Biyolojide Diyalektiği Savunmak: Levins ve Lewontin

Gökhan Akbay
Dr., Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi,
Özet
Biyoloji belki de doğa bilimleri içinde politik tartışmalara en açık bilimdir. İnsan doğası, davranışın biyolojik temelleri, kültür ve biyoloji etkileşimi, canlılığın doğası, insan evrimi gibi konular sosyal bilimlerle biyolojinin çeşitli disiplinlerini bir araya getiren konulardır. Biyoloji tarihinde insan doğasını insanın biyolojisine, insanın biyolojisini de genetik enformasyona indirgeyen yaklaşım yeni değildir. Yirminci yüzyılın ilk yıllarından itibaren genetiğin yükselişine paralel olarak aşırı indirgemeci fikirlerin alıcı bulduğunu da görüyoruz. Richard Levins ve Richard Lewontin, işte bu indirgemeci fikirlerle tartışırken, diyalektik materyalizmin kendi alanlarında ne tür bir perspektif sağlayabileceğini de gösterdiler. Tüm organizmal özellikleri doğal seçilim ürünü sayan adaptasyonculuğa, insanın hem evrensel davranış biçimlerini hem de bireyler arası davranış/yetenek farklarını genlerle açıklayan ekollere sınırlarını gösterdiler. Bu tartışmalar içinde diyalektik materyalizmin bütüncülüğünün, etkileşimciliğinin ve tarihselliğe yaptığı vurgunun biyolojide ne anlama geldiğini anlattılar. Bu iki önemli biyologun katkılarıyla oluşan eleştirel ruh sayesinde, “bencil gen”, “program olarak DNA” gibi çekici metaforların altında ne tür teorik hataların yattığını görebiliyoruz.
Anahtar kelimeler: genetik determinizm, Kartezyen indirgemecilik, adaptasyonculuk, diyalektik materyalizm

Marksizm ve biyoloji ilişkisi 20. yüzyılda inişli çıkışlı bir seyir izledi. Marksizm’in genel entelektüel gücü J. B. S. Haldane, Marcel Prénant, Conrad Waddington gibi biyologları da etkisi altına alırken, emperyalist merkezlerde kopartılan Lısenko yaygarası Marksizm’in bilim insanları arasında prestijine zarar vermişti. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren adlarını duyurmaya başlayan ABD kökenli bir grup biyolog ise yaptıkları bilimde Marksizm’in ve diyalektik materyalizmin payını hiç saklama gereği duymadan cesurca liberal akımların karşısına çıkıyorlardı. Merkezinde Richard Lewontin ve Richard Levins’in olduğu bu biyologlar genetik belirlenimciliğe ve biyolojik indirgemeciliğe karşı hem ideolojik hem de bilimsel düzlemlerde yanıtlar üretiyordu.

Levins ve Lewontin külliyatına, veya Steven Rose ve S. J. Gould’u da içine alan daha geniş bir kategori olarak solcu biyologların indirgemecilik, determinizm gibi konularda yazdıkları eleştirilere bugünden bakan biri, bu ekibin kimi tezlerini çok abartılı bulabilir. Örneğin modern genetik deterministlerin geçmişin preformasyoncularından pek de farklı olmadıkları tezi abartılı görünür. Preformasyonculuğu canlının gelişiminin zigotta hâlihazırda bulunan bir planın kendini gerçekleştirmesi olarak tanımlarsak - zigotta bulunan kalıtımsal enformasyonun yetişkin canlıyı üretmeye yeterli olduğunu söylersek - bu tezi doğrudan savunan kişiler bulmak zor olacaktır. Çünkü bu, aynı zamanda çevrenin gelişim üzerinde neredeyse hiç etkisi olmadığı anlamına gelecektir. Benzer bir abartı görüntüsü, adaptasyonculuk kavramıyla ortaya çıkar. Gould ve Lewontin adaptasyonculuğu öyle resmederler ki, sanki bu görüşü savunan biyologlar Voltairé’in Dr. Pangloss’unun felaketlerde bile tanrının inayetini gördüğü gibi, canlı dünyada nereye baksalar sadece işlevsel yapılar ve bunları ortaya çıkaran doğal seçilimi görmektedirler.

Bahsi geçen solcu biyologların eleştirileri korkuluklara yönelmiş, karşıtlarının görüşlerini çarpıtmaya dayanan birer karavana atış mıydı yoksa gerçek kişilerin gerçek fikirlerini mi hedef alıyordu? Çağımızda bu tür basit görüşler neden ulu orta ifade edilmiyor?

Son iki soruyu şöyle cevaplayabiliriz: Bu eleştiriler gerçek kişilerin fikirlerini hedef alıyordu ve bu tür fikirlerin artık daha dolaylı ve gelişkin biçimde ifade ediliyor oluşunda özellikle Levins ve Lewontin’in eleştirilerinin payı vardır.

Bu kısa girişten sonra Levins ve Lewontin’in kimleri eleştirdiklerini, bilimsel çalışmalarında Marksizm’in payı ve önemli yöntembilimsel katkılarını özetlemeye geçebiliriz. Öncelikle Levins ve Lewontin’in diyalektik materyalizmden ne anladıklarını özetleyeceğiz. Her başlıkta sadece tanıtıcı değil, eleştirel bir tavır takınacağız.  

Levins, Lewontin, Diyalektik

Levins ve Lewontin (1985), The Dialectical Biologist (Diyalektik Biyolog) kitabının sonuç bölümünde, bilim insanlarının da tıpkı diğer entelektüeller gibi çağın yerleşik fikirlerinden etkilendiklerini iddia ederler. Biyolojide egemen olan dünya görüşü Kartezyen indirgemeciliktir ve Levins ve Lewontin ikilisinin biyolojide diyalektik ile ilgili fikirleri büyük ölçüde bu fikrin eleştirisiyle belirlenir.

Kartezyen materyalizmin temel varsayımları şunlardır[1]:

  1. Her bütünün doğal birimleri veya parçaları vardır.
  2. Bu parçalar veya birimler, en azından bütünü etkilerken içsel açıdan homojendirler.
  3. Parçalar, ontolojik olarak bütünden önce gelirler. Parçalar bütünden bağımsız var olabilirler ve bütün, parçaların bir araya gelmesiyle ortaya çıkar. Parçaların içkin (ilişkisel olmayan) özellikleri vardır ve bu özellikler bütünün özelliklerini belirler. Ancak bütün parçaların toplamı olmak zorunda değildir: Parçalar arası ilişkilerden parçalarda olmayan ama bütünde olan özellikler ortaya çıkabilir.
  4. Nedenler etkilerden ayrıdır: nedenler öznelerin özelliğiyken etkiler nesnelerin birer özelliğidir. Her ne kadar nedenler etkilerden gelen enformasyona -geri besleme döngüleri aracılığıyla- tepki verebilirse de kimin etkileyen özne kimin etkilenen nesne olduğu konusunda bir belirsizlik yoktur.

İlk ilke, doğada “doğal eklem yerleri”[2] olduğunu, yani doğal yapıları temel birimlerine bölmenin “doğal” ve kesin bir yolunun bulunabileceğini söyler. Örneğin Antik Yunan felsefecilerinden Demokritos için bu birimler atomlardı. Veya organizmalar için bu birimleri seçilim birimleri olarak görebiliriz. Burada temel iddia, neyin parça veya birim sayıldığının incelenen problemden, bakılan perspektiften bağımsız bir temeli olduğudur.

İkinci ilke, temel birimlerde içsel farklılaşma olmadığını, en azından bütünün davranışını belirlerken gerçek birer birim gibi davrandıklarını söyler. Bu aynı zamanda birimlerin içsel çelişki taşımadıkları, dolayısıyla değişmez oldukları anlamına da gelir.

Üçüncü ilkeye göre parçaların, diğer parçalarla veya bütünle ilişkilerinden tamamen bağımsız özellikleri vardır ve bunlar izole biçimde incelenebilirler. Etkileşim kabul edilse bile parçalar birbirine dışsaldır, karşılıklı nüfuz veya parçaların bağımsız kimliklerini kaybedecekleri tarzda bir bütünleşme imkânsızdır.

Dördüncü ilke ise aslında klasik Kartezyen felsefede maddenin pasif, aklın aktif olduğu tezinin modern halidir. Descartes’ın felsefesinde madde kendi hareketini başlatamamak anlamında pasiftir, yani ancak dışarıdan kuvvet uygulanmasıyla harekete geçebilen bir nesnedir (Craig, 1998). Akıl ise içsel olarak aktiftir, yani öznedir. Levins ve Lewontin’e göre modern Kartezyen indirgemecilikte de nedenler özne, etkiler nesne olarak kesin sınırlarla birbirinden ayrılabilir.

Levins ve Lewontin’e göre bu dünya görüşü tüm ideolojik illüzyonlar gibi yabancılaşmış bir toplumsal dünyanın düşünsel yansımasıdır.[3] Levins ve Lewontin, Kartezyen düşüncenin bilimdeki başarısını yadsımazlar ancak bu perspektifin dünyayı olduğundan çok basit gösterdiğini, çok boyutlu problemleri boyutları azaltarak çözülebilir hale getirmesine rağmen gerçekliği çarpıttığı için hatalı olduğunu söylerler.

Diyalektik bakış açısına göre nesneler içsel açıdan, hem de her düzeyde, heterojendir. Heterojenlikten anlaşılan, “değişmez, doğal birimlerin” toplamı olmak değildir. Çünkü aslında doğal birimler veya eklem yerleri düşüncesinin kendisi yanlıştır. Levins ve Lewontin’e göre etkileşim ve içi içe geçme her yerdedir ancak incelemenin konusuna ve sorusuna bağlı olarak birimler ayırt edilebilir. Örneğin, önkolu mu, eli mi, parmakları mı yoksa parmaklardaki eklemleri mi doğal seçilimin birimi sayacağınız elin gelişiminde genlerin nasıl etkileştiğine ve doğal seçilimin nasıl işlediğine bağlıdır. Seçilim açısından bir tarihsel aralıkta birim sayılan bir yapı, etkileşimin değişmesi ile birim olmaktan çıkabilir: birimin parçaları bağımsız seçilimsel baskılara maruz kalırsa farklı birimler ortaya çıkar veya birim başka bir bütünün parçası haline gelebilir. Levins ve Lewontin bu ilkeyi şöyle özetlerler: “Parça bütünü var eder ve bütün de parçayı” (Levins ve Lewontin, 1985). Bu durumda parçaların bütünden bağımsız bir varoluşları veya içsel özellikleri yoktur. Özellikle “birlikte evrimleşmiş” parçalardan oluşan organik sistemlerde parçaların bağımsız bir kimlikleri olması beklenmez.

Elbette yukarıda söylenenler analiz sürecinin imkânsız veya gereksiz olduğu anlamına gelmez. Diyalektik materyalizme göre evrende her şey birbiriyle etkileşim halindedir ancak etkileşimin kuvveti eşit değildir. Örneğin benim kolumla telefon ahizesi bir birim oluşturmaz çünkü aralarındaki etkileşim zayıf ve geçicidir. Ancak bir organizmanın organları arasındaki ilişki, ilkiyle kıyaslandığında çok daha kalıcıdır ve bütünün varlığını sürdürmesi açısından elzemdir.

Bir diğer diyalektik ilke değişimin kaçınılmazlığıdır. Levins ve Lewontin’e göre burjuva egemenliği ilerleme kavramına sahip çıkmayı terk ettiğinden beri burjuva ideolojisi ve bundan etkilenen bilim de her değişmenin arkasında değişmez yapılar aramaya başlamıştır. Bunun sonuçlarından birisi, değişmenin açıklama gerektiren anormal bir durum sayılması, değişmezliğin ise maddenin ve toplumun doğal durumu olduğu varsayımıdır. Örneğin yapısal/işlevselci sosyolojide toplumsal yapıların ve olguların varlık nedeni toplumsal istikrara katkı yapmaktır. Bu yapıların toplumsal istikrarı bozması işlev bozukluğu olarak adlandırılır. Biyolojide değişim kabul edilse bile değişmez birimlerin - Weissman’cı genetik birimlerin - yeniden karılması ve nadiren gerçekleşen mutasyonlar sonucu yeni birimlerin ortaya çıkması şeklinde tasavvur edilir. Fizyolojide dinamik denge, homeostazi gibi kavramlar organizmanın stabil bir durum etrafında daireler çizmesini anlatırlar. Ancak Levins ve Lewontin’e göre bir sistemin dengede olması, birçok koşulu aynı anda sağlamayı gerektirir. Bu yüzden sistemler sadece tek şekilde stabil olabilirler ancak birçok şekilde dengesiz olabilirler” (Levins ve Lewontin, 1985). Levins ve Lewontin’e göre denge dışı (nonequilibrium) sistemler ancak yakın zamanda ilgi konusu olmuştur.Değişim kabul edildiğinde dahi önceden var olan bir planın gerçekleşmesi olarak görülür: Gelişimin genetik programın açımlanması olarak görülmesi gibi.

Bu varsayımların karşısında diyalektik materyalizm doğadaki heterojenliği ve çelişki aracılığıyla değişimi vurgular. İstikrar geçicidir. Değişim ve hatta değişimin biçiminde değişim kuraldır. Burada dikkat edilmesi gereken iki nokta vardır: her doğal yapı eşit hızla değişmediği için kimi özellikleri diğerlerine nazaran sabit saymak mümkündür. Değişimin nedeni ise her sistemin iç çelişkiler taşımasıdır.

Çelişki, hem Hegelci diyalektikte hem de materyalist diyalektikte temel kavramdır. Çelişki, ontolojik zıtlıktan farklıdır: örneğin av ve avcıdan oluşan bir sistemde ikisinin birbirinin mutlak karşıtı olduğunu söyleyemeyiz. Ancak biri diğerinin varoluş koşullarını ortadan kaldırdığı ölçüde aralarında bir çelişki olduğunu söyleyebiliriz. Aynısı işçi sınıfı ve burjuvazi için geçerlidir. İşçi sınıfı açısından burjuvazi, işçi sınıfının varoluş koşullarını ortaya çıkaran ücretli emek ilişkisinin taraflarından biri olma anlamında işçi sınıfıyla aynı sistemin bir parçasıdır. Ancak işçi sınıfını mülksüzleştirmesi, insani gelişim açısından yoksullaştırması açısından çelişki vardır. Çelişki denildiği zaman anlaşılması gereken, her sistemde sistemi dengeden çıkaran, yok oluşa veya değişime zorlayan, birbiriyle çatışan kuvvetler olduğudur. Bu kuvvetlerin geçici dengesi şeyleri istikrarlı birer inceleme nesnesi yapar.

Levins ve Lewontin, çelişkiyi sadece epistemolojik bir olgu olarak gören düşünürlerden de, çelişkiyi sadece toplumla sınırlayanlardan da daha radikal bir görüşü savunurlar. Onlara göre çelişki, sadece insan bilgisinde veya toplumsal varlıkla sınırlanamaz. Çelişki maddi varoluşa içkindir. Dolayısıyla doğada da çelişki vardır. Burada çelişki, tek başlarına alındıklarında karşıt yönlerde işleyen kuvvetlerin aynı nesnede buluşmuş olması olarak anlaşılabilir. Çelişki, kendini yadsımadır ve bu anlamda mantıktaki çelişki doğadaki çelişkinin yansıması olarak görülebilir. A durumundan B durumuna geçiş, A durumundan A-olmayan durumuna geçiş olarak anlaşılırsa kendini yadsımanın ne olduğu anlaşılacaktır.[4]

Levins (1966), popülasyon biyolojisinde indirgemeci yöntemler kullanmanın meşru olduğunu ama sistematik hatalara neden olacağını söyler. Levins’e göre bazı araştırmacılar gerçekçilikten ve hassas ölçümden feragat ederek genel modelleri tercih ederler, diğerleri ise genellikten feragat ederek hassas ve gerçekçi modeller elde ederler. Bu tercihler meşrudur çünkü çok sayıda değişkeni aynı anda, yüksek hassasiyetle takip etmek zordur. Birbiriyle çelişen amaçlara - gerçekçilik, kesinlik, genellik - aynı anda ulaşmak mümkün değilse tercih yapmak gerekir. Peki bu modellerin yarattığı hatalarla nasıl başa çıkılır? Levins’e göre birden çok çeşit model kurulur ve bu modellerin ortak olarak gösterdikleri yön bulunabilirse, “sağlam” (robust) teoremlere ulaşılabilir. Gerçeğe ulaştıran tek tek modellerin mükemmelliği değil, çeşitli model tiplerinin oluşturduğu birliktir. Tıpkı Hegel’in Tinin Fenomenolojisi’nde gerçeği tanımlayışında olduğu gibi gerçeklik, hiçbir katılımcının ayık olmadığı, ayrılanın yere yığıldığı Dionisosçu bir halaydır (Hegel ve Yovel, 2005). Parçalar kusurlu olabilirler ama birbirleriyle diyalektik bir bütünlük oluşturdukları ölçüde gerçeğe yaklaşırız.

Levins ve Lewontin, diyalektik materyalizmi yasaları olan, bitmiş bir kuram olarak görmezler. Diyalektik ile ilgili görüşleri biyolojideki indirgemeciliğe ve belirlenimciliğe karşı tartışmalarında somut içeriğini kazanır. Diyalektik bakış açısını iş üstünde görmek için evrim ve genetik belirlenimcilik konusundaki tartışmalara göz atmamız gerekiyor.

Biyolojik Evrim: Adaptasyonculuk ve Organizma-Çevre ilişkileri

Marksizm’in kurucuları için Darwin’in yapıtı tüm eksiklerine rağmen kendi tarihsel bakış açılarının doğadaki geçerliliğini gösteren, coşkuyla selamlanmayı hak eden bir yapıttı. Karl Marx 1861’de Alman sosyalist Lasalle’ye yazdığı mektupta Darwin’in Türlerin Kökeni kitabının çok önemli olduğunu çünkü tarihteki sınıf mücadelesi için doğa bilimlerinde bir temel sağladığını, ayrıca erekselliğe öldürücü darbeyi vurduğunu söylüyordu (Marx’tan aktaran Angus, 2009). Marx bu mektupta Darwin’in sunum yöntemini kaba bulduğunu söylemeyi de ihmal etmemişti. Engels ise Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm kitabında Darwin’in doğaya metafizik bakışa en güçlü darbeyi vurduğunu çünkü tüm canlıların milyonlarca yıllık bir süreçte değiştiklerini gösterdiğini söylüyordu (Engels, 1908). Ancak Engels aynı zamanda Darwin’in doğal seçilim mekanizmasının Hobbes’ta toplum için geçerli olan “herkesin herkese karşı savaşı” fikrinin doğaya aktarılması olduğunu söyleyerek eleştirel bir mesafe koymaktan kendini alıkoyamamıştı.

19. yüzyıl Alman kültürel ortamının can sıkıcı metafizik tezlerinin çoktan öldüğü bir çağda yazan Levins, Lewontin ve S. J. Gould gibi yazarlar ise çağdaşları olan bazı evrimcilerin indirgemeciliğiyle kavga etme ihtiyacı duydular. Burada indirgemecilik temelde iki biçimde kendini gösteriyordu: evrimin doğal seçilim yoluyla adaptasyona indirgenmesi ve doğal seçilimin kadir-i mutlak bir güç olarak görülmesi ile organizma ve çevre arasında mutlak bir ayrım yapılması.

S. J. Gould ve Lewontin açısından modern evrim kuramının en büyük handikaplarından birisi adaptasyonculuk adını verdikleri tek yanlı bakış açısıydı.[5] Bu bakış açısının karakteristik özelliği doğal seçilimin evrimsel değişimi açıklamakta yegane mekanizma olduğu inancı ve doğal seçilimin canlının karşılaştığı her uyum problemini çözebilecek kadar güçlü olduğu varsayımıydı. Gould ve Lewontin bahsi geçen bakış açısına adaptasyonculuk veya Panglossçu paradigma adını verirler. Onlara göre adaptasyoncular Voltaire’in Alman filozofu Leibniz’i hicvettiği eserindeki Dr. Pangloss’a benzerler. Dr. Pangloss en talihsiz olayda bile Tanrı’nın inayetini görür. Lizbon depremi bile bu dünyanın olası dünyaların en iyisi olduğunu kanıtlar. “Burunlarımız gözlük taşımak için yaratılmıştır, bu yüzden gözlüklerimiz vardır” (Wilson, 2015). Adaptasyoncular ise organik dünyada nereye baksalar doğal seçilimi ve onun yarattığı optimal uyumu görürler.

Adaptasyonculuk evrimsel biyolojide genel bir bakış açısı ve bir açıklama stratejisidir.[6] Gould ve Lewontin bu stratejinin temel varsayımlarını şöyle özetlerler (Gould ve Lewontin, 1979):[7]

  1. Organizma biyolojik özelliklerine ayrıştırılır ve bu özelliklerin varlığı doğal seçilim tarafından, belirli işlevleri yerine getirmek için optimal olarak tasarlanmış yapılar olmalarıyla açıklanır.
  2. Her özelliğin ayrı ayrı optimum uyumlu olmadığı görüldüğü anda etkileşimin önemi hatırlanır ve bir parçayı uyumlu hale getirirken diğer parçaların “mükemmel” uyumundan feragat edilmesi gerektiği söylenir.

Yukarıda özetlenen stratejinin muhipleri açık açık “doğal seçilim tek evrimsel kuvvettir” demezler. Bunun yerine alternatif kuvvetlerin önemini ve etki alanını daraltırlar. Örneğin genetik sürüklenme veya gelişimsel kısıtların varlığı kabul edilse bile bunların varlığının tali olduğu, az sayıda vakayı açıklayabileceği söylenir.[8]

Adaptasyoncu strateji uygulamada şöyle işler: Bir özellik açısından çeşitlilik olduğunu varsayalım. Örneğin toprakta yaşayan salyangozların kabuk şekilleri veya renkleri tür içinde ve türler arasında çeşitlilik gösterir. Bu çeşitliliğin belirli bir çevresel farka uyum sağlamaktan kaynaklandığı varsayılsın. Mesela her farklı bölgede yaşayan salyangoz popülasyonunun o bölgedeki çimlerin renklerine uygun bir kamuflaja sahip olacak şekilde seçildiklerini söyleyelim. Bu açıklama yanlış çıktığında adaptasyoncu strateji başka bir adaptasyoncu açıklama arar. Mesela bizim örneğimizde doğal seçilimi yönlendiren asıl faktörün kamuflaj ihtiyacı değil sıcaklık farklarına uyum olduğunu söyleyebiliriz. Henüz alternatif bir açıklama bulunamıyorsa bile benzer türde bir açıklamanın mümkün olacağını öngörmek adaptasyoncu stratejinin temel varsayımlarından biridir. Peki, iyi bir doğal seçilim hikayesi bulunamazsa ne yapmalı? Bu durumda suçu bizim bilgi eksikliğimize atmalı. Çevrede hangi değişkenin seçilimi yönlendirdiğini bilmiyor olabiliriz. Çevrede farkında olmadığımız detaylar - örn. farklı kuş türlerinin dağılımı, güneş ışığına maruz kalma miktarını etkileyen faktörler, vb. - seçilimin aslında neyi seçtiğini bize gösterebilir.

Gould ve Lewontin’e göre adaptasyoncu stratejide temel yöntem yeterince akla yatan bir hikaye uydurabilmektir. Verdikleri örneklerden biri Barash’ın 1976 yılında mavi kuşlarda erkek saldırganlığı hakkında yaptığı çalışmadır. Bu çalışmada Barash iki kuş çiftinin yuvasının yakınına, erkek kuşlar yemek ararken, içi doldurulmuş erkek kuş modelleri koymuştur. On gün boyunca yaptığı gözlemlerde erkek kuşların yumurtlama öncesinde hem model erkeğe hem de dişiye daha çok saldırdıklarını, yumurtlama sonrasında ise saldırganlığın düştüğünü gözlemlemiştir. En sade adaptasyoncu açıklama erkek kuşun yumurtlama öncesinde, aldatmanın en yoğun olduğu ve yeni bir dişi bulmanın halen olası olduğu dönemde yüksek saldırganlığın makul olduğu, aldatma olasılığının sıfıra yaklaştığı yumurtlama döneminde ise işlevsiz olacağıdır. Ancak adaptasyoncu olmayan alternatif bir açıklama da vardır. Erkek kuş model kuşla birkaç kere muhatap olduktan sonra onun gerçek bir tehdit olmadığını öğrenmiş olabilir. Bunu test etmek içinse erkek kuşla modeli ilk kez, yumurtlamanın hemen sonrasında karşılaştırmak yeterlidir. Gould ve Lewontin’in aktarımına göre bu olasılık test edildiğinde erkek kuşlar, yuva kurmanın hiçbir evresinde, modeli tanıdıktan sonra dişilere karşı saldırganlık göstermemişlerdir.

Gould ve Lewontin yukarıdaki örnekte ve benzerlerinde adaptasyoncu bir açıklama bulunabilme olasılığını reddetmezler. Eleştirdikleri, diğer tüm alternatif açıklama biçimlerini ilk baştan reddeden bakış açısıdır. Peki, kendileri ne tür alternatifler önerirler?

Uzun zaman boyunca organizmanın atomlara (bağımsız biyolojik özellikler) ayrılabileceği ve her atomun ayrı ayrı uyumlu hale getirileceği varsayımıyla hareket eden indirgemeci biyoloji, Bauplan gibi bütüncü teorileri görmezden gelmişti. Gould ve Lewontin de işte bu ekolün temel kavramlarından gelişimsel kısıtların kimi özellikleri doğal seçilim yoluyla uyumdan çok daha iyi açıklayacağını söylerler.

Bauplan yani vücut planı düşüncesi Alman edebiyatçı ve biyolog Goethe’nin çalışmalarına kadar uzanır. Vücut planı, bir organizmanın temel anatomik birimleri arasındaki ilişkinin organizasyonudur. Mesela baş, göğüs (toraks) ve karın (abdomen) şeklindeki vücut planı insan ve sirke sineklerinde bile ortak olan bir organizasyondur. Bauplan düşüncesine göre bu plan kolay kolay değişmez. Doğal seçilim sadece bazı yüzeysel özellikleri - örneğin vücut planının parçalarının özelliklerini - değiştirir ama temel plana dokunmaz.[9] Hatta kimi yapısal kısıtlar, hiçbir biyolojik işlevleri olmamasına rağmen, sadece mimari kısıtlardan ötürü korunuyor olabilirler. Gould ve Lewontin dış çevrenin organizmaya “ya uy ya terket” dediği, her parçayı ayrı ayrı en uyumlu hale getirdiği, neredeyse doğal seçilime bir tasarımcı gibi bakan görüşe karşı bu türde alternatiflerin de ciddiye alınması gerektiğini söylerler.

Darvinci evrim kuramı organizmayı bağımsız işlevsel birimlere ayırdığı gibi, organizma ve çevre arasında veya içsel ve dışsal kuvvetler arasında da kavramsal bir ayrım yapar (Levins ve Lewontin, 1997). Doğal seçilimde organizmaya içsel olan kuvvetler bireyler arası farklılıkları yaratırken dışsal bir kuvvet olan çevresel seçilim basıncı, bu farklılıkları eler. Bu anlamda organizma ile çevre arasında veya iç ile dış arasında bir iş bölümü vardır. Lewontin ve Levins’e göre indirgemeci biyoloji başarısını bu iş bölümüne borçludur ancak bu ayrım kavramsal ve ampirik nedenlerle artık aşılması gereken bir ayrımdır.

Organizma-çevre ayrımının getirdiği hatalı fikirlerden biri organizmaların içsel bir program taşıdıkları, gelişimin ise bu programın deyim yerindeyse zarftan çıkması, gerçekleşmesi olarak görülür. Burada çevrenin rolü sınırlıdır: Çevre ya ham madde kaynağıdır ya da gelişimsel programın tetiğine basan özgül olmayan bir kuvvettir. Ancak gerçekte kimi çevresel düzenlilikler gelişimin bir parçası sayılabilir: “Görme yeteneğimizin gelişimi ışığı varsayar, kaslarımızın gelişimi ise hareketi” (Levins ve Lewontin, 1997).

Evrim sürecinde ise durum tam tersidir. Mevcut organizmaları tasarlayan, kendisi organizmalardan bağımsız sayılan çevredir. Çevre organizmanın önüne bir uyum problemi koyar - örneğin avcı türe karşı kamuflaj - ve organizmanın popülasyon düzeyindeki kalıtımsal çeşitliliği doğal seçilim tarafından yontularak adaptasyon ortaya çıkar.

Lewontin ve Levins için organizma ve çevre arasında karşılıklı belirleme ilişkisi vardır. Bu tez iki düzeyde anlaşılabilir: kavramsal ve ampirik düzeylerde. Çevre denildiğinde akla ilk önce içinde yaşayan canlılardan bağımsız, fiziksel koşulların toplamı gelir. Ancak, fiziksel doğa, ancak bir organizma ile ilişkisinde çevre olur. Çünkü organizma fiziksel doğada hangi unsurların önemli hangilerinin önemsiz olduğunu belirler. Bir salyangozun çevresiyle bir sekoya ağacının çevresi, ikisi de aynı bölgede yaşıyor olsalar dahi, farklıdır çünkü bu canlıların yaşam döngüsünde önemli olan fiziksel faktörler farklıdır. Yerdeki çimleri yuva yapımında kullanan bir kuş için çimler çevrenin araçsal bir parçasıdır ama ağaçkakan gibi yuvasını ağaç gövdesini delerek yapan bir kuşun çimle ilişkisi bambaşkadır. Bu nedenle biyolojik niş organizmadan bağımsız tanımlanamaz. Biyolojik niş fiziksel doğada canlılardan önce varolan, doldurulmayı bekleyen bir boşluk değildir.

Canlılar çevrelerini belirlerler ve çevre üzerindeki yaptıkları değişimler kendi evrimlerinde etkili bir faktördür. Bitki kökleri çürürken humik asit ortaya çıkar ve bu da ortak yaşam (simbiyoz) ilişkilerinin gelişmesine yol açar. Bu ortakçı canlıların ürünleri ise toprağın yapısını değiştirerek bitkilerin yaşam koşullarını değiştirir. Daha çarpıcı bir örnek ise dünyada canlılığı ortaya çıkaran sürecin, canlılığın yeniden ortaya çıkma koşullarını ortadan kaldırmasıyla ilgilidir. İlk canlılar oksijensiz bir ortamda gelişebilirdi çünkü oksijen - dioksijen adı verilen, bağımsız gaz formu - oksijensiz solunum yapan canlılarda zehir etkisi yapar. Atmosferde oksijenin şimdiki %18 oranına ulaşmasının sorumlusu fotosentez yapan bakterilerdir ve bu bakteriler yaşamın yeniden ortaya çıkmasının koşullarını ortadan kaldırmışlardır.

Organizma-çevre etkileşimini ciddiye almanın gerekçelerinden biri, temel fiziksel değişkenlerin etkilerinin dahi organizmanın boyutlarına ve faaliyetlerine bağlı olmasıdır. Örneğin bizim gibi görece büyük kütleye sahip canlılar için kütle çekim önemli bir kuvvettir ama sıvı ortamda yaşayan bir bakteri için Brown hareketi adı verilen, molekül bombardımanından kaynaklı etkiler daha önemlidir. Sıcaklık tüm canlılar için önemli bir değişkendir ama canlılar dış ortamın sıcaklığıyla doğrudan temas etmezler. Kendi ürettikleri ısı ve nemden oluşan bir çeşit koruyucu kalkanın içinde yaşarlar. Organizmayı neyin etkileyeceği organizmanın yapısına bağlıdır ve çevre kısmen organizma tarafından yaratılır.

Gerek adaptasyonculuk eleştirisi gerekse organizma-çevre etkileşimiyle ilgili eleştirilerin modern sentezi yani ana akım evrimsel biyolojiyi kökünden sarstığını söyleyemeyiz. Vücut planı veya gelişimsel kısıtlar doğal seçilimin alternatifi haline gelmedi. Benzer şekilde biyolojide neden-etki ayrımını ortadan kaldıracak düzeyde radikal bir etkileşimcilik ana akım indirgemeci yöntemlerin yerini almadı. Elbette bir avuç bilim insanının eleştirisinin biyoloji pratiğini kökünden değiştirmesini beklemek gerçekçi olmaz. Ancak azınlık olmanın dışındaki nedenleri de açıklamaya katmak gerekir.

Nedenlerden biri, Gould, Levins ve Lewontin’in olası senaryoları ortaya koymakta çok mahir olmaları ama alternatif açıklamaların ana akım açıklamalardan daha üstün olduğunu gösterecek zenginlikte verilere sahip olmamalarıdır. En azından oganizma-çevre birlikte evrimi, gelişimsel kısıtlar gibi araştırma alanlarının “görece sabit bir çevreye doğal seçilim yoluyla adaptasyon” tarzında açıklamalar kadar yaygın olmadığını söyleyebiliriz. Bunu yazarların tembelliğine bağlayamayacağımıza göre biyoloji pratiğinin öncelikleri, metodolojik yanlılığı gibi daha genel faktörlerle açıklamalıyız. Levins ve Lewontin bu olguyu, ekoloji ve evrimsel biyolojinin odak noktasının organizma ve çevrenin birlikte evrimi olmaması, dolayısıyla bu konuda çalışma yapılmamasıyla açıklıyorlar (Levins ve Lewontin, 1997). Lewontin’in öğrencisi sayılabilecek bilim felsefecisi William Wimsatt ise indirgemeci metodolojinin kendini doğrulayan bir kehanet gibi işlediğini söylüyor (Wimsatt, 2006). Son noktayı biraz açmamız gerekiyor.

Wimsatt’a göre biyolojide indirgemeci yöntem önce çözmeyi vaat ettiği problemi çözülebilir hale getirir, sonra dönüşmüş problemi çözer ve bu çözümlerin üst üste yığılması yöntemin - hatta altında yatan metafizik varsayımların - başarısının göstergesi sayılır. Wimsatt, genetiğin başarısını kalıtımla ilgili orijinal problemden uzaklaşmasına ve uzunca bir süre gelişimle bağını koparmasına bağlar. Wimsatt’a göre Mendel genetiği öncesinde kalıtımın temel problemi biyolojik özelliklerin bireyde ortaya çıkışı ve aktarımıydı. Ancak Mendelcilik bu bağı koparmış, zaten bir süre sonra “klasik aktarım genetiği” adını almıştır. T. H. Morgan’ın sinek odasından moleküler biyolojinin yeşerdiği 1950’lere kadar en azından görece basit bir kalıtım yolu izleyen özelliklerin aktarımıyla ilgili geniş bir bilgi kümesi oluşmasına neden oldu. Ancak bu başarı, aktarım ile gelişimin ayrılmasına ve büyük ölçüde aktarıma odaklanılmasına, yani kökteki problemin sadeleştirilmesine bağlıydı.

Tüm bu anlatılanlara rağmen bahsi geçen eleştirilerin en azından kimi biyologları ve felsefecileri nedensellik, analiz ve açıklama konularında derin düşünmeye ittiğini (Taylor, 2010), eleştirilen muhatapları ise görüşlerini törpülemeye yönelttiğini söyleyebiliriz. Levins ve Lewontin’in en etkili yazıları genetik determinizm ile ilgili olanlarıdır. Levins ve Lewontin, sosyobiyoloji, evrimsel psikoloji ve davranış genetiği alanında en etkili salvolarını yapmışlardır.

Genetik Determinizm: Evrimsel Psikoloji ve Davranış Genetiği

Biyoloji ve insan bilimleri ve siyaset arasındaki etkileşimde en önemli tartışmalardan biri kalıtımın insan davranışını belirleyip belirlemediği sorusunda düğümleniyordu. Zekâ, kişilik, psikopatoloji gibi olgular ne ölçüde genetik belirlenime tabidir? Genetik olarak belirlenen bir insan doğası var mıdır? Bireyler arası davranışsal farklar genetik farklarla ilgili midir? Irklar arasında kalıtımsal davranış/biliş farkları var mıdır? Bu sorulara verilen yanıtlar çok önemlidir çünkü eşitsizliğe karşı mücadelede ne tür yollar izleneceği konusunda ipuçları verecektir.[10] Örneğin eğer cinsiyetlere biçilen toplumsal rollerin farkları gerçekten de erkek ve kadınların biyolojik farklarına dayanıyorsa, çevresel müdahale hem “insan doğası”na aykırı olacağı için bireyleri mutsuz kılacak, hem de sürdürülemez olacaktır. Veya bireyler arası zekâ farkları kalıtımsalsa, IQ’su düşük bireylerle yüksek olanların eğitim başarılarını eşitlemeye çalışan eğitim programları kaynak israfı olacaktır.

İnsan davranışında kalıtımsal etkileri vurgulayan iki disiplin vardır. Bunlardan ilki evrimsel psikolojidir. Evrimsel psikoloji insan doğası adını verdiğimiz evrensel bilişsel ve davranışsal örüntülerin hangi uyumsal problemlere[11] yanıt olarak ortaya çıktığını araştıran bir disiplindir. Erkek ve kadın üreme stratejileri, bazı fobiler, eş seçme, sahtekârları tespit etme gibi özelliklerin avcı-toplayıcı atalarımızın maruz kaldığı çevresel problemleri çözmeye yönelik adaptasyonlar olduğunu söyleyen bu disiplin, insan aklının, genetik olarak belirlenmiş ve uzmanlaşmış programlardan oluştuğunu iddia eder.

Lewontin ve Levins (1999b), evrimsel psikolojiyi sosyobiyolojinin çocuğu olarak görürler. Sosyobiyoloji, sosyal davranışın biyolojisidir. İnsanla sınırlı değildir. Edward Wilson, Sociobiology: the new synthesis kitabıyla sosyobiyolojiyi popülerleştirdiği gibi insan doğası hakkında yazdığı son bölümle de sert tartışmalara neden olmuştur. Wilson’a yöneltilen temel eleştiri biyolojik determinizmi hortlatmak ve böylece toplumsal eşitsizliklere doğal bir kılıf hazırlamaktır. Sosyobiyolojinin iddiaları evrimsel psikolojiye göre daha keskin ve özgüldür. Örneğin Wilson dindarlık, girişimcilik, erkek egemenliği, konformizm gibi özellikler için bile adaptasyoncu bir açıklama vermeye çalışmıştır (Wilson, 1980), (Wilson, 2004).

Lewontin ve Levins’e göre evrimsel psikolojinin sosyobiyolojiden farkı daha genel mekanizmalarla ilgilenmesidir. Ancak her iki disiplin de kimi davranışsal ve bilişsel eğilimlerin genetik olarak kodlandığını, geçmişte bir uyumsal probleme yanıt olarak ortaya çıktığını, doğal seçilimin ürünleri olduğunu iddia ederler.

Lewontin ve Levins’e göre sosyobiyoloji veya evrimsel psikoloji, iki çeşit meşrulaştırma işlevi görürler. Bu disiplinler öncelikle mevcut toplumsal düzenin, buradaki ilişkilerin meşrulaştırılmasına hizmet ederler. Seçilimsel hikaye ve genetik determinizm bir araya gelince şöyle bir sonuç çıkar: bu davranışsal örüntü genetik olduğu için değiştirilmesi zordur ve değiştirmeyi başarsak bile, alternatiflerine göre başarılı olduğuna göre değişimin olumsuz etkileri olacaktır.[12] İkinci işlev ise evrim kuramının kendisini meşrulaştırmaktır. Bir kuramın gücünü ispat eden şey o kuramın kendi alanındaki neredeyse tüm olguları açıklayabilmesidir. Doğal seçilimin genel açıklama şemasının - kalıtımsal çeşitlilik ve farkı üreme başarısı ile popülasyonda genetik değişim - insan davranışına da uygulanabilmesi gerekir: “Sonuç olarak eğer evrimin ilkeleri insan varoluşunun en önemli yönlerini açıklayamıyorsa, bu ne tür bir bilimdir?” (Levins ve Lewontin, 1999a)

Evrimsel psikoloji biyolojide yaygın olan genetik program fikrine yaslanır. Genetik program, canlıların metabolik aktivitelerinden gelişimlerine ve hatta davranışsal eğilimlerine kadar tüm süreçlerini kontrol ettiği düşünülen bir komutlar silsilesidir. Bu komutlar DNA’da bulunurlar, türün üyelerinde ortaktırlar ve doğal seçilimin ürünüdürler.[13] Genetik programın birincil ürünü RNA ve proteinlerdir. İkincil ürünler ise molekül üstü düzeydeki yapı ve süreçlerdir. Bilişsel programlar işte bu türde ikincil ürünleridir.

Davranış örüntülerinin genetik olarak belirlenmeleri bunların her koşulda ortaya çıkacağı anlamına gelmez. Yani erkeklerin kadınlara nazaran daha çok saldırganlık göstermeleri, erkeklerin her koşulda saldırgan davranacakları anlamına gelmez. Bilişsel/davranışsal program, koşullu komutlardan oluşur. Bu anlamda kol veya bacağa sahip olmaktan ziyade nasır oluşumunu sağlayan mekanizmaya benzer (Buss, 2015). Ayak tabanında aşınma yaratan koşullar yoksa nasır da oluşmaz. Saldırganlığın koşulları yoksa saldırganlık ortaya çıkmaz. Ancak koşullar ortaya çıktığında davranış kalıpları hazırda beklemektedir. Başka koşullarda daha uzlaşmacı davranmamız da programda vardır. Dışarıdan bakan birine bilişsel/davranışsal esneklik gibi görünen şey aslında farklı koşullarda farklı komutların aktif olmasıdır.

Biyolojide program metaforunun kökeni Descartes’a kadar uzanıyor olsa bile modern anlamda genetik program kavramını ilk kullanan kişi Jacques Monod’dur (Peluffo, 2015). Monod’nun bakterilerde genetik ifadenin düzenlenmesi hakkında yaptığı çalışmalardan çıkan sonuçlardan biri, DNA üzerinde kimi bölgelerin elektrik akımını açıp kapatan anahtar gibi işlev görmesiydi. Bu bölgelere bağlanan proteinler genden protein sentezini başlatabildiği gibi durdurabiliyordu da. Böylece organizma, geri besleme ve ileri besleme mekanizmalarından oluşan sibernetik bir ağ gibi algılanabilirdi.

Birçok evrimsel biyolog da, program, enformasyon gibi metaforları canlı ile cansızı ayıran temel özelliği ifade ederken kullanmışlardı. Örneğin Ernst Mayr için organizmayı cansız doğadan ayıran özellik canlıların bir program taşıyor ve buna göre gelişiyor olmalarıdır. G. C. Williams için cansız doğada madde ve enerji transferi varken canlı doğada buna ek olarak enformasyon transferi vardır ve bu ayırt edici bir farktır. John Maynard-Smith için evrimdeki en önemli olaylardan biri sınırsız enformasyon taşıma kapasitesine sahip, bir dizi birimin (nükleotidler) yapıda bir kalıtım sisteminin - DNA veya RNA - ortaya çıkmasıdır. Maynard-Smith’e göre biyolojik enformasyon semboliktir, yani genetik enformasyon ile fenotipler arasında mecburi bir fiziksel bağ yoktur. Kısacası birçok kalburüstü evrimsel biyolog için canlılığın özsel niteliklerinden birisi program veya enformasyon taşımak, bu program veya enformasyonun metabolik, gelişimsel ve evrimsel süreçleri belirlemesidir.

Lewontin ve Levins içinse program veya enformasyon, inanılmaz karmaşıklıktaki bir süreci anlaşılır hale getirmek için kullanılan birer metafordan ibarettir (Levins ve Lewontin, 1999a). Biyolojik organizmalar çok sayıda zayıf kuvvetin etkileşimi sonucu varlıklarını sürdüren orta büyüklükte nesneler oldukları için az sayıda parametre içeren modellerle betimlenemezler (Levins ve Lewontin, 1999b). Devasa gök cisimlerinin hareketini veya atom altı parçacıkların davranışlarını açıklayan yöntemler canlılarda işe yaramaz. Gelişimi, evrimi, fizyolojiyi, davranışı anlayabilmek için karmaşık fiziksel süreçleri takip edilebilir hale getiren metaforlara ihtiyaç duyulur. Her dönem, teknolojik gelişme düzeyine uygun metaforlara yol verir. Descartes’ın yaşadığı 17. yüzyılda basit mekanik aletler - vinçler, pompalar, kaldıraçlar, vb. - bu işlevi görürken 20. yüzyılın ortalarından itibaren bilgisayar, biyolojik metaforlar için en zengin ilham kaynağı haline gelmiştir.

Levins ve Lewontin bilimde metafor kullanımına karşı çıkmazlar ancak metaforun tehlikelerine dikkat çekerler. İnsan beyni ile bilgisayarı, insan aklı ve davranışı ile bilgisayar programını ayıran nitelikleri vurgularlar. Beyin, kendiliğinden aktivite üreten bir sistemdir. Rüyalar ve halüsinasyonlar bunun örneğidir. Kendi aktivitesi ile kendi anlık durumunu değiştirir. Bu yüzden insan beyni, aynı girdiye her seferinde aynı tepkiyi veren bir girdi-çıktı sistemi değildir. Bilgisayarda neyin “girdi” olduğu belliyken beyindeki bilgi işleme süreçleri “açlık, gürültü, cinsel uyarılma, hayatın başka bir alanından kaynaklı kaygılar, yorgunluk” gibi aslında programın girdisi sayılamayacak faktörler tarafından belirlenebilir (Levins ve Lewontin, 1999b). Bilgisayarda program veya yazılım donanımdan ayrıdır ancak beyinde keskin bir donanım-yazılım ayrımı bulunmaz. Öğrenme, donanımda yani merkezi sinir sisteminde kalıcı değişimlere neden olur. Ayrıca, insan söz konusu olduğunda, hükümdar program, kol emekçisi beden ayrımı geçersizdir çünkü her ikisi de aynı materyalden yapılmıştır ve çıktı ile duyusal girdi veya bilişsel işlev arasında nitelik farkı yoktur.

Lewontin ve Levins’in program metaforunda eleştirdikleri bir diğer nokta ise akraba türlerle insanda ortak olan davranışsal örüntülerin insan toplumsal yaşamının özgül yönlerini karartmasınadır. Örneğin babunlarda hiyerarşinin alt basamaklarında yer alan bireylerin kardiyovasküler hastalıklara yakalanma olasılıkları yukarıdakilere göre daha yüksektir (Marmot, Sapolsky, 2014). Benzer bir tablo insanlar için de geçerlidir (Adler vd., 1994). Stres tepkileri ortak olabilir, peki buradan hiyerarşinin evrensel ve doğal olduğu, iki durumda benzer faktörlerin hiyerarşiyi yarattığı çıkarılabilir mi? Hayır. İşte Lewontin ve Levins, politik arenada, “program” metaforunun yarattığı bu algıya karşı çıkarlar.

Türe özgü davranışsal özellikler dışında, insan türünün bireyleri ve grupları arasındaki farkların genetik açıklaması da Lewontin’in eleştiri oklarını üstüne çekmiştir. Özellikle genel zeka faktörü ve kalıtımsallık hakkındaki tartışmalar Lewontin’in popülasyon genetiği konusunda uzmanlığını liberal uzlaşmaya metodolojik bir darbe vurmakta kullanmak için yeterince malzeme vermiştir.

1969 yılında Harvard Educational Review dergisinde Arthur Jensen tarafından yazılmış bir makalede bireyler arası IQ farklarının büyük ölçüde kalıtımsal olmasının yanında siyahlar ve beyazlar arasındaki ortalama %15 farkın da kalıtımsal olduğu iddiası savunulur (Jensen, 1969). Jensen bu makalede IQ’nun yüksek kalıtımsallığının, eşitsizlikleri gidermeye yönelik eğitim programlarının neden başarısız olduğunu da açıkladığını söyler. Kısacası Jensen, IQ farkları kalıtımsal olduğu için, başarısız öğrencileri başarılı olanlarla eşitlemek için uygulanan telafi programlarının bir işe yaramayacağını söylemektedir.

Lewontin bu makaleye yanıtında IQ’nun kalıtımsallığını kabul etsek bile buradan gruplar arası farkların kalıtımsal olduğu ve IQ’nun çevresel müdahaleyle değiştirilemeyeceği sonucunun çıkmayacağını söyler (Lewontin, 1970).[14] Kalıtımsallık, belirli bir popülasyonda bireyler arasında belirli bir özellikte gözlenen farkların hangi oranda genetik farklarla ilişkilendirilebileceğini anlatan bir değerdir. Bu değer popülasyona özgüdür. Genetik çeşitliliği sıfıra indirirseniz kalıtımsallık sıfıra düşer çünkü tüm farklar çevresel nedenlerden kaynaklanır. Çevreyi sabitlerseniz 1’e yükselir çünkü tüm farklar genetik olur. Doğal popülasyonlarda ise o popülasyonun özgül genetik dağılımı ve çevresel dağılımına bağımlı bir değerdir. Bir özelliği - örneğin boy -  veya özellikteki farkları yaratan mekanizma hakkında hiçbir şey söylemediği için özelliğe müdahale edilip edilemeyeceğini anlatmaz. Popülasyona özgü olduğu için de iki grubu - örneğin siyahlar ve beyazlar - kıyaslamakta kullanılamaz. Kalıtımsallığın evrensel ve nedensel bir açıklamaya zemin sağladığı tek durum, genler ile çevre arasında hiç etkileşimin olmadığı, ikisinin bireyler arası farklara birbirinden bağımsız katkı yaptıkları durumdur (Lewontin, 1974).[15] Lewontin bu türde durumların doğal (deneysel ortamda üremeyen) popülasyonlarda istisna olduğunu söylemektedir.

Lewontin eleştirisinin sonunda teknik detayların ötesine geçip Jensen’in politik kabullerine saldırır. IQ ders başarısını ölçmekte mahirdir, ders başarısı da uzun vadede elde edilecek geliri tahmin etmekte iyi bir ölçüttür. Peki, biz bir insanın başarısını başkalarını “geçmek” olarak görmek ve zekaya dayalı liyakati dünya nimetlerinden faydalanmanın ölçütü olarak görmek zorunda mıyız? Lewontin dar kafalı liberal akademisyenin hayal dünyasının ötesinde bir olasılığa işaret eder: Her insanın, sosyal eyleminin mümkün kıldığı en yüksek maddi ve manevi tatmine ulaşmasını amaçlamak. İşte bu, komünizmin liyakat anlayışıdır.

Sonuç

Lewontin ve Levins’in eserlerinde bilimsel metodoloji, siyaset ve ideoloji, kendi çağlarının biliminin aşırılıklarına, eşitsizliği normalleştirme olasılığına karşı aynı anda yardıma çağrılır. Siyasi açıdan karşı çıktıkları tezlerin bilimsel açıdan da güvenilmez olduğunu göstermeyi amaçlarlar. Onlar için diyalektik laboratuara girerken çıkarılacak bir önlük değildir. Ama diyalektik her problemi çözecek sihirli bir anahtar da değildir. Biyolojik bilimlerde diyalektik tek yanlı, sefil bir bakış açısını eleştirmek, biyolojinin insanlar arasındaki eşitsizlikleri meşrulaştırmakta kullanılmasını engellemek, bize bugün dokunulmaz gelen teorilerin bir tarihin parçası olduğunu hatırlatmak için bir araçtır.

Biyologlara ve ilgili alanlarda çalışan bilim insanlarına genel bir perspektif sağlamak da diyalektiğin katkılarından biridir. Bilim insanları, canlılık dendiğinde program, bilgisayar, enformasyon gibi metaforlardan fazlasını bulacaklarsa, bunu diyalektiğin araçlarıyla bulacaklar ve buldular da. Sistem teorisinin ve onun öncülü olan sibernetiğin birçok teorik kavramı diyalektik bir bakışın ürünüdür. Sistem teorisinde eşik etkisi, geri besleme gibi kavramların diyalektikte karşılıklarının olduğunu biliyoruz (Levins, 2008). Bu durumda diyalektik düşüncenin bilinçli veya bilinçsizce, bilimsel düşünüşün bir parçası olduğunu ve burada Levins ve Lewontin gibi bilim insanlarının payı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Kaynaklar

Adler N., Boyce T., Chesney M., Cohen S., Folkman S., Kahn R., Syme S. L. (1994). Socioeconomic status and health: The challenge of the gradient. American Psychologist, Cilt: 49, s. 15-24.

Angus I. (2009). Marx and Engels...and Darwin?. International Socialist Review, 65. sayı. https://isreview.org/issue/65/marx-and-engelsand-darwin (Erişim, 2 Nisan 2018)

Buss D. M. (2015). Evolutionary Psychology: The New Science of the Mind, Boston: Pearson.

Craig E. (1998). Routledge Encyclopedia of Philosophy. London: Routledge.

Engels F. (1908). Socialism: Utopian and Scientific, Charles H. Kerr and Company, Chicago.

Gould S. J. ve Lewontin R. C. (1979). The Spandrels of San Marco and the Panglossian Paradigm: A Critique of the Adaptationist Programme. Proceedings of the Royal Society B: Biological Sciences, cilt: 205, no. 1161, s.581-598. doi:10.1098/rspb.1979.0086.

Hegel G. W. F. ve Yovel Y. (2005). Hegel’s Preface to the Phenomenology of Spirit, Princeton Uni. Press, New Jersey.

Jensen A. (1969).  How Much Can We Boost IQ and Scholastic Achievement. Harvard Educational Review, Cilt: 39, no. 1, s. 1-123, doi:10.17763/haer.39.1.l3u15956627424k7.

Levins R. (1966). The Strategy of Model Building in Population Biology, American Scientist, Cilt: 54, no. 4, s. 421-431.

Levins R. (2008). Dialectics and Systems Theory, B. Ollman (Ed), T. Smith (Ed),
Dialectics For The New Century, New York, Palgrave Macmillan.

Lewontin R. C. (1970), Race and Intelligence,Bulletin of the Atomic Scientists, Cilt 26 No.3, s. 2-8. http://arthurjensen.net/wp-content/uploads/2014/06/Lewontin-Jensen-Bulletin-of-the-Atomic-Scientists.pdf (Erişim: 7 Nisan 2018)

Lewontin R. C. (1974). Annotation: the analysis of variance and the analysis of causes. American Journal of Human Genetics, cilt: 26, no.3, s.400-411.

Lewontin R. Ve Levins R. (1985). The Dialectical Biologist, Cambridge:Mass, Harvard University Press.

Lewontin R. ve Levins R. (1997). Organism and environment, Capitalism Nature Socialism, Cilt:8, no.2, s. 95-98. DOI: 10.1080/10455759709358737

Lewontin R. ve Levins R. (1999a). Evolutionary psychology, Capitalism Nature Socialism, Cilt:10, no.3, 127-130. DOI: 10.1080/10455759909358878

Lewontin R. ve Levins R. (1999b). Are We Programmed?, Capitalism Nature Socialism, Cilt: 10, no. 2, s. 71-75. DOI: 10.1080/10455759909358858.

Marmot M. G., Sapolsky R. (2014). Of Baboons and Men: Social Circumstances, Biology, and the Social Gradient in Health. M. Weinstein (Ed), MA Lane (Ed), Sociality, Hierarchy, Health: Comparative Biodemography: A Collection of Papers, Washington (DC): National Academies Press (US). https://www.ncbi.nlm.nih.gov/books/NBK242456/ (Erişim: 10 Nisan 2018)

Peluffo A. E. (2015).  The ‘Genetic Program’: Behind the Genesis of an Influential Metaphor. Genetics, Cilt: 200, no.3, s. 685–696, PMC. (Erişim. 6 Nisan. 2018)

Taylor P. J. (2010).  Biology as Politics: The Direct and Indirect Effects of Lewontin and Levins, Science as Culture, Cilt: 19 no.2, s. 241-253, DOI: 10.1080/09505431003660246

Wilson D. S. (2015, Mart). "The Spandrels Of San Marco Revisited: An Interview With Richard C. Lewontin." . The Evolution Institute. https://evolution-institute.org/the-spandrels-of-san-marco-revisited-an-interview-with-richard-c-lewontin/(Erişim: 9 Nisan 2018)

Wilson E. O (1980). Sociobiology: The Abridged Edition, Cambridge:Mass, Harvard University Press.

Wilson E. O. (2004). On Human Nature, Cambridge: Mass, Harvard University Press.

Wimsatt W. C. (2006). Reductionism and Its Heuristics: Making Methodological Reductionism Honest. Synthese, cilt: 151, no. 3, s. 445-475. DOI: 10.1007/s11229-006-9017-0.


Dipnotlar:

[1] Richard Levins ve Richard Lewontin, The Dialectical Biologist, Cambridge:Mass, Harvard University Press. 1985. s 269’dan serbest bir çeviri yapılmıştır.

[2] “Doğal eklem yerleri” ifadesi, Platon’un Phaedrus diyaloğunda geçer. Bu diyalogda Platon, sınıflandırmanın veya bölümlemenin doğal sınırlara riayet etmesi gerektiğini, yoksa tıpkı kötü bir kasabın yaptığı gibi kemiklerin ortadan kırılacağını söyler.

[3] Levins ve Lewontin’in belki de en zayıf yönleri, ideolojik illüzyon saydıkları Kartezyen indirgemeciliğin somut toplumsal temellerini aydınlatmak yerine ideolojiyi ideoloji düzleminde eleştirmeye odaklanmalarıdır. Örneğin yabancılaşma bilim insanları için ne anlama gelir, biyoloji içindeki işbölümü somut olarak hangi çarpık düşünceleri besler? Ayrıca karşıtlarının görüşlerinin Kartezyen indirgemecilik teşhisine uyacak şekilde ortak varsayımlara dayandığını söylemek ve tüm karşıtlarının bu temel tezlerde ortaklaşan, çok tutarlı bir dünya görüşüne sahip kişiler olduğunu düşünmek pek gerçekçi görünmemektedir.

[4] Burada Hegel’in “belirli yadsıma” kavramına atıf yapılmaktadır.

[5] Lewontin 2015’te D. S. Wilson’ın yaptığı mülakatta bu makalede kendi payının çok az olduğunu, Gould’un ünlü bir evrimci olmak için abartı ve karikatürleştirmeye başvurduğunu söyler. Tabi Gould ile temel meselede yani seçilimsel avantaj hikayelerine karşı çıkmakta uzlaştığını da ekler. Röportajın bağlantısını referanslar kısmında bulabilirsiniz.

[6] Gould ve Lewontin “adaptasyoncu program” kavramını kullanmalarına rağmen “strateji” kavramını daha uygun buldum çünkü bu sürecin bir program gibi adım adım bazı komutların uygulanması şeklinde gerçekleşmediğini düşünüyorum.

[7] “Biyolojik özellik” terimini İngilizcedeki “trait” kavramının karşılığı olarak kullanıyorum.

[8] Burada anılmayan bir diğer olasılık da sadece adaptasyonların ilgi çekici olduğunu, genetik sürüklenme veya gelişimsel kısıtlarla açıklanan özelliklerin ise ilginç olmadıkları için merkezi önemde olmadığını söylemektir.

[9] Gelişimsel açıdan erken evrelerin daha az çeşitlilik göstermesi de bu türde mimari kısıtlara örnek gösterilebilir. Ancak şu olasılığı akılda tutmak zorundayız: Gelişimin ilk aşamalarının veya biyokimyanın temel reaksiyonlarının korunumu bunların seçilim sonucu ortaya çıkmadığını değil, tam aksine bunları etkileyen mutasyonlar karşısında çok kuvvetli negatif seçilim olduğunu da gösteriyor olabilir.

[10] İpucu kelimesini kullanmamızın nedeni bu sorulara verilecek yanıtların siyasi tercihleri harfi harfine belirlemeyeceğini vurgulamaktır.

[11] Uyumsal problemlere örnek olarak eş bulma, besin bulma, avcılardan kaçmayı gösterebiliriz.

[12] Psikolojik adaptasyonlar milyonlarca yıllık seçilimin sonucu sayıldığı için alternatiflerine kıyasla daha “başarılı” oldukları düşünülür. Tabi evrimsel psikologlar avcı toplayıcı dönemde uyumlu olan bir yapının şimdi uyumsuz olabileceğini kabul ederler.

[13] Burada DNA’nın tamamının doğal seçilim ürünü olduğu söylenmemektedir. Daha ziyade protein kodlayan veya düzenleyici bölgeler kastedilmektedir.

[14] Lewontin bu makalede IQ’nun ölçülme biçimine ve ölçtüğü “şeye” de itirazlar yöneltir. Derginin aynı sayısında Jensen’in eleştirilere cevapları da vardır. Referanslar kısmındaki bağlantıdan tartışmanın tümüne ulaşabilirsiniz.

[15] Tabi etkileşimin ihmal edilebilir düzeyde olduğu durumları da “toplamsallık” (additivity) olgusuna örnek sayabiliriz.