222–51.
Galtung, J. (1980). The true worlds: A transnational perspective. New York: The Free Press.
Grenoble, L. (2003). Language policy in the Soviet Union. New York: Kluwe Academic Publishers.
Hirsch, F. (1997). The Soviet Union as a work-in-progress: Ethnographers and the category nationality in the 1926, 1937, and 1939 censuses. Slavic Review,56(2), 251–278.
Janson, T. (2013). Dillerin tarihi. İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları.
Katunin, D. A. (2009). Gosudarstvennıy i ofitsialnıy yazık v konstitutsiyah stran bıvşego SSSR // Vestn. Tom. Gos. un-ta. Filologiya. 2009. №4 (8).
Kirkwood, M. (1990). Language planning: Some methodological preliminaries, Kirkwood, M. (Ed.), Language planning in the Soviet Union (ss. 1–23). New York: Palgrave Macmillan.
Lewis, M.P. ve Simons, G.F. (2010). Assessing endangerment: Expanding Fishman's GIDS. Revue Roumaine de Linguistique,55(2), 103–120.
Liber, G. (1992). Soviet nationality policy, Urban growth, and identity change in the Ukrainian SSR, 1923–1934. Cambridge: Cambridge University Press.
McKay, S. (1995) The language situation in Latvia. TESOL Matters,5(5), 17.
Moseley, C. (Ed.). (2010). Atlas of the world’s languages in danger, 3rd ed. Paris, UNESCO Publishing. Online version: http://www.unesco.org/culture/en/endangeredlanguages/atlas
Nettle, D. ve Romaine, S. (2000). Vanishing voices: The extinction of the world’s languages. New York: Oxford University Press.
Phillipson, R. (1992). Linguistic imperialism. New York: Oxford University Press.
Phillipson, R. ve Skutnabb-Kangas, T. (1986). Linguicism rules in education (Pts. 1–3). Roskilde: Roskilde University Centre, Institute VI.
Rothkopf, D. (1997). In praise of cultural imperialism. Foreign Policy, 107, 38–53.
Rudnyev, D. V. (2007). Yazıkovaya politika v sssr i rossii: 1940-2000-ye gg. Gosudarstvennaya Yazıkovaya Politika, Sankt-Peterburg.
Schlyter, B. N. (2001). Language policies in present day Central Asia. Internatıonal Journal on Multicultural Studies,3(2), 127-136.
Skutnabb-Kangas, T. (1978). Semilingualism and the education of migrant children as a means of reproducing the caste of assembly line workers. Dittmar, N., Haberland, H., Skutnabb-Kangas, T. ve Teleman, U. (Ed.), Papers from the first ccandinavian-German symposium on the language of immigrant workers and their children, Roskilde, March 19–23.1978, 221–252 (ROLIG-papir 12). Roskilde: Roskilde University Centre.
Skutnabb-Kangas, T. (1983). Bilingulism or not: The education of minorities. Clevedon: Multilingual Matters.
Skutnabb-Kangas, T. (1988). Multilingualism and the education of minority children. T. Skutnabb-Kangas, T. ve Cummins, J. (Ed.), Minority education: From shame to struggle(ss. 9–44). Clevedon: Multilingual Matters.
Skutnabb-Kangas, T. ve Toukomaa, P. (1976). Teaching migrant children's mother tongue and learning the language of the host country in the context of the sociocultural situation of the migrant family. Helsinki: The Finnish National Commission for UNESCO.
Thomas, W. ve Collier, V.P. (1997). School effectiveness for minority language students. Washington DC: National Clearinghouse for Bilingual Education.
Toukomaa, P. ve Skutnabb-Kangas, T. (1977). The intensive teaching of the mother tongue to migrant children at pre-school age. Tampere: University of Tampere.
Tunçay, M. (1985). Azınlıkların nüfusu, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, Cilt: 6. İstanbul: İletişim.
UNESCO (2003). Education in a multilingual world. (UNESCO Education Position Paper no. ED-2003/WS/2). Paris: United Nations Educational, Scientific and Cultural Organization. http://unesdoc.unesco.org/images/0012/001297/129728e.pdf
Varol, O ve Rehbein, J. (2016). İkidilli çocukların sözceleri arasındaki bağıntılar: Türkiye’nin farklı bölgelerinden örneklerle. Savaş, B.,Yüksel, D., Fidan, D., Öztürk, B., İnan-Karagül, B. (Ed.), 29. Ulusal Dilbilim Kurultayı Bildirileri(ss. 115-124). Kocaeli: Kocaeli Üniversitesi Vakfı Yayınları
[1] Bu ülkelerin 193’ü Birleşmiş Milletler üyesiyken ikisi (Vatikan ve Filistin) gözlemci statü kapsamındadır. Bunun dışında BM tarafından resmen tanınmayan devletler de bulunmaktadır.
[2] Bu konuda Ethnologue’u verilerine bakılabilir (https://www.ethnologue.com/statistics/country). Bu verilere göre tek dilin konuşulduğu sadece dört ülke bulunmaktadır: Saint Pierre ve Miquelon, Saint Helena, Kuzey Kore, Britanya Hint Okyanusu Toprakları. Ülkede konuşulan dil sayısının coğrafi alanın büyüklüğüyle de doğrudan ilgisi bulunmamaktadır. Söz gelimi 462.000 km2 alana sahip olan Papua Yeni Gine’de 840 dil, 875.000 km2 alana sahip Kamerun’da 275 dil konuşulmaktadır.
[3] Savaş ve soykırım da bir dilin yok olmasına neden olan etkenlerdendir. Sömürgeciler tarafından yapılan soykırım sonucunda Tazmanya dili, iç savaş sonucunda da El Salvador’daki yerli diller yok olmuştur (Austin ve Sallabank, 2011).
[4] Bu duruma örnek olacak pek çok çalışma bulunmakla birlikte ülkemizde Kürtçe-Türkçe ikidilliler üzerine yapılan Varol ve Rehbein’in (2016) çalışmalarında bireylerin birinci dillerinde eğitim almamaları durumunda, hem birinci dillerinde hem de ikinci dillerindeki kayıplara ilişkin çarpıcı bulgular yer almaktadır.
[5] Konuyla ilgili olarak 26 Haziran 1930 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'ne bakılabilir.
[6] 1927 yılındaki nüfus sayımı verilerine göre Türkçe dışında bazı dillerin konuşucu sayısı şöyledir: Ermenice: 64.745; Çerkezce: 95.901; Rumca: 119.822; Arnavutça: 21.774. 1945 yılı verilerine göre ise söz konusu dillerin konuşucu sayıları şöyledir: Ermenice: 3.396; Çerkezce: 66.681; Rumca: 9.898; Arnavutça: 12.663 kişidir. Aynı dönemde Türkçe konuşucuların sayısının ise 11.777.810 kişiden 16.546.681 kişiye yükseldiği görülmektedir (Tunçay, 1985).
[7] Galtung’un (1988) kuramına göre, emperyalizmin birbirleriyle bağlantılı altı türü bulunmaktadır: ekonomik, siyasi, askerî, iletişimsel, kültürel ve sosyal.
[8] Phillipson ve Skutnabb-Kangas'ın (1986) “ırk” sözcüğünden “ırkçılık”, “cinsiyet” sözcüğünden “cinsiyetçilik” kavramlarına koşut olarak “lisan” sözcüğünden türettikleri “lisancılık” (linguicism) kavramı, diller arasındaki hiyerarşik ilişkiyi anlatmaktadır. Skutnabb-Kangas (1988) lisancılığı, “dilsel olarak tanımlanan gruplar arasında kaynakların ve gücün eşit olmayan bir biçimde paylaşımını meşrulaştıran, gerçekleştiren, düzenleyen ve çoğaltan ideolojiler, düzenler ve uygulamalar” olarak tanımlamaktadır.