Anarşizmin Anti-Tarihselciliği ve Neolitik Devrim
Neolithic Revolution and the Anti-Historical Position of Anarchism
Nevzat Evrim Önal
Doç. Dr., Beykoz Üniversitesi Mühendislik Fakültesi
[email protected]
Özet
Bu çalışma, anarşist düşünür James C. Scott’ın Türkçeye Tahıla Karşı ismiyle tercüme edilen Against the Grain eseriyle polemik yürütmek için kaleme alınmıştır. Scott’ın eserinin alt başlığı “İlk Devletlerin Derin Tarihi”dir ve esasen Mezopotamya coğrafyasında erken dönem devletlerinin ortaya çıkışı ve kendi kendilerini sürdürme pratikleriyle insanın doğayı evcilleştirmesi arasındaki ilişkiyi kendi çerçevesinden eleştirel bir pozisyonla değerlendirmektedir. Ne var ki, Scott’ın eleştirileri, özünde tarihsel nitelikte olan (başta devlet olmak üzere) kimi olguları tarih-dışı bir biçimde fetişleştirdiği, kimi örneklerde ise açıkça çarpıttığı için, eleştirileri de baş aşağı vücuda gelmekte ve günümüze dair anlamlı sonuçlar çıkartamamakta, bir doğrultu gösterememektedir. Bu çalışmada, Scott’ın çalışmasının anti-tarihselci ve dolayısıyla materyalist olmayan niteliği, argümanlarındaki tutarsızlıklar gösterilerek ortaya çıkartılacak ve tarihsel materyalist bir karşı eleştiriye tabi tutulacaktır.
Anahtar kelimeler: Neolitik devrim, anarşizm, James C. Scott, Tahıla Karşı
Abstract
This article is intended as a polemic towards the Against the Grain book of anarchist thinker James C. Scott. The secondary title of Scott’s work is “A Deep History of the Earliest States,” and from its critical standpoint, it evaluates the relation between the domestication of nature by humans and the emergence and self-perpetuating practices of early states, particularly in Mesopotamia region. However, since Scott’s critique ahistorically fetishizes certain phenomena (most importantly the state) which are essentially historic, and openly twists them on some occasions, it is conceived upside-down from the start and it cannot derive conclusions and show a direction that is meaningful today. In this article, the anti-historical and therefore non-materialist quality of Scott’s work will be brought to light by investigating the inconsistencies in his arguments, and a historical materialist counter-critique will be brought forward.
Key words: Neolithic revolution, anarchism, James C. Scott, Against the Grain
GİRİŞ
Bu çalışma, anarşist düşünür James C. Scott’un geçtiğimiz yıl Türkçeye tercüme edilen Tahıla Karşı: İlk Devletlerin Derin Tarihi (2019)[1] eserinin sağladığı tartışma zemininden yola çıkarak, neolitik devrim ve sınıflı toplumların, en genel anlamda da “uygarlık” olarak kodlanan tarihsel birikimin ortaya çıkışı konusunda anarşist düşünce ile polemik yürütme amacıyla yazılıyor.
Neolitik devrime ve uygarlığın ortaya çıkışına dair anti-tarihselci yaklaşım esasen son on yılın ürünü. Bu yaklaşım en popüler, aynı zamanda en temel eserini Harari’nin Sapiens (2014) kitabıyla verdi ve bunun dışındaki hemen her ürün bunun bir iterasyonu niteliğinde. Burada bu yaklaşımın bütünsel bir eleştirisini yapma çabasına girmeyeceğiz,[2] ancak tartışmanın ideolojik içeriğine dair bir not düşmekte fayda var: Postmodernist liberalizm, Sovyetler Birliği’nin 1991’de yıkılmasının hemen ardından “Tarihin Sonu” teziyle zaferini ilan etmişti (Fukuyama, 1992). Bu tez, çelişkisiz ve çatışmasız bir emperyalizmin mümkün olamayacağı gerçeği karşısında kısa sürede lime lime oldu. Dünya, Yugoslavya’nın dağılış sürecinden başlayarak, bir yanda batı emperyalizminin yayılmacılığı, diğer yanda ise batı emperyalizmi ile, kapitalist anlamda güçlendikçe onun hegemonyasına karşı mücadelesi de şiddetlenen (ve kendi emperyal ajandası doğrultusunda hareket eden) Rusya-Çin ekseni arasındaki gerilim altında, korkunç kanlı paylaşım mücadelelerine sahne oldu, oluyor. Klasik emperyalist ideoloji, bu durumu sağdan “Medeniyetler Çatışması” teziyle (Huntington, 1996) soldan ise “bizden başka her yerde insan hakları eksik” savunusuyla göğüslemeye çalıştı. Ancak 2008’de patlayan dünya kriziyle birlikte çatışma şiddetlendikçe ve bilhassa Orta Doğu’da batı emperyalizminin kanlı suçları “askeri müdahaleyle insan hakları dayatan uygarlaştırıcı misyon” örtüsü altına sığdırılamaz hale geldiğinde, ikinci tercih olarak bu suçların saklanması değil aklanması çabası öne çıktı. Öteden beri emperyalist ideolojinin bir parçası olan “İnsan Bencildir” tezi el çabukluğuyla “İnsan Seri Katildir, Soykırımcıdır…” biçiminde çeşitlendirildi ve böylelikle tüm ezenler ve ezilenler, en önemlisi de mevcut şiddetin kışkırtıcıları ve uygulayıcıları ile o şiddete karşı şiddet ile direnenler aynı torbaya dolduruldu. Bu uğursuz ideolojik görev için seçilen Harari’nin, söz konusu suçların ara sıra değil her gün gündelik yaşantının sıradan bir parçası olarak işlendiği İsrail’den çıkması ise bir tesadüf değil, tarihin maddi işleyişi ve egemen düşüncenin bu maddi işleyişe olan mahkûmiyetinin sonucu olarak görülmeli.
Meselenin dünya-tarihsel ve ekonomi-politik zemini böyle. Anarşizmin bu zemindeki konumlanışı ise karmaşık; zira anarşizm (1) tarihsel sonuçlar çıkartılamayacak kadar kısa, olağanüstü dönemler dışında bir toplumsal pratik geçmişi olmadığı ve (2) bir küçük burjuva radikal düşünce sistemi[3] olduğu için, doğası gereği ideolojik açıdan fazlaca geniş bir alana yayılıyor. Bu nedenle gerçekçi bir tasnif ve bölme işlemi uygulamak durumundayız ve kabaca şunu diyebiliriz: Anarşist düşünce, kendi sınıfsal belirsizliği içerisinde işçi sınıfından yana, devrimci bir konum aldığı ölçüde yukarıda özetlediğimiz ekonomi-politik tablonun karşısında yer alma ihtiyacı hissedecek ve bu onu tarihsel materyalist bir pozisyona yaklaştıracak; bir küçük burjuva düşüncesi olarak kendi “otonomisini” koruma çabası içerisine girdikçe ise (ait olduğu sınıf kapitalist toplumun asal sınıfı olmadığı için) hem tarihe idealist yaklaşımı güçlenecek hem de en genel anlamda egemen sınıfın ideolojisine eklemlenmek zorunda kalacaktır.
Bu pozisyon alma kuşkusuz salt bir “öznenin ideolojisine karar vermesi” biçiminde gerçekleşmemektedir. Sovyetler Birliği’nin ideolojik geri çekilişiyle birlikte düşün dünyasında, yıkılışıyla birlikte de tüm dünya-tarihsel pratikte zaferini ilan eden kapitalizmin egemen ideolojisi, on yıllardır somutta sorgulanmamıştır. Sorgulanmamıştır zira on yıllardır dünyada devrimci bir dönem yaşanmamış, ezilen kitleler dünyayı etkileyecek ölçek ve kapsamda yerleşik düzeni alaşağı edip kendi düzenlerini kurma işine girişmemişlerdir. Bu maddi koşullarda egemen ideoloji de doğal olarak fazlaca “egemen” hale gelmiş, normalde düzen dışı pozisyonlarda olması beklenen kimi ideolojileri de kontrol altına almış, yedeğine çekmiştir. Bu dönemde anarşizm de büyük ölçüde liberalizm üzerinden düzene eklemlenmiş, giderek ideolojik açıdan düzen solunun bir parçası haline gelmiştir.
Bu çalışmada, bu eklemlenmenin başlıca mekanizmalarından biri olan tarihin materyalist kavranışının reddini ele alacağız ve bu incelememizde Scott’ın neolitik devrim ve sınıflı toplumların ortaya çıkışına dair sunduğu soyutlamanın teşkil ettiği gösterge niteliğindeki örneğe başvuracağız.
SCOTT’IN SAVLARI
Scott’ın eseri bir “Sonuç” bölümüne sahip değil, ancak bir ölçüde bulgu ve iddialarının kısa sunumu niteliğindeki “Giriş” bölümünden de yola çıkarak, eserin savını (mealen) şu şekilde özetleyebiliriz:
“Bugüne kadarki (neredeyse) tüm yazılı tarih devletin kendi kendisini övmesinin tarihidir. Bitki ve hayvanların evcilleştirilmesine dayalı üretim pratiklerinin zorunlu bir sonucu olmayan, ama kaynağını bu evcilleştirmenin spesifik bir biçimi olan tahıl odaklı tarımdan alan devlet; aynı zamanda bu spesifik gıda üretim rejimini kendi (el koymaya dayalı) maddi zeminini güçlendirmek için baskın hale getirmiş ve kendi devamını sağlama almaya çalışmıştır. Öte yandan, tek ürüne dayalı tarımsal üretimin zaman zaman kitlesel ürün kaybıyla sonuçlanması, iç içe yaşayan kalabalık insan ve hayvan kitlelerinin kitlesel ölümlerle sonuçlanan zoonoz salgın hastalıklara yol açması ve devletler arasında bitmek tükenmek bilmeyen yıkıcı savaşlar sonucunda devlet kararlı bir süreklilik sağlayamamıştır ve insanlığın gerçek tarihi büyük ölçüde ‘devletsiz’ insanların yazılmamış tarihidir. Devletler ile devletler tarafından ‘barbar’ olarak tanımlanan devletsiz insanlar arasındaki gerilimli ama ortaklaşmalar da barındıran rekabetin devlet lehine çözümlenmesi ve devlet denen formun kararlılık kazanma tarihi MS 1600’ü bulmaktadır. Bu tarihe değin devlet, devletsizleri kendisine ram ederek ve onları beslenmek için çok sağlıksız ancak ürüne el koymaya çok uygun bir tahıl odaklı üretime zorlayarak var olmaya çalışan, kendi kendisini durmaksızın mimari ve yazınsal yollarla yücelten ve tarihe somut varlığının çok ötesinde kalıcı iz bırakan, ancak aslında çok kırılgan ve kolaylıkla dağılan bir istismar mekanizması olarak varlığını sürdürmüştür. Bu yüzden devletin ortaya çıkışına dair, kendi kendisi tarafından yazılmış olan ‘tahıl merkezli’ uygarlık anlatısı ciddiye alınmamalıdır.”
Tahıla Karşı eserin isminin esprisi kısmen bu. Kısmen, çünkü bir “çeviride kaybolma” durumu söz konusu. Kitabın İngilizce ismi olan Against the Grain, aynı zamanda “bir olgunun doğal eğilimine aykırı” anlamına geliyor. Yani Scott’a göre devlet de, tahıl merkezli tarımsal üretim de insan doğasına da, insanlığın ortak çıkarlarına da aykırıydı, buna rağmen kendi kendisini sürdürmeyi başardı.
Dikkatli bir göz, yukarıdaki tarihsel anlatıda iki “tesadüf” görecektir. Birincisi, tarihin materyalist kavranışında “sınıflı toplum” olarak kodlanan yapısal olgu “devletli toplum” olarak tanımlanmakta ve böylelikle tarihsel materyalizmin üstyapıda tanımladığı devlet yapıyı da kapsayacak bir kavramsal şişirmeye tabi tutulmaktadır. İkincisi ise, Scott’a göre bu devletin “kararlılık” kazandığı tarih, İngiliz sömürge imparatorluğunun yerleşik hale geldiği[4] ve kapitalist üretim biçiminin ortaya çıkmak için ihtiyaç duyduğu tarihsel koşullara kavuştuğu tarihtir.
Böylelikle anarşizmin en temel özelliklerinden birini, kitabın tümüne ve temel tezlerine yerleşik halde tespit edebiliyoruz: Kendi kavram setini, başkasının kuramsal çerçevesine yamayarak o kuramsal çerçeveyi işine geldiği gibi iktisap edebileceğini zannetme, yani bir çeşit intihalcilik.
Şimdi bu iktisap girişiminin neden başarısızlığa mahkûm olduğunu, barındırdığı tutarsızlıklar ve bunların kaynağındaki anti-tarihselcilik üzerinden inceleyelim.
DEVLET YAKIN ÇAĞA KADAR TARİHTE BİR ‘DETAY’ MI?
Scott’ın kitabının temel iddialarından biri şu: Devlet yakın çağa kadar tarihte bir detaydı ve tarih devlet merkezli yazıldığı için büyük görünüyor. Kitabın özet niteliğindeki Giriş bölümünde Scott “devleti yerli yerine koymaya” girişiyor ve şunları yazıyor:
Anladığım kadarıyla eldeki bulgulara göre, türümüzün tarafsız bir tarihinde devlete normalde verildiğinden çok daha mütevazı bir rol biçilecektir. (...) [İ]lk devletler gerek demografik gerekse coğrafi anlamda küçük hadiselerdi. Kadim dünyanın haritalarında adeta birer noktadan ibarettiler ve MÖ 2000 itibariyle yirmi beş milyon olduğu tahmin edilen toplam dünya nüfusu içinde bir yuvarlama hatasından fazlası değildiler. Etrafı devletsiz insanların (yani “barbarlar”ın) yaşadığı uçsuz bucaksız topraklarla çevrelenmiş ufak birer iktidar odağından ibarettiler.(...) Dünyanın önemli bir bölümünde devlet, güçlü olduğunda dahi gelip geçici bir kurum olmuştur (...) ilk kez sahneye çıkmasının ardından geçen binlerce yıl boyunca, insanlığın büyük bölümünün yaşantısında bir sabit değil bir değişken (ve hayli istikrarsız bir değişken) olduğunu unutmamak gerekir (s.26-29).
Burada birden fazla yöntemsel hata ile karşı karşıyayız.
Birincisi ve önemlisi, devlet, ortaya çıktığı andan günümüze dek ölçeği dışında değişmeyen bir olgu olarak ele alınıyor. Buna göre, “devletler” dediğimizde, sabit ya da değişken olması sadece gücünün miktarı ile ilgili olan bir kötülükle karşı karşıyayız: Güçlendikleri dönemlerde insanları boyunduruk altına alan, onlara emek ürünlerine el koymayı kolaylaştıracak belli bir üretim tarzı (dar bir coğrafyada yoğun tektip tahıl üretimi) dayatan ama doğanın darbeleri ya da birbirlerinin saldırganlıkları sonucunda yıkılıp gidiveren bir çeşit asalak yapıntı. Sonra, son dört yüz yıl zarfında bir şeyler oluyor ve bu yapıntı hızla bir detay olmaktan çıkıp insanlığın neredeyse tamamını yönetmeye başlıyor, yani geçmişte kendi kendisini överek benzettiği Leviathan’a gerçekten de dönüşüyor, öykündüğü ideale nail oluyor. İkinci ve daha az önemli olan hata ise, devletin gücü ve öneminin salt nicel kriterlerle (verili bir anda dünya nüfusunun ya da dünya yüzölçümünün kaçta kaçını yönetebiliyordu, verili bir bin yılda kaç on yıl iktidar sahibi olabilmişti vb.) tanımlanması ve tarihsel belirleyicilik, sonrasına devrolan tarihsel birikim gibi hiçbir nitel unsurun dikkate alınmaması.
Öncelikle, Scott’ın kapitalizm öncesi döneme denk gelen devletin önemli mi önemsiz mi olduğuna bizzat karar vermesi gerekiyor. Zira bir yanda devletleri “küçük hadise,” “yuvarlama hatası” ve “haritada noktadan ibaret” olarak küçümserken diğer yanda Antroposen çağının[5] ilk devletlerle başlatılması gerektiğini savunuyor (s.20). Erken dönem devletleri Scott’a göre kendi iaşelerini tüketecek boyutlarda çevre kırımı (s.176 ve sonrası) yaratabiliyor. Bu etkiler birikimli, bazen yüz yıllara yayılıyor ve aynı devletlerden geriye kalan duvarlar gibi kalıcı izler bırakıyor.
Asıl mesele ise Scott’ın argümantasyonun kendi kendisini köşeye sıkıştırması. Kapitalizme dair liberal övgücülüğün başat argümanı rekabetçi kapitalizmin ve serbest piyasanın insan doğasının ta kendisi olduğu, bu doğanın tarihin başından itibaren devlet tarafından baskı altına alındığı ve 17. yüzyıl başlarından itibaren en azından batıda sivil toplumun demokrasi yoluyla devleti sınırlandırmaya başlamasıyla insanın nihayet özgürleştiği, rekabetçi özüne kavuşarak, şevk ve heyecanla serbest piyasaya koştuğudur. Scott bu anti-tarihsel argümanı (anti-tarihsel zira insanlığın birikimli ilerlemesini değil fazlalıklardan arınarak özüne geri dönmesini savunuyor) baş aşağı ediyor ve devlete uyguluyor. Bu devlet, aynı liberallerin dediği gibi, insanlığa yapışan bir asalak, onu sömürüyor ve hasta ediyor, kendi sebep olduğu kıtlıklar, hastalıklar ve savaşlar nedeniyle kesikli bir varoluş sürdürüyor; ama liberallerin dediğinin aksine koşullar MS 1600’den itibaren uygun hale geldiğinde istisnadan norma dönüşüyor, bütün insanlığı egemenliği altına alıyor.
Geçerken not ediyorum: Bu düşüncenin, reel sosyalizm deneyimini devletin daha da güçlendiği kötücül bir olgu olarak görmesi ve yıkılmasına sevinmesi kaçınılmazdır. Scott ele aldığımız eserde bu konuya girmiyor ancak başka eserlerinde (1998) çok açık biçimde Ekim Devrimi, Kültür Devrimi gibi büyük tarihsel sıçramaların sıradan insanın zararına olduğunu savunuyor.
Devletin nasıl MS 1600 itibariyle istisnadan norma dönüştüğü ise bir gizem. Scott’ın argümanını sürdüreceksek, geçmişteki devletlerin kendi kendilerini yıkıma uğratmalarına sebep olan savaşma ve doğayı etkileme becerileri bu tarihten itibaren benzersiz boyutlara ulaştığına, savaşlar ve çevre kırımı öncesinde görülmemiş bir süreklilik ve yoğunluk kazandığına göre, devletin daha da kırılgan hale gelmesi gerekirdi. Ama her nasılsa tam tersine mukavemet ve süreklilik kazanıyor, zira tam olarak nerede olduğu belli olmayan (anlaşıldığı kadarıyla teknik) bir eşik atlanıyor ve “ince Antroposen” katmanından “kalın Antroposen” katmanına geçiliyor. Bu katmanda artık devlet sadece daha zararlı değil, kendisini sürekli kılacak derecede daha güçlü.
Böylelikle Scott kendi kendisini köşeye sıkıştırmış oluyor, zira devleti sınıf egemenliğinin bir aracı olmaktan çıkartıp kendinde özne kategorisine yükselterek, tarihsel devleti önemsizleştireceğim derken güncel devleti anormal derecede güçlü bir şeye dönüştürüyor. Daha önemlisi, devleti yalnızca sömürücü elitle değil aynı zamanda merkezileştirilmiş ve kontrol edilen bir toplumsal üretimle özdeşleştirdiği için, onun yıkımının kaçınılmaz sonuçları arasına sömürücülerin ayrıcalıklarını yitirmesi kadar mevcut merkezileşmiş üretici güçlerin yıkılıp dağılmasını da koyuyor. Bugün kapitalist toplumun devletsiz avcı toplayıcı, göçebe hayvancı vb. geçim yöntemlerine geri dönülecek biçimde bir yıkımı insanları yalnızca sinema ekranında cezbedeceği ve kitleleri örgütleyici gerçek bir politik hedefe dönüşemeyeceğine göre; Scott’ın devleti ancak felaketlerle (salgın hastalıklar, savaş, isyanlar) yıkılabilir ve yıkımının kendisi de bir felaket anlamına gelir. Bu yüzden kitaba bir sonuç yazılamıyor ve zımnen vurgu mevcudu yıkmaya değil mevcudu korumaya yapılmış oluyor, anarşizm paradoksal biçimde muhafazakâr bir liberalizmle sonuçlanıyor.
Oysa devlet kendinde özne değil, topluma dışsal değil, onun barındırdığı sınıf çelişkilerinin bir sonucu ve dışavurumudur:
[D]evlet kesinlikle topluma dışarıdan dayatılmış bir güç değildir (...) belirli bir gelişme aşamasındaki toplumun bir ürünüdür; o toplumun kendi kendisiyle, uzlaşmaz bir çelişkiye düştüğünün, ortadan kaldırmaya gücünün yetmediği uzlaşmaz zıtlıklara bölündüğünün bir itirafıdır. Fakat bu karşıtlıkların çatışan ekonomik çıkarları, çatışan sınıfların kısır bir kavga içinde birbirlerini ve toplumu kemirmemeleri için, bu çatışmayı hafifletecek, “düzenin” sınırları içinde tutacak, açıkça toplumun üzerinde yer alan bir güç gerekli olmuştur ve toplumdan kaynaklanan ama kendini onun üstüne koyan, topluma gitgide daha çok yabancılaşan bu güç devlettir (Engels, 2018: 190-191).
Devlet, topluma dışsal olmadığı, onun türettiği yabancılaşmış bir güç ve aynı zamanda bir türev ilişki olduğu için, ortadan kalkması da uygarlığın kazanımlarını geriye döndürecek bir anti-sosyal kıyım ya da doğal afetle olmak zorunda değildir. Aksine, kapitalist toplumda merkezinde devletin durmaya devam ettiği ancak şirketleri ve sivil toplum örgütlenmelerini de içerecek biçimde genişlemiş kurumsal üstyapı, büyüdüğü ölçüde mukavemet kazanmamış; aksine büyüklüğü meşruiyet ihtiyacını, tarihsel ilerleme ise yabancılaşma düzeyini artırdığı için çok daha çelişkili hale gelmiştir. Bu kurgu pekâlâ nüfusun asalak azınlığını değil üretken çoğunluğunu kapsayan ve dolayısıyla yabancılaşma düzeyi çok daha düşük bir “proleter devlet” kurgusu tarafından aşılabilir ve böylelikle devlet, işçi sınıfının öncülüğünde küçülerek değil büyüyerek sönümlenebilir. Bu çerçevede, insanlık sınıfsız topluma doğru ilerledikçe giderek herkes devletin bir parçası olacak, böylelikle devletin sadece yabancılaşması değil, sonuçta bir kategori olarak kendisi de ortadan kalkmış olacaktır.
BARBARLAR ‘DEVLETSİZ’ MİYDİ?
Kitabın uygarlık-barbarlık ilişkisinin ele alındığı son bölümünde de ilginç tutarsızlıklar var. Bunlardan birincisi şu: “Devletli ve devletsiz insanlar, tarımcılar ve toplayıcılar, “barbarlar” ve “uygarlar” hem gerçek hem de göstergesel anlamda birbirinin ikizidir. Bu çiftin her üyesi yekdiğerini yaratır” (s. 216). İlk bakışta güçlü ve diyalektik bir soyutlama gibi görünen bu tez, aslında alt bölümün başlığından (“Karanlık İkizler”) anlaşılacağı üzere diyalektik değil, ilişkili düalist bir soyutlama (dilerseniz, bir Yin-Yang) barındırıyor.
Önce en bariz olanını yazıp, geçelim. Eğer kentli uygarlık barbarlarla uğraştığı dönemde “haritada bir noktadan ibaret”tiyse, o halde ona eklenen “barbar arafıyla” (s. 195) birlikte dahi öneminin o kadar da büyümemesi gerekir. Ne var ki, uygarlığın tarihine barbarların tarihini de ilişkili biçimde eklediğinizde, yavaş yavaş bir “insanlık tarihine” varmaya başlarsınız ve bunun farkında olan Scott, uygarlıkla hiçbir ilişkisi olmayan, ne uygar ne barbar insanlar yerine, uygarlıkla yağma ve/ya ticaret üzerinden ilişkilenen ancak kendisi tarım yapmayan, periferideki insanları ilgi odağına alıyor.
Ne var ki diyalektik tam olarak bu noktada kopuyor; zira ilişki dönüştürür ama burada dönüşümle pek ilgilenilmiyor. “Barbar”lık hali, kelimenin Scott tarafından ona atfedilen olumsuz anlamında dahi salt avcı-toplayıcılığa, göçebe hayvancılığa göre bir “uygarlaşma” halidir. Aslında “‘Devlet olma hali’ni katı bir var-yok önermesinden ziyade bir az-çok önermesi olarak görme eğiliminde” (s.112) olduğunu söyleyen Scott’ın bu meseleyi daha derin kavraması gerekirdi. Ancak o, başka “devletsiz” insanları köleleştirip devletlere satan ya da şiddet uygulama becerilerini paralı asker olarak devletlere kiralayan, bunu yaptıkça kendi varoluşlarını zayıflatan barbarları (s.221) sınıflı toplumlar tarihinin kaçınılmaz ve geçici olması zorunlu bir olgusu değil, “altın çağ”larını[6] devletin zayıf olduğu dönemde yaşayan ve devlet güçlendiğinde trajik biçimde ortadan kalkan bir özgün “devletsiz” kültür olarak görmeyi tercih ediyor.
Şimdi Scott’ın uygar-barbar dikotomisinin en temel tutarsızlığını ele alabiliriz: Barbarlar, gerçekten de Scott’ın iddia ettiği gibi, “devletsiz” miydi?
Tezinin burasının zayıf olduğunu hisseden Scott, karanlık ikizlerden bahsettiği yerde, ikizlerin benzerliklerine de vurgu yapıyor:
[G]öçebelerin, özellikle at sırtında devlet merkezlerine “salgın” gibi çökenlerin, devletle tarımsal artığın denetimi için çekişen güçlü rakipler olarak görülmesi en doğrusudur. Avcılar, toplayıcılar veya geçici tarım yapanlar devlete diş bileyebilirlerdi fakat yerleşik devletlerin zenginliğine el koymaya en uygun aday, politik anlamda seferber edilmiş ve atlı hayvancılardan oluşan büyük konfederasyonlardı. Onlar “eşlikçi devletler” yahut Barfield’in deyimiyle “gölge imparatorluklar”dı. En güçlü örneklere, mesela Cengiz Han’ın kurduğu ve dünya tarihinin en büyük kara imparatorluğuna dönüşen gezgin devletine ya da Yeni Dünya’daki “Komançi İmparatorluğu”na bakınca onları “at üstündeki devletler” olarak görmek daha akıllıca olacaktır (s.217).
Ancak bu vurgu tezi kurtarmıyor, aksine daha da tutarsızlaştırıyor. Zira devlet, sınıflı toplumun eşitsizlikleri ve çelişkilerinin bir yansıması olarak kurulur. “Eşitlikçi devlet” bir oksimorondur. Ortada bir devlet varsa, sınıflar da vardır ve sınıflar eşitsizlik demektir. Eğer bir toplum kendi varoluşunu başkalarını köleleştirip, bu köleleri satmak üzerine kurduysa bu toplum da, onun devleti de (zira köleleştirme varsa devlet üretimden bağımsız bir şiddet aygıtı olarak var olmak zorundadır) “eşitlikçi” değildir. Benzer bir biçimde, bir toplum kendi varoluşunu sistematik biçimde başkalarını yağmalamak üzerine kurduysa bu doğrultuda kendi devlet mekanizmasını oluşturmak zorundadır. Gerçekten de devlet, Scott’ın geçerken söylediği gibi “at üstünde” olabilir ve Scott’ın fazlaca vurguladığının aksine etrafı duvarlarla çevrili olmak zorunda (s.127) değildir. Cengiz Han’ın Moğol İmparatorluğu eşitlikçi falan değildi, yağmacı ve köleciydi. Roma ya da Asur’dan farkı eşitlikçi olması değil tarıma bağlı biçimde yerleşik olmamasıydı. Aynısı Hun İmparatorluğu, Komançi İmparatorluğu ve benzerleri için de söylenebilir.
Üstelik bu “yerleşik devletlere karşı göçebe devletsizler” tezi tarihteki en önemli devlet-uygarlık oluşum mekanizmalarından biri olan “çöreklenme”yi atlıyor (Şenel, 2006: 282). Tarihte pek çok sınıflı toplum, zorlu coğrafyalarda yaşayan, görece savaşçı (ve tipik olarak göçebe) bir toplumun bereketli topraklarda yaşayan, görece barışçı (ve tipik olarak tarımsal) üzerine çöreklenmesi ile kuruldu. Böylelikle sınıf egemenliği ve sınıf egemenliğinin devleti aynı diyalektik süreçte oluşuyordu. Bu deneyimlerin bazılarında başlangıçta her iki tarafta da birer sınıfsız toplum vardı ve çöreklenme aynı zamanda sınıflı bir toplum (ve onun devletinin) oluşmasıyla sonuçlanmıştı. Örneğin Anadolu’da Hitit imparatorluğu böyle bir süreçte ortaya çıkmıştı (Şenel, 2006: 611). Kimi örneklerde ise her iki tarafta da sınıflı toplumlar ve onların devletleri varken biri ötekinin üzerine çöküp eski devlet mekanizmasını bazen yok ediyor, bazense kendi egemenliği açısından araçsallaştırıyordu. Üstelik bu örneklerde üretim tarzının ne kadar değiştiği ve kültürel olarak kimin kimi asimile ettiği hayli muğlaklaşıyordu (Engels, 1992: 26). Örneğin öncesinde ne denli yerleşik olduğu tartışmalı, tahıla dayalı bir tarım toplumu olmadığı ise kesin olan Selçuklular Orta Doğu’ya geldiklerinde, zaten yerleşik bir devlete sahip olan (ve kendisi de başta İran olmak üzere başka devletlerin üzerine çöreklenmiş olan) Abbasilerin üzerine çöreklenmişlerdi. Abbasiler ise kendi toprak rejimlerine sahip olmakla beraber esasen bir ticaret imparatorluğuydu (Wood, 2003: 45-54). Ya da Roma’dan geriye kalan devletlerden batıdakini yıkanın nihayetinde kendisini Kutsal Roma (Cermen) İmparatorluğu olarak adlandırması, doğudakini yıkanın ise derhal bizzat “Yeni Roma” olmaya soyunması örnek verilebilir.
O halde bütün bunlar ne manaya gelir? Devlet aynı zamanda bir arzu nesnesiydi ve göçebe devletsizler de güçleri yettiğinde hemen bir yerleşik devletin üstüne çöküp onu iktisap etmeye mi çalışıyorlardı? Eğer bu doğruysa, kitabın tamamına sinmiş olan “devletsiz insanlar kaçabilecekleri kadar devletlilik halinden kaçtılar” tezi yanlış demektir. Bu tezin yanlış olduğuna şüphe yok, ama sorun bunun ötesinde. “Devlet”, tarihi materyalist bir çerçevede kavramak açısından netlik sağlayan değil, aksine netliği bozan bir kategori zira tarihe devlet merkezli bakıldığında, eğer materyalist olunacaksa, devleti sınıfın yerine ikame etmekten başka çare kalmıyor. Böylelikle üretim ilişkilerindeki çelişkilerin türevi olarak ortaya çıkan bir üstyapı kurumu, üretim ilişkilerinin tarafı olarak tanımlanıyor. Sonra da başkalarını köleleştirenlerin devletine, köleleştirilenler (doğal olarak) devletin dışındakiler olduğu için “eşitlikçi” sıfatı yakıştırılıveriyor.
İşin özeti şu ki, devlet yakın çağ öncesinde de Scott’ın zannettiği gibi bir “detay” ve “istisna” değildi, gerçekten de not edip geçtiği ve fikri takibini yapmadığı üzere “bir var-yok önermesinden ziyade bir az-çok önermesi”ydi. Sınıflı toplumlar tarihi boyunca, sınıf çelişkileri şiddetlendikçe devlet de büyüdü ve kurumsallaştı, bu çelişkiler zayıfladığı ölçüde de görece önemsiz hale geldi. Ne var ki, Scott’ın ele aldığı tarih kesitinde, romantik bir çerçevede ele aldığı barbar kavimlerin hemen hiçbiri “devletsiz” değildi, sadece yerleşiklik ve kurumsallaşma açısından “daha az devletli”ydi.
TAHIL TARIMI GERÇEKTEN AVCI-TOPLAYICILIĞA GÖRE ÜSTÜN DEĞİL MİYDİ?
Scott’a göre bir “neolitik devrim”den bahsetmek mümkün değildi. Evcilleştirme çok fazla sayıda türü kapsayan, çok daha evrimsel bir süreçti ancak bir noktada devlet ortaya çıkmış, bu devlet elinin uzandığı tüm insanları “evcilleştirerek” onları kendisine uygun bir üretim rejimine zorlamıştı. Tahıl odaklı tarımsal üretim böylelikle, devlet zoruyla baskın hale gelmişti (s.25-26). Öyle ki, Scott’a göre evcilleştirme sürecinde insanın “fail” olarak tanımlanması dahi kuşkulu bir durumdur (s. 85-86) ve kimin kimi evcilleştirdiği açık değildir.
Bu alıntı, Scott’ın (büyük ölçüde Harari ve şürekâsından iktisap ederek) savunduğu, insanın öznelliğinin değil, ancak bu öznelliğinin belirleyici niteliğinin reddedilmesi tezinin özeti niteliği taşıyor. Kitabın bu kısımlarında tarihsellikten kaçış o denli oportünist bir hal alıyor ki, günümüzde “taş devri diyeti” ve benzeri beslenme rejimlerinin daha sağlıklı olduğuna dair hayli yaygın (ve bu yaygınlığı haklı kılacak derecede kesin bilimsel bulgulara dayanmayan) kanaat, on bin yıl öncesinin avcı-toplayıcı yaşantısının tarımsal yaşantıya göre daha faal, sağlıklı ve uzun ömürlü olduğuna delil olarak sunuluyor (s. 24). Sonuçta Scott, neolitik devrim öncesi avcı toplayıcıların sadece daha sağlıklı olduğunu değil, aynı zamanda daha geniş bir alet ve beceriler setine sahip olduklarını, faaliyetlerini daha ileri bir işbölümü düzeyi ile gerçekleştirdiklerini iddia ediyor (s. 87). Bu konuda Scott’ın iddiaları alanın önemli otoritelerinden Gordon Childe’ın savunduğu teze (2007: 64-66) taban tabana zıt ve kendi adıma Childe’ın tezini doğru bulduğumu söyleyebilirim. Ama Childe ve Scott bir konuda uzlaşıyorlar ve tartışmayı buradan devam ettirmenin daha anlamlı olacağını düşünüyorum: Childe’a göre (2007: 63) insan, neolitik devrim öncesinde “doğa üstünde [bir] asalaktı,” Scott’a göre ise avcı-toplayıcılar “doğanın önlerine atabileceği dağınık ve sürekliliği olmayan nimetlerden yararlanmaya her an hazır çok yönlü ve fırsatçı kişilerdi” (s.87-88).
Neolitik devrim kuşkusuz yakın çağın siyasi devrimleri gibi kısa bir sürede gerçekleşmedi; zaten aklı başında hiç kimse de bunun Scott’ın karikatürize ettiği gibi birtakım biçare göçebelerin kafasında bir Edison ampulü yanması ve tarıma başlamaları şeklinde gerçekleştiğini iddia etmiyor (s.25). Dahası, çevre koşullarının evcilleştirme pratiklerini dayatmış olması kuvvetle muhtemeldir, zira çevrenin bolluğu sayesinde evcilleştirmeye ihtiyaç duymaksızın geçimini kolaylıkla sağlayan insan topluluklarının evcilleştirme, ihtiyat için gıda stoklama gibi pratiklere girmediğini, bu topluluklar başkaları tarafından fethedilmediği müddetçe kendi gelişme dinamiklerinin mülkiyet ve toplumsal sınıfları ortaya çıkarmadığını da biliyoruz (Marx, 2004: 488). Ancak bir noktada zorlayıcı sebepleri dahi tali bir mesele olarak kenara koymalıyız. Tarihin bir noktasında bazı insan toplulukları geçimlerini daha iyi sağlamak için doğayı evcilleştirmeye başladı, yani onun sundukları ile yetinmek yerine onu belli bitki ve hayvanları bolca üretecek biçimde kontrol altına aldı. Bunu yaparken belli bölgeleri diğer bitki ve hayvanlardan temizleyerek yapay üretme alanları oluşturdu, bu alanları çoğalması arzu edilen bitki ve/ya hayvanların ihtiyaçlarını karşılayacak ve korunmalarını sağlayacak biçimde şekillendirdi. Bu faaliyet, günümüz insan uygarlığının ana akımını oluşturdu. Bu ana akım, tarihin herhangi bir verili kesitinde toplam insan nüfusunun ya da dünya coğrafyasının kaçta kaçının dâhil olduğundan bağımsız olarak, günümüzdeki tekleşmiş kapitalist üretim biçimi ve onun uygarlığının orijinidir. Geri kalan tüm geçim tarzları ve kültürel yapılar aynı aşamalardan geçmeseler de nihayetinde bu ana akıma eklenmiş, çoğunlukla eklenmek zorunda bırakılmıştır. Soru, bu tartışmasız olgu karşısında geçmişe baktığımızda, nasıl bir değerlendirme yapmamız gerektiğidir.
Neolitik devrim, insanın doğanın herhangi bir parçası olmaktan çıkıp onun karşısında özneleşmesidir. Scott, bu dönüşümü hafifseyebilmek için çevreyi asıl şekillendirme aracının ateş kullanımı olduğunu (s. 84), dolayısıyla neolitik devrimin, önemli olmakla beraber tek önemli dönüşüm olmadığını söylüyor, ancak bunu kabul ettiğimiz andan itibaren, insanlık tarihinde enikonu önem taşıyan her teknik icadı bir toplumsal devrim olarak görmeye başlamamız gerekir. Ateş kullanımı insanın beslenmesinde onun evrimsel gelişimini etkileyecek önemli değişiklikler yaratmış ve bilhassa yırtıcı hayvanlarla rekabet konusunda ona büyük avantaj sağlamıştı; ancak insanın geçim tarzını değiştirmemişti. Evcilleştirme ise insanın geçim tarzını köklü biçimde değiştirmiş, onu ihtiyaçlarını karşılayacak nesnelerin üretiminin öznesi haline getirmişti. Birincisinin ilerleme, ikincisinin devrim olarak nitelenmesinin sebebi budur. Bu özneleşme, aynı zamanda doğaya yabancılaşmaydı ve atlanan kritik eşik buydu.
Dolayısıyla, tarıma dayalı geçimin avcı toplayıcılığa dayalı geçime üstünlüğü pratik değil, tarihseldir. Konu kimin daha iyi beslendiği ve sağlıklı olduğu değil; atılan hangi adımın daha önce atılması mümkün olmayan başka adımları mümkün kıldığı, mevcut geçim tarzını köklü biçimde değiştirdiği ve tarihsel ilerlemenin yolunu açtığıdır. Bu ilerleme, sınıflı toplumun ortaya çıkışıyla birlikte binlerce yıl sürecek bir emek istismarı dönemini açtı, bu emek istismarının her bir tekil formu kendi içinde başka bir gaddarlık ve adaletsizlik örneğiydi. Ancak bütün tarih istismarın değil, mücadelenin tarihidir. İnsanlar sadece istismara maruz kalmadılar, ona karşı mücadele de ettiler. Bu mücadele sonuçsuz acılardan ibaret değildi, ilkel komünal toplumlarda var olmayan, aynı zamanda var olamayacak maddi ve felsefi zenginlikler biriktirdi.
Mesele bu tarihselliğin kavranmasıdır ve Scott’ın çerçevesinde eksik olan budur.
SONUÇ
Doğaya yabancılaşmanın bir ilerleme olarak tanımlanması, “doğallık”ın en yaygın fetiş olduğu ve “insan doğayı değiştirmemeli” biçimindeki nihilist-liberal tezin (ki anarşizm ikisiyle de akrabadır) neredeyse evrensel bir doğruymuş gibi sunulduğu günümüzde okura irkiltici gelebilir. Ancak bu kavram ve tez, günümüzde insan ve doğal çevre arasında çarpıcı boyutlara varmış çelişkinin çözülmesinin anahtarı değil, aksine engellerinden biridir. Zira insan kendi faaliyetlerinin olumsuz sonuçlarını tarihi durdurarak değil, ilerleterek aşar. Tarih durdurulabilecek bir şey değildir. Dahası, Engels’in (2006: 196-197) vurguladığı üzere insan, doğayı dönüştürdükçe bu dönüştürme eyleminin olumsuz sonuçlarını kavrar ve doğanın dışında değil bir parçası olarak, özne niteliğini kaybetmeksizin eylemini onun genel varoluş dengeleriyle daha uyumlu hale getirir. Bugün gelinen noktadan ileri değil geri gitmeye çalışmak dışımızdaki doğa üzerine olumlu değil çok olumsuz sonuçlar doğuracaktır.
Scott’ın binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihine bakarken takındığı anti-tarihselci tutum onu idealist bir noktaya sürüklüyor. Scott’ın çerçevesinde devlet bir çeşit “ilk günah” ve o zuhur ettikten sonra her şey daha kötüye gidiyor. Dolayısıyla mantıki sonucunu varıp bitmiş ya da en azından varmak üzere olan bu tarih karşısında elde “keşke olmasaydı” hayıflanmasından başka yapacak bir şey kalmıyor. Gerçekliğin ideolojik soyutlaması bu şekilde kurgulandığında, bunun sonucu bellidir: Ya mevcut durumu olabildiğince iyileştirmeye, yani nihai “mutlak kötü” sona (bu seküler kıyamet genelde insanlığın çevre tahribatı sonucunda yok olması olarak kodlanıyor) doğru daha yavaş gitmesini, mümkünse durmasını sağlamaya çalışırsınız (reformizm), ya da “nasılsa batacak” diye keyfinize bakarsınız (nihilizm).
Oysa bu tarihçilik değildir, zira “tarih yalnızca geçmiş ile gelecek arasında tutarlı bir ilişki kurduğu zaman anlam ve nesnellik kazanır” (Carr, 2005: 147). Tarihte “çıkmaz sokak” diye bir şey yoktur, çünkü tarih (aynı Scott’ın hiç sevmediği ama aynı zamanda anlamadığı devlet gibi) insana dışarıdan dayatılan bir şey değildir, insan yapısıdır. Dolayısıyla insanlık karşı karşıya kaldığı her tarihsel açmazı kendi yarattığı için çıkış potansiyeline de peşinen sahiptir (Marx, 1993: 24). Mesele bunun için gerekli toplumsal ve devrimci dönüşümü gerçekleştirmektir.
Anti-tarihselciliğin en temel sorunu şu ana dek birkaç kez değindiğimiz “birikim”i (ki bu birikim hem maddi, hem de felsefidir) görememesidir. Maddeyle bağını yitirmiş bu düşünsel çıkmazda, tarihte sahiplenecek hemen hiçbir şey bulamaz ve fakat değerini göremediği anıtsal şeyler yerli yerinde durmakta olduğu için hepsine düşman kesilmek zorunda kalır. Kitaba başlarken amentü gibi Lévi-Strauss’un “yazı insanlığın aydınlanmasından ziyade istismar edilmesine yaradı” sözünü tekrar etmesinin sebebi budur. Böylelikle, egemenlerin kayda geçtikleri ile ezilenlerin mücadelesi vesilesiyle tarihe yazılanlar (ki bu ikinci kategori esasen Scott’ın her şeyin daha da kötüleştiğini iddia ettiği son dört yüz yıldadır) eşitlenir ve toptan reddedilir. Oysa kurtuluş için verilen mücadelenin fiziki unsuru ile yazılı unsuru, düşünce ve eylem yalnızca ayrılamaz değildir; aynı zamanda aralarında kalıcı bir öncelik-sonralık ilişkisi kurmak dahi mutlak surette yanlıştır.
Scott bu şekilde bakmıyor ve neolitik devrimi insanlığın girdiği uzun bir çıkmaz sokağın başı gibi görüyor; bu yolculukta insanın birbirini “evcilleştirerek” sınıflı toplumlar kurmasının da doğayı evcilleştirmesinin zorunlu bir sonucu olduğunu iddia ediyor. Sınıflı toplumların ortaya çıkışının neolitik devrim bir kere yaşandıktan sonra kaçınılmaz hale gelip gelmediği, ilginç olmakla beraber abes bir tartışma, tarih “ya şöyle olsaydı?” sorusuyla tartışılmaz. Ancak insanlık tarihinin sınıflı toplumlar parantezinin yarattığı birikimin, bilhassa da son sınıflı toplum olan kapitalizmin insanlığın üretici güçlerini benzersiz boyutlara ulaştırdığı (Marx, 2004: 565), doğa karşısında özneleşmesini büyük ölçüde tamamladığını teslim etmek zorundayız. Artık yapılması gereken, bu büyük üretici gücü, onu sorumsuzca bireysel çıkarları için kullanan azınlığın elinden almak ve insanlığın sadece gündelik değil tarihsel çıkarlarıyla uyumlu biçimde yeniden kurgulamaktır. Bu, Scott’ın örtük biçimde yaptığı “geri geri gidelim” önerisinden çok daha gerçekçidir.
KAYNAKLAR
Carr, E.H. (2005). Tarih nedir?, 8. Baskı, (M.G. Gürtürk, Çev.). İstanbul: İletişim Yayınları.
Childe, G. (2007). Tarihte neler oldu?, 5. Baskı, (A. Şenel ve M. Tunçay, Çev.). İstanbul: Kırmızı Yayınları.
Durmuş, Z.Ö., Altınışık, E., Somel, M. ve Karakaş, O. (2016). Sapiens’in günahları (altı bölümlük yazı dizisi). Erişim tarihi: 14 Temmuz 2020, https://haber.sol.org.tr.
Engels, F. (1992). Tarihte zorun rolü, 3. Baskı, (S. Erdoğdu, Çev.). Ankara: Sol Yayınları.
Engels, F. (2006). Doğanın diyalektiği, 8. Baskı, (A. Gelen, Çev.). Ankara: Sol Yayınları.
Engels, F. (2018). Ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni, (M. Tüzel, Çev.). İstanbul: İş Bankası Yayınları.
Fukuyama, F. (1992) The end of history and the last man. Londra: Penguin Books.
Harari, Y.N. (2014). Sapiens: A brief history of humankind, New York: Harper.
Huntington, S.P. (1996). The clash of civilizations and the remaking of world order. New York: Simon & Schuster.
Marx, K. (1993). Ekonomi politiğin eleştirisine katkı, 5. Baskı, (S. Belli, Çev.). Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K. (2004). Kapital – Birinci cilt, 7. Baskı, (A. Bilgi, Çev.). Ankara: Sol Yayınları.
Scott, J.C. (1998). Seeing like a state: How certain schemes to improve the human condition have failed. New York: Yale University Press.
Scott, J.C. (2019). Tahıla karşı: İlk devletlerin derin tarihi, (A.E. Pilgir, Çev.). İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.
Şenel, A. (2006). Kemirgenlerden sömürgenlere insanlık tarihi. Ankara: İmge Kitabevi.
Wood, E.M. (2003). Empire of capital. Londra: Verso.
[1] Çalışma boyunca bu esere verilecek referanslar sayıca fazla olacağı için, yalnızca sayfa numarası biçiminde verilecek, diğer referanslar ise normal biçimde gösterilecektir.
[2] Bu konuda Zelal Özgür Durmuş, Ezgi Altınışık, Mehmet Somel ve Ozan Karakaş tarafından hazırlanan, soL Haber Portalı’nda yayınlanan “Sapiens’in Günahları” (2016) başlıklı yazı dizisinden yararlanılabilir.
[3] Burada amacımız yaftalamak değil, kendi teorik çerçevemiz açısından nitelemek. Emperyalizm çağında, üretici güçlerin tekelleşmiş bloklar halinde toplumun çok küçük bir azınlığının elinde toplandığı dünyada, herhangi bir kapitalist ülkede yaşanacak devrimde (devrimin henüz gerçekleşmediği ülkelerde varlığını sürdürecek emperyalist sisteme karşı mücadele etme zorunluluğundan bahsetmeyecek olsak dahi), bu üretici güçler üzerindeki kolektif kontrolün öznesi ancak bir proleter devlet olabilir. Devleti devrimden ayırma fikri ve “otonom bireylerin devletsiz özgür toplumu” kurgusu kâğıt üzerinde güzel görünebilir, ancak bunun pratikte gerektireceği şey mevcut üretim araçlarının da bireyselleştirilmesi ihtiyacıdır. Bunun teknik imkânsızlığı bir yana, mümkün olsa dahi ortaya çıkacak şey bir küçük mülk sahipleri toplumudur. Anarşizm bu yüzden bir küçük burjuva düşüncesidir. Bakunin’den bu yana anarşizmin Marksizmle temel polemik başlığı bu yüzden “proletarya diktatörlüğü” kavramıdır. Sonuçta anarşistler (en azından Bakunin kesinlikle) büyük burjuvaziden yana falan değildir; proletarya diktatörlüğünü reddetmelerinin temel sebebi, bu diktatörlüğün esasen küçük burjuvazi üzerinde kurulacak olmasıdır. Anarşist yazında bu ayrışma ezilenler adına siyaset yapılırken genelde satır aralarına inip örtük hale gelir. Ama bu dert terk edildiğinde, küçük işletmeciliğin, dükkâncılığın açıkça olumlandığı; bunların Marksizm tarafından “haksız yere suçlanmış” bir sınıf olduğunun iddia edildiği örnekler de ortaya çıkıyor (Scott, 1998: 135 ve 386’daki dipnot).
[4] İngiltere Hindistan sömürgesini Portekiz’in elinden 1608’de zorla almış ve böylelikle sömürge çekişmesini zaferle kapatmıştır.
[5] Bütünüyle tuhaf bir kavram olan Antroposen’i tartışmaya burada girmeyeceğim. Söylemeye çalıştığım şu: Scott açıkça kavramın açıklayıcı olduğunu düşünüyor, benimsiyor ve tanımladığı çağı devlet olgusunun ortaya çıkışına kadar “yoğunluğu azalarak” geriye götürmeyi öneriyor.
[6] Bir parantez: Kesin olarak söyleyebilirim ki birisi bir “altın çağ”dan, bir “asr-ı saadet”ten ya da benzeri bir özlenecek geçmiş dönemden bahsediyorsa ya tarihi geriye döndürme isteği bağlamında gericidir, ya da bitip gitmiş bir geçmişe öykündüğü için romantiktir (ve gericidir).