Aşının ilk etkisi
Tolga BİNBAY
17.01.2021
soL Portal
Birisi çıkıp sorabilir şimdi: “E, ne oldu?” diye. Onca şüphe, kuşku, endişe, söylenti nereye gitti? Etkinliği sorgulanan ya da sorgulandığını sandığımız bir aşıyı neredeyse 48 saat içinde 500.000 sağlıkçı, deyim yerindeyse koşa koşa vuruldu. Çoğu kişi, aşının uygulanması sırasındaki mutlu ve mesut, yer yer de kayıplarımızı anan karelerini paylaştı. Ve üç gün geçmesine karşın aşının ciddi bir yan etkisini de şimdilik görmedik. Salgına dair etkisi için ise herkes umutla bekleyişe geçti.
Peki ama onca tartışma bir kuru gürültü müydü? Yoksa yazılı, görsel ve özellikle de sosyal medyanın yarattığı bir yanılsama mıydı?
Görünen o ki özelde korona aşısı ve genelde de aşı konusunda geçtiğimiz bir yıl boyunca dile getirilen ve son bir aydır da şiddetlenen endişeler pek karşılığını bulmadı. Yani tabii ki konuşmak için şu an çok erken olabilir. Sonuçta toplumun çok az bir bölümü, sadece %2’si aşılanmış durumda. Daha alınacak çok yol var ama sanırım ilk iki gündeki ilgi, gönüllülük, katılım ve istek hem herkese iyi geldi hem de hepimizi şaşırttı.
Biliyorsunuz aşı, özelde de CoronaVac aşısını sorgulayan birçok haber ve söylenti çıkmıştı. Özellikle de son iki hafta içinde, yer yer dezenformasyonun da eşlik ettiği, özel bir gayretle CoronaVac kötülendi. Örneğin Reuters, sadece aşı etkinliğine dair cımbızladığı bir sonucu sansayonel biçimde duyurmakla kalmadı, CoronaVac ile ilgili haberi verirken özel sıfatlar kullandı: Sonuçları “hayal kırıklığı” olarak verdi, yürütülen araştırmaların “şeffaf” olmadığını iddia etti.
Hem de Brezilya’da açıklanan sonuçların hiçbir aşıda olmadığı kadar ayrıntılı olmasına rağmen. Örneğin Pfizer/BioNTech hiçbir şekilde bu çapta veri açıklamadı ama kimse de çıkıp “şeffaf olmamakla” suçlamadı bu ilaç devini.
İlginç değil mi?
Herhangi bir şirketin aşısından yana olduğum için söylemiyorum bunları. Alâkası yok. Gönlüm, aklım sosyalist bir aşı üretmekten, topluma, insanlığa sunmaktan yana. Ve yapabilirdik de bunu. Küba deniyor. Onca zorluğa rağmen. Ama şu salgın, kaynakları çok daha geniş ve dünya devrimine de odaklanmış sosyalist bir ülkeye denk gelecekti ki o zaman şu an kurulan her denklem tepetaklak giderdi. Ama olmadı.
Olmadı ve şu an sermayenin sürüklediği (ya da aslında sürükleyemediği) bir dünyada yaşıyoruz. Ve tam da bu nedenle ortada aşılarla ilgili olarak yürütülen özel bir süreç olduğunu düşünüyorum. Ve öyle komplovari bir şeyden bahsetmiyorum.
Muhtemelen tüm aşılar etkili. Ama, nedense kolayca unutuluveren şu gerçek, daha da etkili: Piyasa rekabeti. Ve bir de tabii ki bu rekabete, Çin ya da Rusya’ya odaklanmış, geçmişi “anti-komünizme” dayanan ama güncel nedenleri de gayet kuvvetli olan özel hasedi eklemek gerekiyor. Pazar, coğrafya, üretim konusunda sürekli sıkıştırılan bu iki ülkenin “yüce insanlık” namına şu salgın günlerinde rahat bırakılacağını mı düşünüyoruz? “E, haydi buyurun siz de gelişmekte olan ve yoksul ülkelere aşı veriverin canım” denileceğini mi sanıyoruz?
Sanmıyorsak o zaman bu “boşvermemişliği” gündemde, akılda tutmak gerekiyor.
Ama bu tür kriz dönemlerinde şüphe, korku, endişe ve panik yaymak derli toplu bir yol göstericilik yapmaktan daha kolay ve ilgi çekicidir. Kitleler önce dönüp oraya bakarlar. Sonra da gidip aşılarını olurlar.
Tabii ki.
Nedeni de basit.
Yenisi kurulmadıkça düzen düzensizlikten, kaygı, evham ve endişeden daha yaşamsaldır, daha kolaydır. Ve sabah akşam “yandık bittik” diyene de kimse bir yerden sonra dönüp bakmaz. Özellikle de kriz zamanlarında.
Görünen o ki özellikle solun içine yuvarlandığı şüpheci ve kuşkucu yaklaşım toplumun dinamik kesimlerinde pek de karşılık bulmuyor. Dile getirilenler bir müsabaka izlerken tüketilen çerezler gibi kalıyor ve netice değişmiyor.
Söylenenler, çıkarılan gürültü sadece müsabakaya müsamere heyecanı katıyor.
Bugün insanlar, evet, belki komplo teorilerine, pozitivist şüphelere dikkat kesiliyor ama sonuçta belli bir değerlendirmeyi de sürekli yapıyorlar. Ve bu değerlendirmenin her şeye rağmen “toplumsal düzeni, çıkarı” gözeten bir yanı da var. Salgın boyunca ara ara yükselen homurtular, soru işaretleri ve itiş kakış arasında gürültüsüz patırtısız yürüyüp giden bir uyum, kabul ve onay bu. Hatta Türkiye söz konusu olduğunda belirgin olan da bu.
Evet, bu sonucun bir yanı çaresizlik. Önemli bir yanı örgütsüzlük. Önemli bir yanı kaygı ve hatta belki de paranoya. Ama yuvarlana yuvarlana geldiğimiz yer “devlete, kolektif olana, kamusal olana güven arayışı” diyebiliriz. Toplumun dinamik kesimleri koparılan onca “yaygaraya” çok da bakmıyor. Ya da bu kesimler söylenenleri şimdilik bir kenara not ediyorlar ve sonuçta bildiklerine bakıyorlar.
Unutulan noktalardan bir tanesinin de emperyalizm olduğunu söylemek sanırım bu noktadan sonra gereksiz olacaktır ama hatırlatayım.
Tamam, emperyalizm kavramının genişliğini ve özellikle şu son dönemde her niyete yenen özelliğini de hesaba katalım ama aşı söz konusu olduğunda tablo ortada değil mi? Açıp haritaya bakmak yeterli.
İsrail’in nasıl olup da daha Mayıs ayında önsiparişleri bağladığını, İngiltere ve ABD’nin aşıların ilk üretimine nasıl da çöktüğünü görmeyen bir bakış aslında tam da muhalefet ettiği düzeni aklamaktadır. Ya da Trump’ın onca “deliliğine” rağmen Nisan ayında Almanya’yı BioNTech’in teknolojisini satın alma konusunda nasıl ikna ettiğini görmemek mümkün mü? Nasıl anlaştılar? Emperyalizmin kapitalizmin bizzat kendisi olduğunu unutan ya da görmek istemeyen herkes aşı konusunda bir kez daha ortaya çıkan büyük kabullenişin altında kalmaktadır.
Derdim aşıyı değil aşıyla ilgili olarak tartışılmayanı tartışmak. Aşının içinde yol aldığı tarihsel ve toplumsal dokuyu tartışmak. Tüm bunlar gözardı edilince geriye aslında konforlu bir muhalefet alanı kalıyor. Rahat...
Ama olsun. Biliyorsunuz tüm bunlar şurada birkaç ay sonra, Mayıs, bilemediniz Haziran gibi unutulur ve sonra yeni bir konu çıkar. Ve aynı tarzdaki yaklaşım da işine devam eder. Yol açtığı “güvenilmez özne” görüntüsüne çok da aldırmadan. Hâlbuki siyasetin baş kuralı değil midir “güvenilir” olmak.
Hatta aşının ilk etkisi de bu değil mi?
Onca gürültüye rağmen aşıya güvenen insanlar, bizler, hepimiz belki de siyasette de bunu arıyoruz. Güzel ve yaşanabilir bir dünya için önce güvenmeyi. Güvenebilmeyi.